Şair, yazar,
çevirmen (D. 1931, Erzincan – Ö. 9 Ocak 1990, İstanbul). Tam adı Cemalettin
Seber’dir. Şiir ve yazılarında Cemal Süreya adını kullandı. Nakliyecilikle
geçinen Erzincanlı bir babanın dört çocuğunun en büyüğüdür. Ortaokul çağına kadar
hastalıklı ve cılız bir çocuk olan Cemal Süreya’nın ailesi, 1934 yılında
çıkarılan Yasak Bölgeler Kanunu uyarınca, 1938 yılında zorunlu iskana tâbi
tutuldu, zorunlu iskan yeri Bilecik’ti. Ailesi, Erzincan’daki malvarlığını
satıp jandarma kontrolünde yapılan bir tren yolculuğundan sonra Bilecik’e
geldi. Burada yirmi yıl zorunlu ikamete tâbi tutuldular. Bu süre, sonradan
çıkarılan aflarla kısaltıldı. Cemal Süreya 1938 yılında, yani sürgünün altıncı
ayında annesini kaybettiğinde yedi yaşındaydı. 1939 yılında ilkokula başladı.
Babası oğlunun İstanbul’da okumasını istediği için, İstanbul’daki halasının
yanına gönderildi. Burada Beyoğlu 37. İlkokuluna başladı. İstanbul’a gönderdiği
oğlunun başına bir şey gelmemesi için, babası bir yıl sonra babaannesini ve iki
kız kardeşini de İstanbul’a gönderdi. Bir yıl sonra da kendisi gelip bir işte
çalışmaya başladı. Fakat bir akşam eve gelen polisler aileyi tekrar Bilecik’e
gönderdi. 1942 yılında ailesiyle birlikte Bilecik’e dönen Cemal Süreya, 1941-42
ders yılının ikinci döneminde Bilecik Birinci İlkokulunun üçüncü sınıfına
kaydedildi. Babası bir süre sonra, Esma adında bir hanımla ikinci evliliğini
yaptı. Esma Hanım, Cemal Süreya ve kardeşlerinin hayatında silinmeyecek izler
bıraktı. 1944 yılında ortaokula başladı. Ortaokul birinci sınıfta, üvey
annesinin zulmünden kurtulabilmek için babasından habersiz parasız yatılı
sınavlarına girdi, sınavı kazanıp aynı okulun parasız yatılı bölümüne geçti.
Süreya, 1947-48 ders yılında yine parasız yatılı olarak Haydarpaşa Lisesine kaydoldu.
Liseye kaydolduğu yıl ailesi Bilecik’ten Bursa’nın İnegöl ilçesine göçtü. 1950
yılında Haydarpaşa Lisesinden mezun oldu.
Bu dönemde,
ikinci eşi Esma’dan ayrılan babası, Refika Hanımla üçüncü evliliğini yaptı.
Refika Hanım, Esma’nın aksine iyi kalpli bir insandı. Cemal Süreya ve
kardeşlerine gerçek bir anne gibi davrandı. Cemal Süreya 1950 yılında burslu
olarak Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine kaydoldu, Haziran 1954’te Siyasal
Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Ortaokul yıllarından tanıdığı Seniha
Nemli’yle 7 Kasım 1954’te evlendi. Bu evlilikten Ayça adında bir kızı oldu.
Cemal Süreya, 25 Kasım 1954’te Eskişehir Vergi Dairesinde çalışmaya başladı. 8
Ağustos 1955’te girdiği Maliye Bakanlığı müfettişlik sınavını kazanarak Maliye
Müfettiş Muavini olarak İstanbul’a atandı. 1957 yılında babası, geçirdiği bir
trafik kazasında hayatını kaybetti. 7 Ekim 1958’de girdiği yeterlilik sınavını
kazanarak Beşinci Sınıf Maliye Müfettişliği’ne atandı. Temmuz 1959’da askere
gitti. 31 Aralık 1959’da asteğmen, 30 Haziran 1960’ta teğmen oldu, askerlik
hizmetini 31 Aralık 1960’ta tamamladı. Askerliğini yaparken fark derslerini
vererek hukuk diploması aldı.
Cemal Süreya, 1
Ağustos 1960’ta, sonradan değişik aralıklarla çıkardığı Papirüs
dergisinin ilk sayısını yayımladı. Dört sayfalık tabloid bir dergi olan Papirüs
ikinci sayısından sonra kapandı. Sekiz aylık bir aradan sonra Mayıs 1961’de Papirüs’ü
tekrar çıkardı. Bu sefer üç sayı süren Papirüs, Temmuz 1961’de yeniden
kapandı. Süreya, 1961 yılında Maliye Bakanlığı tarafından bir yıllığına Paris’e
gönderildi. Yurda döndükten sonra İstanbul’a (1964) tayin edildi.
Ancak, Sezai
Karakoç’la yaptıkları memuriyetten istifa edip kendini edebiyata adama
çerçevesindeki sohbetler sonunda Sezai Karakoç 11 Haziran 1965’te, Cemal Süreya
31 Temmuz 1965’te memuriyetten istifa etti. Sezai Karakoç’la Siyasal Bilgiler
Fakültesindeki öğrencilik yıllarında tanışıp arkadaş olan Cemal Süreya, onunla
ilişkisini ölünceye dek koparmadı. Arkadaş sohbetlerinde adını en çok andığı
şair Sezai Karakoç’tu. İstifa ettikten sonra geçimini temin için tercüme
yapmaya başladı. Bu tarihten sonra tercüme yapmak hayatındaki değişmez işlerden
biri oldu.
1 Haziran
1966’da Papirüs dergisini üçüncü defa çıkarmaya başladı. Derginin adı
ilk başta “Ararat” olarak plânlandı. Fakat Ermenilerin Ağrı Dağı’nı “Ararat”
adıyla geri istediklerini öğrenmesi üzerine, el ilânlarında derginin adı
“Ararat” olarak duyurulmuş olmasına rağmen, dergiyi yine Papirüs adıyla
çıkarma karına vardı. Papirüs bu dönemde, Haziran 1966’dan Mayıs 1970’e
kadar aylık bir dergi olarak düzenli bir şekilde çıktı. Bu süre içinde tek
aksama Ocak 1970’te çıkması gereken kırk üçüncü sayının Şubat ayına
sarkmasıdır. Kapanışında dergi 46.-47. sayısındaydı. İlk iki yıl elli altı
sayfa çıkan dergi, yirmi beşinci sayıdan itibaren bir süre seksen sayfa olarak
çıktı. Daha sonra altmış dört sayfaya indi. 45. sayıdan itibaren elli dört
sayfa oldu.
