Yazar, çevirmen (D. 1896, İstanbul - Ö. 13
Mayıs 1964, İstanbul). İzzet Bülent, Kumru imzalarını da kullandı. Tefeyyüz
Mektebi ve Burhan-ı Terakki’de okudu. Galatasaray Lisesi mezunu. İstanbul
Edebiyat Fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı (1917). Gazeteciliğe Akşam
gazetesinde başladı. Çeşitli gazetelerde yazar ve yazı işleri müdürü olarak
çalıştı.
Şiir ve hikâyeleri önce Yeni Mecmua
(1917) ve Servet-i Fünûn dergilerinde çıkmıştı. Gazetelerde yayımladığı
Fransız yazarı Maurice Leblanc’tan Arsen Lüpen, İngiliz yazarı Conan
Doyle’dan Sherlock Holmes polisiye roman çevirileriyle tanındı. Çeşitli
gazetelerde ayrıca tiyatro yazı ve eleştirileri yayımlayan Selami İzzet’in
telif eserleri yirmi civarındadır.
ESERLERİ:
ROMAN: Geceye Aşık (1922), Siyah
Benli Kadın (1925), Dertli Geceler (1925), Sevişenler (1925), Şüphe!... Aşka
Galipsin (1925), Gönül Sarmaşıkları (1925), Aşkım Günahımdır (1926),
Gönül Avcısı (1926), Gönül Cehennemi (1926), Ağustos Böceği
(1926), Aşk, İzdivaç, Gönül Mektupları (1926), Yılan, Geber…
(1926), Yaseminci Güzeli (1926), Bir Dans Gecesi (1926), Gönül
Oyuncağı (1926), Menekşe Demeti (1926), Kül Kedisi Evlendi (1931),
Deli (1933), Küçük Hanımın Kısmeti (1933), Canım Ayşe (1933),
Fadime (1933), Bir Kadın Geçti (1934), Kalbimin Romanı
(1938), Babil Melikesi (1943), Okşanmayan Kadın (1944), Aşka
Şeytan Karışır (1962), Sevimli Haydut (1963).
OYUN: Üçüzler (1918), Teselli (1919).
İNCELEME: Pierre Corneille ve Jean Racine (1931),
Tiyatro Sanatı (1935), Tiyatro Konuşmaları (1936), Tiyatroya Dair
(1938).
KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve
Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
— Saat
kaç Ömer? Ömer kol saatine baktı:
— Yarım
olmuş anne.
Seher hanımın biraz canı sıkıldı:
— Baban
gecikti...
Daha söyliyecekti, fakat oğluna içini dökmek
istemedi. Sustu.
İçinde kara bir sıkıntı vardı. Başına bir
felâket gelecekmiş de, bu felâketi evvelden seziyormuş gibi, çarpıntı içindeydi.
Yirmi beş senedir, kocası ile oğlunun arasında, mesut bir hayat süren Seher
hanım korkuyordu; bu mesut yuvanın yıkılacağından korkuyordu.
Yirmi beş sene!.. Bunu söylemek dile kolaydır.
Bu senenin başında, bir kaç candan dostla beraber, evlendiklerinin yirmi
beşinci yılını, güle oynaya kutlamışlardı.
Seher hanım,
yirmi beş sene evvel, henüz yüksek tahsilini bitirerek, muallimliğe
başlıyan Kenan beyi görmüş, sevişmişler ve evlenmişlerdi.
Bu da kolay olmamıştı. Kenanın çok talibi
vardı. Komşuların birçoğu, genç muallimin huyunu beğendikleri için, kızlarını
ona vermek istiyorlardı. Kenan hem çalışkan, hem namuslu, hem de güzeldi.
Herkesin gözü ondaydı. Fakat, Seherle nikahlanınca, iş değişti. Artık herkes,
mırın kırın edip, omuz silkiyordu:
—
Seherin başına devlet kuşu kondu;
dört yüz kuruş maaş... Bozdur bozdur
ye..
—
Seherin parası var, muallim de işin farkında amma, bu para da
çabuk yenip biter.
— Seher
başını taşa vuracaktır. Bu
meteliksiz adama vardığına pişman olacaktır.
Bütün bu
sözler boşa gitti. Hiçbirinin dediği olmadı. Karı koca, mesut günler
yaşıyorlar ve bugünler birikip, mesut seneler oluyordu.
Evlendiklerinin üçüncü senesi, Ömer doğdu.
Yuvanın saadeti bir kat daha arttı... Kenan, yavaş, fakat emin adımlarla,
mesleğinde ilerliyordu. Doktorasını bitirdikten sonra, taşrada, yüksek muallim
mekteplerinden birine tayin edildi, iki sene sonra, müderris muavinliği ile
Darülfünuna geldi.
Dürüst bir çalışmanın, gençliğe vakfedilen
bir mesainin bu, güzel bir mükafatıydı.
Ondan sonra, Seher, kendini hayata kapıp
koyverdi, kaygusuz, rahat bir ömür sürmeğe başladı.
Seneler, karı kocanın arasını açmamıştı.
Bilâkis, onları, biraz daha birbirine bağlamıştı. Seher, kırışıksız tenini,
sarı saçlarını kaybetmişti, saçları beyazlanmıştı; yüzü pörsümüştü; Kenan biraz
kanburlaşmış, biraz çökmüştü. Fakat hiçbiri, Ötekinin ihtiyarladığını
farketmiyordu. Birbirlerini eskisi kadar; hayır, eskisinden fazla seviyorlardı.
