Şair ve yazar. 4 Ağustos 1972,
Kayseri doğumlu. Elbistan Esentepe İlkokulu (1983), Mustafa Kemal Paşa
Ortaokulu (1986), Kayseri Sümer Lisesi (1989), Hacettepe Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1994) mezunu. Aynı üniversitenin
Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Hilali
Divanı (İnceleme-Metin)” tez konusuyla yüksek lisansını tamamladı (1998). 2010
yılında Eskişehir OSGÜ’de Eğitim Yönetimi Denetimi ve Planlaması Bölümünden
yüksek lisans dersleri aldı.
Askerliğini 1999–2000 yılları
arasında İzmir Narlıdere Yedek Subay İstihkâm Okulu ve Ankara Hava Kuvvetleri
Komutanlığı Merkez Daire Başkanlığı’nda gazeteci-redaktör olarak yaptı.
2006 yılında Türkiye genelindeki
uzman öğretmenler arasında branşında 9. oldu. 2000 yılından itibaren üstün
yetenekli/zekâlı öğrencilerle ilgili çalışmalar yapmakta.
Bir dönem dış ticaret danışmanı
olarak da çalışan Yağmur, kültürel ve ticari amaçlı Almanya, Hollanda, Belçika,
Azerbaycan, Kosova, Suudi Arabistan’da bulunmuştur. Mesleğindeki ve sosyal
alandaki başarılardan dolayı çok sayıda ödülü bulunmaktadır. Kayseri Bölgesi
yönetim kurulu üyesi ve Aydınlar Ocağı üyesidir.
Yaratıcı yazarlık ve hızlı okuma
dersleri de verdi. Ayrıca Sakarya Serdivan Fikir Sanat Merkezinde ve Halk Eğitim
Merkezlerinde dersler vermektedir.
Halen Sakarya Bilim ve Sanat
Merkezi’nde Dil Sanatları Öğretmeni olarak görev yapan Yağmur, görev yaptığı
okullarda, akademilerde, merkezlerde ve dersanelerde branşının yanı sıra ÖABT, KPSS,
Türkçe, Bilgisayar, Etkin Liderlik,
Deha Eğitimi, Hızlı Okuma, Diksiyon, Yaratıcı Yazarlık ve İngilizce
dersleri okuttu. MEB’de AR-GE biriminde, ayrıca Gençlik ve Spor Bakanlığı
bünyesinde kurulan “Muallimhaneler” Projesinde eğitici olarak görev aldı.
İngilizce ve (Kitabi) Farsça
bilmektedir.
Hicret Hanımla evlidir ve Zehra
Gülfem’in babasıdır.
Yazı Çalışmaları:
1990 yılından itibaren ulusal ve
yerel basında şiir, hikâye, makale, gezi yazısı, röportaj ve diğer edebi
türlerde eserleri yayınlandı. Bazı dergi ve internet sitelerinin genel yayın
yönetmenliği ve redaktörlüğünün yanı sıra yerel gazetelerde köşe yazarlığı
yaptı.
Yazıları Kardelen, Lifos, Sema Yazar Anadolu Lisesi Dergisi, Bilecik Bilim ve
Sanat Merkezi dergilerinde yayımlandı.
Bilecik Bilim ve Sanat Merkezi Ar-Ge Birim Başkanlığı ve TDE Danışmanlığı, haberkusagı.com
adlı haber sitesinin sanat editörlüğü yaptı. Ulusal ve yerel basında pek çok
şiir, hikâye, makale, gezi yazısı ve denemesi yayınlandı. Dergilerde
redaktörlük yaptı. Bazı dergilerde genel yayın yönetmenliğini sürdürdü.
Hitabet-sunuş-hızlı okuma teknikleri, hüsn-ü hat, kişisel gelişim, karakter
bilim, zihinsel gelişim, insan mühendisliği, kâinat-uzay bilimi, bilgisayar
autherware-internet, Bahri Yağmur’un ilgi ve uzmanlık alanları arasında yer
aldı.