İlk eşinden
boşanması yedi yıl süren Cemal Süreya, ikinci evliliğini, Elif Sorgun adıyla
şiirler yazan Zuhal Tekkanat’la yaptı. Zuhal Tekkanat’la evlenmeden önce, Zuhal
Tekkanat’tan, “istediğinde boşanmayı kabul edeceğine dair” yazılı bir belge
aldı. Bu belgeyi aldıktan sonra Ağustos 1967’de İstanbul’da, Zuhal Tekkanat’la
ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten oğlu Memo Emrah dünyaya geldi. (23 Kasım
1969)
1971 yılında
tekrar Maliye Bakanlığındaki memuriyetine döndü, İstanbul Hocapaşa Vergi
Dairesi Kontrolörlüğünde göreve başladı. Birkaç ay sonra Maliye Tetkik Kurulu
üyesi olarak Ankara’ya tayin edildi, 20 Mart 1972’de bu göreve başladı.
Kuruldaki görevi Türkiye Maliye tarihini yazmaktı. 7 Şubat 1975’te İstanbul
Darphane ve Damga Matbaası Müdürlüğüne getirildi. Bu arada Zuhal Tekkanat’tan
ayrıldı. İstanbul Darphane görevine başlamadan bir hafta önce Balıkesir’de
Güngör Demiray’la üçüncü evliliğini yaptı (Şubat 1975). 1975’in sonlarında
Güngör Demiray’dan boşandı. Eylül 1975’te tekrar Maliye Tetkik Kurulu üyeliğine
geri döndü. 1975 yılında eski eşlerinden Zuhal Tekkanat’la yeniden evlendi. Bu
seferki evlilikleri yaklaşık dört yıl sürdü.
Mart 1977’de
kurucularından biri olduğu Türkiye Yazıları dergisinin başına getirildi.
İki sayı sonra buradaki sorumluluklarını devrederek bu dergiden ayrıldı. 1974
yılından itibaren başyazılarını yazdığı Oluşum dergisini 1977 yılında
bir süre yönetti. Oluşum, Papirüs’ten sonra başyazı yazdığı tek
dergidir. Mayıs 1974’ten Temmuz 1978’e kadar Oluşum’da düzenli yazan
Cemal Süreya, bu tarihten sonra bu dergide bir defa yer aldı: “Ne Var Ne Yok”
(Haziran 1987).
1977 yılında Politika
gazetesinin sanat sayfasında haftada bir yazdığı “Günübirlik” yazılarıyla
gazete yazarlığına başladı. 8 Ocak 1978’den itibaren Yeni Ulus
gazetesinde haftada altı gün köşe yazısı yazdı. Mart 1979-80 arası Aydınlık
gazetesinde yazdı. 1978 yılında, ölünceye kadar evli kalacağı son eşi Birsen
Sağnak’la evlendi. Aynı yıl Kültür Bakanlığında, Kültür Bakanlığı Kültür
Yayınları Danışma Kurulu üyeliği yaptı. Daha sonra başmüfettiş olarak
İstanbul’a tayin edildi. İstanbul’daki başmüfettişlik görev yeri Karaköy Maliye
Dairesiydi.
1980 yılında Papirüs’ü
üç aylık sürelerle tekrar yayımlamak istedi. Bahar sayısı olarak çıkan ilk
sayısı 11 Nisan 1980’de yayımlandı. Bu sayıdan sonra Papirüs 15 Mart
1981 tarihinde son defa bir sayı daha çıkabildi.
2 Şubat 1982’de,
yirmi beş yıllık çalışmadan sonra yüksek bir bürokrat olarak emekli oldu.
Emeklilikten sonra kısa bir süre (altı buçuk ay) Ortadoğu İktisat Bankasında
yönetim kurulu üyeliği yaptı ve bazı ansiklopedilerde çalıştı. Bir süre Yurt
Ansiklopedisi bünyesinde çıkan Walt Disney Ansiklopedisi’nin
yönetmenliğini yaptı. Burada çalışırken, yayınevi müdürünün, “Cemal Bey, daha
düzgün bir Türkçeyle yazamaz mısınız?” demesi üzerine işini bıraktı. Bir yıl
süreyle Meydan Larousse’un ikinci ek cildinin hazırlanmasına katıldı. Bu
işten sonra ANSA Omnis Ansiklopedisi’nde çalıştı. Buradaki işi 1984
yazından 1985 yazına kadar sürdü. Yirmi altı yıllık çalışma hayatında yirmi
sekiz kez ev değiştirdi. Elli dokuz yaşında bir beyin kanaması sonucunda öldü,
İstanbul’da, Kulaksız mezarlığında toprağa verildi.
Şiire çocuk yaşlarda ilgi duyan Cemal
Süreya’nın ilk şiir denemeleri aruz vezniyleydi. Lisedeyken üzerinde ciddi bir
etki uyandıran ilk şiir, Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” başlıklı şiiridir.
Yayımlanan ilk şiiri “Şarkısı Beyaz” Siyasal Bilgilerin okul dergisi Mülkiye’de
çıkmıştı (Mülkiye, s:11, 8 Ocak 1953). Sonra bu dergide üç şiiri daha
yayımlandı: “Di Gel” (Mülkiye, s:14, 8 Nisan 1953), “Çıkmaz Sinir” (Mülkiye, s: 15, 8 Mayıs 1953), “Ölmüştük” ( Mülkiye,
s: 16-17, 15 Haziran 1953).
Siyasal Bilgiler Fakültesinde, Sezai
Karakoç’la yakın arkadaşlık kuran Cemal Süreya; Sezai Karakoç, Turgut Uyar ve
Edip Cansever’le birlikte İkinci Yeni şiirinin öncülerinden biri kabul edildi.
Yazdığı şiirlerle modern şiirimizin ustalarından biri oldu.
Yazı hayatı boyunca deneme ve eleştiri
yazıları Cemal Süreya’nın şairliğinin önemli bir parçası oldu. Şiirimize
ilişkin en önemli yazılarını Şapkam Dolu Çiçekle (Haziran 1976) topladı.
Anı, günlük, deneme, eleştiri karışımı günlükleri bile şiirimizin kavranışı
açısından belirli bir önem arz eden Cemal Süreya, şiirimiz ve şairlerimiz
hakkında en çok yazan, görüş bildiren şair ve yazarlarımızdan biridir. Cemal
Süreya’nın yazı hayatı boyunca şiir ve yazılarını yayımladığı dergi ve
gazeteler şunlardır: Mülkiye, Kaynak, Yeditepe, Pazar
Postası, Yenilik, Evrim, Şiir Sanatı (Sezai Karakoç’un
Diriliş’ten önceki dergisi), Gökyüzü, Yapraklar, Soyut,
Papirüs, Türk Dili, Oluşum, Yusufçuk, Türkiye
Yazıları, Politika, Yeni Ulus, Aydınlık, Saçak, 2000’e
Doğru, Maliye Yazıları, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri,
Şiir Atı, Gergedan, Argos, Çocukça, Yazko
Edebiyat, Somut, Bravo, Hürgün, Cönk, Gözde
Kadın, Yeni Yaprak, Beyaz Perde.
