Eğitimci, şair ve yazar. 4 Kasım 1951, Şebinkarahisar / Giresun doğumlu. Çocukluğu Ankara'da geçti. Ankara Fatih İlkokulu, Elazığ Kız İlköğretmen Okulu (1969), Anadolu Üniversitesi (1986) mezunu. İlk tayini Karamürsel-Ereğli Köyü’ne oldu. İzmit’te ilköğretim okullarında 30 yıl görev yaptı. Emekli olduktan sonra yazı çalışmalarına ağırlık verdi Kongre ve sempozyumlara katılmaya devam ediyor. Altmıştan fazla bildiri sundu, bildiri kitaplarında ve bilimsel dergilerde yer aldı.
Türkiye
Yazarlar Birliği, TEMA Vakfı, İLESAM ve
Folklor Araştırmaları Kurumu üyesidir. Ceren,
Zeynep, Ali Osman, Mehmet Kerem adlı torunları vardır. İzmit’te yaşamaktadır.
Şiirleri,
makale ve gezi notları 1995’ten itibaren ders kitaplarının yanı sıra Tarla,
Türk Edebiyatı, Çağrı, Gökyüzü, Milliyet Oscar, Türk Dili, Kümbet, Aykırı
Sanat, Ozan, Külliye, Ana, Demlik, Bizim Hisar, Irmak, Şiir İkindileri,
Günışığı dergileri ile Ece Şairler Antolojisi, Çevre Şiirleri
Antolojisi, Kıbrıs Şiirleri Antolojisi, Isparta Şiirleri- Pera Palas Gönül
Sohbetleri Güldestesi, Türk Şairleri Şiir Antolojisi gibi antolojilerde yer
aldı. Kocaeli, Özgür Kocaeli ve Ortadoğu gazetelerinde köşe
yazarlığı yaptı. Birçok dergide makale, öykü, deneme ve şiirleri
yayımlandı. Uluslararası sempozyumlarda bildiriler
sundu.
"Asker Oğluma Mektup"
adlı şiiri, Bağdat- Irak Uluslararası 16. Merbid Şiir Festivali’nde Arapçaya
çevrildi. "Bayrağım" adlı şiiri Milli Eğitim Bakanlığı’nın seçtiği
ilköğretim ikinci sınıf Türkçe Dersi kitabına alınmıştır. İlköğretim Dersi Kitabı Türkçe 2 - Ali Tunç-
Metro Yayınları, sf.47-48-49 2002) "İçimde Sabah Olmuyor" adlı şiiri
Dr. İrfan Doğrusöz tarafından hüzzam makamında bestelendi. TRT arşivine
gönderildi. “Yüreğim Susmak Bilmiyor” şiiri Azeri Türkçesine çevrildi, Kocaeli
2001 (Kocaeli Valiliği), Yazarlar Sözlüğü ve Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi’nde yer almıştır. (İhsan Işık)
Ödülleri
1996 yılında "Ömer Seyfettin 7. Kültür ve Sanat Haftası Hikâye Yarışması’nda “Dönüşü Olmayan Yolların Göçmeni" adlı hikâyesi seçiciler özel ödülünü aldı. (Türk Edebiyatı Dergisi- sayı 275)
"Şiir Bulutu" adlı
şiirleri kitabı " İbrahim Yıldız Şiir Ödülü" yarışmasında seçici
kurul özel ödülüne hak kazandı.(Cumhuriyet Gazetesi 1 Nisan 1997).
Türkiye Şairler ve Şiir severler
Derneği' nin 1997yılında Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla açtığı şiir
yarışmasında " Şehirli Ayşe" adlı şiiri başarı ( Ekspres
Gazetesi Mart 1997).
"Nizam-ı
Âlem Ocağı'nın düzenlediği "Ölüm ve Hayat" konulu şiir Yarışması’ndan
“Boş Heybe” adlı şiiri üçüncülük (Ahenk Dergisi, sayı 3, sf 18, Haziran1998)
kazandı.
Gezginler Kulübü Derneği'nin
açtığı "II. Gezi Öyküleri Yarışması”nda Yerle Göğün Birleşip Dünyayı
Ters yüz Ettiği Zaman Aşk Yoktu adlı öyküsü ikinci oldu. (Sefername II- Beril
Yayınları sf. 513-2OO3), 2002.
Türk Haber Gazetesi'nin organize
ettiği „Şiir Yarışması“nda "Gözümde Tütüyorsun" şiiri, gurbet
şiirleri arasında ikincilik kazanmıştır. (Turkhaber. Eu, 25 Şubat, 2008)
“Seher Türker, yalınca deyişleriyle özentiye, bezentiye hiç kaçmadan nakış nakış gergefe iyi sözcükleri çiçekliyor. Olduğu gibi düşünüp öylece kaleme almak yerinde söyleyivermek. En güzel şiiri, böylesi birden bire deyişlerde arayın. Kumaş aynı kumaş, deyimler aynı sözcüklerle iskelelerini kuruyorlar. Görüntü önemli. Bir de işi dengede tutmak. Mutlak güzel yoktur.Güzele miktarınca yaklaşabilenler şiirin kuşkonmaz kanadına tutanabilir, gökyüzünde yol alabilirler.” (Feyzi Halıcı)
ESERLERİ:
Şiir: Sis Çekildi (1995), Şiir Bulutu (1997), Deli Rüzgâr (2005).
Araştırma:
Geçmişin Aralığından Geleceğe Süzülen Işık (2006).
Gezi:
Büyülü Gözlüğümü Çıkarınca (2010).
Roman: Necat (2013).
Çocuk Kitabı: Ceren’in Kırmızı
Çizgili Günlüğü (2016), Zeynep’in
Kırmızı Çizgili Günlüğü (2016), Lay
Lom Efsane (2016).
Katkıda Bulunduğu Kitapların Bir Kısmı:
Hastalık Hikâyem I (Hazırlayanlar; Prof. Dr. Cengiz Yakıcı, Prof. Dr. Hasan Kavruk, Prof. Dr. Saffet Tüzgen, 2013), Hastalık Hikâyem II (Hazırlayanlar; Prof Dr. Cengiz Yakıcı, Prof. Dr. Hasan Kavruk, Prof. Dr. Saffet Tüzgen, 2013), Öğretmenin Öyküsü (Hazırlayanlar; Prof Dr. Hasan Kavruk, Yrd. Doc. Dr. Salim Durukoğlu, Malatya 2014), Urban And Urbanızatıon (Hazırlayanlar Prof. Dr. Recep Efe, Assoc Prof .Dr. Igor Sharuho, Prof. Dr. Emin Atasoy, Sofya, 2014), Türk Şiirinde Eşq (Almanak, Bakı Mütercim, 2017).
BİR İSTANBUL VAR
İSTANBULU’DAN İÇERİ
“İstanbul” deyince insanın aklına
neler gelmez ki? Asırlardır hakkında sayısız yazı, şiir, roman yazılmış,
fotoğraf karelerine sığdırılmaya çalışılmış. İstanbul’u gördükten sonra onun
için yazmayan, çizmeyen velhasıl “bir şey” söylemeyen bir kişi var mıdır? Buna
rağmen ne yazmalar, ne resimler, fotoğraflar ne de söylemeler bitmiş…
İstanbul için kaleme alınmış edebiyata,
tarihe geçmiş o bakmasını, görmesini bilen duygulu, güzel insanların sözlerini
tekrarlanmak istemiyorum. İstanbul’u anlatmaya da çalışmayacağım. Zaten bunu
başaramam. Doğasını mı, dünya üzerindeki yerini mi, neden bütün devletlerin
fetih etmek istediklerini, tarihini mi, tarihin üzerinde bıraktığı izleri mi,
toprağının altındakileri mi, üstündekilerini mi, ölümsüzlerini mi anlatayım.
Dedim ya bu konulardan birini bile tam anlamı ile anlatamam.
Ben başka bir tepeden bakmak istiyorum
Aziz İstanbul’a. Olmayan bir tepeden. Ama bu tepe kesinlikle hayal değil.
Gözlerimle değil bakışım. İstanbul’un sesini işitmeğe kulaklarım da yeterli
gelemez. Ruhumla, imanımla bakıyorum, gördüğümü umut ediyorum. Dinliyorum,
duyduğumu umut ediyorum. Ya da gücümü zorluyorum daha iyi görmek ve duymak
için.
İstanbul her yerden farklıdır.
İstanbul’ da her şey bir değişiktir. Bu
farkı meydana getiren bilinen, bilinmeyen, hissedilen, hissedilmeyen, inanılan,
inanılmayan İstanbul’u İstanbul yapan şeylerdir. Her gün hatta her saat
Dünyanın İncisi’ni dünya gözü ile görmek, ziyaret etmek için insanlar yarış
halindedir.
Bu şehirde dur durağı yok sanki…
Gerdanından geçerek Asya ile Avrupa arasında ve semalarında insan seli var. Bu
akının sebebi bilindiği gibi elbette sadece görünen güzelliği değil. Asıl olan
Şehri-i İstanbul ‘un, tatmasını bilenler için var olan manevi hazzıdır. Bu şehir, bağrında o kadar çok tadı bir arada
barındırıyor ki. Dedim ya İstanbul’u anlatmak beni aşar.
Tattığım İstanbul tatlarından
birinden söz edeceğim. İstanbul ve sabah… Başka bir deyişle İstanbul ve sabah
ezanı… Bu saatlerde İstanbul tepelerinden birinin üstündeki evinde olacaksın.