Sarı Ferit adlı eserinin ve Yavaş
Arslan (Selçuklu Dönemi Ordular Komutanlarından aynı zamanda Dört Başlı Kartal
adlı eserde geçtiği üzere Yağmur Ailesinin dip dedesi) adlı tarihi sinema
filmlerinin senaryo sinopsislerini yazdı.
ESERLERİ:
Şiir:
Beyhûde Visâl (2002).
Monografi:
Sarı Ferit –Bir Mafya Babasının
Özüne Dönüş Hikâyesi (2004).
Deneme-Araştırma-İnceleme:
Dört Başlı Kartal (2003), Yenilikçi
Öğretmenler (Komisyon, 2009), Bilim Sanat Merkezleri Etkinlikler Kitabı
(Komisyon, 2015), Mantık Süzgecinden (Murat Azak ile, 2017)
Derleme:
Yunus’tan Âkif’e Bin Bir Altın
Beyit (2004, 2005), Divan Edebiyatı Seçmeler (100 Temel Eser, 2011).
Editörlüğünü Yaptığı Kitaplar:
Şövale (2016), Segâh (2018), Delice Oyunlar (2019).
Yayına Hazır Eserleri:
Hilâli Divanı (Sanat-Edebiyat), Küllerimden
Dirildim (Roman).
“Söz
ve anlam dolgunluğuyla atasözü gibi dillerde dolaşan mısra ve beyitler, eski
edebiyatımızda berceste terimiyle nitelenirler. Bunlar, büyük bir kültürel
birikimin bir olgu karşısındaki tavrını imbikten süzülmüşçesine ifade eden söz
incileridir.
Bu
söz incileri, şiir yükünün yanında, insanımızın hayata karşı bakışındaki
insanî, hikemî derinliği göstermesi
bakımından da dikkati çekerler. Bahri Yağmur da, bu eserinde berceste kavramını
biraz daha geniş tutarak, Yunus’tan Akif’e, hikmet yüklü, “kulağa küpe” olacak
sözleri bir araya getirmiş. Bu şiir ve
hikmet yüklü beyitler arasında dolaşırken, okuyucuların bugün bir kısmı
unutulmuş olan, birçok tatlar
keşfedeceği düşüncesindeyim.” (Prof. Dr. Osman Horata)
***
“Moda çarpıklıklarına kapılmadan, “Yakarış”, “Efendime”, gibi inanç ve duygu yüklü şiirlerle
“Feryadım” ve “Bu Gidiş Nereye?” başlıklı mensûr nazımlarınızı yazmanızdan
dolayı sizi gönülden kutluyorum.” (Abdullah Satoğlu)
KAYNAK: İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, 2007), Kendisinden alınan bilgiler (26 Aralık 2019),
Bahri Yağmur (sakaryabilimvesanat.meb.k12.tr, 26 Aralık
2019).
Hikâye meşhurdur. Komşulardan biri aslan, diğeri köpek
beslermiş. Köpek, etiyle kemiğiyle semiredursun aslan, hastalıklarla pençeleşir
olmuş. “Asıl akmaz, bal kokmaz.” fehvasını henüz derk edememiş köpek sahibinin
aklına -kendisinin kalendersizliğinden, köpeğinin yalancı yiğitliğinden,
aslanın da o anki zafiyetinden olsa gerek- bu iki hayvanı dövüştürme fikri
gelmiş. Bu niyetini komşusuna her dile getirişinde aslan sahibi “La havle…” der buruk bir tebessümle
karşılık verirmiş.
Ama bir gün kötü niyetli komşu, amacına muvaffak
olmuş; aslan, evin bahçesinde gezinirken salıvermiş köpeğini üzerine ve
kendince zevkli bu seyre koyulmuş…
Köpek önce sağından saldırmış ancak aslan istifini
bozmadan o meşhur kükremesini fırlatmış rakibinin yüzüne. Köpek korkuyla uzaklaşmış.
