Kosovalı Türk öykü ve roman yazarı, siyasetçi,
Kosova
Türk Birliği Partisi’nin ilk genel başkanı. 21 Şubat 1955 tarihinde Kosova’nın
Prizren’e bağlı Mamuşa kasabasında doğan Reşit Hanadan 1958 yılında ailesiyle
birlikte Türkiye’ye göç etti. Beş yıllık ilkokulu Salihli’de okudu. 1969
yılında tekrar ailece Kosova’ya dönen Reşit Hanadan buradaki sekiz yıllık
okuldan mezun olduktan sonra eğitimine Prizren Lisesi’nde devam etti. Yüksek
öğrenimini Priştine Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde
tamamlayan ve bu arada Belgrat’taki Yugoslav Gazetecilik Enstitüsü’nde
gazetecilik eğitimi de alan yazar 1981 yılında Priştine’de yayınlanan “Tan”
Gazetesi’nde çalışmaya başladı. 1981-99 yılları arasında gazetecilik,
kültür-sanat-edebiyat sayfaları editörlüğü yaparken “Dağarcık” adlı köşesinde köşe yazıları da
kaleme alan yazara 1984 yılında Tan Gazetesi tarafından Yılın Gazetecisi
Ödülü’ne layık bulundu. Reşit Hanadan’ın 1998 yılında başlayan Kosova savaşı
esnasında muhabirlik yaptığı Türkiye’deki kimi gazete ve dergilerde haber ve
röportajları da yayınlandı. Savaşın ardından çalıştığı “Tan” Gazetesi’nin
kapatılması üzerine uzun bir süre ticaretle uğraştıktan sonra 2009 yılında Mamuşa
“Atatürk” Lisesi’nde Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başlayan yazar 2015
yılında Mamuşa Belediyesi tarafından Yılın Öğretmeni seçildi.
Yazarın şimdiye dek üçü öykü, yedisi de roman olmak üzere on kitabı yayınlandı. 1987
yılında “Tan” Yayınları arasında çıkan “Sel” adlı romanıyla dikkatleri üzerine
çeken yazar eserin o döneme kadar ülkede
Türkçe yayınlanmış ilk roman olması
hasebiyle Yugoslavya Başkanlık Divanı
tarafından emek madalyasıyla ödüllendirildi.
1992 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından
Yugoslavya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar yüzünden memur maaşlarında büyük
bir kısıntıya gidilmesi üzerine geçimini sağlamak amacıyla ticaretle uğraşmak
zorunda kaldığı 1992 yılında edebi yaratıcılıktan uzaklaşan yazar on yıl aradan
sonra 2002 yılında tekrar döndüğü edebi çalışmaları çerçevesinde Taş Yerinde Ağırdır
adlı üçlemesinin ilk iki cildini yazıp yayınladı. Bu arada ticaretle uğraşmak amacıyla tekrar ara verdiği
edebi çalışmalarına on yıllık ikinci bir ardan sonra, 2013 yılında yeniden dönen
Reşit Hanadan 2018 yılına kadar dört yeni romana daha imza attı.
Türkiye’de de bilinen, öykü, makale ve haberleriyle
değişik dergi ve gazetelerde yer alan Reşit Hanadan yaşamı ve yapıtlarıyla kimi
üniversitelerin edebiyat fakültelerinde Çağdaş Türk lehçeleri Edebiyatları dersleri
çerçevesinde okutulurken aynı zamanda lisansüstü çalışmalara, mastır ve doktora
tezlerine de konu edilmektedir. 1992 yılında Ankara’da düzlenen 1. Türk Dünyası
Yazarlar Kurultayı’nda Kosova’yı temsil eden Reşit Hanadan’a Türkiye ile Kosova’da
yayınlanmış şair ve yazar sözlüklerinde de Kosovalı bir Türk yazarı sıfatıyla
yer verilmiştir. Eğitim Bakanlığı’nın kararı üzere yaşamı ve yapıtlarıyla
Kosova’daki Türk liselerinde de okutulan yazarın kimi öyküleri Arnavutça ile
Sırpçaya da çevrilip, Kosova’da yayımlanmıştır.
1990 yılında çok partili sisteme geçilen
Yugoslavya’da kurulan Türk Demokratik Birliği partisinin kurucu meclisi ve ilk
yönetim kurulu üyeliğine seçilen Reşit Hanadan, 1999 yılındaki NATO
müdahalesiyle Yugoslavya’dan kopup ayrılmasının ardından 2008 yılında
bağımsızlığına kavuşan Kosova Cumhuriyeti’nde yaşayan Türklerin çok partili
siyasi yaşama katılabilmelerini sağlamak amacıyla 2010 yılında ikinci bir Türk
siyasi partisi olarak kurulmasına ön ayak olduğu Kosova Türk Birliği
Partisi’nin ilk genel başkanı sıfatıyla görevde bulunduğu beş yıl içerisinde
partiyi biri genel, diğeri de yerel olmak üzere iki kez seçime sokmuştur.
Ödülleri:
1. Yazgı, Tan Yayınları “Yılın Kitabı Ödülü”, 1983
2. Duygu Tutsağı, Tan Yayınları, “Süreyya Yusuf
Yazın Ödülü”, 1986
3. Sel, Yugoslavya Başkanlık Divanı “Emek Madalyası
Ödülü”, 1988
4.Yıldızlı Ev, Priştine Kent Meclisi “Kültür
Ödülü”, 1990
5.Taş Yerinde Ağırdır, Kosova Türk Sanatçılar
Derneği “Yılın Sanatçısı Ödülü”, 2003
6. Başka Olur Rumeli’nin Harmanı, Prizren Doğru Yol
Kültür-Sanat Derneği “Uluslararası
Süleyman Brina Balkanlar’da Türk Kültürüne Hizmet Ödülü”, 2004
7. Elveda Hüdavendigar Diyarı, Priştine
Üniversitesi Türkoloji Bölümü “Uluslararası Süreyya Yusuf Türk Kültürüne Hizmet Ödülü”, 2014
8. Rumeli’den Çıktık Yola, Kosova Türk Yazarlar
Derneği “Suzi Çelebi Edebiyat Ödülü”,
2016
9. Mehmet Çavuş Geliyor /Öykü/, Avrasya Yazarlar
Birliği “5. Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikaye Yarışması” Birincilik Ödülü,
Kastamonu-Türkiye, 2018
10. Mehmet Çavuş Geliyor / Öykü/, Avrasya Yazarlar
Birliği 5. Uluslar arası Kaşgarlı Mahmut Hikaye Yarışması Ödül Töreni,
TÜRKSOY “Cengiz Aytmatov Madalyası”,
Kastamonu, Türkiye, 2018
ESERLERİ:
Öykü:
Yazgı (1982), Duygu Tutsağı (1985), Yıldızlı Ev
(1987, 1989).
Roman:
Sel (1987), Taş
Yerinde Ağırdır (2002), Başka Olur
Rumeli’nin Harmanı (2003), Elveda Hüdavendigar Diyarı (2013), Rumeli’den Çıktık
Yola (2015), Rumeli Deryasında Boğdular Bizi (2017), Erken Çöker Karanlık
Rumeli’ye (2018),
Rumeli Dert Yumağı (1989).
KAYNAKÇA: Prof. Dr. İ. Güven Kaya: (Duygu Tutsağı” öykü kitabı önsözü, Tan
yayınları, 1985, Priştine), Prof. Dr. İrfan Morina (“Sel” romanına yazdığı
önsöz, “Tan” Yayınları, 1987, Priştine), Necati Zekeriya (“Tan” Gazetesi, 19.
03. 1988, Priştine), Agim Rifat Yeşeren / Sel” romanıyla ilgili görüşler, “Tan”
Gazetesi, 11. 06. 1988. Priştine), Doç. Dr. S. Dilek Yalçın Çelik / “Kosova’da
Çağdaş Türk Edebiyatı (1951-2008)”, Prizren Doğru Yol Kültür Güzel
Sanatlar Derneği Yayınları, 2008, Prizren- Kosova), Fahri
Kaya / Yugoslavya Türk Hikayesi Antolojisi (Üsküp, 1990), Şükran Kurdakul /
Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TDOE - TDE Ansiklopedisi 4
(2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Dr. Taner Güçlütürk /“Kosova’da Türk Edebi
Yaratıcılığı -1951-2001” başlıklı doktora
tezi, “BAL-TAM” Yayınları, 2011,
Prizren), Assoc. Prof. Dr. Salih Okumuş / “Kosova’da Türkçeyi Bayraklaştıran
Büyük Yazar: Reşit Hanedan”, başlıklı röportaj, “Kardeş Kalemler” Dergisi,
sayı: 102,103, Haziran-Temmuz 2015,
Ankara), Prof. Dr. Bilge Ercilasun / “Rumeli’den Çıktık Yola Adlı Roman
Hakkında Düşünceler”, “BAL-TAM” Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 25, Eylül
2016, Prizren), Yasin Yavuz / “Reşit Hanadan Ve Romancılığı”,
Araştırma-inceleme, Bengü
Yayınları, 2019, Ankara), Yıldıray Morina (Bilgi teyidi,
27.02.2020).