Açacaksın odanın bütün pencerelerini ve ezanı bekleyeceksin. Sonra huzura çağrı
başlayacak. Gözlerinizi kapayacaksınız. Camilerin minaresinden yükselen
seslerin gökyüzünde buluşup şehri, insanları nasıl sardığını ve İstanbul’un
sanki ayaklandığını, göğe yükseldiğini görecek ya da hissedeceksiniz. Ayaklarının yerden kesildiğini bir anda
benliğini “ Allah-u Ekber, Allah-u Ekber” sesleri arasında yakalayacaksın.
Sonra şükredeceksin bu nimetlere ve bu farklı duygularına, tanımadığın kendine
tanık olduğuna. Gözlerinde yaş, gönlünde sevinçle huzurda durmağa koşacaksın.
Bu özel zamandan öyle tat alacak ve öyle haz duyacaksın ki ertesi sabahın gelmesi
için sabırsızlanacaksın; günleri bitirmek içim verdiği bu çabaya akıl erdiremeyeceksin.
Bunlar benim düşüncelerimi duygularım.
Sözünü etmek istediğim ise başka
bir şey. İstanbul’a sabah ezanını dinlemek için de gelinmeli. Bu güzelliğin
işitilmesi, yaşanması için dünyanın her köşesinden gelinmeli. Bu konu turizm programlarına
alınmalı. Türkiye’de “Nemrut Dağ’ından güneşin doğuşu, gönlünüzün tepesinden
İstanbul’da sabah ve siz” denmeli.
SEHER KEÇE TÜRKER
BALIKÇININ KARISI
- Filecii , filelerim var, filecii , fileci...
Genç kadın, koluna sıraladığı beyaz filelerle elmaların, portakalların
arasında, pazarın kalabalık , dar sokaklarında hüzünlü sesi ile "
fileci , fileci " diyerek dolaşır. Bazı insanlar durup ona ve filelerine
bakar, yüzlerine bir tebessüm yayılır. Belli ki;
zihinleri bir an başını alıp geçmiş günlere gider.
-Eski fileler yine çıktı baksana , deyip dönüp dönüp bakıyor ,
gülüp geçiyor insanlar. Zeliha, "Fileler yeniden çıkmış!
Ne demekse" dedi kadınların arkasından bakarak. " Fileler , bir
yerden çıkmadı. Ben yaptım onları." Diye içerledi. Bir çocuk
" anne file nedir ? "
diye sordu. Annesi, çocuğuna ne cevap verdi bilemedi Zeliha, kadının bir
file almadığına kızdı.
Her gün kilometrelerce yol yürüyüp yorgun halde küçük bahçenin içine kutu
gibi konmuş eski, ahşap evine döner, pencerenin önündeki sedire oturur, anlını
cama dayar, denizi gözlerdi geceleri. Dalgaların azgın sesleri ya da mehtaplı
gecenin göz kırpan yıldızlarından korkmazdı. Yalnızlığın verdiği acının yüzüne
asılmasına ve gözlerine yansımasına da dur diyemez , beklediği olmaması
yüreğinde yangınlar oluşturur. Çoğu geceler, pencerenin önünde, sedirin üstünde
sızıp kalır. Ne "yerine yat" diyeni ne de üstünü örteni vardır. Her
gece benzer düşler görüp uykusuz, yorgun olarak yeni günün arkasına
takılır.
Bir zamanlar balıkçı karısıydı. Hem de "balıkçının genç karısı"
derlerdi ona. Akşam, sabah motor sesi dinler , "geliyorlar" diye
sevinirdi. Motor gelince balıkçı hemen eve gelemezdi. Balıklar canlı
canlı, sabahın ilk ışıkları ile lokantacıların adamlarına satılırdı
önce. Kalan balık olmazdı . Kalırsa kendileri yerlerdi. Ya da semt pazarında
satılırdı. Sonra kapı çalınır. Balıkçı evindedir. Zeliha, balık, yosun,
yani ; deniz kokulu gocuğu omuzundan alır balıkçının , kapının
arkasına çakılı çivilerden birine asar. Evin havası değişmiştir, bir
sıcaklık, canlılık gelmiştir odaya. Yalnız odaya mı ? Zeliha'da canlanmış,
kocasının hizmetini koşarak yapmaktadır. Sonra sıcak bir çay ve günün ilk
ışıkları ile başlayan uyku... Ertesi gün yeniden çalışmaya
başlanır. Aslında kışın, denize açılana dek fazla işleri yoktur.
Tek sermayeleri de ağlarıdır. Balıktan sonra tamire ihtiyacı olur ağların.
Denizin keskin dişlerinin hasarları onarılır. Önce temizlenirler. Sonra
kurutulurlar. Zeliha, kocasının sağ koludur. Çok iyi balıkçı düğümü atar ve
ağları örerdi.
Bir gece balıkçı, motor ile yine açık denizlere doğru yol aldı.
Zeliha, motor gözden kaybolana kadar arkasından baktı. Balıkçı da durduğu
yerden ayrılmadı ufuktan çıkana kadar. Yıldız desenli lacivert bir gökyüzü
vardı o gece. Balıkçı, güvertenin orta yerinde duran yılan gibi çöreklenmiş
halatın üstüne oturdu. Ayaklarını yuvarlağın içine soktu. Yıldızlara bakmak
geldi içinden. Çocukluğunu hatırladı. Kayan yıldızları saymaya başladı. Sonra;
Zeliha gelip yanıbaşına oturdu. Yıldızları saymaya devam etti gece boyu balıkçı.
Uyuyup kaldığında kaç kişinin yıldızı kaydı bilmiyordu.
Sabaha birkaç saat kala, aynı zamanda demir atma zamanıydı. Balıkların
kamp kurdukları yerin tam üstündeydiler. Motorun sesi ,önce yavaşladı,
yavaşladı ve sustu. Balıkçı hiçbir şey duymamıştı.Sonra tayfalar, koca
çipoyu büyük bir keyifle kükreyen dalgaların ağzına attılar.
Kayarak, denize süzülen halatı izlediler. Dalgalar motora vuruyor, "şıraak
"diye ses çıkarıyor, güverte tuzlu suyu yutuyordu.Tayfalar, sağa sola
yuvarlanıyor, şakalaşıyorlardı.
Balık avı hazırlığının gürültüsü devam ederken, balıkçı acı ile uyandı var gücü
ile bağırdı. Ancak sesini duyan olmadı. Halatın demir ucu deniz dibine
ulaştığında son yuvarlak balıkçının bacağını boğmaya çalışıyordu. Ve boğdu da.
Ağ atma zamanı balıkçıyı aradılar, kamara da uyuyor sanıyorlardı. Saatler sonra
onu bulduklarında ise baygındı ve ayakları morarmıştı. Kaptan, durumun
ciddiyetini anlamış,hemen dümeni kırıp geri dönmüştü son hızıyla. Ancak,
balıkçının ayağının kangren olmasının ve yıldızının kaymasının önüne
geçemediler. Balıkçının gördüğü kayan son yıldız belki de
kendininkiydi. Ve balıkçıyı bilinmeze doğru yolcu ettiler.
Zeliha , kimsesizdi balıkçı ile evlendiğinde. Şimdi, hem kimsesiz hem de dul.
Artık balıkçının karısı değildi. Geliri de yoktu. İki yıl olmuştu evleneli.
Kocasının da ne sigortası ne de Bağkuru vardı. Onların parasını yatırmak
zormuş. Durumları daha iyi olunca yatıracaklarmış. Ama buna zamanı kalmadı
adamın.Bu durumdan korkmuyordu Zeliha. "Aç mezarı yok ya Bu zamanda
memlekette açlıktan değil tokluktan ölünüyor" diyordu. İnsanlar ,onu
rahat bıraksalar, başka sorunu yoktu. Eskiden olduğu gibi elinden gelen işlerle
kendini geçindirebilirdi. Başını soktuğu kutu gibi kulübesi de var.
" Bu yaşta "Dul olmak" nasıl bir şey başına gelmeyen
anlayamaz. Ne yapacağını bilemezsin bu kıyı kasabasında. Her hareketin göze
batar. Koca adamlar yaşlarına bakmadan yılışık yılışık gülerek bakarlar. Sanki
; " buyur gel" desen bir şey yapacak gücü var . Horoz ölür, gözü
çöplükte kalır hesabı.Genç olsalar da Zeliha için değişen bir durum olmazdı.
Kadınlar bile imalı laflar ediyor. " nereden geliyorsun, satış odu mu, hı
satış oldu mu?" Armut kafalılar ne olacak. Gülemezsin, ağlayamazsın.
Sanki her şey koca demek. Her şey onun için yapılıyor. Keşke, önce ben
ölseydim. Kemal'in böyle düşünceleri olmazdı. Sanki benim hiçbir şeye hakkım
yok. İnsanların olmadığı bir yer olsa da gitsem. Allah'ım, kendilerini ne
sandıklarını bir anlayabilsem şu armut kafalıların" diye düşündü
Zeliha.
Ve bir sabah güneş onu bulutsuz gökyüzü ile kucakladı. Yastan çıkmıştı.Kendine
bir yön verip yaşamalıydı becerebilirse gönlünce. Neden beceremesin. Becerirdi
elbette. Birkaç gün gece - gündüz çalışıp ördüğü filelerini koluna takıp
pazarın yolunu tuttu. En çok bildiği iş ağ örmekti. Hüzünlü , ince sesi ile
" fileci, fileci" diye dolaşıyor, bedava araba bulunca da şehre
iniyor büyük marketlerin önüne gidiyordu. Bir iki file sattığı
oluyordu. Kullanmak için almıyorlardı elbette. Sadece ; eskiye özlemdi onların
yaptıkları.