Bir süre sonra cesaretini toplayan köpek bu defa soldan… Aslan biraz daha
arttırmış kükremesinin tonunu. Bu defa köpek öncekinden daha çok uzakta…
Dakikalar sonra cesaretini toparlayabilen köpek, tüm
güç ve kuvvetiyle olduğu yerden gerinip zavallı hasta aslanın üstüne doğru
koşarken sahibi “Komşunun aslanının işi şimdi bitti.” diye hınzırca kendi
kendine gülüyormuş.
Yanına
gelinceye kadar her hangi bir tepki vermeden bekleyen, durumu yelelerinin
ardından izleyen ‘aslan, oturuşunu’
bozmadan yavaşça pençesini kaldırmış ve tırnaklarını hızla indirmiş köpeğin
tepesine… Köpeğin başı darmadağın, gövdesi sere serpe toprağın üstünde…
Bu olaydan sonra iki komşu artık çok az konuşur olmuş.
Ancak köpek sahibinin cevap bulmakta zorlandığı ve bir türlü içinden çıkamadığı
soru “aslan pençesi” gibi tırmalar
olmuş gece ve gündüzünü. ‘Sahi ya! Madem aslan hastaymış da o semiz köpeği
nasıl olmuş da tek pençeyle yere serivermiş?’
Bir gün açılmış komşusuna köpek sahibi, meramını dile getirmiş.
“Benim etle butla beslediğim köpeğim nasıl oldu da senin yatalak aslanına yenik
düştü?” “Ve la kuvvete…” diye söze
başlayan aslan sahibinin son sözü ikinci bir pençe darbesi olmuş ve inmiş köpek
sahibinin akılsız başına: “Evet, senin köpeğin kanlı canlıydı; benim aslanımsa
hasta. Her şeyin hesabını yaptın ama bir şeyi unuttun: “Hasta da olsa her daim aslan aslanlığını yapar, köpekse köpekliğini…”
AZERİ ŞAİR
BAHTİYAR VAHAPZADE İLE....
BAHRİ YAĞMUR
“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş
bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”
“Yazıçılar Birliği”, bizdeki adıyla “Yazarlar Birliği” Başkanı
Anar Bey’i makamında ziyaret ediyoruz. Anar Bey, ünlü bir yazar ve
milletvekili. Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde oyunları sergileniyor,
kitapları basılıyor. Türkiye’den geldiğimizi, kendisiyle randevumuz olmasa da
görüşmek istediğimizi sekreterine ilettikten kısa bir süre sonra Anar Bey’in
duvarı boydan boya Nizami-i Gencevi resimli halısıyla kaplı odasına alınıyoruz.
Eserlerimizi takdim ettikten sonra tatlı bir sohbet başlıyor ve söz dönüp
dolaşıp Bahtiyar Vahapzade’ye geliyor.
Anar Bey, Vahapzade’nin Bakü’de olduğunu sanmıyorum, Şeki’deki
yazlığındadır, diyor. Ama ben ısrarlıyım, buraya kadar gelmişken Vahapzade’yi
görmeden gitmem, diyorum kendi kendime ve Anar Bey’den Vahapzade’nin Şeki’deki
adresini istiyorum. Anar Bey, ısrarım karşısında bir saniye deyip birkaç yeri
arıyor ve telefonu bana uzatıyor, buyrun Vahapzade telefonda, görüşün.
Vahapzade’ye Türkiye’den geldiğimizi, elini öpmek istediğimizi söylüyorum.
Bunun üzerine İstiklal Caddesi’nde, Haydar Aliyev’in evinin hemen üst kısmında
bulunan emekliler lojmanındaki evine davet ediyor bizi.
“Vahapzade Müellim”, bizi kapıda karşıladı. Bir an Necip Fazıl
ile yüz yüze gelmiş gibi olduk. Bu kadar benzemeyemez iki insan birbirine.
Simalarının benzerliği bir yana bakışları, sigarayı tutuşları, jest ve
mimikleri öylesine benzer ki...
1993 yılında Ankara’daki konferansını hatırlattım, kendisine.