Edebiyat dünyamızın en verimli yazarlarından
biri olan Cemal Süreya, yazı hayatı boyunca pek çok takma ad kullandı. Bugüne
değin tespit edilenler şunlardır: Osman Mazlum, Adil Fırat, Ali Fakir, Ali
Hakir, Ahmet Gürsu, Hüseyin Karayazı, Birsen Sağanak, Dr. Suat Hüseyin, Hasan
Basri, Genco Gümrah, Suna Gün. Kimi dergi yazılarında da ad kullanmadı. Takma
adlarr, çok yazmanın getirdiği biçimsel bir zorunluluk oldu onu için. Desen ve
karikatürlerinde de Cemasef ve Charles Suares adını kullandı. Bir kısmı takma
adlarla olmak üzere kırktan fazla kitap çevirdi.
1958 yılında ilk kitabı Üvercinka ile
Yeditepe Şiir Ödülünü Arif Damar’la paylaştı. İkinci kitabı Göçebe’yle
Türk Dil Kurumu 1966 Edebiyat Ödülünü, Sıcak Nal ve Güz Bitigi
kitaplarıyla 1988’de Behçet Necatigil Şiir Ödülünü kazandı. Bazı kitapları
ölümünden sonra yayımlanan Cemal Süreya’nın, adına konmuş bir şiir ödülü
bulunmaktadır.
Cemal Süreya İçin Ne Dediler?
“Sevda
Sözleri, yaşama yönelik bir şiir. Varolma, ancak yaşam düzeyinde algılanır.
Bazen yaşıyor olmak da yetmez. Göçüp gitmiş insanlar ve medeniyetler bu noktada
çok önemlidir. Onlar vardı, biz bunu kalıtlarından dolayı biliyoruz, Cemal
Süreya da vardı, yaşarken bilincindedir. Bu, yalnızca basit bir indüksiyon
yöntemidir. Gerçekte, zavallı bir çaba. Varoluş ve medeniyet bu noktada
birleşiyor tam olarak. Ama bütün bunlar üçüncü kitapta başlıyor. Bundan önce,
yaşamayı, ancak ‘öteki’nin bedeniyle duyumsayan Süreya, gözünü geçmişe dikiyor.
Güzin’le Süheyla’nın adı anılmaz oluyor artık. Geçmiş, şair için şimdiden daha
anlamlı olmasını beklediği bir mekân. Mekân diyorum çünkü biz ruhun
ölümsüzlüğüne ve zamanın yaratılmış olduğuna inananlar için geçmişin şimdiden
farkı yoktur. Zaman, insanın imtihanı için uygun koşulları sağlayan bir
araçtır. Oysa, şiirinin bize anlattığı kadarıyla, Süreya’nın Tanrısı o ölünce
ölmüştür. Geçmiş de, doğallıkla, toprağın arasında yatan kemiklerden ve
medeniyet kalıntılarından ibarettir. Geçmişin anlamına yaklaşmanın yolu, şairin
kinestetik bir algı biçimi olmasıyla bağlantılı olarak, dokunma duyusuna
ağırlık vermektir. Bu karanlık mezardan insanın kurtarabildiği her taş parçası,
bir heykelcik, bir gözyaşı şişesi insanın geçmişle bağını somutlaştırır.
Üstelik sadece bunlar somutlaştırır. Medeniyet kalıntılarında, insan kendi
geleceğini görür. Bedeni çürüyecek ama, sözgelişi, dokunduğu bronz
yaşayacaktır. Çürüyecek olan bedeni bekâya kavuşturmanın tek yolu, bu yüzden
kaçınılmaz olarak, nesneyle bağları güçlendirmektir.” (Hayriye Ünal)
***
“İstanbul'da elimi kaldırdım
Biraz içkiliydim, biraz sevdalı, biraz da minareli'
dizeleriyle adeta portresini çizen C. Süreya, yaşama
ve sanata her zaman biraz içkili bakmış olsa da; ince zekâsı, sevecen yüreği,
coşkusu ve baktığını iyi gören bir kültür adamının bilinciyle, Türkçenin tüm
güzelliğini şiire taşıyarak şiirimizde nefis bir tat bırakmıştır. O her zaman
sevdalıdır.. Sabahlarla akşamların buluştuğu saatlere, aşılıp kapanan kapılara,
istasyonda havalanan kuşlara, dostlarıyla muhabbete, bir bardağı tutan ele,
yaşadığı yerlere... Bir ömür sırtında sevdayı taşımak zor zanaattır. Bu
zorlukları aşarken hüzünlendiği yerde umutsuzluk ve karamsarlık; yeislerden,
mistik kapanışlardan uzaklaşarak yerini ironiye bırakır. Şiir aşktır ve bu aşk
da kadınsız ayakta duramaz.
‘Güzelsin sevgilim,
Ama çok yakından!’
dediği sevgili; çağlar boyunca yaşamış olsa da
şiirimizin tüm evrelerinde ete kemiğe bürünmeden var olmuştur şaire göre.
'Şapkam Dolu Çiçekle' adlı denemesinde; Divan şiirindeki sevgilinin adeta
cinsiyetsiz göründüğünü, Servet-i Fünûn'da marazi, hececilerde aristokrat, kırk
kuşağında halktan ve sınıf değiştirmiş biri, "garip'çilerde sokak
hovardalığına indirgenmek istenen, alaysamayla eski şiirde yerilen sevgili
kimlikleri çoğunlukla eksiktir. Ancak '1955'lerden sonra yazılan şiirlerde aşk
teması yeni yükler, yeni zenginlikler kazanmıştır." (Arife
Kalender)
***
"Cemal Süreya tanıştıklarından on beş yıl sonra
Nihal Yeğinobalı'ya sordu: 'Beni neden sevmedin?'. Yeğinobalı verdiği cevabı
şöyle anlatıyor: 'Seni çok sevebilirdim ama göze alamadım' dedim. Aramızda
yaşanmamış bir aşk vardı." (Murat
Batmankaya)
ESERLERİ:
ŞİİR: Üvercinka (1958), Göçebe (1965), Beni Öp Sonra
Doğur Beni (1973), Sevda Sözleri
(1984; diğer kitaplara girmeyen şiirleriyle yeni basımı: 1990), Güz Bitiği (1988), Sıcak Nal (1988).