Dul Zeliha, çarşı, pazar, evi arasında kendini oyalarken ve yeni hayatına uyum
sağlamaya çalışırken karnında bir şeyin kıpırdadığını fark etti bir sabah.
Aklına gelen onu korkuttu. İlk defa korkuyordu. Bir çocuk sahibi olmaya
hazır değildi. Hele babasız bir çocuk. Bir an da gözlerinin önünden yüzlerce
resim geçti. Yılışık yılışık bakan, uygunsuz sözler söyleyenler, kadınların
umursamaz ve alaylı bakışları, filelerin satılmaması, boynu bükük bir çocuğun
duvar dibinde oturması. Daha neler neler.. Karmakarışıktı. Kendini çöp yığını
gibi hissetti. Birileri gelip de onu süpürse çöplüğe götürse diye bekliyordu
öylece.. Titriyor, sanki onu itip kakıyor, suçluyorlar gibi yüzünü elleri
ile örtüyor , siniyor, korkak bakışlarla etrafı süzüyordu. Günlerce aç susuz
evde kendisi ile mücadele etti, dışarı çıkmadı , çıkamadı. Mavi, tuzlu suya hiç
bakmadı.
Komşu Hasene Hanım, onu merak eder kaç gündür göremediği için. Külübeye
yaklaşır. Aslında bu evin yakınından geçmek bile istemezdi. Zeliha' yı her
zaman kıskanmıştır için için. Hele dul kalınca sanki düşmanı olmuştu balıkçının
genç karısı. Aptal bakışlı kocasını sakınırdı ondan. Oysa, kimse Zeliha'nın
umurunda değildi. Onun asil bir ruhu vardı. İnsan olmanın erdemlerini
taşıyordu. Ve her şeye rağmen camdan içeri göz atar Hasene Hanım.
Zeliha'yı odanın köşesinde kıvranırken görür. Hemen içeri girer. Kan
kaybettiğini anlayınca acil yardımı çağırır. Zeliha'yı hastaneye
götürürler. İki gün içinde güzel Zeliha'nın bebeği zayi olur. Anne kendinde
değildir. Kendinde olsa belki de sevinirdi bilinmez bir nedenden.
Aylar süren tedaviden sonra ; gözlerini açmağı başarır Zeliha. Ancak , aynı
Zeliha değildir artık. Hafıza kaybı olmuş, geçmişe dair hiçbir şey
hatırlamamaktadır genç kadın. Bu durumu Allah'ın ona bir lütfuydu. Hayatı
hastanede başlamış gibiydi. Başka dünya tanımıyordu. Doktor İnci Hanım ona sahip
çıktı. Hastaneye kadrolu hastabakıcı olarak aldılar. Olanlardan haberdar
değildir Zeliha. Ama mutludur burada olamaktan. İnsanların gülen yüzleri enerji
kaynağıdır. Hastalara yardım etmek için çırpınır, çırpınır.. Kendi durumundan
habersiz ,artık pembe kelebekleri olan bir dünyası vardır... Devlet hastanesine
gidenleri hala karşılamaya devam ediyor. Onu göreniniz var mı?
SEHER KEÇE TÜRKER
DÖNÜŞÜ OLMAYAN
YOLLARIN GÖÇMENİ
Gel yarenim, canım
benim
Çay bahçesine
inelim,
Salkım söğütle meşk
edelim
Çayımızı sefa ile
içelim
Güneş,bu
sabah da altın tozlarını usulca,gönlünce sermişti yatak odasına...Kadın
uyandı.İyi uyumuştu.Kendini güçlü ve sağlıklı hissediyordu.Buna rağmen
isteksizce kalktı,pencereyi açtı.Bahçeye bir göz attı.Bahar ışıI ışıI
gülüyordu.Koca gün,nasıl geçecek demekten kendini alamadı.Yatağını
düzeltti.Yavaş yavaş merdivenlerden indi...Kendisine kahve yaptı...Sabahları
kahve içmek eski bir alışkanlıktı.Çalışma hayatından kalan tek
hatıra...Kahvesini terasada, güllerine bakarak yudumlamaya başladı.
En
keyif aldığı zamandı,sabah kahvesini yudumladığı anlar.Son zamanlarda böyle
olmadığını düşündü.Bir eksiklik,boşluk vardı...Bunu biliyordu ama; bu boşluk
neydi, nasıl dolmalıydı. Bu boşluğu doldurmanın bir yolu olmalıydı...Bunları düşünürken
kahvesini bitirmişti.Kalktı...Bahçede gezindi, çiçeklerin sarı yapraklarını
kopardı.Sonra içeri girdi.Yapması gereken,her günkü sıradan işleri
vardı.Yapmasa da olurdu.Ama ”yapacak başka ne işim var" dedi. Ahenksizce
işlerini bitirdi.
Eşi,her
gün çalışmaya giderdi.Bazı geceler gelemediği de oluyordu. Çalıştığı şirketin
dış bağlantılarından sorumluydu. Çocukları da öğrenimlerini bitirdikten sonra
yurtdışına ihtisas yapmaya gitmiş daha sonra da oralar da gurbet ellerde çalışmaya başlamışlardı. Yılda
bir, iki haftalığına geliyorlardı. Hepsi bu kadar.Telefonla zaman zaman
haberleşirlerdi.
Yalnızlık
boşlukmuş. Meğer ne zormuş bir başınalık diye geçirdi içinden. Bazen yüksek
sesle düşünüyor bazen çiçekleri ile konuşuyordu...
Birkaç
yıl önce;çalışırken,çocuklar evdeyken,birazcık yalnız başına kalmayı ne kadar
çok istediğini anımsadı. Aman Allah’ım;çok güç dayanılmaz ağrılar veren bir
sessizlikmiş yalnızlık. Başa gelmeden anlaşılamayan...Güzellikleri mutlulukları
paylaşabileceğin insanların hemen yanı başında olması hiçbir şeyle ölçülmeyecek
kadar değerliymiş. "Bunu şimdi daha iyi anlıyorum."Diye aklından
geçirdi...
Geçen
hafta ilk defa açan sarı gülünü görünce çılgın gibi sevinmişti. Gösterecek
kimse bulamamıştı da; çöpleri almaya gelen çöpçüye göstermişti.O da;
"Parkta onlardan çok var abla ." demişti. Çöpçünün kırışık,umursamaz,
zayıf yüzüne baka kalmıştı...
Yaşına
rağmen güzel bir kadındı Yıllar çok şey götürmüştü. Ama;silintilerin yerleri
belirgin şekilde kendini gösteriyordu.Cami yıkılmış ama mihrabı yerindeydi.
Şimdilerde
evleri şehir dışındaydı.Şehirdeyken bahçeli bir evde oturmanın hayalini
kurarlardı. Bu hayal gerçekleşmişti.Önceleri hayatları çok güzeldi. Eğlenceler
davetler birbirini kovalıyordu.
Gençler
evden bir bir ayrılınca;evin, havası değişti. Bu düşünceler kadının kafasından
bir çırpıda geçmişti...
Akşama
çok vakit var.Yeni bir uğraşı bulmalıydı.Bir sürü uğraşları vardı ama;
yetmiyordu. Eksikliğin,insan olduğunu biliyordu. Bahçeli evi de nereden
çıkarmışlardı.Uzaktan bakınca çok iyi
bir yaşantı olarak görünüyor ."Oh ne güzel ! çiftlik gibi ev. Karışan yok
temiz hava...” diyorlardı.Bunlar aklına gelince,kadın; farkında olmadan yine
yüksek sesle düşündü."Karışan yok ama,görüşen de."dedi.
Aslında,çevresinde
sevilen,kişilikli, saygınlık uyandıran bir kadındı.Her şeyi tadında bırakmayı
bilirdi.Çalışma hayatındaki başarısı her konuda ölçülü olmasıyla yakından
ilgiliydi...
Yeni
bir şey bulma düşüncesi aklının bir köşesini hep meşgul ediyordu.Gazetenin
okunmadık yeri kalmamıştı. ilanlara kadar her köşesi bitmişti. Birden gözleri
parladı. Şimdiye kadar nasıl aklına gelmemişti...Sahi neden çay bahçesine
gitmiyordu?Hem de işe gider gibi. Her gün aynı saatlerde,aynı masada oturarak
birkaç saatini geçirmiyordu? Bu düşüncesini çok sevdi. Heyecanla uygulamaya
karar verdi.
Arabasına
bindi .Uzun zamandır araba bile kullanmıyordu.İşte oldu. Her şey iyi gidiyordu.
Çay bahçesine geldiğinde öğlen vakti çoktan geçmişti.İlk defa kararlı bir
biçimde,amaçlı olarak buraya gelmek sevinç ve heyecan getirmişti kadının içine.
Ön
masalardan birine,denize karşı oturdu. Çayını yudumladı. Kimseler yoktu.
Sıkıldı.Bir sigara daha yaktı.İçer gibi değil,yer gibi bitirdi sigarayı.Bir
süre sonra,yoldan geçen iki tanıdıkla selamlaştı.Hal hatır sordu.Basma kalıp
birkaç laf edildi.
Düşüncelere
daldı yine.Çocuklarını özlemişti...Belki de birinin yanına giderim dedi.
Amerika'ya gitmek çok zor. Belki İngiltere'ye gidebilirim,diye düşündü. Kendine
acımayı sevmezdi.
Her
gecenin bir sabahı vardır.Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Zamanla bahçe ona, o
bahçeye alışacaktı. Buna yürekten inanıyordu.Hesabını ödedi. Askıcı çocuğa
bahşiş verdi,teşekkür etti. Arabasına bindi, gözden kayboldu...