Reşit
Hanadan Kitapları İçin İletişim:
Yıldıray Morina
İnstagram: yildirray
Mail: Yazarın yaratıcılığı ve sanatı
hakkında ne dediler:
RUMELİ'DEN ÇIKTIK
YOLA ADLI ROMAN HAKKINDA
DÜŞÜNCELER
(Reşit Hanadan, Rumeli’den Çıktık Yola,
BAL-TAM. Prizren, 2015, 651
s.)
Bilge ERCİLASUN*
Son yıllarda tarihî roman veya tarih konulu
roman konusunda pek çok eser verildiği görülmektedir. Bu durum tarihin,
romancıların en çok ilgilendiği alanlardan biri olduğuna işaret eder. Türk
tarihinde savaşlar ve çarpışmalar az değildir. Zaferler, fetihler, başarılar
olduğu kadar bozgunlar ve kıyımlar da yaşanmıştır. Bu felaketlerin edebiyata
aksettiğini ve edebî eserlerde yeteri kadar işlendiğini söylemek mümkün değildir. Ama son yıllarda edebiyat alanında, bu görüşü
değiştirecek bir hareketlenme gözlenmektedir. Çeşitli konularda uzmanlaşmış
yazarlar, araştırıcılar, romancılar tarihte yaşananları merak ederek tarihî
konulara eğilmekte ve bu meseleleri işleyen romanlar meydana
getirmektedirler. Bu yazarlar romanlarında, bir edebi eserin gerektirdiği
kurgunun yanında gerçeklere de önem vermekte ve bir araştırıcı gibi inceleme
yapmaktadırlar. Türk tarihinin, özellikle yakın devirlerinde yaşanan pek çok
felaket, yıkım, kıyım, bu romanlarda yer almaktadır. Yazarların ve
araştırıcıların merak ettikleri konular arasında Balkanlar'ın ve Balkan
savaşlarının başta geldiği açıkça görülüyor. Türk milleti bir asır önce çok acı
bir olay yaşamış, vatan bildiği Rumeli topraklannı kısa bir süre içinde terk
etmek zorunda bırakılmıştır. Buna rağmen, bütün sıkıntılara ve baskılara
direnerek halâ o topraklarda hayatlarını sürdürmeye çalışanlar (sayıları az da
olsa) bulunmaktadır.
Romancı Reşit Hanadan
bunlardan biridir. Mamuşa doğumlu olan yazar, çocukluğunda bir süre Türkiye’de
bulunmakla birlikte hayatının büyük bir bölümünü Kosova’da geçirmiştir ve
geçirmektedir. Edebiyat çevrelerinde önce hikâyeleriyle tanınan yazar son
yıllarda kaleme aldığı hacimli romanlarla dikkati çekiyor. Bu romanlarında
Rumeli Türklerinin yaşadıkları, hâlen yaşamakta oldukları problemlere bir roman
kurgusu içinde ustaca değinmektedir. Bu yazımızda Reşit Hanadan'ın son romanı
olan Rumeli’den Çıktık Yola adlı eseri ele alınmıştır.
Roman üç bölümdür. Birinci
bölümde Amavutların isyanı sebebiyle Kosova’ya giden Padişahın seyahati ve o
tarihlerde meydana gelen çeşitli olaylar anlatılıyor. Meclis ve hükümet
tarafından, isyancıları yatıştırmak için, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahat
etmesine karar verilir. Bu bölümde geriye dönülür, Rumeli’de 93 Harbi'nden
sonraki durum, kaybedilen topraklar ve
yapılan göçler anlatılır. 5 Haziran'da Osmanlı Donanması İstanbul’dan hareket
eder. Padişah ihtişamlı bir
törenle İstanbul'dan uğurlanır. Rumeli’de karşılanması da çok coşkulu olur. Sultan Reşat önce
Priştine’ye gelir, 16 Haziran Cuma günü Kosova Ovası’nda toplanılır ve Cuma namazı kılınır. Çok kalabalıktır. Herkes
çok heyecanlı ve sevinçlidir. Gazeteler
bu seyahati uzun uzun anlatmışlardır. Buna Üçüncü Kosova Seferi adı verilmiştir. Padişah Rumeli’den
memnun ayrılır. Bu seyahat Padişah
ve çevresinde yanlış bir izlenim de uyandırmaya yol açmıştır. Sultan Reşat,
Rumeli’nin karışık olduğu, azınlık çetelerinin oradakiTürklere rahat vermediği gibi bilgilerin de
doğru olmadığını düşünmektedir.
Romanın ikinci bölümü,
Mamuşa’da yapılan askere uğurlama merasiminin anlatılmasıyla başlar. Bu bölümde
köylüler hakkında bilgi verilir, yaşayışları anlatılır. Tarlalann veriminden ve
alınan üründen bahsedilir. Köylülerle devletin ilişkilerinden, köydeki arazilere
konan vergilerden bahsedilir ve köylülerin bu konuda yaptıkları itirazlar
anlatılır.
29 Eylül 1911 tarihinde
İtalya Trablusgarb’a asker çıkartır ve bölgeyi işgal eder. Osmanlı zor dunımda
kalmıştır. İtalya saldırısını genişletir. Ege'deki adaları ele geçirir.
Çanakkale Boğazı’nı kontrol altında tutar. Bu durumda Boğazlardan Osmanlı
gemileri geçememektedir. Kosova’daki, Prizren'deki memurların, devlet
görevlilerinin maaşları ödenemez. Çünkü kara yolu, yani trenler, Bulgarların
kontrolündedir. Bir taraftan da Arnavut ayaklanmaları devam etmektedir. Balkanlar’daki
diğer milletler de için için kaynamaktadırlar.
Osmanlı Devleti'nin iç
siyaseti de iyi bir durumda değildir. Meclis karışmış ve feshedilmiştir. 18
Ocak 1912’de seçimler yapılır. İttihatçılarla İtilafçılar arasındaki uçurum
gittikçe büyümektedir. İttihatçılara duyulan tepkiler yüzünden bütün
ayrılıkçılar, işbirlikçiler, vatan ve millett düşmanları Hürriyet ve İtilaf
Partisi'nde toplanmaktadır. Seçimi İttihatçılar kazanır. Fakat muhalefet seçimlerde hile
yapıldığını ileri sürer.
İttihatçılar seçimleri
kazanmış, fakat çeşitli anlaşmazlık ve uyuşmazlıklar sonucu kısa bir süre
içinde peş peşe istifa etmişlerdir, ortalık boş kalmış, Hürriyet ve İtilaf
Partisi seçimi kazanmadığı halde idareyi ele geçirmiştir. Ahmet Muhtar Paşa
Sadrazam olur. Hürriyet ve İtilafçılardan bir kabine kurulur. İttihatçı avı
başlar. Bu arada Trablusgarp Savaşı ile Arnavut isyanları devam etmektedir.
Amavutlar Üsküp ü işgal ederler. Osmanlı hâlâ onlara karşı bir şey yapmamakta
ve olayları nasihatle çözeceğine inanmaktadır.
Üçüncü bölümün başında Sırp
Kralı Petar Karacorceviç'ten bahsedilir. Kralın geçmişi anlatılır, Sırpların tarihi
hakkında bilgi verilir. Osrnanlı’ya ilk isyan eden, böylece 1806 yılında Sırp
ayaklanmalarını başlatan Kara Yorgi'nin torunudur. Kralla Rus elçisi görüşürler
ve Balkan ittifakını konuşurlar. Aralarında yaptıkları antlaşmanın detayları,
planları hazırdır. Şimdi Osmanlı’ya saldırmak için uygun bir anı
beklemektedirler.
İstanbul iyice karışmıştır.
Siyasi partiler durmadan mitingler yaparlar. Herkes birbirini suçlar. Siyasi
partilerden başka üniversite gençleri de ayaklanmışlar, Karadağ sefaret
binasına yürümüşler ve tabelasını söküp yere atmışlardır. Karadağ bunu bahane
ederek ordusuyla İşkodra'ya yürür. 7 Ekim'de nota vermiş, 8 Ekim’de ordularını
harekete geçirmiştir. İki cephede birden savaşmanın zorluğunu düşünen
Osmanlılar İtalyanlarla Uşi Antlaşmasını yaparlar. Balkan devletleri harekete
geçmek için tetikte beklemektedirler. Amavutlar epey müzakereden sonra Osmanlı
Devleti safında yer almaya karar vermişlerdir.