"Hani bir Ramazan günüydü. Salon hınca hınç dolmuştu. Konuşmanız sırasında
önünüzdeki bardaktan bir yudum su içmiştiniz de salonda bir uğuldama olmuştu.
Bunun üzerine salondakilerden özür dileyip mazeretinizi beyan etmiştiniz. Rus
zulmünden, milletçe dinden uzaklaştırılmanızdan bahsetmiştiniz" diyorum.
Gülüyor Vahapzade...”Ay Sağol” diyor, “O hala yadımdadır.” Derken Vogue marka
sigarasından derin bir nefes çekiyor ve “Sizden çeken yoktur?” diye bize de
ikram ediyor. Adaba aykırıdır, düşüncesiyle daveti nezaketle geri çeviriyor,
boşalan bardaklarımıza çay alabileceğimizi söylüyoruz.
Vahapzade, Müslüman Türk dünyasının dertleriyle dertlenen bir
ruh. Azerbaycan’da şairliğinden çok milliyetçiliği, filozofluğu, derin düşünce
adamlığı, maneviyatçılığıyla tanınıyor. İslam ve Türk’e dair her şey onu
alakadar ediyor. Bu konulardan bahsederken başkalaşıyor ve bir arslan
kesiliyor, sesi daha gürleşiyor, kullandığı kelimeleri daha tonlu vurguluyor.
Derken beş dakika olarak belirlenen görüşme saatlerce sürüyor, nelerden
bahsetmiyor ki Koca Vahapzade...
1959’lar Vahapzade için sıkıntılı yıllardır. Azerbaycan ikiye bölünmüştür, bunun
üzerine “Gülistan” adındaki eserini kaleme alır. Ancak rahat bırakılmaz.
Takipler, zulümler, mahkemeler. Onlarca yıla mahkum olur. Ancak cezaevine
girmeden, dönemin KGB Azerbaycan sorumlusu Haydar ALİYEV’in araya girmesi
ve beyanatı üzerine cezası affedilir.
Bir ara gözlerinde beliren garip bir ışıltıyla bize gıpta eder gibi
bakarak “Siz Türkler bahtiyarsınız. Başka milletlerin boyunduruğunu görmediniz
siz ve Allah daha size göstermesin. Biz, bir yönüyle bahtsızdık, bir yönüyle
bahtiyar. Bahtımız yoktu çünkü Rus bizi ezdi. Topraklarımızı böldü.
Maneviyatımızı aldı. Bahtiyarız Çünkü Rus bizi yumruğuyla ayılttı, bize millet
nasıl olunurmuş, bunu öğretti.”
Vahapzade 1960’lı yıllarda Nazım HİKMET’le görüşür. O zaman genç bir
şair olan Nazım’dan kendisi için kitap imzalamasını ister. Bunun üzerine
Nazım, kitaplarının üzerine Azeri “mahnıları” yazıp Vahapzade’ye hediye eder.
Söz, şiir ve şairlerden açılılıyor. “Benim en
çok sevdiğim iki Türk şairi vardır.” diyor Vahapzade. "Necip Fazıl ve
Mehmed Akif. Necip Fazıl’la simaen benzerliğimizden bahsettiniz. Biz Necip
Fazıl’la sadece simaen değil ruh yapısı ve inanç sistemimizle de benzeşiriz. O
da dindar bir şairdir" diyor ve ekliyor "Mehmed Akif’in Safahat’ı
benim masa üstü kitaplarımdandır. Bunun yanı sıra Akif, sadece Türk
edebiyatının değil, ben iddia ediyorum ki dünya edebiyatının büyük şairlerinden
bir tanesidir. Yıllar önce işitmiştim Ukraynalı bir general, dünya
milletlerinin milli marşları üzerine araştırma yapar ve sonuç dikkat çekicidir.
İncelediği 95 milli marş arasında söz ve anlamca birbiriyle kaynaşmış milli
ruhu barındıran sadece iki milli marşla karşı karşıya kalır. Bunlardan birisi
Türk Milli Marşı diğeri ise İspanyollarınkidir."