DENEME: Şapkam Dolu Çiçekle (1976), Günübirlik (1982), 99 Yüz (1991), 999. Gün /
Üstü Kalsın (1991), Folklor Şiire
Düşman (1992), Uzat Saçlarını Frigya
(Günübirlik’in yeni basımı, 1992), Aydınlık
Yazıları / Paçal (1992), Oluşum'da
Cemal Süreya (haz. Fahrünnisa Kadıbeşegil, 1992), Papirüs'ten Başyazılar (1992).
SÖYLEŞİ: Güvercin Curnatası (haz. Nursel Duruel,
1997).
MEKTUP: Onüç Günün Mektupları (eşine yazdığı
mektuplar, 1990).
ANTOLOJİ: Mülkiyeli Şairler (1966), 100 Aşk Şiiri (1967).
ÇOCUK KİTABI: Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (haz. Necati
Güngör, 1993).
BAŞLICA
ÇEVİRİLERİ: Gelinlik Kız (Ionesco), Sade'ı
Yakmalı mı? (Simone de Beauoir), Günümüzde
Sağcı Fikirler (Simone de Beauoir), İhtilalin Özü (Mao Zedung), Aşkın
Suçları (M. de Sade), Palto (J. Cosmos), Yeşil Papa (Asturias),
Gök Cephesi (N. Thin Dre), Küçük Prens (A. De Saint Exupery), 32
Saat Özgürlük (G. Hernadi), Amerika Birleşmemiş Devletleri (V.
Pozner), Emperyalizm (Lenin), Vadideki Zambak (Balzac), Goriot
Baba (Balzac), Millî Kurtuluş Cephesi (D. Bravo), Dine Karşı
Düşünce (A. Bayet), Bir Aşk Kırgınının Şarkısı (Apollinaire), Gönül
ki Yetişmekte (G. Flaubert), Meyhane (Emile Zola), Nekrassov (J.
P. Sartre), Büyük Ahlâk Öğretileri, Toplum Bilim (Bouthalle), Bir
Tanem (F. Morceau), Kırmızı Balon (Lamorisse), Çin Uyanınca (A.
Peyrefitte), Mutluluk Getiren Seks, Emeğin ve Emekçilerin Tarihi (P.
Birzon), Faşizmin Analizi, Zevk Alma Hakkı, Seks İncelikleri,
Homoseksüellik, Eski Evler Eski Adamlar, Kürtler (Nikitin),
Nostradamus (J. C. De fontbrune), Yürek
ki Paramparça (çeviri şiirler, haz. Eray Canberk).
Eserlerinin
toplu basımları Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılmaktadır. Bu diziden çıkan
kitaplar: Yürek ki Paramparça (çeviri
şiirler, 1995), Günler (1996), Güvercin Curnatası (1997), Toplu Yazılar I / Şapkam Dolu Çiçekle ve
Şiir Üzerine Yazılar (2000), Sevda
Sözleri / Bütün Şiirleri (2000).
KAYNAKÇA: Sezai Karakoç / Cemal Süreya’nın Çıkışı (Pazar Postası, sayı: 27, 6.7.1958) -Edebiyat Yazları-II (1986), Mücellidoğlu Ali Çankaya /
Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler-VI (1969), Hüseyin Atabaş / Okul
Kitaplarına Girmeyen Şiirler (Barış, 23 Şubat 1974), Milliyet Sanat Cemal Süreya Özel Sayısı (sayı: 233, 1.2.1990), Hürriyet Gösteri Cemal Süreya Özel
Sayısı (sayı: 111, Şubat 1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) -
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Feyza Perinçek
/ Cemal Süreya Arşivi (1991), Yaşasın Edebiyat Cemal Süreya Özel
Sayısı (sayı: 15, Ocak 1999), Broy Cemal
Süreya Özel Sayısı, Erdoğan Alkan / Cemal Süreya ve Fransız Şiiri (Varlık, sayı: 1001, Şubat 1991) - Bir
Yakın Arkadaş Olarak Cemal Süreya (Varlık,
sayı: 1156, Ocak 2004) - Şair ve Çevirmen Cemal Süreya (Yasak Meyve, sayı: 11, Ocak-Şubat 2004), Muzaffer Buyrukçu /
Cemal Süreya’yla Bir Gün (Varlık,
sayı: 1000, Ocak 1991) -Cemal Süreya’yla Papirüs’te (Varlık, sayı: 1036, Ocak 1994), Necati Güngör / Cemal Süreya’nın
Öğrencilik Yılları (Hürriyet Gösteri,
sayı: 133, Aralık 1991), Hulki Aktunç / Öleceğine İnanmazdım (Cumhuriyet Kitap, sayı: 98,
9.1.1992), Tevfik Taş / Çalıntı Şiirler (Gerçek,
yıl: 2 sayı: 8, 15.1.1993), Muzaffer İlhan Erdost / Üç Şair: Nazım Hikmet, Cemal
Süreyya Ahmet Arif
(1994), Feyza Perinçek -Nursel Duruel / Cemal
Süreya (1995), Vitrindekiler (Cumhuriyet Kitap, 26 Kasım
1998), Sennur Sezer / Onüç Günün Mektupları (Cumhuriyet Kitap, 24 Aralık 1998),
Zühal
Tekkanat / Dostlarının Kaleminden
Cemal Süreya'nın Portresi (1998), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973) - Şiir Tahlilleri-II (8. bas., 1999), Mehmet H. Doğan /
Şimdi Uzaklardasın (1999),
Hasan Akarsu / Şiirler Değdi Sevdaya
(2000) - Şiirin Kanatlarında Mektuplar
(2001), Cevat Akkanat / Gelenek ve
İkinci Yeni Şiiri (2002), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Nursel Duruel / A'den Z'ye Cemal Süreya (2003),
Tomris Uyar / Gündönümü-Bir Uyumsuzun Notları I-II (2003), Arife Kalender / Cemal
Süreya Şiirine Toplu Bakış (Cumhuriyet
Kitap, 9.1.2003), Hayriye Ünal / Section d’Or: Cemal
Süreya Şiiri (Kırklar,
Temmuz-Ağustos 2003), Selim Temo / Cemal Süreya Şiirinde Çapkınlık ve Bedenin
Ekonomi Politiği (Yasakmeyve,
sayı: 5, Kasım-Aralık 2003) - Cemal Süreya Şiirinde Erotojenik Bir Yüzey Olarak
Beden (Yasakmeyve, sayı: 7,
Mart-Nisan 2004), Yakup Altınyaprak / İkinci Yeni Cemal Süreya mıdır? (Dergâh, sayı: 177, Kasım 2004), İhsan
Işık / Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
Dokundukça dokundukça aslanlara
Parklarda yakışıklı aslan heykelleri
Birdenbire önümüze çıkıyorlar buysa çok güzel
Bizim bu aşkımızın aslan heykelleri
Şahane değişik büzün heykelleri yani
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
Bir bir denemişim bütün kelimeleri
Yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli
Daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire
Hadi bir de bunlarla çağır gelsin heykelleri
Oldurmanın yıkmanın yeniden yapmanın aslan heykelleri
Olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
Bir senin gözlerin var zaten daha yok
Ya bu başını alıp gidiş boynundaki
Modigliani oğlu Modigliani
Az şey değil seninle olmak düşünüyorum da
İçimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi
Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor
Karanlık ama iyi seçiliyor
Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor
Bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri
Ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca
En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor
Adalet hanım iki kişilik karyolasında
Bozulmuş burjuva ahlakına örnek
Bulutu kestiler bulut üç
parça
Kanım yere aktı bulut üç parça
İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış
Bir kadının yüzü ha ha ha.