Gece,eşine
gününü ve yeni düşüncesini anlattı.O da buna memnun olmuştu. Hatta erken
geldiğim akşamlar,ben de uğrarım bahçeye,eve birlikte döneriz." Dedi.
Yağmur,
çisil çisil yağıyordu.Toprak kokusu güllerle buluşmuştu.Mavi gök eriyor,bahar
oluyordu.Yağmurda yürümeyi severlerdi. Birlikte güzel bir yürüyüş yaptılar...Bu
gece yağmur yağıyordu ve gece güzeldi.Her gece güzel bahar yağmurları
yağmıyor.Yürüyüş sonrası eşi; “Yorulmuşum hanım,ihtiyarlıyoruz galiba."
dedi. Kadın "Evet" anlamında başını salladı.Sonra da "Dur
bakalım,daha yaşlanmamıza çok var. Hayatımız,ancak bize kaldı."Dedi. Adam
güldü. "Olur,dediğin gibi olsun bakalım." Dedi.Sonra ilave etti.
"Eski şevk yok ,hanım.Vücudum isyanlarda. Artık her şeye dayanmıyor."
Kadın güldü. "Ya işte böyle!" Adam da güldü,kafasını sallaya sallaya.
..
................
Artık
çay bahçesine gidip oturmağı alışkanlık haline getirmişti.Yaşadıklarını,gece
olunca eşine,hikaye gibi anlatması işin en keyifli yanıydı.
Küçük
serçe mutlulukları kadını hayata bağlıyordu. Simitçi , ayakkabı boyacısı,ay
çekirdek, gazete satıcısı, dondurmacı, kağıt helvacı, baloncu, hatta balıkçılar
onu benimsemişler ,kendilerinden biri gibi görmeye başlamışlardı.Kadın,onların
tek tek hatırını soruyor,dertlerini dinliyor, sorunlara çareler üretiyordu.
Üç
yıldır ,bahardan başlayarak, havalar iyice serinleyinceye kadar bu bahçe onun
ikinci adresi olmuştu.Gidemediği,geç kaldığı zamanlarda merak
ediliyor,telefonla aranıyordu.Hatta her gün oturduğu masa boş
bırakılıyordu.Çayını,ne zaman nasıl içer biliyorlardı.Bahçe sakinleri onun
sohbetlerine zevkle katılıyordu.
………….......
Neredeyse
yaz bitti gibi. Her yer sarı, turuncu renge boyanmaya başlamıştı .Doğada bir
telaş,bir telaş...Göç zamanı.
Hayvanlarda,
bitkilerde kış uykusuna hazırlanma telaşı. İnsanların soğuk,uzun kış gecelerini
sıcak geçirebilme koşuşturması. Ilık havanın soğuk hava ile
ağlayarak,fırtınalar kopararak,hüzünlü yer değiştirme hesaplaşması...
"Sarı,turuncu,alaca
gökyüzü güle güle."dedi kadın.Kırlangıç sürüsüne katılarak ta
uzaklara gitti.
Yaz
mevsiminde olduğu gibi kalabalık değildi buralar.Okulların açılması yakındı.
Bir bir yazlıkçılar çekiliyordu...Bahçe, tek tük yazlıkçıların dışında semt
sakinlerine kalmıştı.Bu durum o kadar hoş bir duygu veriyordu ki; sanki, bir
ailenin uzun süren ayrılıklarından sonra baş başa kalmaları gibi.
Bahçe
büyümüştü. Eski tanıdıklar görünmeye başlamıştı. Yaz günlerinin hengâmesinden
eser kalmamıştı...
Bu
güzel sonbahar günlerinin birinde evine gitmeden son bir çay daha içmek istedi
kadın .Çay yeni demlenmişti. Serin havada sıcacık yudumlar ısıtıyordu insanı.
Yavaş
yavaş gitmeye hazırlanıyordu ki; kibar, olgun görünüşlü bir bey,biraz ötedeki
masadan kalktı,kendinden emin adımlarla,elindeki kitap ile kadının masasına
yaklaştı ;"Merhaba." Dedi. Boş sandalyeyi göstererek
;"Oturabilir miyim ?"diye sordu. Kadın şaşırmıştı. Şimdiye kadar
görmediği ya da dikkat etmediği biriydi. Oturmasında ne sakınca olacaktı;
"Buyurun" dedi. Olay aniden gelişmişti. Düşünmeye fırsat yoktu.
Durum,oldu- bittiye getirilmiş gibiydi. Mecburi bir tanışma oldu. Beyefendi
İstanbul'da yaşıyormuş.Bu kasabaya tatil için gelmişler.En fazla bir iki hafta
içinde buradan gideceklermiş.
Adam;"Çoktan
beri sizi bu bahçede görüyorum.Aynı saatlerde geliyorsunuz.
Eğleniyorsunuz
,eğlendiriyorsunuz.Herkesle yıldızınız herkesle barışık. Size imrendim."
Dedi.Sonra;ö "Gider ayak da
olsa bu efsunlu bayanla tanışmak
istedim." Dedi. Kadın,memnun olduğunu ifade etti. Kibar gülümsemesi,onurlu,
hoş edası ile burada doğa ve insanlarla bir şeyleri paylaşmanın güzel duygu
olduğundan söz etti. Bu ışıltıyı yakaladığımdan beri hayat felsefemde hayli
değişiklikler oldu.Siz karma karışık,kıvırcık saçlı,simitçi çocuğun,minicik
kafasından neler geçirdiğini bilmenin mutluluğunu anlayabilir
misiniz?"dedi. Adam,hayranlık ifadesi ile "Anlayabiliyorum."
dedi ve başını aşağı -yukarı salladı. Aslında,adamın aklından geçenler bambaşka
duygulardı. Bu duygularına köprü kurmaya çalışıyordu .Konuyu değiştirdi ve aniden;
"Ben, bu bahçede kitap okumayı seviyorum. "dedi.Hemen; "Siz
kitap okur musunuz ? diye sordu .Kadının yüz ifadesini heyecanla
izledi...Kadın; "Evet okurum. Özellikle gece.. Çünkü; gündüz, canlı
hikâyeleri kaçırmak istemem." dedi. Güldüler.
Adam,elindeki
kitabı göstererek “Okuduğum kitabı ister misiniz ?"diye sordu.Kadın
şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordu...Kekeleyerek ,"Çok memnun olurum.Bu
gece okur yarın getiririm.' Dedi.Adam,"isterseniz kitap hakkında konuşuruz
da."dedi. Çayları da bitmişti.Yarın görüşmek üzere vedalaştılar.
Kadın
arabasına bindi. Yavaş gidiyor, düşüncelerini dağıtmak istemiyordu
."inşallah, göründüğü olgunluktadır. Aklı başında insanlarla, sohbet anlam
kazanıyor...Küçücük bir yerde,yaz boyu nasıl hiç karşılaşmamışım diye hayret etti..Sanki
bu durumda anlaşılmayan bir şey vardı. Ya da yanlış bir şey... "Bakalım
neler olacak." Dedi kendi kendine.
Ertesi
gün ve günlerde birbirlerini daha iyi tanıdılar.Adamın efendiliği,kadını ve
diğer sakinleri etkilemiş, güven vermişti...Onu da aralarına almışlardı.On beş
gün güzel sohbetler oldu. Sevinçler, ezgiler paylaşıldı. Okunan kitaplar
hakkında tartışıldı...Zaman zaman diğer insanların sohbete katılması havayı
daha da renklendiriyordu...Kimse bu günlerin bitmesini istemiyor gibiydi...
Nihayet
son gün geldi. Adam ona,yeni bir kitap verdi; "Seneye görüşebilirsek, geri
verirsiniz. Görüşemezsek benden bir anı olarak saklayınız." dedi...
Akşam
üstü,tatlı bir gülümseme,dost bir tokalaşma ile ayrıldılar. Bu dostlukta ne bir
telefon numarası ne de bir adres vardı...
Aradan,üç
koca ay geçti.Kış, bütün hışmı ile sürüyor. Deniz azgın bir boğa gibi
yükseliyor,balıkçı motorlarını korkutuyor, kıyıyı tokatlıyordu...Bulutlar hep
ağlıyor,ağlamadıkları zaman,bahçeler buz kesiyordu.Sokaklardan hızlı yürüyen
insanlar geçiyor. Çocuklar oyuna çıkmıyordu. Kar,usul usul yağıyor,sanki
bulutlar yeryüzüne piknik yapmaya geliyorlardı. İçerden, sıcacık pamuk
yığınları gibi görünüyorlardı...
Kadın
pencere kenarına koyduğu ekmek kırıntılarının bittiğini gördü.Serçelerin yiyeceklerini
tazeledi. Bir sürü kuşu vardı. Kışın bir yere gitmez bahçeyi
şenlendirirlerdi.Bazen,camı tıkladıkları bile olurdu. Kadın,pencereden
gelinlikli bahçeyi izledi bir süre... Ağaçların görünümleri rüya
gibiydi."En ince dalda bile beyaz bir çizgi vardı...
Bu
günlerde kızını da oğlunu da göresi gelmişti. Belki de gelebilirlerdi. Bayrama
on gün kalmıştı. Her an bir zil sesi duyabilirdi. Kapı ya da telefon .Kadın bu
düşüncelerdeyken kapı çalındı. Bahçedeki çaycı çocuk ,onun adına bir paket
getirmişti. Göndereni belli değildi.Kadın,şaşkın bir süre, paket elinde
bekledi.Sonra merakla ve özenle açtı.İçinden bir kitap ve kısa bir mektup
çıktı.Mektupta;"Bu hikayeyi size yazdım.Üç tatil boyu sizi izliyor,her
halinizi inceliyordum.Bağışlayın. Buna hakkım yoktu. Bu sevgiden öte,bir
tutkuydu.Gizemli,onurlu halinizin tesirinde kalmamak benim için mümkün
değildi.İzin almadan, sizi hikayemin kahramanı yaptım. Umarım beğenirsiniz.