Balkan Savaşı başlamıştır.
Cepheye giden askerlerin yollardaki perişan hali anlatılır. Durmadan yağmur
yağar, ilerleyemezler. Cephaneler taşınamaz. Askerin morali bozuktur,
içlerindeki Bulgar, Arnavut asıllılar sevinirler. Firarlar çoktur. Durumu gören
Selim Onbaşı'nın canı sıkılır. Düşman hem sayıca çoktur, hem mühimmatça
üstündür. Sırplar Priştine’ye girmişlerdir. Priştine Mutasarrfı Malik Efendi
esir düşer. Osmanlı kuvvetleri on gün içinde Balkan Birliği karşısında
yenilmiştir. 24 Ekim 1912 tarihinde Ahmet Muhtar Paşa Sadrazamlıktan istifa
eder. Kimse sadrazamlık görevini kabul etmek istemez. Padişah birini bulmak
için epey uğraşır. Nihayet Kâmil Paşa 79 yaşında dördüncü defa sadrazam olur.
29 Ekim’de yeni bir kabine kurar. Ama savaşta durum değişmemiş, Türk ordusu
büyük bir yenilgiye uğramıştır. Bunun neticesi olarak da Rumeli Türkleri
yerlerini yurtlarını terk ederek yollara düşmüşlerdir. Tarihteki en büyük kıyım
yaşanmaktadır. Türk göçmenlerin pek çoğu Sırp, Yunan, Bulgar çetecilerinin
eline düşer, korkunç bir şekilde can verirler.
Karakterler:
Eserde olayların ön planda
geldiğini, karakterlerin olayları açıklayıcı nitelikte olduklarını
söyleyebiliriz. Yazar olayların gerçek, karakterlerin kurgu olduğunu
belirtmektedir. Olayları anlatmak ve daha belirgin hâle koymak için şahıslara
yer verildiği anlaşılmaktadır. Eserde kalabalık bir şahıs kadrosu görünmekle
beraber olayların belli başlı birkaç kişi üzerinde yoğunlaştınldığı söylenebilir.
Bunlar arasında Mutasarrıf Cemil Efendi, Zaptiye Serdar, Osman Ağa, Kasap
Rüstem ilk akla gelenlerdir.
Romanın başında Cemil Efendi
ile Zaptiye Amiri Serdarın aileleri tanıtılır. Cemil Efendi’nin Yemen’den
Rumeli’ye tayin edildiği ve Prizren Mutasarrıfı olduğu belirtilir. Aileler,
hanımlar, Rumeli’ye geldikleri için çok mutludurlar. Havasını, suyunu,
tabiatını öve öve bitiremezler. Hepsinin sağlığı yerine gelmiş, birtakım
sıkıntıları ortadan kalkmıştır. Yanakları pembeleşmiş ve sağlıklı
bir görünüm kazanmışlardır. Fakat ne yazık ki bu mutluluk uzun sürmeyecektir. Hepsini bekleyen büyük
bir trajedi vardır.
Dikkatli bakınca Serdar’la
Cemil Efendi’nin silik ve pasif oldukları görülebilir. Onlann bu görünüşleriyle
devleti sembolize ettikleri düşünülebilir. Olaylar karşısında âciz davranışları,
olaylara müdahale edememeleri, tehlikeleri önceden hissedememeleri, onları her
durumda etkisiz bir hale getirmektedir. Bu elleri kolları bağlı ve uyuşmuş gibi
görünen halleriyle, Osmanlı Devleti’nin bozulmuş kurumlanın tabii bir uzantısı
görünümünden uzaklaşamazlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yürekli olursa
olsunlar, daima olaylann seyircisi konumundadırlar. Bu durum, onların
arkalarında güçlü bir devlet olmamasının (hatta bir devlet olmamasının) tabii
bir neticesidir.
Eserdeki karakterlerden biri
de Arnavut asıllı Kasap Rüstem'dir. Kasap Rüstem, hikâyenin baş ve orta
kısımlarında, oldukça canlı ve renkli bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır.
Romanın büyük bir bölümünde onun üzerinde yoğunlaşıldığı, mesajların ve
olaylann onun vasıtasıyla verildiği görünmektedir. Arnavut isyanlarının ateşli
bir taraftarı olan Kasap Rüstem, gelişen ve gelişmekte olan bütün olaylan takip
eder, iç ve dış siyasetteki bütün haberler, yorumlarıyla birlikte, Rüstem
tarafından verilir. Romanın baş kısmında aktif olan Kasap Rüstem, Sırpların
Prizren'e girmesiyle birdenbire sahneden çekilir.
Yazar vatan kaybetmenin ne
olduğunu göstermek için toprakları işgale uğrayan ve göç etmek zorunda kalan
bazı şahsiyetlerden bahsetmiştir. Bunlar Batum'dan göç eden Çerkez Ali,
Sırbistan'ın Vıranye şehrinden gelen Harun Ağa ve Bosna'yı terk eden Hüsrev
Efendi’dir. Prizren Sırpların eline geçince üçü de tekrar yer değiştirmek
istememiş, Prizren Kalesi'ne giderek Sırplarla oradan savaşmayı tercih
etmişler, sonra da kaleden atlayarak hayatlarına son vermişlerdir, ilginç
olanı, Sırp asıllı Mihaylo Usta’nın da onlarla birlikte hareket etmesidir.
Eserdeki bir başka karakter
Osman Ağa’dır. Mamuşa köyünün muhtarı olan Osman Ağa, çevresinde sevilen ve
sayılan, itibar gören, sözü dinlenilen bir insandır. Büyük oğlu Sinan Yemen’de
askerliğini yapmaktadır. Ortanca oğlu Selim, onbaşı rütbesiyle Balkan Savaşına katılmış,
bozgunu yaşamış ve güçlükle köyüne dönmeye çalışmaktadır. Küçük oğlu Süleyman,
Osmanlı’nın yanında yer almaya karar veren Arnavut İşkodralı Haydar’la birlikte
Balkan Savaşı’na gitmiş, Haydar ve yanındakiler hayatlarını kaybetmelerine
rağmen, o sağ olarak köyüne dönebilmiştir.
Bir başka nokta Mamuşa
köyünün muhtarı Osman Aga’nın azınlıklarla olan münasebetleridir. Osman Ağa’nın,
komşu köyden Sırp Yanko ve Arnavut Derviş Ağa ile olan yakın arkadaşlıkları,
romanda dikkati çekiyor. Vuku bulan isyanların, ayaklanmaların ve savaşların
onların dostluklarını bozmadığı görülmektedir. Onlar yıllarca tarlalarını
beraber yan yana sürmüşler, dostluk ve ahbaplık etmişlerdir. Hepsi olanlara
üzülürler. Ama kimsenin elinden bir şey gelmez. Her şey değişmiştir,
değişecektir ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Türklerin aleyhine
olan bu değişme karşısında koskoca Osmanlı Devleti âciz ve çaresiz, elleri
böğründe kalmıştır. Tabiatıyla vatandaşları da bundan olumsuz bir şekilde
etkileneceklerdir.
Romanın sonunda Sırp
askerlerinin ve subaylarının davranışları, onların çetecilerle yaptıktarı
işbirliği gazeteciler vasıtasıyla tenkit edilmektedir. Gazeteciler bütün bu
olayları ve yapılan vahşeti, gazetelerine bildireceklerini söylerler,
gazetelerinde yazacaklarını belirtirler. Ama Sırp komutanlar buna aldırmazlar
ve yine bildiklerini okurlar, aynı yanlışları yapmaya, cinayetleri işlemeye
devam ederler.
Olaylar:
Romanın başında Arnavut
isyanları merkez olarak alınmıştır. Olayların tarihleri, seyri, isyancı
liderlerin kendi aralarında anlaşamamaları, ihtilafları, fikir ayrılıkları uzun
uzun anlatılır. Bu durum, eserin ortalarına kadar devam eder, sonra değişir.
Konu, Osmanlı Devleti ’nin siyasetindeki karışıklık ve Balkan Savaşı olur. Bu
arada Balkan devletlerinin planları ve ittifakları da eserde aynntılı olarak
yer alır.
Romanda devrin bütün olaylarına
yer verilmekte ve bütün problemleri
tartışılmaktadır. Bunların bazıları şöyle sıralanabilir: Arnavutların isyanı, rahatsızlığı, diğer Balkanlı
milletlerin Osmanlıya savaş hazırlıktarı
içinde olmaları ve aralarında Balkan Birliği antlaşması yapmaları, Sırbistan ve Rusya’nın tahrikleri,
tabiatın güzelliği, toprakların
verimliliği, hasadın bolluğu, köylü ile devletin münasebeti ve köylüye konan vergiler, 93 Harbi ve toprak
kayıpları, askerlik ve askere
uğurlama. Yemen, Osmanlı’nın iç siyaseti ve karışıklığı, siyası partilerin durumu ve mücadelesi, İtalyanlar
ve Trablusgarp Savaşı, Arnavut
Hasan Tahsin Paşa tarafından Selanik’in
Ynnan’a teslim edilmesi...