Amma, birkaç zamandır,
vaziyet biraz değişmişti..: Pek farkedilecek, göze “batacak bir başkalık
yoktu.. Bunu ancak Seher
farkedebilirdi.
Birkaç zamandır Kenan dalgındı, düşünceliydi.
Bazan Seher:
—
Kenan! diye seslenince, kocası, sıçrayarak doğrulur ve endişeli bir
sesle sorardı:
— Ne
var?
Ve sanki, bir rüyadan uyanıyormuş gibi, etrafını görmeden bakardı.
Senelerden beri, evine vaktinde gelen,
vaktinde giden Kenan, gecikiyor. Evinden tam dakikasında çıkarken, erkenden
fırlayıp gidiyordu.
Huyunu neden değiştirmişti? Buna açık cevap da
vermiyordu.
— Bir
arkadaşım alıkoydu.
— Daha
erken gelemedim...
Derken,
kaçamak yaptığını Seher
anlıyor,
Kenan da, başka bir mazeret bulamıyordu.
Kenan, dışardaki derslerini bitirince eve
gelir, odasına girer, kitaplarını karıştırır, gazetelerini okur, yazılarını
yazardı.
Artık bunu yapmıyordu. Odasında oturmuyordu.
Bir mıknatıs onu evden dışarı çekiyordu.
Ömer Darülfünuna gidiyordu. Oğlu vasıtasile, babasının bu dışarıdaki meşguliyetini,
nerelere gittiğini, ne yaptığını öğrenebilirdi. Fakat bunu istemiyordu, oğluna,
babasını gözetletmek, kadına ağır geliyordu.
Hayır, kocayı tarassut etmek, hem kadına, hem
de evlâda ayıptı. Bekliyecekti. Elbette, eninde sonunda, Kenan, bu esrarı
faşetmek mecburiyetinde kalacaktı. Çünkü Seher emindi, kocasının sakladığı bir
sır vardı... Kimbilir, belki de bu sır iyi bir şeydi. Neden insanların aklına
evvelâ fena şeyler gelir?
Seher, böyle düşünerek kendini teselli etmeğe
çalıştı... Amma vakit geçiyor, saat ilerliyordu.
Nihayet, saat biri biraz geçe, kapıda anahtar
gıcırdadı. Kapı açılıp kapandı, muallimin
ayak sesleri duyuldu.
Kenan, gecikdiğinin farkında bile değildi. Hiç
telâş etmiyordu. Yahut ta,
sakin görünmek için vakit kazanıyordu.
Seher, sofra başında içini çekti.
Bir
zamanlar ; yakın zamanlarda ; kocası kapıdan girince, daha şapkasını,
paltosunu çıkarmadan karısına
koşar, evvelâ onu öper,
eğer bir kaç dakika geçikdise özür dilerdi.
Bugün artık,
gecikmekten zevk duyuyor gibiydi.
Seher, kocasının ayak sesini duyunca, evvelâ
rahat nefes aldı. Aklına gelen bir otomobil,
tramvay kazası bertaraf oldu. Geride, cevabı çıkmıyan sual kaldı: Neye
gecikti! Kenan odaya
girdi, sofra bağında, peçetelerini dizlerine yaymış oturan karısile oğlunu gördü.
Seher :
— Seni bekliyoruz baba, dedi.
Oğlunu taklit eder, Kenana, çocuk gibi “baba...,, derdi. Kenan
da, çok defa Seheri: “anne,, diye çağırırdı.
0 gün,
Kenan fazla çatıktı.
Hiç keyfi yoktu. Sinirli görünüyordu.
Karısının ağzından çıkan
bu “baba,, sözü, onu
iğneledi. Kendini ihtiyar, çok ihtiyar
gördü.
Merhaba
demeden, ters, aksi
bir sesle bağırdı:
— Eğer
aceleniz varsa beni beklemeyin...
Siz yemeğe başlayın...
— Benim
acelem yok amma Ömerin var...
Saat ikide İngilizce
kursuna gidiyor...
— Dedim ya,
beni beklemeyin... Çocuk
değilsiniz, yalnız yemek yiyebilirsiniz.
Ben de çocuk değilim. Sizi bekletmek istemem,
fakat eve canım istediği zaman gelirim... Söz de
istemem.
Seherin gözleri yaşardı, ağlamamak için kendini güç tuttu:
—
Sana söz söyliyen
yok baba... Böyle demesini
aklımdan da...
Kenan sözü kesti:
—
Yetişir, anlaşıldı, gevezeliği bırakalım :
Sofraya oturdu ve ağzını açmadı; yani, yalnız
yemek yemek için açtı, tek kelime söylemedi, konuşmadı.
Seher, kocasının halindeki değişikliğe hiç
böyle bir cürmü meşhut yapmamıştı. Yirmi beş seneden beri, hiç bu kadar hazin
bir yemek yememişlerdi... Kocasını bu kadar kabahatli görmemişti.
Ne diyebilirdi ?
Ne yapabilirdi ?
Kenan
öyle öfkeliydi, ki ne dese, ne yapsa fena tarafından alacak ,
daha fazla kızacak, köpürecekti. Seher bunu pekala anlıyordu…
(Bir Kadın Geçti, 1934)