Bir kadının yüzü avucum kadar
İki gözümle gördüm vallâhi billâhi
Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim
Bu kimin meyhanesi ha ha ha.
Bu Ali'nin meyhanesi bu da
masa
Bu ipi kimse için gezdirmiyorum
Bir kere asılmıştım çocukluğumda
Direkler gemideydi ha ha ha.
İki gemiciynen Van Gogh'dan
aşırılmış
Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim
Ben ömrümde aşk nedir bilmedim
Süheyla'yı saymasak ha ha ha.
Çağdaş
şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon’dan, André Breton’a, Henri
Michaux’ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu
göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından
uğratıyorlar. Bu böyleyken biz de hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde
fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü
folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk
deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermiyecek kadar dar bir
havadır.
Bir
halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O
kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık.
Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma
uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin
meydana getireceği şiirlerle, mısraları hep şarkı mısralarından, hep türkü
mısralarından meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum.
Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değil, kelime bloklarıyla oluyor. Oysa
Braque’in resim üstüne söylediklerini şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek
diyorum ki: Şiirde asıl olan “hikâye etmek” değil, kelimeler arasında kurulacak
“şiirsel yük”tür. Braque’in lâfıyla anekdotik değil, poetik. Çıkış noktamızı
buradan alırsak, dosdoğru, folklorun şiir için kaçınılması gerekilen bir
tehlike olduğu sonucuna varabiliriz. İşin nedeni şurada: halk deyimlerinde
yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir
bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki bu kelimeler zaten kıpırdamaz
bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden
almışlardır. Orhan Veli kuşağı şairleri yenilikten sonra daha çok dilin görünür
imkânlarını denediler. Bu arada Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir
kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk
deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Klişelere
takılıp kaldılar. Oktay Rifat “sanat endüstrisi” pazarlarına bol sayıda çürük
mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi’ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç
kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara
yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.
Folklordan
kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde
kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Dahası, biraz garip kaçacak;
ama günümüzde şaire şiirden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha
da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanını şair kılmaya yetmemesi,
şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor.
Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa
güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Meselâ Fazıl Hüsnü
Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, “Kızılırmak Kıyıları”nı kendi havasından,
kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır. O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı
ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. “Kızılırmak Kıyıları”nın bir soyutlanmış
güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi, salt Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait
olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya
neyse.) İkisi birbirini tamamlıyor. İkincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın şimdiyedek yazdığı şiirlerin havası, konumu tamamlıyor. Şimdi o
şiiri Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu
olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı.
Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli yer
tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik
kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan’a, Emrah’a, şuna buna büyük şair diyenlerin
kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler
demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına
dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin
neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden
folklora yanaştığını düşünün, bu derinliksiz, sığ alanda bizi allak bullak
edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını
bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum. Hem Max Jacob’un kaprislerini, hem
Jules Supervielle’in incelikli mısralarını bir arada barındıracak folklorun
alnını karışlarım ben.
Şiirde
de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o alanda elde edilen
verimler bir noktadan sonra azalmaya başlıyor. Bu bir bunalıma yol açıyor.
Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep.
Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha
derin imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler, yalnız folklor gibi kesin
klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan
Berk’de, Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de bunun ilk güzel örneklerini gördük.
Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya
koparılıyor, anlamlarından ufak ufak saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor
kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde
edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor. Genç şairler hep
bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu
durum şiirimizde bir evrimdir. Her evrim gibi haklı ve zorunlu…
Durakta üç kişi
Adam kadın ve çocuk
Adamın elleri ceplerinde
Kadın çocuğun elini tutmuş
Adam hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü
Kadın güzel
Güzel anılar gibi güzel
Çocuk
Güzel anılar gibi hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi güzel
Ben nerde bir
çift göz gördümse
Tuttum onu
güzelce sana tamamladım
Sen binlerce
yaşayasın diye yaptım bunu
Bir bunun için
yaptım
- Garson bira
getir
Garsonun adı
Barba
Ben nereye
gittimse bütün zulumlardı
Bütün
açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin
büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir
çağ bu biliyorsun
- Garson rakı
getir
Garsonun adı
Hakkı
Sen belki de
bir resimsin ne haber
Kırmızı bir
Beykoz'un yanında duruyorsun
Yapan bir de
ağaç yapmış yanına
Dallarına
konsun diye kelimelerin
- Garson şarap
getir
Garsonun hali
harap
Böylece bir kere daha
boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Lâleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi
biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl
saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz
ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden lâf
açmanın tam da sırası
Kalanalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.
Elif
Lâm Mîm. Yirmi üç haziran dokuz yüz altmış yedi
Bulanık
atmosferin içinde gözlerim sımsıcak;
Yeldeğirmeni’nden
denize sarpa sararak inen bir sokakta.
Vakit
tamamdır diyorum. Ve sokağın sesi
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Bir
kilise tadı taşıyor Dolmabahçe Camiinin pencereleri
Uzaktan
bakmak şartıyla ve aydınlık oluşunu saymazsak;
Ve
denizin gişesinde oturan kısa boylu saat kulesi
Yakasının
içine kaydırmış hafifçe basınç ölçerini
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Mermerin
memelerinden hafifçe hafifçe damlıyor mavi
İlk
mavi, doğru mavi, çayır çimen bilgisi
Cücükleniyor
orda hemen ılık menekşesi Şems’in
Çalgıcısını
da yanında gezdirirdi Konya’da Şems ki
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Bir
koku gibi dururdu parmağı yüzüğünün içinde
Gerindikçe
bütün Doğuya yayardı bedenini,
Sağlığından
çerçeveler yaratır Kelime Hatun
Uzun
uzun duyardı gözlerine çekilmiş mili
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Evlerden
çadırlardan toplananlar bini buldukça
Padişahın
önünde törenle uçuruldu kelleleri.