Bu arada bazı küçük olaylar
da bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Sultan Reşad’a yapılması düşünülen
suikasttır. Suikastın planı, ayrıntılı olarak gizlice hazırlanmaktadır. Sırp ve
Rus ileri gelenleri de işin içindedirler. Suikastın, Kosova Ovası’nda
gerçekleştirilmesi düşünülmüştür. Yapacak olan kişi, Arnavut kıyafeti giymiş
Snplı bir gençtir. (Padişahın canına kast eden adamın Arnavut olduğunun
zannedilmesi, böylece Osmanlılarla Arnavutların aralarının daha çok açılması
planlanmıştır) İleri derecede veremdir ve ölmek üzeredir. Suikast, Sırp Okulu
Müdiresi Vera’nın haber vermesiyle son anda engellenir. Fakat suikastı asıl
planlayanlar yakalanamaz. Kimlikleri belirlenememiş ve kaçmışlardır. Bu arada,
yakından takip edildiklerini, birkaç kere kıstırıldıklarını öğreniriz; fakat
Serdar ve ekibi her seferinde ellerinden kaçırırlar ve yakalayamazlar (Bu da
Osmanlı'yı temsil eden karakterlerin basiretsizliğini gösteren bir başka
kanıttır).
Burada suikast planının
içinde yer alan bir karakterden, Milena’dan bahsetmek lazımdır. Milena,
meyhanelerde şarkı söyleyen bir bar kadınıdır. Romanda çok canlı ve yırtık bir
tip olarak görülüyor. Erkeklere düşkün olan Milena'nın, bütün bu kötü
özelliklerinin yanında, vatanına aşırı derecede bağlı olması dikkati çekiyor.
Hikâyede Milena'nın baskın karakteri de vurgulanmaktadır. Emniyet görevlilerinin
onları birkaç kere kaçırmaları, pusu kurduktarı halde yakalayamamaları,
Milena'nın işlek zekâsı ve mahareti sayesindedir. Son olarak suikast olayının
roman kurgusuna zenginlik kattığını, hikâyeye polisiye bir görünüm
kazandırdığını, gerilimi arttırdığını da burada belirtmek lazımdır.
Tabiat:
Eserde dikkati çeken bir
başka husus, tabiat tasvirlerinin bolluğudur. Mekânın güzelliği, ürünün bolluğu
anlatılır. Rumeli'nin zengin tabiatı çeşitli vesilelerle tasvir edilir.
Bunlardan biri Mutasarrıf Cemil Efendi’nin bakışıyla verilmektedir.
“Şu güzelliğe, şu insanın gönlünü
ferahlatan manzaraya baksana hanım, dedi. Berrak bir gökyüzü, yemyeşil dağların
karlı tepeleri ardından doğan güneş... Dağların yamacındaki tepeye kurulmuş,
bayrağımızın dalgalandığı binlerce yıllık şu kaleye bak hele...
Evlerinin karşısındaki manzara
gerçekten de büyüleyici ve görülmeye değerdi. Safiye Hanım, kocasının gösterdiği tepeleri karlı,
başı dumanlı dağa baktı. Şehre doğru alçalan yamaçlarından birinin üzerine
kocaman bir kale yerleştirilmişti. Kalenin sağ tarafında koyu yeşil, mavi, mor
renkler arasında kaybolup giden derince bir boğazın bitimindeki karlı tepeler
sanki gökyüzüne değecekmiş gibi yükseliyordu. Şar Dağları’nın bağrından
kaynayıp aşağılara doğru çağlaya çağlaya akıp giden Akdere 'nin şırıltısı
evlerinin avlusuna dek duyuluyordu. Eşi benzeri bulunmaz, masallardaki
diyarları andırıyordu sanki karşısındaki güzellikler. " (s. 35).
"Arada bir bahçedeki
çiçeklere, meyve ağaçlarında olgunlaşmaya başlamış meyvelere bakıp duruyor,
avludaki su yolundan akıp giden suyun çıkardığı şırıltıyı dinlerken epey yoğun
geçen günün yorgunluğunu gidermeye çalışıyordu." (s. 95).
İstanbul'dan gelen Dahiliye
Nazırı da Rumeli’nin tabiatına hayran olanlardan biridir. Ünlü Şar Dağı’nı ve
bu dağ için yakılan türküleri duymuştur. Gezerken etrafı seyreder ve gördüğü
manzara karşısında büyülenir. Onun duygulan eserde şöyle anlatılır:
"Demek ki methini
duyduğumuz, türkülerini söylediğimiz Şar Dağları, şehrin sırtını yasladığı
dağın tepesindeki kale buymuş ha? diye sordu. ” (s. 306).
“Dere kıyısını takip ederek Taş
Köprü'ye geldiklerinde burada durup arabalardan inerek yollarına yaya olarak devam
ettiler. Nazır bakışlarını tekrar tüm heybetiyle karşısında yükselen dağlara
çevirdi. İlkbaharın tüm çekiciliği ve güzelliği ile yansıdığı güzel bir gündü.
Mor, mavi, yeşil renk cümbüşü içerisindeki ulu dağların bağrında kocaman bir
yar gibi uzayıp giden boğaza bakıp dururken bu güzelliği seyre doyamadı. Seyrederken
bazı sorular soruyor, Mutasarrıf da kendisine Efendim en üstteki tepeler Şar
Dağları'nın tepeleri, tepelerin öbür tarafındaki eteklerinde de güze! Köyler,
kasabalar, şehirler vardır, deyip sorularla ilgili açıklamalarda bulunuyordu.
“Şar Dağı’ndan kalkan kazlar, ak
topuklu beyaz kızlar... türküsünde adı geçen meşhur Şar Dağları demek ki bu
dağlar, ha? diye boyuna sorup duruyordu Dahiliye Nazın." (s. 307).
Eserdeki tabiat tasvirleri
yukarıya alınanlardan ibaret değildir. Pek çok yerde farklı karakterlerin
bakışıyla tabiatın güzelliği verilmiş, Rumeli tabiatının orijinalliği ve zenginliği,
estetik bir bakışla ve şairane bir üslupla anlatılmıştır. Yeşilin renk renk
olduğu, yeşilden başka sarı, mavi, mor renklerin de bulunduğu, binbir
çeşitlilikle süslenen bir tabiat, renklerin ışıltısı ve canlılığı, mümbit bir
arazi, verimli tarlalar, eserde uzun uzun tasvir edilmektedir.
Tabiatın bir
başka görüntüsü, insan tarafından ekilen, işlenen tarlalarda ortaya çıkar. Romanda tarlalar da ayrıntılı olarak tasvir edilen
yerlerden biridir. Osman Ağa'nın toprağı nasıl işlediği, toplanan ekinlerin
şiddetli yağmurdan nasıl korunduğu, tarlaların verimliliği, ürünlerin bolluğu
anlatılır, buğdayın ne kadar değerli olduğu belirtilir. Aşağıdaki alıntıda,
tarlanın veriminden ve ürünün bolluğunun bahsedilirken, toprağını zevkle ve istekle
işleyen Osman Ağa’nın mutluluğu da yansıtılmaktadır.
“Osman Ağa yüzünde damla damla
birikmiş terleri sildi sağ
elinin tersiyle. Sonra da başını gökyüzüne kaldırarak güneşe
baktı. Tepesine kızgın bir saç gibi inen güneşin ışıklarından
gözleri kamaşmıştı. Etrafı, sallanan orakların kesip biçtiği altın sarısı
kurumuş ekin saplarının hışırtıları kaplamıştı. Biçilmiş buğday tarlalarından
genizleri yakan, ince, sert
bir koku yayılmıştı ortalığa. Biçilen tarlalardaki ekin saplarının kökleri arasında
börtü böcekler, yılan ve çıyanlar
bir anda ortalığa çıkmanın verdiği ürkeklik içerisinde oraya buraya kaçışıp
duruyorlardı. Ekinler biçildikçe toprakta
kalan kökleri arasından aylardır saklı kalmış bin birçeşit, rengârenk çiçekler,
otlar çıkıyordu meydana. Ekin demetleri taşınır taşınmaz çobanlar tarafından bu
taraflara yayılan sığırlar, koyunlar biçilen buğday
saplarının kökleri basında
ortaya çıkan bu taze nimetlerin şaşkınlığı içerisinde keyifle
otluyorlardı.