Birlikte okuduğumuz kitapları da ben yazmıştım. Asıl ismim yeni kitabın
üstünde. Sevgilerimle mutlu kalın." Diyordu...
Kadın
buz kesti. Sevinmekle sevinmemek arasında bocaladı.Bir zaman sonra,hikayeyi
soluksuz okudu.Bir kez daha okudu. özümlemeye çalıştı.Mükemmel bir heyecanla,
çok anlamlı, yaşanamamış, yaşanılası sevdaların biri anlatılıyordu. Yazar,duygularını
gizlemeden sergilemişti
Sevdalandığı
kadının evli olduğunu biliyordu. Aşkına saygısından ,sevgisini kağıtların
arasına sığdırıp saklamayı başarmıştı.
Kadın,
mahcup, heyecanlı, şaşkın...karmakarışık olmuştu. Kendini toplamaya
çalıştı."Gerçek sevgi bu olmalı." Demekten kendini alamadı. "Göç
zamanı,büyüleyici güzelliktedir.Ama
duyguların,
som baharın göçmesi diğerlerine
benzemez.Onlar, dönüşü olmayan yolların göçmenleridir."Hikayeden,arda
kalan bu cümleleri mırıldandı. Kitabı,diğer kitaplarının arasına yerleştirdi.
Yazlar,
sonbaharlar geçti. Kim bilir kaç kez. Bir daha karşılaşmadılar. Belki de,
tutkulu adam, görünmez bir yerlerden yine kadını gözlüyordur...Kim bilir?
Kadının
hayatına,bir an bahar sevinci gelmişti. Bu gizemli günlerin sarhoşluğu,gizemli
olarak,hikayenin sayfaları sararıp dökülünceye kadar süreceğe benziyordu.
1993
Not:
1995 yılında Türk Edebiyat Vakfı ve
Gönen Belediyesinin ortaklaşa açtığı “Ömer Seyfettin Hikaye Yarışmasında seçici
kurul özel ödülü aldı. Türk Edebiyatı dergisinde yayınlandı. Yıl: 24, Sayı 276,
Ekim 1996 S. 54-56.
KOCA DAĞIN KARI
Seher Keçe Türker
Sabahım uykudayken bi haber
geçti,
Kuşluk vakti dikkat derken
uçtu geçti,
Öğlen kor ateş düştü,
böğrüme vurdu geçti,
İkindide kar başıma yağdı,
aymadan geçti,
Akşam şavkı ufukta yüzümü
okşadı geçti,
Yatsı yatmak şöyle dursun
ziyanda geçti,
Gece karaydı bir nur
görmeden geçti,
Gün bu gündür derler,
inanmadan geçti.
Diyarbakır…
Havaalanı
otobüs durağı…
Hava
çok sıcak; dışarıda sadece mecburiyetten dışarı çıkmış insanlar göze
çarpıyor. Buralarda sıcak günlerde hayat
gece başlıyor. Surların üzerindeki çay içme yerlerinde otururken tarihin
esintisini hissedersiniz. Dicle’nin inleyen sesini duyarsınız zaman zaman.
Belki de “Türkiyelim, gurbete akma, orada kan var, orada katiller var, seni
kana bularlar,” diye bağırırsın. O akmasına devam eder yatağında inlese de…
Sıcak
var sokaklarda, birkaç yaşlı adam ağaçların koyu gölgelerinde oturuyor. Öğle
vakti yaklaşıyor, karşıdaki camiden gelecek olan ezan sesini bekliyorlar; sonra
caminin avlusunda abdest alacak, içerde huzura duracak, biraz da caminin
serinliğinde oturup sohbet edecekler. Bunları düşünüyordum, dalmışım. Bir ara
etrafıma göz attım. Durağın yanında kocaman karayemiş ağacı ve onun sırtına
dayanmış ahşap bir bank duruyordu. Seksenin aşmış bir dede şereflendiriyordu bankı.
Bana baktığını fark ettim, konuşmak istiyordu belli ki, ben de konuşmak
istiyorum. Yerimden kalktım; “selamünaleyküm,” dedim “ve aleykümselâm” diye
aldı selamımı. “Otobüs mü bekliyorsunuz? Diye konuşmayı başlattım. Sonra “ Bu
gün de hava her günden daha sıcak,” dedim. “daha da sıcak olacakmış,” diye
karşıladı pası. Sonra, “ben otobüs beklemiyorum, buralıyım, buralı,” diye devam
etti. Ne güzel bir memlekettesiniz; yeşil yeşil bakıyor, hanları insan
kaynıyor, Başını ne yana çevirsen bir tarihi geçmişle göz göze kalıyorsun.”
Dedim. “he öyle, emme senin için güzel, esas cennetin de güzel olsun,” dedi.
“âmin, “ dedikten sonra Cennet’i kim
kaybetmiş ki biz bulalım” dedim, laf olsun diye... Aslında onun bir derdi
olduğunu anlamıştım. “Ahret cennetini demiyom, dünya cennetini diyom; yani evin
içindeki yaşamı diyom,” dedi. Ben, canlandım birden derin konulara daldığımızı
anladım; ”nasıl yani?” dedim yüzüne
dikkatlice bakarak. “Evladım, insanın evi, ev yaşantısı, dünyada cenneti de
cehennemi de yaşatır. Evde karınla iyiyseen, birbirinize bakıyosanız,
gözleriniz, bakışlarınız birbirinize değdirip gülebiliyosanız, sen cennettesin,
demektir. Dışarıda tufan kopsa size dokunmaz. Bunun tersi de cehennem
hayatıdır. Dışarısı güzel olmuş ne yazar, sen onu fark edemezsin, evin, yüreğin
cehennem ateşiyle fokurduyosa,“ dedi. Açık ve etkileyici biçimde olayı
anlatmıştı. Vakit geçirmeden sıcağı sıcağına “Senin durumun ne emmi, cennette
misin?” Diye sordum. Sustu, uzaklara baktı düşündü, yutkundu. Aslında ne
diyeceğini çok iyi biliyordu ama dese mi demese mi, ne kadarını dese diye hesap
yapıyordu. Zor geçen birkaç saniyeden sonra yüzüme baktı: “Sen nerelisin?”
dedi. “Buralı değilim, toplantı için gelmiştim. Havaalanı otobüsü gelince
gideceğimi” dedim.” Hmm, eyi o zaman,” dedi. Sonra içini rahatlatmış, anlatmaya
hazır vaziyette gelmişti. Susuyordum. Ne kadar anlatmak istiyorsa o kadarını
anlatsın istiyorum, etki etmemeye çalışıyordum. Yan gözle süzüyorum, niyetini
anlamaya çalışıyorum; anlatmak yanlısı görünüyordu ve işte bu, anlatmaya
başladı;
-Kızım,
Benim karım öldü. Karı, nedir bilir misin? Nereden bileceksin, sen de karısın,
dedi. Birden şaşırdım; merak içindeyim lafı nereye getirip nasıl
düğümleyecekti. Bizim buralarda koca; dağ demektir. Bir
dağ ne kadar yüce olursa olsun üstünde karı yoksa eksiktir, korumasızdır.
‘Dağların yücesine kar yağar,‘ derler. İşte bunun için kadın, kocasının
karıdır. Karı olmayan dağ üşür; ben üşüyom, bir dağ ne kadar ulu olursa olsun
bir yanı yarımdır: ben yarımım, dik olamıyom. Artık bu koca dağın karı yok ve
ben tadımı yitirdim, başımın tacını kaybettim. İşte o gün bu gün kimselerin
yanına sığamaz oldum. Lafım dinlenir, dinlenmez bilemem, ağzımı açamaz oldum.
Bir zamanlar karımın koca dağı idim ama o beyaz kar, aradığı mutluluğu bende
bulamadı; yaramaz bir adamdım. İlk gençlik yıllarımda karımı kaçırdım.
Danışıklı dönüşüklü olarak… Niye mi diyeceksin? Ucuza çıksın diye. Para yook,
pul yok. İş yok. Sonra ayakkabı tamircisi çırağı oldum. Sonra kendi iş yerimi
açtım. Hem ayakkabı tamiratı ile uğraştım, hem de çarık diktim. İsteyenlere
ayak ölçüsüne göre ayakkabı yaptım. Gel zaman, git zaman derme çatma bir ev
sahibi olduk. Allah İki kız, iki erkek çocuğu verdi. Artık eve iyi para getiriyordum. Günü geldi
çocuklar evlerini kurdu. Oğlanlar aldı başını gitti. Biri İzmir, biri
İstanbul’da evlenmiş, haberimiz olmadı. Kızlar burada evlendi ama sonra biri
dışarı gitti.
İkimiz birbirimizi idare ediyorduk.
Kulübemizde oturuyorduk. Benim tek derdim elim iş tutmazsa ne yapacaktım.
Sigortam hiç olmadı. Emekli olamayacaktım. İşte benim başımın karı, alıp başını
Yaradan’ına gidince ben sudan çıkmış balık oldum. Gün geldi aç kaldım, gün
geldi sokakta yattım. Derken bir gün devlet kuşu başıma kondu. Yani Devlet Baba
yaşlılık maaşı bağladı.
Nihayet araya girecek bir yer buldum;
-Ne güzel… Diyebildim. Lafı ağzımdan
aldı;
-Güzel, Allah devlete zeval
vermesin. Bu işi yapanlardan razı olsun, dedi. Ben,
- Memnun değil gibisiniz…
-Ne
diyorsun kızım, memnun olmaz olumuyum? O para olmasa şimdi sokaklardaydım.