Ancak Vahapzade, bu büyük marşın yazarının
kıymetinin “öz” ülkesinde yeterince tanınmadığından, onun fikri boyutundan
hareketle yine ona çeşitli yaftaların vurulmasından şikayetçi. Bundan bir yıl
kadar önce eline MEB’nin yayınladığı Eğitim Dergisi geçer. Dergideki bir
makalede Metin BOSTANCIOĞLU “Akif çok tanınan bir şair olmasına rağmen şiirleri
incelendiğinde edebi anlamda fazla bir öneminin olmadığı görülür.” anlamında çeşitli
sözler sarf etmiştir. Bunun üzerine Vahapzade, Bostancıoğlu’na hitaben bir
mektup yazar. Mektupta Akif’in sanat yönünü anlattıktan sonra “Soyadından
anladığım kadarıyla sen bostancıymışsın, herkes kendi işiyle uğraşsın, sen git
bostancılığını yap, şiir ve sanatı da ehline bırak.” demeyi ihmal etmez.
Sohbetimiz boyunca bize Akif’ten şiir parçaları
okudu Vahapzade.
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Beytini okuduğunda, iki elini başına götürüp “Olamaz böyle bir
şey, bu kelam bir mucizedir, bunu bir insan diyemez. Düşünün, şehidin mezarı
Peygamberin kucağı olmuş. Bu nasıl bir mazmundur, bu nasıl bir hayaldir. Allah,
Allah. Ben bu beyti yadıma getirdiğim zaman delirirem, bu beyit beni deli
ediyor, deli.” diyerek Akif’in şiirdeki kudretini bize uzun uzun anlattı. Sonra
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın
derken yine aynı heyecanla “Derk et, anla ki o şehitler o derece
büyükler ki tarihe gömülseler sığmazlar. Bu manalardan sonra kalkıp da Akif’i
şiir yönünden tenkit edersen adama neler demezler.” dedi.
Dil birliği, Vahapzade’yi en çok düşündüren konulardan biri.
Konuyla ilgili birkaç hatırasını anlattı bize. "Bir defasında Türk
kardaşlarımızla -Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar dil alimleri- bir dil
toplantısında birlikteydik. Ancak masadakilerin hepsi Türk olmasına rağmen
Rusça konuşuyorduk. Bu benim garibime gitti ve dedim ki ne ola dilimizde
vahdete -birliğe- gideydik de birbirimizle şimdi Türkçe danışsaydık -konuşsaydık-.
Ben, bu ortak dil Türkiye Türkçesi olsun derim, dediğimde Özbek alimlerden biri
“Neden Özbekçe olmuyor, biz 18 milyonuz.” deyince Kazak alim bizimki olsun, biz
daha kalabalığız dedi. Ben de behey kardaş ben de Azeriyim. Azerbaycan’da 8.5
milyon, İran’da ise 30 milyon Azeri var, önemli olan milletlerimizin nüfusları
değil. Ancak isterim ki bu ortak dil kardaşımız Türkiye’nin konuştuğu dil
olsun.” dedim. Cidden Vahapzade İslam’ı ve Türklüğü iliklerinde yaşayan bir
şair ve filozof...
Yayınlanan kitaplarımı takdim ettim. Aklıma Vahapzade’nin
Nazım ile olan diyaloğu geldi ve Vahapzade’ye “Siz nasıl Nazım’dan imzalı
kitabını istediyseniz ben de sizden istiyorum, yüzsüzlüğümü mazur görün.”
deyince “Buraya kadar gelmişsin, aklımdadır, seni kitapsız gönderir miyim hiç.”
dedi ve “Soru İşareti” adlı şiir kitabının üzerine “Kan, Can Din Kardaşım
Bahri Yağmur İçin...” yazıp imzaladı.