Osman Ağa bu hengâmeyi büyük bir
haz duyarak bir süre seyredip durdu. Kaç aylık uğraştan, ekin biçmeden,
harmanda l dövüp savurmadan sonra sarı altın diye adlandırılan buğdaya sahip olacaklardı. Buğday demek ekmek, hayat demekti
burada yaşayan insanların nazarında. Buğday, bir de süt, et için
yetiştirilen hayvan demek, servet demekti. Köylüler bu gerçeği buğdayla koyun
gerisi oyun, sözleriyle dile getirirlerdi. En zengin, en hatırlı adam buğdayı, dolayısıyla da ekmeği, sürüsü
olan adamdı bu civarlarda." (s. 266-267).
Tarihi ve Siyasi Konular:
Romanda, Osmanlı’nın
gerilemesi ve çöküşü ile ilgili pek çok mesele ortaya konuyor ve tartışılıyor.
Bir iki küçük olay, devletin ne durumda olduğunu, kurumların ve kanunların
nasıl laçkalaştığını ortaya koymaktadır. Bunlardan biri Padişaha hediyelerini
götürmek isteyen Osman Ağa’ya takınılan tutumdur:
Sultan Reşat’ın Rumeli
seyahati kesinleşince halka duyurulur. Buna çok sevinen Osman Ağa karısına ve
gelinine Padişaha verilmek üzere nakışlı çoraplar ördürür. Sonra bunları bir
bohçaya koyarak Padişaha vermek ister. Fakat kapıdaki görevli onu içeri
bırakmaz. Sebep de Osman Ağa'nın Türk olmasıdır. Görevli ona Padişahın buraya
Türkler için değil azınlıklar için geldiğini, onların dertlerini dinlemek için
burada bulunduğunu söyler. Bunun için Osman Ağa yerine Yanko’yu, Derviş Ağa’yı
içeri alır.
İkinci olay Yanko ile
ilgilidir. Zaptiye Hasan ile Levazımcı Gafur Ağa ordunun silahlarını gizlice Amavutlara
satmakta ve bundan çok para kazanmaktadırlar. Bu işi Kasap Rüstem vasıtasıyla
yaparlar. Silahlar Kasap Rüstem'in çiftliğine götürülüp oradan Arnavut isyancılara
ulaştırılmaktadır. Bu iş çok gizli ve geceleri yapılmaktadır. Yanko bir
defasında bunu görür ve görevlilere haber verir. Önce Mutasarrıfa söyler. Cemil
Efendi ve Serdar hep birlikte Kadı'ya giderler. Fakat Kadı Hayrullah Efendi,
Yanko’nun söylediği şeyi kabul edip işleme koymaz. Çünkü Yanko gayrimüslim
olduğu için şahitliği yarım sayılmaktadır (yani Yanko'nun şahitliğinin kabul
edilebilmesi için bir kişinin daha görmesi ve aynı beyanda bulunması gerekmektedir).
Eserde yukarıda özetlenen
olayların benzerlerine rastlamak mümkündür.
Romanda, bu olayların sadece anlatılmakla kalmadığı, tartışmasının da yapıldığı
görülmektedir. Bu eleştirilerden biri Osman Ağa vasıtasıyla yapılmıştır.
Olayları yorumlayan Osman Ağa, devletin çarkının iyice bozulduğuna, Osmanlı'nın laçkalaştığına hüküm vermekten
başka bir şey düşünemez.
Üzerinde en çok ve ayrıntılı
olarak durulan konular, yapılan savaşlar ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu
sıkıntılı durumdur. Osmanlı Devleti
sallantıdadır, her bakımdan çöküşe geçtiği görülmektedir. Devlet büyük toprak kayıplarını yaşamakta,
aynı zamanda bütün kurumları ve
insanlarının da bozulmuş bir halde olduğu görülmektedir. Romanda Osmanlı’nın gerileme sebepleri
sayılır. Bunlardan en önemli bilimde geri kalması ve çağı
takip edememesidir. Aslında Osmanlının bilimde ve teknikte gerilemesi çok
önceden başlamıştır. Daha 16’ncı asrın sonlarında ilmin dinî esaslara
aykırı olduğu düşünülmüş ve Tophane'de kurulmuş olan rasathane hiç acımadan ve
düşünmeden denizden topa tutularak yıkılmıştır. Bundan sonra yüzyıllar bu
anlayışla devam etmiş, bir türlü akıllar başa gelmemiştir. Okuma yazma
oranı çok düşüktür. Bu durum, romanda
şöyle anlatılıyor.
''Bilimde, teknikle Avrupa’dan,
Amerika'dan çok gerideydi Osmanlı. Bir zamanlar Tophane sırtlarında kurulan rasathanenin
başına gelenler aklıma gelince içi sızladı Sadrazam Hakkı Paşa’nın.
Müneccimbaşı Takiyiiddin ‘in 1575 yılında Tophane sırtlarında kurduğu rasathane
dahi kuruluşundan beş yıl sonra Şeyhülislam Kadızade’nin bağnazlığın bir
ifadesi sayılabilecek Allah 'ın işine karışılıyor... yolundaki fetvası ve
Padişah 111. Murat 'ın onayıyla denizden topa tutularak yerle bir edilmişti. O
tarihten bu yana bilimde teknikte yerlerinde saymışlardı. Yıllar sonra akılları
başlarına gelmişti ama artık iş işten çoktan geçmişli. Yıllar önce Tanzimat
Fermanı’yla yapılan reformlar bile Avrupa ile aradaki farkı azaltmaya
yetmemişti. Halkının ancak çok az bir kısmı okur yazardı. Tebaasının büyük bir
kısmı okuma yazmayı dahi bilmezken onlarla nasıl mücadele edecekler, oyunlarını
nasıl bozacaklardı?" (s. 18).
Romanda devrin tarihi ile
ilgili geniş ve ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler yalnızca
Balkanlarla sınırlı değildir. Trablusgarp Savaşı ve İtalyanlar hakkında da
romanda oldukça geniş bilgiler verilmiş ve açıklamalarda bulunulmuştur.
Trablusgarp Savaşı anlatılmış,Italyan ordusuna ve donanmasına karşı yenilme
sebeplerimiz sayılmış ve eksiklerimiz belirtilmiştir.
"Osmanlı ile İtalya
arasındaki savaş sadece Trablusgarp 'la kalmayıp çatışmalar yavaş yavaş Ege,
Adriyatik ile Kızıl Deniz’i de kapsayan çok geniş bir alana yayılmıştı. Her bakımdan üstün olan
Italyanlara karşı koymaya çalışan Osmanlı ’ya Kaildeniz çevresindeki Şeyh Said
adında bir Arap şeyhi de isyan edip İtalyanlara destek verince Osmanlı her geçen gün elindeki önemli bölgeleri birer birer kaybetmeye başlamış,
dolayısıyla da 30 Eyliil'de Trablus, 18 Ekim‘de Derne. 20 Ekim de de Bingazi
şehirleri İtalyanların eline geçmişti. Bu arada kısa bir süre içerisinde
Osmanlı tekrar toparlanıp kendine sadık kimi Arap kabileleriyle birlikte Trablusgarp'ı/
geri almak için İlalyanlara karşı
saldırıya geçince İtalyanlar bunun acısını Akdeniz 'de bulunan birkaç Osmanlı gemisini
batırmakla, Ege Denizi’nde Osmanlı'ya ait on iki adaya asker çıkarıp buralarını
işgal etmekle, Osmanlı'ya sadık on binlerce Arap sivili esir alıp binlercesini
de katletmekle çıkarmaya çalıştı." (s. 293).
Romanda üzerinde durulan
meselelerden biri de ihanettir. İhanet, sık sık karşılaşılan ve önlenemeyen en
acı ve çirkin durumlardan biridir. Arnavut isyanlarında kullanılan silahların
orduya ait olduğu tespit edilmiştir. Osmanlı ordusunun içinden bazı insanlar,
isyancılara silah ve mühimmat satmakta ve bir sürü paralar kazanmaktadırlar. Bu
konu, Cemil Efendi tarafından dile getirilmiştir.
"Mutasarrıfın söyledikleri
doğruydu. Yetkililer ne kadar uğraşıp dursalar, birileri, orduya ait oldukları
şüphe götürmeyen silahlan asilere satıp duruyordu. Ortada korkunç paralar ve
ihanet dönüyordu." (s. 319).
“Son zamanlarda isyanları
bastırmak için gelen askerin arasında bile asilere sempati duyan, hatta onların
saflarına katılmaktan çekinmeyen asker ve zabitler olduğu söyleniyordu.
Bunlann çoğu Arnavut asıllı olsa bile, aralarında askerlik şereflerini beş
paralık yapma pahasına, bunu para uğruna veya sırf İttihat ve Terakki Fırkası’na
duydukları kin ve nefret yüzünden, hükümeti zor duruma düşürmek için yapan öz
be öz Türk evlatlarının da bulunduğundan şüphesi yoktu." (s. 320).