Geceyi
bir dert gibi geride bırakan Yahudiye
Gündüz
de tırnaklı hayvanların eti haram edildi
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Genç
Osman annesinin rahmini çekip üstüne
Adı
burgaçlara yazılsın diye bekledi.
Ve
Sinan düdenlerde olsun diye ölümü
Kurduğu
her yapının temelini suya indirdi
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Düşmanına
ilerlerken tuhafça gülerdi
Köroğlu’nun
sırtında üst üste dokuz dombay derisi.
Ve
kaçarken yılan sokmuş orman perisi
Gözleriyle
izlerdi sessizce erkeğini
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Deve,
devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi
Üçü
de Ali: Deve, deveyi çeken ve tabutun içindeki,
Çılgın
gibi koşuyorum köylerden şehirlere
Başını
kayalara vura vura ilerleyen bir insan seli
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Hafif
kanlı chevrolet’ler, hırslı pontiac’lar, kıranta buick’ler
Gürültüyle
akıp gidiyor General Motors’un enikleri;
Ve
ağır kıçlı, geniş çeneli, soluklu arabaları Ford’un;
Ve
ağaçlar görüyor, gözlüklü, iri kıyım Chrysler ailesini
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Sokak
lâmbaları yerebatanlar yük kamyonları
Almadan
edemeyeceğimiz bir selâm gibi
Sırtlar
arkalar talvekler duldalar öte yüzler
Ve
kuyuya sarkıtılmış bir testinin dibi
Diyor ki değil daha
Vakit var daha
Yunus ki sütdişleriyle
Türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini,
Düşman müşman girmeden araya
Dolanıp bütün yukarı illeri
Toz duman içinde yollar boyunca
Canından sızdırmıştı şiiri;
Vasf-ı Hâl'inde öyle esrikti
Acı dirliği Âşık Paşa’nın,
Günlük gibi havayı doldururdu
Sevginin ve kimyanın öğretisi;
Bursa 'da otlar ağaçlar arasında
Kim yazdı günün aydınlığın
O diri o insan yüzlü beratını
Başka kim yazdı Emir Sultan’dan
Ve Balım Sultan Urum Abdallarından
Baba dostlarıyla kadınlarla
Birtakım ilişkilerden sıyrılarak
Çıkarak karıkocalığın dükkânından
Tuttu aynasında Kızıl Deli'yi;
Yağmur altında sicim gibi
Parasını serperken havuzlara
Âşık Garip unutmuştu kendini
Aklını fikrini takıp Mecnun'a;
Oralarda sevgili bir küfür gibi
Son yükselişi gibi bir sesin
Demirin taşın yergisiyle dolu
O çimenleri yeşerten nârâ
O dalga dalga yayılan
Anamın içi gib ovalara,
Ve indi mi birden bire inen
SImsıcak bir şafak gibi dağlara,
Sütbeyaz Ayvaz Kankırmızı Köroğlu;
Sen ki şu kısacık hayatında
Sevdin ve yaşadın kelimeleri
Bir gün bile düşürmedin kalbinden
Yarana bastığın o büyülü deyimi
Niye mi koşarsın böyle ufka doğru
Pir Sultan mı ısmarladı seni
Kızılırmaktan öte Sivas'a doğru
Yeryüzü gökyüzü ve sabah
vakti
Bilece uçarsınız hastanız ulu
Alnında göğsünde parmak
uçlarında
Kan pıhtısının ısrarlı bakışı
Siyaset meydanı hıncahınç
dolu,
Ustamın gözlerindeki som damla
mavi
Takılıp kalmış kirpiklerine,
Perçemi uysalca dolanmış
darağacına;
Uzakta kavaklar kuşku sorulu
Bir tambur dehşeti sazında
Hazırlar kaderini Kadı
Burhanettin’in
Olsa da bir gün Sivas’a
sultan
Fışkıracaktır kanı bir tuyuğ
gibi
Azeri ağzıyla koçlara devran
Bir tuyuğ gibi elemsiz bir
fıskıye gibi
Başı omuzundan kaydığı zaman;
Sen ki gözlerinle görmüştün
57’de
Babanın parçalanmış beynini
Kâğıt bir paketle koydular
mezara
İstesen belki elleyebilirdin
de
Ama ağlamak haramdı sana
O günler istesen de istemesen
de
Boğazında buruldu kaldı
Türkçe
Mevsimlerin tülüne sarılı
hâlde
Yıllarca dinlendirdin acını
Utandın ondan korktun bir
bakıma
Sakladın geleninden
gideninden;
Ve sen daha nice
rastlantılarla
Nice suçsuzun başında
bulundun ki
Göğe urmak ister gözbebekleri
Nice şair nice duyarlık
elçisi
Zehir Kazak zıkkım Gedayi
Bir buğday yüzlü zülfü
dolaşığın
Özlemiyle karmış doğanın
buyruğunu
Kütüğü nakıştan beter olmuş
Nar çiçeği Karacaoğlan;
Yaz kış yapraklı Deli Boran;
Ezilmişin tutanakçısı
Kabasakal;
Dördüncü Murad’ın
çılgınlığıyla
Yeniçeri bedenine nişanlar
vuran
Seyrek asker Kayıkçı Kul
Mustafa;
İşgal acılarından mavi bir
lirizm çıkaran
Maliyeci şairlerin ilki
Bayburtlu Zihni;
Ve sürgün şairlerin ne ilki
ne de sonuncusu
Yiğit ve açık Türkmen:
Dadaloğlu;
Kamu kuşların yedi bin yıl
Tam bir danişmendlik içre
uçtuğu
Ve gülün tek bir solukta
Köy köy dağılıp kahverengide
Kent kent kırmızıda
toplandığı Gülşehri;
Kim bu Gülşehri öksüz Emrah
kim?
Şems Banu ne olacak
Kişverkişan nere kalesi?
Ya Ulu Camiin ünlü romancısı
Yalvaçlara kimlik kâğıdı
dağıtan
Çekidüzeni unutulmaz Süleyman
Çelebi?
Sen işte bunlarla bildin
Türkçeyi
Bunlarla
Gelen giden obayı sevdi
ÖLÜYORUM TANRIM
Cemal SÜREYA
“Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…”
Cemal Süreya’nın şiiri, “insan” şiiridir. Fikrin, duygunun doğrudan doğruya anlatımı olarak almaz şiiri Cemal. Metafiziğin bir aleti değil şiiri. Mistik bir şair değil Cemal.