Sohbetimiz boyunca tevafuken ziyarete beraber
gittiğimiz Azeri şair
Vidadi’nin, Vahapzade’nin şiirlerini ezberden okuması hem sohbete başka bir
renk kattı, hem de Vahapzade’yi keyiflendirdi. Koca şair, yaşlı haliyle bizi
kapıya kadar yolcu etmeyi de ihmal etmedi. "Türkiye’deki tüm
kardaşlarımıza selamlarımızı iletirsiniz, Ay ayağınıza sağlık, sağ olun.” dedi.
Merdivenlerden inerken Vahapzade’nin sohbet esnasında söylediği, beynime kazınan ve
iliklerime kadar işleyen şu cümlesini sanırım hayatım boyunca hiç
unutmayacağım:
“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş
bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”
Vahapzade, bu sözü şahsı adına değil tüm
Müslümanlar ve Türkler adına bütün zerreleriyle, insanın yüreğine kor gibi
düşen bir ses tonuyla, gözleri dolarak söylemişti.
MUSA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
BAHRİ YAĞMUR
Şu son hadise bir kez daha ispat etti ve bizlere “nazarı her daim her şeyin kışrında gezinen medyamızdan elbette daha fazlası da beklenmezdi” dedirtti…
O elim olay sonrası günlerce hep tali meseleler kıskacında gidip geldik: Musa öldürülmüş müydü, intihar mı etmişti? Ölümü bir yakını eliyle mi olmuştu?... Ve Musa’nın ölümü sonrası bu feci olaydan çıkarılması gereken, sözüm ona hayati dersler: Çocuklarımız internette ne kadar zaman geçirmeli, bilgisayarların genç dimağlar üzerindeki etkisi vs vs… Konunun uzmanları, eğitimciler ve akademisyenlerin yorumları… Millet olarak hemen her büyük hadise karşısında ortaya koyduğumuz sığ ve çiğ tavrımızı bu konuda da sergilemekten geri durmadık; alışılagelmiş konular dışına çıkamadık, olayın özüne, aslına odaklanamadık…
Oysa daha önce bu köşede üzerinde defeatla durduğumuz ancak yetkililerimizin görmezden geldiği noktaları, gözlere sokarcasına defalarca yazıp çizmiş ve konuyla ilgili genel kabul gören çözüm önerilerini okurlarımızla paylaşmıştık.
O yazılarımızın birinde “Bir ülke nüfusunun yüze ikisini üstün yetenekli ve üstün zekâlıların binde birini ise dâhilerin oluşturduğunu; bu tür insanlara fırsatlar verilmediğinde bireysel olarak: psikolojik ve sosyal travmaların kaçınılmaz olduğunu; asosyal kişilik özelliklerinin ortaya çıkabileceğini; olaya sosyal açıdan baktığımızdaysa ülkemizin lokomotif unsurlarından olan beyinlerin sürekli göç etmek zorunda kaldıklarını ve buna benzer pek çok olumsuzluklarla karşı karşıya gelinebileceğini dile getirmiştik.
Ülkemiz üniversitelerince yapılan akademik çalışmaların sayıca azlığı ve yetersizliği bir yana konunun “öz”üne inip son hadisenin gösterdiği “bir musibet bin nasihat” kabilinden Musa’nın başına gelen hadisenin tekrarlarını görmemek adına; ilgi ve uzmanlık alanımıza giren; şahsi olarak yıllardır üzerinde çalıştığımız, hemen her fırsatta problemlerini dile getirmeye çalıştığımız üstün yetenekliler/zekâlılar ve dehalar hakkında tüm ülkemiz kamuoyunun merakla cevaplarını beklediği şu soruları mesaisini bu mühim konuya hasreden yetkililere soruyor ve cevaplarını merakla bekliyoruz:
1.Özel hizmetlere muhtaç engelli/özürlü bireylere hemen her alanda fırsatlar sunan SOSYAL DEVLET’imiz, nüfusunun en az yüzde ikisini teşkil eden ve bir özür grubu olarak da nitelendirilen üstün yetenekli/zekâlı-dâhilerine eğitim öğrenim hayatları boyunca ne gibi maddi imkânlar sunuyor? Kemiyet-keyfiyet konusu da göz önünde tutularak bu insanlar adına yapılan AR-GE çalışmalarına, üstünlerin yetiştirilmelerine, kaynak teminine, ekipman ve diğer harcamalarına milli eğitim veya diğer devlet kurumlarımızın bütçesinden ayrılan pay ne kadardır?