Zaptiye Hasan ile Levazımcı
Gafur Ağa Kasap Rüstem vasıtasıyla Arnavut isyancılara silah satarlar. Onlardan
çok para alırlar. Bir gece birlikte yanlarındaki altınlarla kaçarlar. Bu arada
Hasan’ın Arap, Gafur'un da Kürt olduğu belirtilir ve Türk’e olan öfkeleri dile
getirilir. Fırsat bulunca onlar da ihanetten geri durmamışlardır.
Devletin içinde bulunduğu
durumun hiç iç açıcı olmadığı, romanda sık sık belirtilir. Osmanlı’nın kötü
hali Mutasarrıf Cemil Efendi tarafından ayrıntılı olarak dile getirilir. Cemil
Efendi devletin içinde bulunduğu bu kötü durumun, yönetimin daima yabancıların
elinde olmasından kaynaklandığını düşünmektedir. Artık idareyi devletin asıl
sahipleri olan Türklere vermek lazım geldiğine inanır. İttihatçılar bu hakikati
görmekte ve buna dair önlem almaya çalışmaktadırlar. Cemil Efendi,
İttihatçılara yapılan düşmanlığın da bu yüzden arttığını ve artmakta olduğunu
belirtir:
"Ona göre (Mutasarrıfa
göre), vatanı asıl sahiplerine teslim etmek gerekiyordu. Teslim edilmesi
gerekenlerse her nedense şimdiye dek aşağılanıp kakılan, yönetimden uzaklaştırılan
Türklerdi. Sadece askerlik yaptırılıp Hicaz 'a, Fizan ‘a. Yemen 'e, Kafkasya 'ya gönderilen Tiirklerin artık devletin asıl sahibi
olduklarının kabul edilmesi, dolayısıyla da devletin idaresinin de ellerine verilmesi
gerekirdi. İttihatçıların yapmak istedikleri de işte buydu. Bu gerçeğin
farkına varıp kendileri için tehlike çanlarının çaldığını gören azınlıklar,
gayrimüslimler. büyük güçler çeşitli bahanelerle bunun önüne geçmeye
çalışıyorlardı. Bu yüzden bu bir ölüm kalım savaşıydı ve seçimlerde de hile
dahil kazanabilmek için her şeyi yapmak mubahtı. Şimdiye kadar uygulanagelen
ümmet siyasetinden millet siyasetine dönmek artık şart olmuştu. Güya ümmeti
Muhammed olan Arap, Kürt. Arnavut ve başka Müslüman kavimler, Osmanlı'nın
şefkatli kollarında kalmak gibi kutsal bir kuralı bozup isyan ederek askerimize
kurşun sıkarsa ihanetlerinin bedeline katlanmalıydılar. Bunun başka yolu
yordamı yoklu. Aksi takdirde ne dinimiz, ne devletimiz, ne de dilimiz
kalacaktı. Bu yüzden, devletin asıl efendisi, kurulduğu ilk günlerinde olduğu
gibi Tiirkler olmalıydı. " (s. 343-344).
Mutasarrıf Padişahın ve
hanedanın da devlete ve halkına sahip çıkmadığını söyler. Bunun sebeplerini
sayar. Padişahlar Türk olmayan kadınlarla evlene evlene artık onların da ya
kanları bozulmuş ya da karılarına uyup entrikalara alet olmaktan başka bir iş
yapamaz olmuşlardır.
“Ne desem ki Serdar Bey oğlum... Galiba son zamanlarda onların da kendi
tahtlarından başka düşündükleri bir şey yok gibi. Kanları mı bozulmuş ne?
Birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşguller. Baksana son üç padişahımıza. Üçü de
kardeş ama, başka başka analardan. Anaları da Türk kızları değil. Ya Gürcü, ya
Abaza, ya Arnavut ya da Çerkez. Dördüncü kardeş Vahdettin Efendi 'nin anası da
ona keza... Bunlardan öncekilerin analarıysa ya Hristiyan veya Yahudi dönmeleriydi.
Alman Protestan Papaz Solomon ’un Türkler dünyaya, karıları da onlara hükmeder,
yolundaki sözleri boşuna söylenmemiş. Kimi padişahlarımızın karılarına uyup
türlü entrikalara alet olduklarını tarih kitapları bile yazıyor. Böyle olunca
da..." (s.
344).
Cemil Efendi yöneticileri
tenkit etmeye devam eder. Bir kere önce halkın dilinden ayrıldıklarını, halkın
anlamadığı bir dilde konuşup durduklarını söyler. Çoktandır yönetimin zaten
Türklerin değil Türk olmayanların elinde bulunduğunu tekrar eder. Türkler ise
Türk olduklarını bile söyleyemeyip sadece Osmanlı olduklarını
belirtmektedirler.
“Kendi milletinden uzaklaşıp
yabancıya hayranlık duyarlar. Millet Arapça, Farsça konuşan başındaki adamı
anlayamaz. Sadrazamların, vezirlerin, nazırların bir çoğu Türk olmamaları bir
yana, Müslüman kökenli dahi değiller; kuruluşundan beri Osmanlı ’nın başına
geçen aşağı yukarı iki yüz küsur sadrazamdan çoğu, yüz elliden fazlası
Hristiyan veya Yahudi dönmesi... Türk olanların yüksek devlet ve
eğitim kurumlanna alınmadığı tuhaf
bir sistem anlayacağın... Çocukları Arabistan çölleriyle Kafkasya 'nın
karlarında ölüp giden zavallı halkımız, yani bu devletin kurucu unsuru Türkler
zamanla kendilerine Türk demekten çekinir oldular. Başkaları göğüslerini gere
gere Arap, Rum, Gürcü, Yahudi, Sırp, Bulgar, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Ermeni
olduklarını söylerlerken biz hep kendimize Osmanlıyız deyip Türklüğümüzü
belirtmekten korkar olmuştuk. Gayrimüslim veya Türk olmayan Müslüman mebusların
Meclis-i Mebusan’daki tartışmalarında ortaya attıkları akıl almaz görüşlerine
bakılırsa bunun bundan böyle de devam etmeyeceğini söylemek yanlış olur.
" (s. 344-345).
Bu arada ekonomiye de değinilir
ve Osmanlı ekonomisinin çok kötü bir durumda olduğu belirtilir. Devletin dış
borcu çoktur. Bu dış borç kendi kendimizi idare edemez bir hâle, dışarıya
bağımlı hâle getirmektedir. Mutasarrıf bunu bir örnekle anlatıyor. İsyanları
bastırmak için nasıl yabancı devletlerden yardım istediğimizi ve bunun hazin
sonuçlannı da şöyle anlatıyor:
“Üstelik Avrupa devletlerine
gırtlağa kadar borca da batmışız. İşimiz zor Serdar Bey oğlum. Bir zamanlar
yabancı ülkeleri, kralları, prensleri koruması altına alan, darda kalanlara
şefkatli kucağını açan Osmanlı, Girit’teki Yunan isyanını bastırmak için Mısır
Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa nın yardımına muhtaç oldu. Girit isyanını
bastırmak karşılığında kendisinden oğlu için Halep ve Şam valiliklerini talep
eden Mısır Valisi ’nin isteğini reddedince de vali kuvvetlerinin Anadolu 'nun
içlerine kadar ilerlemesi karşısında bu kez Osmanlı Rusya’dan imdat istedi. Mısır Valisi,
Rus gemileri ancak İstanbul önlerinde demirleyince yapılan barışla geri çekilmeye
ikna edilebildi. Lâkin bu sefer İstanbul’da yuvalanmaya çalışan Ruslara karşı
ingilizlerden yardım talep edildi. ” (S. 346)
Cemil Efendi Türk halkına da
tenkitlerini yöneltiyor. Herkes çalışırken
bizim insanlarımız kahvehanelerde vakit öldürmektedirler. Miskin olmuşlardır.
Topraklarına sahip çıkmamaktadırlar. Bu durumlardan kurtulmak için milletin
uyanması lazımdır. Mutasarrıf kendi oğlunu da bu arada tenkit eder ve bir
gayrimüslim kızın peşinde avare avare dolaştığını söyler. Bizimkilerin bir
Kasap Rüstem kadar olamadıklarını düşünmektedir. Kasap Rüstem’e, Meyhaneci
Corce’ye, kendi milletlerini sahiplendikleri için saygı duyar. Ona göre bizi
ancak bir mucize kurtarabilir. Yoksa halimiz hiç de iç açıcı değildir.