Cemal Süreya, sanatına, Rönesans ressamları gibi insanla başlamıştır. Hatta insan vücuduyla. Nasıl Rönesans ressamları insanı karşılarına alarak resim sanatını türettilerse Cemal de insanı karşısına alarak şiirini yapıyor. Yani insan, Cemal için de, yalnız bir obje değil, bir ideolojidir aynı zamanda.
İnsan vücudunun şiirini kurarken plâstik bir alana çıkmak başlıca hedefi olmuştur. Somuta demiyorum. Vücut, aslında somut olduğuna göre, ondan hareket eden, somutun somutuna (plâstiğe) gidecektir. Plâstik, yani tıpkı canlı. Plâjda, saf kumun üzerinde insan vücudunun canlı kımıldanışı…
İnsan vücudunun artistik erdemlerini gün ışığına çıkarmaya çalışan şair, alelâde kişinin kadın güzelliği anlayışıyla hareket etmez, modern resme uygun bazı tesbitlere varır. Klâsik şairlerimizin kadın, tam bir oran, bir uyum, âdeta vücudun bir musiki hâline gelişi, yani parçaların insandaki vücut farklılıkları bir bağımsızlık, polarizasyon, deformasyon, eşit olmayan şair dikkatleri konusu olur:
“İki gemiciynen Van Gogh’dan aşırılmış
Bir kadının yüzü ha ha ha.”
“Bir kadının yüzü avucum kadar (…)
İki gemiciynen Van Gogh’dan
aşırılmış
Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim.”
Modern ressamlar gibi uzuvları işler, değiştirir, kişilendirir. Bir Modigliani boynu, bir Chagall horozu, bir “işlek ağız”, bir Picasso gözü belirir şiirlerinde. İnsan, âdeta bir uzva indirilir. “Kaçan bir kadın yüzü” bütün bir kadındır. “Memelerin kahramandı sonra”da âdeta, aşka cesaretle yürüyen bir kadın görür gibi oluyoruz. Yani oluşlarıyla insan, vücutta yerelleştiriliyor. Örnekler çoğaltılabilir:
“Gözleri yüzünün tenha bir köşesine çekilmiş.”
“Tarifsiz uzuyor bacakların.”
“Ya bu başını alıp gidiş
boynundaki
Modigliani oğlu Modigliani.”
“Bir gider bir gelirdi işlek ağzı.”
Düşünce, karar, güven, kurnazlık cinsinden içgüdülere yapışık insan hâllerini anlatan bu maddi vücut değişimleri Cemal’in şiirine büyük bir ipucudur. İnsan dışında bir gerçek tanımaz, elle tutulur, pozitif, reel olana oturtur şiirini. Ruhsal hâller, bu çıkışlarla anlatılıyor. Vücut insana yuva oluyor, sığınak oluyor.
Şair, insan vücuduna takılıp kalmamış, nü’ler, portreler, “güzelleme”lerle yetinmemiş, duruşlardan “hareket”e geçmiştir. Jacques Prévert’in etkisini sezinleriz, Attilâ İlhan’ın faydasını tesbit ederiz bu plânda. İnsan vücudu konusunda sağladığı şiir güveni, daha karmaşığa doğru yürümek cesaretini vermiştir şaire. Bu iyi bir ilerlemedir. Gerçi bunu, daha baştan denemek istemişti (“Sizin Hiç Babanız Öldü mü”). Ama sonra, insan vücuduna dönmenin, (akt) şiirine sabırla geçmenin gereğini anlamış şair. İkinci defa, hazırlıklı olarak, temelli harekete (aksiyon, behavior şiirine) başlamıştır. “Hamza Süitleri”, “Adam”, “Hür Hamamlar Denizi” geçiş şiirleridir. “Hür Hamamlar Denizi” saf hareketi, eylemin imkânlarını arıyan bir şiire örnek. Ahlâk kurallarından soyulan eylemin, içgüdünün varacağı noktayı arıyan bir şiire örnek.
Bu ikinci plânda şiirin realiteleri artmıştır: Utanç, korku, cesaret, iyilik, saygı gibi insani davranışlar poetik plâna girmiştir. Bu demektir ki Cemal’in insanı gittikçe tamamlanıyor:
“Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz.”
“Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük.”
“Kızlığın masanın üstünde
Kocana saklıyorsun.”
“Sen çıkardın utancını duvara
astın
Ben masanın üzerine kodum kuralları.”
Kızlık, hürlük, kural, elle tutulacak masanın üzerine konacak şeylerdir. Utanç da çıkarılıp duvara asılabilir. Bu kadar belirli bir varlık verir iç motiflere Cemal. Somutçu bir diyalektik, şiiri yürütür.
Şair, bir kere behaviora başlayınca asil ve evrensel jestleri hikâye edecek. Çeşitli enstantanelerde kişinin en yakınıyla kurduğu bir dans havasını davranış açısından hikâye ve tesbit edecek, Degasvari bir dans hocası gibi insan vücut, hareket ve anlatımlarının açılabileceği yollar ve labirentleri arıyacak. Cemal’in şiirinin insanda neden bir heykel sergisi duygusu uyandırdığını şimdi açıklayabilirim. Jest, belki günlük yanından alınmış, ama kalıcı yanıyla bırakılmıştır. İnsani içgüdünün evrende çizdiği, yaşayışın beyaz tahtasına çizdiği, şairin dünyasıdır. Toplumun içgüdüye yaptığı baskı, şairi uyarıyor, içgüdünün tartaklanışına “gülme” ile karşı koyuyor. Çünkü içgüdü kavga etmez, güler. İçgüdüyle ilgili toplumcu tekliflere aykırı durmuyor, ilgileniyor Cemal.
Bununla birlikte, Cemal Süreya’nın şiirinin gerisinde, çok derinde, çok uzakta, çok silik ve sönük, eşyanın ve insanın varlığı, gerçekliği tartışılmıyor değil. Genel olarak, insanın ve görünen şeylerin varlığını kabul eden bir görüş, şiir boyunca uzuyorsa da (ben), ara sıra olsun, kendi varlığından korkmuyor, utanmıyor, kuşkulanmıyor değil. Bu korkuyladır ki, belki, (ben), “delikanlı” dışa atılarak, objektifleştirilerek yaşatılmak, kurtarılmak istenir. Dostoyevski tiplerine benzeyen Hamzaların, Süleymanların vücut hikmeti budur. Fakat bu beyler dışta çok yaşıyamaz, soluk alamaz ve ölürler. Âdem bu kez geri döner ve kaburga kemiğinden Üvercinka’yı yaratır. En olumlu iş olarak insanı ve insan vücudunu evrene karşı güçlü bir yaşama belgesi gibi çıkaran şair, bir yuva, bir sığınak olan Üvercinka ile silik kuşku krizinden kurtularak varolmanın arifesindeki sevinci işler. Şiirini hep somut ve plâstik kılıkla sunmasında bile kendine karşı dayatmak tutumundan bir eser buluyorum.