Buradaki kızım beni yanına aldı. Onun da durumu parlak değil. Damat iyi kötü
çalışıyor ama. Maaşımı alır almaz kızın avucuna sayarım, dedi.
- Gününüzü nasıl geçiriyorsunuz?
Diyesi oldum:
-Nasıl
geçireceğim, kış yaz kahvaltıdan sonra erkenden çıkarım evden. Kışın kahvede
otururum, onun bunun lafını dinlerim, çay ısmarlayan olursa içerim. Yazın da
parklarda dolanırım, dedi.
-E, güzel işte, dedim. Yine memnun
görünmüyorsunuz?
-Memnunum, memnunum da ağzımın tadı,
kafamın dengi yok ya; diğerleri ayrıntı sadece, önemli değiller artık… Kızdan
da harçlık almam; verdiğim para kıt kanaat üç öğün yemeğe yetiyormuş. Bir çay
içsem, bir sigara içsem, hesap karışır, kız öyle diyor, dedi.
- Ya oğlanlar, diye lafı geveleyerek
söyledim.
-Onlar, memlekete hiç gelmiyorlar.
Bizi unuttular ama ben onları unutamıyom. Sokakta oynayan çocukları göstererek:
- Aha bu halleri bile gözümün
önünde, dedi. Bu konuşmadan sonra
düşündüm ve birden;
-Emmi, oğlanları bu denli küstürecek
ne yaptınız? Dedim. Gözleri doldu:
- Bilmeden yapmışık, demek ki, dedi.
Daha anlatacakları vardı ama havaalanı otobüsü geldi.
-Güle güle, işin rast gelsin, sağ
ol, diyerek Beyaz, yakasız gömleğin kollarını bir sıra kıvırmıştı; kara, kuru
ve yorgun görünen kolunu kaldırarak el salladı.
“Neden sağ ol” demişti? Anladım
aslında.
MARİYA
ve
çıkmaz sokak
bir damla mutluluk
.
Gözyaşları ip gibi aktı.
-
Biliyordum sonunda böyle olacağını... Ne
yapsaydım, beklemekten usanmıştım. Koca bekle, iş bulmayı bekle, birisinin
yardımını bekle... Hep bekle... Hep bekle...
-
Canım kardeşim, hepimiz aynı durumdayız... Artık şikâyet etmenin faydası yok,
olan oldu... Ölümle, olanın çaresi yokmuş, derler.
-
Evet, haklısın...
Bir
sessizlik oldu kompartımanda, Mariya’nın ağlamaktan şişmiş gözlerine, uyku
oturdu. Gözleri ağırlaştıkça, koltuğunda küçülüyordu. Tesadüfen yol arkadaşı
olan orta yaşlı kadın, kendi kendine:
-
Vah yavrum, vah! Dedi. Senin başına gelenlerin benzerini, üç aşağı, beş yukarı,
yıllar önce ben de yaşamıştım. Çaresizliğin, çocukları bir başına bırakmanın,
ne demek olduğunu bana sor, dedi, sessizce. Tren, taka tuka, sesleriyle yol
alıyordu.
Mariya’nın
yorgun vücudu ve ruhu bu sırada biraz sukut bulmuş, derin bir uykuya dalmıştı.
Rüyasında hayatını, film gibi adeta yeniden yaşadı.
Sovyetler Birliğinden ayrılmadan önce;
Tomay Köyü’nde oturuyorlardı. Sarhoş bir babası vardı. Çoğu çocuğun babası, bu
durumda olduğu için ona, yaşadıkları normal görünüyordu. Annesi, sarhoş kocadan
yediği dayakları, sineye çeker, çalışır, doğurduğu üç yavrusuna, kol kanat
germeğe çabalardı. Mariya, beş yaşına
geldiğinde; Sovyetler Birliği parçalandı ve Moldova da özerkliğine kavuştu. Hiç
gelirleri yoktu. Köylerinde, ne iş yeri, ne de yapacak bir iş vardı. İşte bu
yıllarda Mariya, daha okula başlamadan, annesi birdenbire ortadan yok oldu. Babası,
annesinin öldüğünü söyledi. Mariya, çocuk aklı ile ‘Ölülerin mezarı olur,’
derdi; ama sorularının yanıtını bulamazdı. Sarhoş babasının, eve getirdiği
sayısız kadınların, küçük, karanlık odadan gelen, isterik seslerini duyarak,
iki kardeşine, anne gibi sarılarak büyümeye çalıştı. Dokuz yıllık mecburi öğrenimlerini,
sefillik içinde tamamladılar. On beş yaşına geldiğinde küçük kız kardeşi ateşli
bir hastalık sonunda hakka yürüdü. Erkek kardeşi, babasının izini sürüyordu.
Mariya, yalnızdı, kaz sürüsü çobanlığı işine başladı. Bu sırada daha kendisi
çocukluktan çıkmadan nasıl olduğunu anlamadan hamile kaldı ve isteği dışında
bir kız çocuğunu dünya getirdi. Çocuk olamadı, genç kızlığını yaşayamadı, bu
duyguların anlamını bilmedi, istemeden anne oldu, anneliği bilmeden.
Kaz sürüleriyle dağlarda, su kenarlarında
dolaşırken bazen doğanın güzelliği onu büyülerdi; “Buradan güzel yer var mı?”
derken temiz havayı ciğerlerine doldururdu. Beyaz kazların, bir disiplin
içinde; ailece, başları dik, onurlu yürüyüşlerine imrenirdi. ‘Ne güzel bir
aile,’ diye içinden geçirirken, asıl düşündüğü, kendi aile yaşayışıydı. Kazlar,
onu hüzünle gülümsetirdi.
Her şeye rağmen aklından hiç çıkmayan, Türkiye’ye
gitme isteği onu, heyecanlandırmaya devam etmekteydi. Çalışmaktaki muradı, trenparasını
denkleştirmekti. Üniversitede yapılan toplantıya katılmak için Türkiye’den
gelen akademisyen kadına, Türkiye’ye giderek buralardan kurtulmak istediğini
söylediğinde, ‘Vatanından ayrılma, yaban ellerde seni, iyi günler beklemez. Kuzu görünümlü kurtlar
dolaşır, renkli ışıkların altında ve kuytu köşelerde, puslu havalarda seni
yerler,’ diyen sesi aklının bir köşesinde duruyordu; ama kadının, demek
istediğini tam olarak çözemedi.
On sekiz yaşına geldiğinde, sadece tren
bileti alacak parayı biriktirebilmişti. Kimselere söylemeden pasaport çıkarttı.
Küçük bir çanta içine birkaç eşyasını koydu. Tren biletini almak için yola
düştü. Yıllardır bu yola çıkmanın heyecanı içindeydi. Şu an, istasyona giden
yolda yürüyor olmaktan dolayı sevinç içindeydi. Etekleri zil çalararak gişeye
yanaştı, pasaportunu uzattı, ‘Sirkeci, İstanbul’ dedi kararlı bir sesle. Pasaport
kontrolünden iki saat sonra kendini, coşku içinde Türkiye’ye giden trene attı.
Sirkeci
Garı’nda, eskiden tanıdığı bir memleketlisi karşılayacaktı. Herkesi
karşılıyordu zaten. Gara geldiklerinde, orta yaşlı adam, onunla beraber birkaç
kızı daha aldı, ucuz bir otele götürdü. Yarından sonra, iş bulacağını söyledi.
Mariya’nın yüreği, kuşku dolu olsa da birkaç gün, çok mutlu olarak attı. Sonra
hasta bakıcı olarak, bir eve yerleştirildi. Diğer kızlara ne oldu, bilmiyordu.
İyi bir aileydi kaldığı evdekiler. Birkaç ay içinde, ne yazık ki hasta kadın
öldü. Mariya, yine işsizdi. Elindeki üç beş kuruşla, Sirkeci garında, tanıdığını
aradı uzun süre. Bir gün, garda
beklerken polislere yakalandı, pasaportu ve kimliği olmadığı için nezarete
attılar. Sonra; hastaneye götürdüler ve trene bindirerek, beş parasız,
pasaportsuz, memleketine göndermek istediler. Tren, hareket etmeden hemen önce
tanıdık adam, sırıtarak ortada göründü. Sanki üzgünmüş gibi sahte tavırlarla,
Mariya’nın yanına gitti, ‘Seni çok aradım, nerelerdesin? Kurtaramayacağım, diye
de koktum. Çabuk in aşağı, pasaportunu vereceğim. Öyle gitmek var mı? Sana,
yeni iş de buldum,’ dedi. Genç
kadın, ikinci defa adama güvendi ve
kimliğini ele geçirmek niyetiyle trenden indi.
Mariya,
yine ucuz bir otel odasına yerleşti. Akşam yemeği için gelen Şeytan lakaplı
tanıdık onu, bir bara götürdü. İçkili hafif bir yemek yerlerken, Mariya’nın
içki bardağına, kötü emellerine ulaşmada yardımcı olacak o, ünlü haplardan
birini attı. Sonra yanlarına gelen yabancı adamlarla sohbet etmesini ve onların
isteklerine karşı koymadan yanıt vermesini söyledi. Mariya, içkinin etkisi ile
gülerek; ‘Merak etme, onları bana bırak dostum’ dedi.
O geceden sonra hayat ibresi, yönünü
değiştirdi. Otel odalarından çıkamaz oldu. Ancak ne para kazandı, ne de düzenli
yaşadı. Ucuz barların, içkili masalarına çerez olmaktan öteye geçemedi.