"Allah sonumuzu hayırlı getire,
diye yanıt verdi Mutasarrıf. Hiç de iyi şeyler olacağa benzemiyor ya, biz
elimizden gelen çabayı esirgemeyelim. Bakarsın belki de bir mucize oluverir de
nice şehidin kanıyla sulanmış bu topraklar, üzerinde yaşayan aziz ama bağrı yanık milletimizin
bahtı ak olur. Lâkin halkı, milleti de onulmaz bir uyuşukluğa itip miskin
eylediler bu idareciler. Baksana sabah akşam kahvehanede vakit
geçirip dururlar. Gençler de öyle. Kendi oğluma bakıyorum da utanmaktan kendimi
alamıyorum. Bir gayrimüslim yosmanın peşinde dolaşıp durur. Millet de gaflet
içerisinde. Onu, yani milleti uyandırmak lazım. Hiç beğenmediğimiz şu Kasap Rüstem
kadar olamazlar. Adamın, bir kasap bozuntusunun halkı için, milleti için bunca
koşturup durmasına gıpta etmemek elde değil. Meyhaneci Corce de ona keza...
Bizimkiler miskinler gibi uyuyup dururlar. ” (s. 347).
Yaşanan problemler bazen
Mutasarrıf Cemil Efendi gibi karakterler vasıtasıyla ifade edilir, bazen de
anlatıcı tarafından ortaya konur. Devrin tarihi ve siyasî olayları ve savaşlar,
çoğunlukla anlatıcı tarafından ortaya konmaktadır. Anlatıcı, tarihî ve siyasî
olayları verirken, devletin yaptığı hatalara da değinir. Devlet kademesinde bir
sürü hatalar yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. Bunlardan biri de
bir Ermeni'nin sözüne güvenilerek Rumeli’de savaş çıkmayacak diye ordunun
terhis edilmesidir. Romanda bu, şöyle anlatılıyor:
"İtalya ile savaşın hâlâ
devam ettiği. Arabistan, Anadolu ve Rumeli ’de isyanların giderek şiddetlendiği
bir dönemde her ne hikmetse Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa’nın ilk yanlış
kararlarından birisi de Ermeni asıllı Hariciye Nazırı Gabriyel Noradunkyan 'm
Meclis’te Rusya artık savaş olmayacağı yolunda garanti vermiştir...şeklindeki
sözlerine inanılıp ordudan 120.000 askeri terhis etme gafletine düşmüş
olmasıydı.
Bu gafleti görüp de endişelerini
dile getirenler, uyarılarda bulunanlar vardı. Lâkin sadrazam, devleti
yönetenler bildiklerinde ısrar ediyorlardı. Uyarıda bulunanların görüşlerine
bakılırsa, bu aymazlık ve gaflet karşısında sorumluluk taşımak istemeyenler de görevlerinden istifa ederlerken Sadrazam ile nazırlar sivil
ve askerî kilit makamları liyakat ve kabiliyetlerine bakmaksızın kendi
yandaşlarıyla doldurma gayretine girdiklerinden çok zor bir dönemde bulunan devlet
giderek artık kör topal bir adama benzemeye başlamıştı. ” (s407- 408).
Tabiî ki bu sözde teminat
kasıtlı verilmiştir. Bunun bir şaşırtmaca olduğu çok bellidir. Ama yönetim kadrosunda bulunanlar hâlâ
hatalara devam ederler ve Rumeli on günde
elimizden çıkar. Milyonlarca Türk yollarda, cephelerde telef olur. Bu gerçek,
romanda şöyle anlatılıyor:
"İdarecilerin
gafletleri, aymazlıkları, ihmalleri, basiretsizlikleri ve hatla ihanetleri yüzünden koca Rumeli'yi birkaç günde sadece düşmana kaptırmakla kalmamış, binlerce askerle masum insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanıp sakat kalmasına, yüz binlercesinin de perişan bir halde yollara düşüp İstanbul'a, Anadolu 'ya doğru kaçmalarına, bir o kadarının da düşman boyunduruğu altına girmelerine neden olmuşlardı. " (s. 564).
Romanda vaka zamanı
1911-1913 yılları arasıdır. Olaylar 1911 yılının Mayıs ayında başlar, Birinci
Balkan Savaşı’nın bitiminde, Rumeli'de Arnavutluk'un kuruluşunu ilan eden bir
gazete haberi ile sona erer.
Roman zevkle okunan rahat ve
akıcı bir dille yazılmıştır. Eserde Balkan Savaşı’nda Rumeli'de yaşananlar,
Osmanlı Devleti'nin iç ve dış siyaseti, ustalıklı bir şekilde verilmektedir.
Eserin, karakterler üzerinde yoğunlaşılmasından ziyade bir toplumun romanı,
Türk toplumunun romanı, olduğunu görüyoruz. Yazar o devri sorguladığı gibi günümüze
de mesaj vermiş olmaktadır. Çünkü o hatalardan bazıları bugüne kadar gelmekte,
hâlâ bugün de yapılmaktadır.
Rumeli’yi kaybetmek Türk
milleti için onulmaz bir yaradır. Türk tarihinin yüz karası, alnının lekesidir.
Bu felaketin sorumluları, o zamanki yönetimdir. Başta padişah olmak üzere
sorumlu mevkide olan herkes, ihmalkâr davranmış ve vazifelerini yerine
getirmemişlerdir. Acısı hiçbir zaman geçmeyecek olan, yüzyıllar sürecek olan
bu kaybın telafisi mümkün değildir. Bu kaybın tesellisi ve mazereti de
bulunmamaktadır. Bu sorumluluğu sadece Türk olmayanlara yıkmak, onların sebep
olduğunu söylemek bizi sorumluluktan ve hatadan kurtarmaz. Yapılan yanlış daha
çok bizimdir, yani Türklerindir. Çünkü bu hareket Türklere karşı yapılmıştır ve
yapılmaya da devam etmektedir. Dileyelim ki bu gerçekler edebiyatta işlensin,
bu konuyu ele alan romanlar meydana getirilsin, getirilmeye devam etsin. Bu
suretle, eserler vasıtasıyla (edebiyat vasıtasıyla), insanların şuurlanması sağlansın,
toplum ve yöneticiler akıllarını başlarına almayı ve bu tip hataları
tekrarlamamayı bu yolla öğrensinler.
Rumeli’deki topraklarımızı
kaybetmek konusunda bazı fikirler ileri sürülüyor ve görüşler ortaya atılıyor.
Bunlardan biri bizim asıl vatanımızın Anadolu düşüncesidir. Buna göre Rumeli’ye
yerleşenler Anadolu’dan o topraklara gönderilenlerdir. Balkanlar kaybedilince
Rumeli'de yaşayanlar asıl topraklarına, Anadolu’ya, dönmüşlerdir... Bu tarz
düşünceler son derece yanlış, saçma ve anlamsızdır. Bir teselliden ve kendi
kendini kandırıştan öteye gidemez. Böyle bir düşünce tarzı, ecdadımızın
Rumeli’ye bir süre için misafirliğe gittiği gibi saçma ve gerçek dışı bir
başka düşünceye de yol açmaktadır. Rumeli, ecdadımız tarafından bir fantezi
olsun diye, bir macera olsun diye, bir heves uğruna fethedilmemiş, şimdilik
gitsinler de ilerde belki dönerler diye asla düşünülmemiştir. Bunun, olsa olsa,
bir beceriksizliğin, elindekilere sahip olamamanın saçma, akıl dışı bir
mazereti olarak ileri sürüldüğü düşünülebilir. Çünkü, Rumeli ayrı bir vatan,
Anadolu ayrı bir vatan toprağıdır (idi). Birinin olması diğerinin olmamasına
veya kaybedilmesine (veya kaybedilebilir olmasına) mazeret olamaz. Rumeli bizim
asıl vatanlarımızdan biriydi, vatan toprağımızdı, koruyamadık, sahip çıkamadık
ve kaybettik. Büyük, çok büyük, telafisi imkânsız hatalar yaptık. Tarihin,
yapılan hataları affetmediği görülmekte ve yaşanmaktadır. Bugün bize ancak ve
yalnız, bu hakikati kabul etmek ve bu acı gerçekle yaşamak zorunda olmak kalıyor.