Şiirini ve evrenini jeste tanımlayan Cemal, bu türlü bir şiiri, asil görünüş ve zarif gerilişlerin kurtardığını biliyor: Jestin saf sanatları olan dans ve baleden, tiyatrodan faydalanıyor. “Kanto”, “Dalga”, “T K” gibi anıt şiirler tıpkı bir şarkı gibidir:
“Garson bira getir
Garsonun adı Barba.”
Şiir, müzik gibi aralıklarla gelişir. Kıt’a şiiridir Cemal’in şiiri. Mısra, cümleden kesin olarak ayrılır. Bu farklılık, bir mısranın özel bir musikiden ayrı, düzyazıda raslanmıyan bir aydınlık, parlaklık sevimliliği:
“Öpüşlerin türlüsünden elhamra.”
Bu, insanın entelektüel metamorfozudur. Bu şiir, entelektüelin nefes alışı, yaşayışı, günlüğü, günlük analizidir. Danstaki ya musikiden parçalar gibi eşdeğerli mısralarla kurulur; bir nevi gizli ölçü ve kafiye vardır; “Öpüşlerin türlüsünden elhamra” ile “Gecenin horozu ondan” yükçe eşdeğerlidir. Her mısra kültür yüklüdür. Mısranın cümleden ayrılışı, Cemal’i bir Apolinaire’e, bir Ahmet Muhib’e götürür. Ahmet Muhib ki şiiri düzyazıdan ayırmak için âdeta bir “büyü” dili kullanmıştır. Mısraya eğilmek Cemal’i Eluard’a (“San”), hatta yeni bir anlamda divan şiirine kadar götürür (“San” ve “Gazel” şiirleri):
“Kırmızı bir kuştur soluğum.”
Cemal’in kelime karşısındaki attidüdü, ruhsal gerçeklikleri olduğu gibi anlatmaktır:
”Bir elinle de boyuna ekmek kesiyorsun.”
“Aşkta raslanan o seçkin nokta.”
Bugünkü şiir, insanın yaşayışında büyük yeri olanı alıyor, yaşamak için gerekli “ikinci derecedeki hayatı” ayıklıyor, “saf hayat”ın şiirini yapıyor. Onu yakalamak ve olduğu gibi anlatmak yetiyor. Turgut Uyar “saf duygu”yu, Cemal Süreya “saf akt”ı görüyor. Yeni sinemadaki saf şiir akımına Turgut Uyar, neo-realist davranışa Cemal Süreya ne kadar yaklaşıyor!
Savaş sonrası gerçeklerine uygun düşen bir şiir bu. Yaşamanın önemli olduğu postulasına dayanıyor. Bir “insan” şiiri. Tanrı’nın bile insanlaştırıldığı (“Sayın Tanrıya kalırsa…”), felsefi ve teorik tartışmaların sustuğu (Cemal, “Dalga” şiirinde, intihar olayına dokunuyorsa da bu çeşit korkular, sonradan latent bir hâle gelir), hayatın pratik gerçekliklerinin ön plâna geldiği, pragmatik bir şiir. Bu şiir pragmatizmin, gerçeğin yapılır bir şey olduğu kuralını örnek alıyor. Var olan gerçeklerin ne olduğunu aramıyor, gerçekleri yaparak, var ederek gidiyor. Her çeşit hazır fikre başkaldırıyor. Bir nevi promete sanatı, sönük bir Malraux şiirin gerisinde duruyor.
Cemal’in, tehlikeli, tartışma götürür, aksiyonu olmayan şeylerden kaçması, eleştirmede, “yadırganmaz”lıkla, “uzlaştırıcı”lıkla açıklandı. Bence değil. Cemal uzlaştırıcı olmaktan çok, kuvvetlendiren, kurtaran ve kabul ettirendir. O kadar kabul ettiriyor ki gerçeğini, kendisi kayboluyor, siz öteden beri bu gerçekliğiniz vardı sanıyorsunuz. Yani siz de farkında olmadan yenileniyorsunuz. Şiirinin eski oluşundan değil, derhal kendini kabul ettirmesi, insanı yenileyen bir yapı, pragmatik bir dünya görüşü taşımasından, Eliot’un düşüncelerinden faydalanarak söylersek, yeni bir sanat eseri, yalnız geleceği şartlandırmaz, geçmişi de değiştirir, yeniler. Eserler düzenine katılan yeni bir eser, bütün düzeni yeniler. Bu genel yenilenmedir ki eseri kurtarır.
Cemal, bugün, üçüncü bir plânı zorluyor. Bu, toplumdur. Hürlük, ekmek ve kadın konusunda kişi açısından bir aydınlığı behaviosu işlerken yakalamışsa da, bununla yetinmek istemiyor. Eski bir derdi depreşiyor; toplumu, bu kadar deneyişten sonra artık toplum olarak verebilmeli insan; der gibidir son şiirlerinde. Toplum problemlerini insanda unsurlar hâlinde ele almaktan daha ileri bir plânda ırkların hürlüğü ve tutsaklığına önem verir (“Bun”, “Sürek Avı”). Daha önce, birtakım gerçekler bulmuştur bu alanda: Kadın, yalnız yatakta yatmayı bilmez, aydınca da düşünür. Kadınla erkeğin bir ve eşit olduğu bir gelecek, apokaliptik bir dille çizilir (“T K”).
Şiirinde Cemal’in biçime önem vermesi aydınlanıyor. Jest şiirinin gereği bu. Cemal büyük bir şiir özünü az az kullanarak gidiyor. Gittikçe formalist bir plâna kaydığını sananlar, jest şiirinden çok yavaş da olsa, bir üçüncü plâna, toplum katına çıkmağa çalıştığının farkında olmasalar gerek. Gerçi bu jest şiirinden çıkması bir hayli güç. “İnsan vücudu” şiirinden “jest” şiirine geçmeğe benzemez. Çünkü bu iki plânda birbirine yapışıktır yapılarıyla zaten. Ama “insanlık” şiiri çok ayrı bir iş. Bu iki plânda başarılı olan Cemal’in, bu üçüncü plânda da şaşırtıcı bir varlık göstermesini umar ve isterim. Ama kesin bir öngörüde bulunamam. Müneccimliğimiz hoşa gitmediği için değil, işe fikrî eğilimler karışıyor da ondan. Bu başlangıcın değeri hakkında bir hüküm vermiyeceğim. Fikirde çıkış noktalarımız ayrı çünkü…
Kaynak: Pazar Postası, s: 27, 6 Temmuz 1958.