2.Ülkemiz, “top”çusuna “pop”çusuna devlet eliyle milyonlarca dolarlık ödenekler ayrılırken, bahsi geçen “altın beyinler”e ve bu “altın çocuklarımız”ın yetişmelerine hayatlarını adayan eğitimcilere, çalıştıkları kurumlara, organizasyonlara ayrılan ödeneklerin toplamı nedir?
Ve en önemlisi dünyada “gifted children” -hediyelendirilmiş çocuklar- olarak da adlandırılan bu insanlarla ilgili veriler, kayıtlar, bilgiler ülkemizde nerelerde, hangi birimlerde, nasıl muhafaza edilmektedir -daha doğrusu böyle bir veri merkezimiz mevcut mu?- ve gelişmiş ülkelerdeki gibi “üstünler”in tüm hayatlarını kapsayan ne tür bir takip sistemi uygulanmaktadır?
En azından yurt dışında ülkemizi temsil etmek için gönderilen müzisyen ve sporcularımıza öngörülen ayrıcalık bu “doğuştan vergili” ülke insanımıza ne ölçüde sağlanıyor?
Milletimizin lokomotif beyin gücünü teşkil eden bu takımı meydana getiren “altın çocuklar” için ne tür kurumsal yapılanmalara gidilmiştir ve ilerisi için neler ön görülmüştür? Toplum ve devlet olarak “avuçlarımız arasında özenle taşımamız gereken bu mücevher bireyler” adına MEB haricinde ne tür araştırma ve geliştirme kurumları teşkil edilmiştir?
3.Ve en önemlisi yurt dışında bu tür üstün yetilerinin olduğu tespit edilen bireyler ve bu bireylerin yetiştiricileri hemen her konuda el üstünde tutulup emniyette ve istihbaratta kayıtları tutulduğu –hatta daha önceleri pek çok sosyalist ülke rejimlerindeki uygulamalarda görüldüğü gibi sporcuların, bilim adamlarının hemen her konuda takibinin yapıldığı, korunduğu- halde bizde devletimizin üst kurumlarındaki yetkililer dahil olmak üzere sanattan bilime uzanan bu geniş yelpazedeki bireylerin varlığından kimler haberdardır? Ve haberdar olan kişi ve kurumlar bu çocuklarımıza ne tür destekler vermektedir?
SENDEN BANA GÜL (s.a.v.)
BAHRİ YAĞMUR
Anlayamadılar
Kırmızı bir gülün
Kızgın kumlarda bitişini..
Yapraklarından dökülen şebnemi,
Yanaklarından süzülen kanı,
Taşıyamadılar.
Cihanı sararken kokun,
Habeş’i,
Kisra’yı,
Roma’yı,
Yanı başındaki zambaklar koklayamadı
Eteğindeki gül-ü reyhânı…
On dört asır ötelerden gelir oysa kokun,
Görene
Ayın on dördü
Hilâldeki parmak izin.
Okuyana
En büyük mucizendir “Mushâf”.
Anlayana
Suskunluğun
En edibâne nasihat.
Gönül,
Ayrılığında
Demir taraklarla dişlenen pamuk yumağı.
Geçen her sâlise kanatır bakışların.
Gergef gergef hayalini işler
Rüyalar.
Ağıtlar sana
Şiirler sana
Var, yok hep sana.
Kızımın al yazmasında senin hayalin.
Ya benim
Ya benim!
Canlar canı,
Kanımda
İliğimde
Gözümün bebeğindedir hatıran
Gerisi hayâl…
Evet…Tence kardeşin Yusuf
Senden daha beyaz,
Ama sen en güzeli insanların,
Bal şerbetidir sözün,
Sözün bestelenmemiş şarkıdır
Senden uzak, muzdarip her ruha.