Sonuç olarak Türklerin pek
çok hatalarının bulunduğunu ve ne yazık ki bu hatalara hâlâ devam edildiğini
söylemek zorundayız. Fakat bu eksikliklerin yanında mükemmel ve gıpta edilecek
özelliklerimizin de olduğu bir gerçektir. Bunlardan birisi, Türklerin destanlar
yaratmadaki kabiliyetleridir. Türkler her zaman destanlar meydana getirmiş bir
millettir (Atatürk’ün önderliğinde kazanılan Millî Mücadele’nin ve kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir modern zaman destanı olması gibi). Bu destanlar
geçmişte savaş meydanlannda yaratılmış, modern dünyada ise başka alanlarda
destan muhtevasında eserler meydana getirilmiştir. Rumeli’den Çıktık Yola
romanının da Balkan Savaşı'nın bir destanı olduğu söylenebilir. Ayrıca bu
roman, Balkanlar’da yaşayan ve bütün olumsuzluklara rağmen Rumeli'yi terk
etmeyen Türklerin de destanıdır. Yine bir başka destan, aynı topraklarda bıkıp
usanmadan yayın faaliyetini gösteren yakınlarımız, hemşerilerimizdir,
soydaşlarımızdır. Yani bu kitabın basılmasıdır. Onun için romanı, güzel bir
baskıyla yayın hayatına kazandıran Bal-Tam’a (başta Tacida ve Nimctullah Hafız
olmak üzere, emek veren bütün herkese) hizmetlerinden dolayı teşekkür etmeyi de
unutmamalıyız.
--------------------------------------------------------------------
*Prof. Dr, Hacettepe Üniversitesi emekli öğretim üyesi
Prof. Dr.
İ. Güven Kaya:
“… Öykülerini anlatırken iyi bir Türkçe ile
söylemeye özen gösteren yazar yöresel dil yanlışlıklarından kesinlikle uzak
kalmış, böylece öykülerin özüyle biçimi arasında bir beraberliği başarıyla
oluşturmuştur… Köy ve kent bütünleşmesi içinde yaşanan çelişkilerin dile gelişi
yazarda bir rastlantı değildir. Bir yandan geleneğinden göreneğinden ödün
vermeyen bir köy yaşamı, öte yandan tam anlamıyla yoz bir kent yaşamı, iki
yaşamın yaklaşması sonucu yaşanılan çelişkiler… Reşit Hanadan’ın başarısı
gözlemlediği şeylerle kendi yaşamını da özdeş kılmasından geliyor.
(“Duygu Tutsağı” öykü kitabı önsözü, Tan yayınları,
1985, Priştine)
*
Prof. Dr. İrfan Morina:
“…Köye, kırsal kesime hiç ayak basmamış, veya ayak basmış olsa
bile, köy insanının iç dünyasını kavramaya vakit bulamamış bir kişinin bu
romanı okurken köy yaşamının, köy insanının acısını ve mutluluğunu, toprağa ve hayvana bağlılığını, ekmeğini
kazanabilmek için toprakla mücadelesi süresince ne gibi çileler çektiğini
ayrıntılarıyla, kırsal kesim insanıymışçasına yaşayacağına inanıyoruz…” (“Sel”
romanına yazdığı önsöz, “Tan” Yayınları, 1987, Priştine)
*
Necati
Zekeriya:
“… Roman
serüvenine Reşit Hanadan da ‘Sel’ romanıyla katıldı. Sel gibi akmış Reşit
Hanadan, ardında kum bırakarak. İçeriğiyle, anlatımıyla, öz ve biçimdeki
gerçekçilik –realizm anlatımı ve anlayışıyla…”
(“Tan” Gazetesi, 19. 03. 1988, Priştine)
*
Agim Rifat Yeşeren:
“… Mamuşa’yı daha bir sevdiriyor bize Reşit. Ora
insanlarını daha yakından tanımamıza olanaklar sağlıyor. Bilmediğimiz bir başka
Mamuşa’yı seriyor önümüze. Bizi onunla baş başa bırakıp gidiyor. Balkanlar’da
bir Türk köyünün yazgısıyla…”
( “Sel” romanıyla ilgili görüşler, “Tan” Gazetesi,
11. 06. 1988. Priştine)
*
Doç. Dr. S. Dilek Yalçın Çelik:
“… Yazar /Taş Yerinde Ağırdır üçlemesi/
romanlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli topraklarından çekilmesinden
sonraki süreci, özellikle 1945-55 yılları arasında yoğunlaşarak kurgulamıştır.Yeni
Yugoslavya Devleti’nin kurulma aşamasında, II. Dünya Savaşı yılları ve
sonrasında Kosova’da Türklerin yaşadıkları acılar, sıkıntılar roman kurgusu
içerisinde yerini alır. ,Rumeli’de birdenbire tek başlarına kalıveren
insanların savaş yıllarındaki dramı, burada yaşama tutunma serüvenleri,
çaresizlikleri geniş bir coğrafya içerisinde anlatılmaktadır. Bu coğrafya
içerisinde Bosna-Hersek, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Arnavutluk,
Makedonya ve Voyvodina bölgesi bulunmaktaır. Yazar genelden özele giderek, tüm
bu coğrafya içerisinde Mamuşa’yı merkez seçmiş ve buradaki olayları
anlatmıştır. Gerçekçi bir bakış açısı ile kaleme alınan romanlarda, yazarın
çocukken köyün yaşlılarından dinledikleri olayların etkisi olduğu muhakkaktır…”
(“Kosova’da
Çağdaş Türk Edebiyatı (1951-2008)”, Prizren Doğru Yol Kültür Güzel
Sanatlar Derneği Yayınları, 2008, Prizren- Kosova)
*
Dr. Taner
Güçlütürk:
“… Çağdaş Kosova Türk edebi yaratıcılığı nesir türünde
dilde ve üslupta beklenen olgunluk ile edebi niteliği Reşit Hanadan’ın
romanlarıyla yakalamıştır…. Çağdaş Kosova Türk Edebiyatı’nın hak ettiği edebi
düzeye ulaşmasına katkı sunmuş bir edebiyat sanatçısı olarak yaşam biçimi ile
eserlerindeki bilinçli aydın duruşu büyük ölçüde paralellik arz etmektedir. Bu
bakımdan Hanadan Kosova çağdaş Türk edebi nesrinin önde gelen tek edebi
yaratıcısı unvanına sahiptir…”
(“Kosova’da
Türk Edebi Yaratıcılığı -1951-2001”
başlıklı doktora tezi, “BAL-TAM”
Yayınları, 2011, Prizren)
*
Assoc. Prof. Dr. Salih Okumuş:
“…Hanedan’ın
eserleri incelendiğinde olay hikayesi yazdığı ve hemen hemen hepsinde bir
mesajın olduğu görülecektir. Eserlerinde her kesimden ve her yaştan insan
görmek mümkündür. Yugoslavya topraklarında farklı milletlerin, farklı
inançların aynı çatı altında yaşamasını yazar eserlerine taşır. Kahramanları
arasında Türklerin yanı sıra bazen bir Sırp, bazen bir Sloven, bazen bir
Boşnak, bazen bir Arnavut da olabilir…”
(“Kosova’da Türkçeyi Bayraklaştıran Büyük Yazar:
Reşit Hanedan”, başlıklı röportaj, “Kardeş Kalemler” Dergisi, sayı: 102,103,
Haziran-Temmuz 2015, Ankara)
*
Prof. Dr.
Bilge Ercilasun:
“… Romanda vaka zamanı 1911-13 yılları arasıdır. Olaylar
1911 yılının Mayıs ayında başlar, Birinci Balkan Savaşı’nın bitiminde,
Rumeli’de Arnavutluk’un kuruluşunu ilan eden bir gazete haberi ile sona erer.
…Roman zevkle okunan rahat ve akıcı bir üslupla yazılmıştır. Eserde Balkan
Savaşı’nda Rumeli’de yaşananlar, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyaseti,
ustalıklı bir şekilde verilmektedir. Eserin karakterler üzerinde
yoğunlaşmasından ziyade bir toplumun romanı, Türk toplumunun romanı olduğunu
görüyoruz. Yazar o devri sorguladığı gibi, günümüze de mesaj vermiş olmaktadır.
Çünkü o hatalardan bazıları günümüze kadar gelmekte, hala bugün de
yapılmaktadır… Rumeli’den Çıktık Yola romanının Balkan savaşlarının bir destanı
olduğu söylenebilir. Ayrıca bu roman
Balkanlar’da yaşayan ve bütün olumsuzluklara rağmen Rumeli’yi terk etmeyen
Türklerin de destanıdır…”
(
“Rumeli’den Çıktık Yola Adlı Roman Hakkında Düşünceler”, “BAL-TAM”
Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 25, Eylül 2016, Prizren)
*
Yasin
Yavuz:
“Reşit Hanadan, anlatısına gerçekten yaşanmış olan
olayları katmış ve onları anlatının genel çizgisi doğrultusunda, tarihsel bir
doku ve gerçekler olarak kullanmıştır... Bu durum Hanadan’ın bütün eserlerinde
karşımıza çıkmaktadır. Zira Balkan coğrafyası Osmanlı’dan sonra büyük bir
kaosun ve huzursuzluk ortamının beşiği olmuştur…”
(“Reşit
Hanadan Ve Romancılığı”, Araştırma-inceleme, Bengü Yayınları, 2019,
Ankara)