Defalarca polisle başı derde girdi, hastane köşelerinde saatlerce bekledi,
itildi, kakıldı. Her seferinde Şeytan, bir yolunu bulup onu geri aldı. Bu sefer
kurtuluşu olmadı ve memleketine doğru yol alırken küçük kızı düştü aklına. O da
annesi gibi daha yaşına girmemiş kızını bırakıp, kocasının rızası ile
İstanbul’a gelmişti. Kızı, onu tanımıyordu ve hiç ‘anne’ diyememiş olması içini
acıttı. Aslında adam, nikâhlı eşi değildi. Kimin nikâhı vardı ki! Bu düzende
sarhoş adamların çoğu, çocuklarını tanımaz, sayısını bilmez.
Mariya,
gözlerini açtığında Romanya sınırlarındaydı tren. Yol arkadaşı; ‘Geldik,’ dedi.
Sonra; ‘Belki de kurtulduk,’ diye devam etti.
Mariya’nın içinde fırtınalar kopuyordu. Kurtulmuştu bir anlamda ama
nereye, kime gidiyordu? ‘Evet, kurtulduk,’ dedi gözünün önünden geçen utançlarını
görerek.
Nihayet
tren gara girdi. Yol arkadaşı; ‘Nereye gideceksin, evin, anan, baban var mı?’
diye sordu. Mariya, güldü; ‘Ne anası,
babası,’ derken yutkundu. ‘Babam, ölmüştür inşallah, onu görmek istemem. Annemin,
nerede olduğunu bilmiyorum,’ dedi. Kadın, ‘Neredensin?’ derken Mariya;
- Tomay Köyü’nden, dediğinde kadının yüreği
hopladı.
- Ben de, ben de... Dedi, sevinçle; birlikte
gideriz, başka gidecek yerim de yok. Orada bir kulübem var, İstersen sen de hayatını düzene koyana kadar
yanımda kalabilirsin. Biz, birbirimize benziyoruz, Türkiye’de boyumuzun
ölçüsünü aldık, arkasına bakmadan dönenlerdeniz, anlaşırız.
- Olabilir, hiç olmazsa yatacak yer bulmayı
düşünmem bir süre.
- Senin annen, baban kim?
-
Babam Nikolay, Annem, Vala... İkisini de çoktan unuttum. Kadın, birden irkildi. Bu kızı Nadya olmalıydı.
Kızın, hafif kıvrık sarı saçlarına bakarak;
- Senin, asıl adın ne kuzum? Diye sordu,
korkuyla.
- Nadya...
Kadının kalbi duracak gibiydi. Bu sırada
pasaport işlemleri sırası onlara geldi. Kadın, rüyada gibi işini bitirdi.
Nadya’yı beklemeye başladı. Kafasının içinde, Mariya’nın ,’Nadya’ demesi,
yankılanıyor, ses, sanki içeride bir yerlere çarparak, büyüyordu. Nadya, yanına
geldiğinde ne diyeceğini bilemedi. Acaba söylemeli miydi? Düşündü ve eve gittiklerinde söylemeye karar
verdi. Minibüste, konuşmadılar. Dışarıya
bakar gibi görünüyorlardı. Kadın, hiçbir şey görmüyordu, boğazına düğüm
atılmış, gözü kör olmuştu sanki. Bir fotoğraf vardı gözünün önünden gitmeyen;
Nikolay’ın, ‘git, çalış, para gönder,’ diyen aşağılık suratı ve boynu bükük,
bir köşeye sinmiş üç çocuk. Komrat’ta,
minibüsten indiler. Tomay’a giden arabayı beklemeye başladılar. İki saat sonra
araba geldi. Valizlerini yükleyip yola koyuldular. Hiç konuşmuyorlardı. Vala
Hanım, kaçamak bakışlarla Nadya’yı gözlüyordu. Köye geldiler nihayet... Şöyle
bir etrafına bakındı, her şey bıraktığı gibi duruyordu. Yorgun ve yılgın
vaziyet-te eve doğru yürüdüler. Küçük ev, kir pas içindeydi. Hemen oturacakları
bir yer ayarladı Vala Hanım. Sonra çarşıdan aldıkları yiyeceklerle bir sofra
hazırladı. Yemeklerini yerlerken, ani gelen bir cesaretle;
- Nadya, ben senin annenim, dedi.
Nadya’nın elindeki çatal, masanın üstüne düştü. Hiçbir şey
söylemeden, henüz
açmadığı valizini alarak yıldırım gibi kendini dışarı attı, koşmaya başladı.
Vala Hanım:
- Kızım, dur, gitme diyesi oldu; ama Nadya
çoktan bilinmez yolu tutmuştu.
YALNIZLIKTI ACI
VEREN
Dondu kara karede
yaz günlerim
Yarınlara kalmadı hiç hevesim
Bildiğim telaşlı çaresizliğim
Bir kör kuyuda karmakarışığım.
Yalnız
yaşamanın bedeli vardır. Yalnız yaşamayı insan genellikle kendisi seçmez.
İhtiyarlık gibi bir gün başınıza çöker ve hiç gitmeyebilir. İşte o zaman insan
yaşadıklarını unutur; sanki hayata yalnız başlamış duygusuna kapılır. Bir zamanlar iki oğlum bir kocam vardı yanı
başımda ve çalışıyordum bir okulda öğretmen olarak. Aklımın ucundan bile
geçmezdi yalnız kalacağım. Atasözleri her zaman doğruyu söyler; insana güvenme
ölür, ağaca güvenme çürür. Bir gün koca adamımın kanser olduğu ortaya çıktı.
Beş yıl süren mücadele sonunda aramızdan ayrıldı gitti. Onsuzluk zordu; ancak
iki yetişkin oğlumla teselli buluyordum. Üniversiteyi bir yıl arayla
bitirdiler. Her şey güzel seyrediyordu. Birbirimize kenetlenmiştik. Sırtımız
yere gelmez sanıyorduk. Derken oğlanlar askere gitti. Sınır uçlarında
görevlerini başarıyla yapıp terhis oldular. İş bulma serüveni derken,
evlenmeleri gündeme geldi. Üç ay arayla yuvalarını kurdular.
Atalarımız
derki “ erkek evlat evlenene kadar, kız evlat mezara kadar senindir.” Çok doğru
demişler. Çocuklarımdan şikâyetçi değilim ama hayat şartları ister istemez ayrı
düşürüyor. Derken koca adamım bizden onbeş yıl uzaklaştı. Ben de altmış yılı
geride bıraktım. Aslında sağlıklıyım genel anlamda. Ancak bir gün bana bir şey
oldu; ne olduğunu anlamadım. Önce grip gibiydim. Sonra ateşim çıktı, midem
bulandı. En önemlisi de halim yoktu; adeta sıfırlanmıştım. Zangır zangır
titriyordum. Öylece kıpırdamadan yatıyordum. Ancak iki gün sonra aklıma gecenin
onunda 112’ yi aramak geldi. Zor bela telefonumun yanına vardım ve tuşlara
bastım; yumuşak bir ses “buyurun” dedi. Ben;
-Ölüyorum,
çok kötüyüm ne olur yardım edin, dedim.
-Tamam,
hanımefendi, sakin olun. Nereden arıyorsunuz?
-Evden.
-Eviniz
nerede?
-Yukarı
Pazar mah. Balcı sok. no:10 kat bir, daire bir.
-Yanınızda
kimse var mı?
-Hayır.
-Tamam,
geliyoruz sakin olun. Adınız nedir? Safiye Yolbilmez.
-Tamam,
çok yaklaştık, kapıyı açabilecek misiniz?
-Çalışırım,
dedim. Gözyaşlarım ip gibi akıyordu. Aslında ağlamak istemiyorum; ama
gözyaşlarım kendiliğinden akıyordu. Tuzlar gözümü ve yanaklarımı yakıyordu.
Yüzüm kızarmıştı, gözlerim kırmızı çerçeveli gözlük takmış gibi bir hal almıştı
ve titriyordum. Titremem sanki ateşten değil de üzüntüdenmiş gibi geliyordu.
Bir üşüyor gibi oluyorum ama sıcağım, bir taraftan terliyorum. Zaten titrediğim için telefonun tuşlarına
basmayı on dakikada başarabilmiştim.
Acilciler gelince onları kapıda bekletmek
istemiyordum. Uzandığım kanepeden halının üstüne indim. Sürüne sürüne kapının
arkasına kadar gittim. Duvarın üstünde bulunan otomot düşmesine bastım; önce
apartmanın kapısını, sonra evin kapısını açtım. Yine sürüne sürüne yattığım
yere doğru ilerlemeye başladım. Yerime gelemeden kapı tıkladı;
-Açık,
giriniz, dedim ölgün bir sesle. Kapı açıldı. Bir erkek, bir kadın hemşire içeri
girdi; beni yerde
dörtayak vaziyetinde görünce hızla yanıma geldiler;
-Ne
oldu teyze, niye yerdesiniz? Dediler.
-Kapıyı açtım, yerime gidiyordum,
dedim. Aslında yalnız yaşadığım için iki komşumda anahtarım vardı ama tesadüf
bu ya ikisi de evde yoktu; telefonla aradım dışarıda olduklarını söylediler.
Bayan hemşire kolumdan tuttu yatmama yardımcı oldu. Hemen ateşimi, tansiyonumu,
kan şekerimi ölçtüler. Bütün değerler yüksekti.
O sırada içime bir sevinç doldu.
Tanımasalar da, bana bakmaları onların işi olsa da fark etmezdi benim için;
onları yakınımmış gibi hissettim. Kısa süre olsa da beni dinlediklerini,
anladıklarını düşündüm. Böyle birilerinin varlığı beni canlandırdı sanki.
Yalnızlık duygusunu aldı, o kısa anda çok karmaşık duygular yaşadım; ama asıl
olan; istediğimde anında yanıma koşacak birilerinin var olmasıydı.
-Teyze
ne yaptın kendine böyle?
-Bilmiyorum,
kızım.
-Tamam,
telaş etmeyin, şimdi seni rahatlatacağız.
Bir dilaltı hapı
verdiler. Sonra ateş düşürücü iğne yaptılar. Birazdan kendine geleceksin, merak
edilecek üzücü bir durumunuz yok ama yalnız geçirmeyin bu geceyi, sıcak bir
çorba içmelisiniz. Mideniz boş. Ne zamandır bir şey yemediniz?
-İki
gün oldu, yerimden kalkamadım da…
-Allah
Allah, kimsen yok mu?
-Var
ama herkes uzakta… Komşum evine dönünce bana çorba yapar.
-Tamam,
teyze yarın mutlaka doktora gidin. Kendinizi iyi hissetmezseniz saat kaç olursa
olsun bizi arayabilirsiniz.
-Tamam,
sağ olun, Allah razı olsun, devletimize zeval vermesin, dedim. Gittiler. O
geceyi zor geçirdim. Komşu, evine saat kaçta geldi bilmiyorum ama aramadı, o
saatte ben de onları arayamadım. Ertesi gün öğlene doğru oğlum geldi. Doktora
götürdü. Bilmem ne mikrobu kapmışım. Ateşten titremişim. Bu durumdan sonra
gizli şekerimin olduğu ortaya çıktı. Tansiyonum vardı zaten.
Şimdi
iyiyim. Vücudumda asayiş berkemal; ancak o geceden sonra tanımadığım birilerine
ister istemez güven duyma mecburiyeti, sevinçle üzüntü arasında bir duygu
veriyor içime… Bu duygunun daha derin anlamı var; kelimeleri yerine oturtamadım
ya da bu duyguyu ifade eden kelime henüz lügatimizde bulunmuyor; ne olsa
atalarımızı köşelere atma kültürü daha çok yeni…
Bunun
yanında yalnızlık günbegün artarak acı vermeye, ince bir sızı gibi içimi
yakmaya devam ediyor.
YALNIZLIKTI ACI VEREN
Dondu kara karede yaz günlerim
Yarınlara kalmadı hiç hevesim
Bildiğim telaşlı çaresizliğim
Bir kör kuyuda karmakarışığım.
Yalnız yaşamanın bedeli vardır. Yalnız yaşa-mayı insan
genellikle kendisi seçmez. İhtiyarlık gibi bir gün başınıza çöker ve hiç
gitmeyebilir. İşte o za-man insan yaşadıklarını unutur; sanki hayata yalnız
başlamış duygusuna kapılır. Bir zamanlar
iki oğlum bir kocam vardı yanı başımda ve çalışıyordum bir okulda öğretmen
olarak. Aklımın ucundan bile geç-mezdi yalnız kalacağım. Atasözleri her zaman
doğru-yu söyler; insana güvenme ölür, ağaca güvenme çü-rür. Bir gün koca
adamımın kanser olduğu ortaya çık-tı. Beş yıl süren mücadele sonunda aramızdan
ayrıldı gitti. Onsuzluk zordu; ancak iki yetişkin oğlumla tesel-li buluyordum.
Üniversiteyi bir yıl arayla bitirdiler. Her şey güzel seyrediyordu. Birbirimize
kenetlenmiş-tik. Sırtımız yere gelmez sanıyorduk. Derken oğlanlar askere gitti.
Sınır uçlarında görevlerini başarıyla yapıp terhis oldular. İş bulma serüveni
derken, evlenmeleri gündeme geldi. Üç ay arayla yuvalarını kurdular.
Atalarımız derki “ erkek evlat evlenene kadar, kız evlat
mezara kadar senindir.” Çok doğru demişler. Çocuklarımdan şikâyetçi değilim ama
hayat şartları ister istemez ayrı düşürüyor. Derken koca adamım bizden onbeş
yıl uzaklaştı. Ben de altmış yılı geride bıraktım. Aslında sağlıklıyım genel
anlamda. Ancak bir gün bana bir şey oldu; ne olduğunu anlamadım. Önce grip
gibiydim. Sonra ateşim çıktı, midem bulan-dı. En önemlisi de halim yoktu; adeta
sıfırlanmıştım. Zangır zangır titriyordum. Öylece kıpırdamadan yatı-yordum.
Ancak iki gün sonra aklıma gecenin onunda 112’ yi aramak geldi. Zor bela
telefonumun yanına vardım ve tuşlara bastım; yumuşak bir ses “buyurun” dedi.
Ben;
-Ölüyorum, çok kötüyüm ne olur yardım edin, dedim.
-Tamam, hanımefendi, sakin olun. Nereden arı-yorsunuz?
-Evden.
-Eviniz nerede?
-Yukarı Pazar mah. Balcı sok. no:10 kat bir, daire bir.
-Yanınızda kimse var mı?
-Hayır.
-Tamam, geliyoruz sakin olun. Adınız nedir? Safiye
Yolbilmez.
-Tamam, çok yaklaştık, kapıyı açabilecek misi-niz?
-Çalışırım, dedim. Gözyaşlarım ip gibi akıyordu. Aslında
ağlamak istemiyorum; ama gözyaşlarım ken-diliğinden akıyordu. Tuzlar gözümü ve
yanaklarımı yakıyordu. Yüzüm kızarmıştı, gözlerim kırmızı çerçe-veli gözlük
takmış gibi bir hal almıştı ve titriyordum. Titremem sanki ateşten değil de
üzüntüdenmiş gibi geliyordu. Bir üşüyor gibi oluyorum ama sıcağım, bir taraftan
terliyorum. Zaten titrediğim için
telefonun tuşlarına basmayı on dakikada başarabilmiştim.
Acilciler gelince onları kapıda bekletmek
iste-miyordum. Uzandığım kanepeden halının üstüne in-dim. Sürüne sürüne kapının
arkasına kadar gittim. Duvarın üstünde bulunan otomot düşmesine bastım; önce
apartmanın kapısını, sonra evin kapısını açtım. Yine sürüne sürüne yattığım
yere doğru ilerlemeye başladım. Yerime gelemeden kapı tıkladı;
-Açık, giriniz, dedim ölgün bir sesle. Kapı açıl-dı. Bir
erkek, bir kadın hemşire içeri
girdi; beni yerde dörtayak vaziyetinde görünce hızla yanıma
geldiler;
-Ne oldu teyze, niye yerdesiniz? Dediler.
-Kapıyı açtım, yerime gidiyordum, dedim. As-lında yalnız
yaşadığım için iki komşumda anahtarım vardı ama tesadüf bu ya ikisi de evde
yoktu; telefonla aradım dışarıda olduklarını söylediler. Bayan hemşire kolumdan
tuttu yatmama yardımcı oldu. Hemen ate-şimi, tansiyonumu, kan şekerimi
ölçtüler. Bütün de-ğerler yüksekti.
O
sırada içime bir sevinç doldu. Tanımasalar da, bana bakmaları onların işi olsa
da fark etmezdi benim için; onları yakınımmış gibi hissettim. Kısa süre olsa da
beni dinlediklerini, anladıklarını düşündüm. Böyle birilerinin varlığı beni
canlandırdı sanki. Yalnızlık duygusunu aldı, o kısa anda çok karmaşık duygular
yaşadım; ama asıl olan; istediğimde anında yanıma koşacak birilerinin var
olmasıydı.
-Teyze ne yaptın kendine böyle?
-Bilmiyorum, kızım.
-Tamam, telaş etmeyin, şimdi seni rahatlataca-ğız.
Bir dilaltı hapı verdiler. Sonra ateş düşürücü iğ-ne
yaptılar. Birazdan kendine geleceksin, merak edi-lecek üzücü bir durumunuz yok
ama yalnız geçirme-yin bu geceyi, sıcak bir çorba içmelisiniz. Mideniz boş. Ne
zamandır bir şey yemediniz?
-İki gün oldu, yerimden kalkamadım da…
-Allah Allah, kimsen yok mu?
-Var ama herkes uzakta… Komşum evine dö-nünce bana çorba
yapar.
-Tamam, teyze yarın mutlaka doktora gidin. Kendinizi iyi
hissetmezseniz saat kaç olursa olsun bizi arayabilirsiniz.
-Tamam, sağ olun, Allah razı olsun, devletimize zeval
vermesin, dedim. Gittiler. O geceyi zor geçir-dim. Komşu, evine saat kaçta
geldi bilmiyorum ama aramadı, o saatte ben de onları arayamadım. Ertesi gün
öğlene doğru oğlum geldi. Doktora götürdü. Bil-mem ne mikrobu kapmışım. Ateşten
titremişim. Bu durumdan sonra gizli şekerimin olduğu ortaya çıktı. Tansiyonum
vardı zaten.
Şimdi iyiyim. Vücudumda asayiş berkemal; an-cak o geceden
sonra tanımadığım birilerine ister iste-mez güven duyma mecburiyeti, sevinçle
üzüntü ara-sında bir duygu veriyor içime… Bu duygunun daha derin anlamı var;
kelimeleri yerine oturtamadım ya da bu duyguyu ifade eden kelime henüz
lügatimizde bulunmuyor; ne olsa atalarımızı köşelere atma kültürü daha çok
yeni…
Bunun yanında yalnızlık günbegün artarak acı vermeye, ince
bir sızı gibi içimi yakmaya devam edi-yor.