Yazar, Edebiyatçı. (D. 1932, Zile /
Tokat - Ö. 8 Temmuz 2006, İstanbul). İlk ve ortaokulu Zile’de bitirdi (1947). Kısa
sürelerle Bursa Lisesi ile İstanbul Çapa Lisesi’nde okudu, İstanbul Haydarpaşa
Lisesi’ni bitirdi (1950). Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türkoloji ve Sanat Tarihi bölümlerinde yaptı (1956). Lise öğrenciliği
yıllarında, iki önemli düşünce ve edebiyat insanı olan Mahir İz ve Nihal
Atsız’la tanıştı. Çalışma hayatına İstanbul Belediyesi’nde memurluk yaparak
başladı. Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü (1962), İstanbul Sosyal
Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik, Millî Eğitim Basımevi
(1968) ve Derleme Müdürlüğü (1974) görevlerinde bulundu. “Tercüman” gazetesinin
“1001 Temel Eser” yayın dizisini yönetti.
İlk öyküleri Sivas’ta yayımlanan “Hakikat”
gazetesinde çıktı (1948). Daha sonra “İstanbul”, “Yol”, “Türk Yurdu”, “Türk Dili” (1955-59) ile “Türk Edebiyatı”
dergilerinde yayımlamayı sürdürdü. “Çağlayanlı Vadi” adlı romanı “Vatan” gazetesinde tefrika edildi (1966-71). Nehir
roman denilebilecek kimi romanlarında; Malazgirt Zaferinden (1071) başlayarak,
Osmanlı Devleti’nin fetret (duraklama) devrine kadarki Türk tarihini konu edindi.
Öteki roman ve öykülerinde genel olarak günümüz Türkiye’sinde yaşanan toplumsal
değişim ve sonuçlarını ele aldı.
Sepetçioğlu, millî kaynaklara bir
dönüş denemesi olarak “Yaratılış” ve “Türeyiş” destanlarını çağımızın
duyarlılığı ile yeni bir üslûp içinde ele alarak yazdı. Bütün öykü, roman ve
oyunlarının çıkış noktasını “çirkinlik, kötülük ve sefalet içinde bile var
olan, gizlenen güzeli ve güzelliği görebilmek ve gösterebilmek olarak”
açıkladı. Halk dilini, ona şiirsel bir zenginlik katarak kullandı. İlk öykülerinde
tasvir, çözümleme ve olayların birbiriyle iyice kaynaşmadıkları havası vardır.
1958 yılından sonraki öykülerinde olay ve kişileri daha bir yoğunlukla,
uzatmadan, ayrıntılara kaçmadan anlattı. Öykülerinin çoğunda köy, tarla ve kır,
büyük kente yerleşmiş olan köylü ve kasabalıların toprak ve doğa özlemini
işledi. Birçok öyküsünde kahramanlar, uzun yıllar alıştıkları doğal
ortamlarından koptukları için hayata yabancılaşır, can sıkıntısına ve bunalım
içine düşerler. Kimi öykülerinde, kent ve kentin egoizmini sevgisizlik diye
yorumlayan, kentten kaçmak isteyen menekşelere ve çamlara acıyan; doğadan
kopmuşluk, geçmişe özlem ve sıla hasreti içinde yanıp yakılan kişiler işlendi.
Sepetçioğlu yazarlık anlayışını şu
sözlerle anlatmaktadır: “Mademki insanı anlatıyoruz, öyle ise onun mutluluğu
için yazacağız; bu da, çirkinde bile var olabilen güzelliği aramak uğruna nice
bir ömrü harcamak demek olacaktır. San’at adamının çok zor olan görevi de zaten
burada başlar. Hayat ile ömür arasındaki bağların oluşturduğu hem birbirinden
ayrı hem içiçeleşmiş bir hürriyet bizim aradığımız mutluluğu meydana
getirebilir mi? Bu soru, bize, insanın dünü, bugünü, yarını ile birlikte ölüm
sonrası dünyasını da bir arada düşünmek mecburiyetini yüklüyor. İyinin,
doğrunun ve güzelin uğrunda umutlanmış bir ömür, hayatı ve sonrasını göz ardı
edemez. O vakit de Bütün’lük ve Bir’lik söz konusu edilecektir. Orta Asya’dan
Anadolu ve Rumeli topraklarımıza büyüyüp beslenmiş bir kültürün değişik
halkalarında ‘ham iken pişmiş’ olan bizim insanımız için bu Bir'lik ve Bütün’lük
çok önemlidir. İnsanımızın mutluluğunu istiyorsak saldırmak ve yıkmak yerine
güzelliğin yapıcı yolunu seçmek zorundayız.”
1965 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nın
açtığı piyes yarışında “Mehmedin
Beklediği” adlı oyunu dereceye girdi. “Trampacılar” adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda (Mart,
1968) sahnelenen Sepetçioğlu, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği
“Büyük Otmarlar” adlı oyunu önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği
Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu (1967), ardından Avrupa Üniversitelerarası
Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi (1968).
Ödülleri:
“Çardaklı Bakıcı” adlı oyunu ile MEB Ödülünü, “Gece
Vaktinde Gün Dönümü” ve
“Karanlıkta Mum Işığı” adlı
kitaplarıyla 1980’de, “Can Ocağında Pişen Aş” ile 1981’de Türkiye Millî Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı,
“Ve Çanakkale 3: Döndüler” adlı
eseriyle 1980 Yılı Türkiye Yazarlar Birliği’nin Yılın Romancısı ödülünü,
kazandı. 1994 yılında İlim ve Edebitat Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM’in
Üstün Hizmet Beratı kendisine verildi. 1998’de Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Şeref Üyeliğine seçildi.
Sepetçioğlu İçin Ne Dediler?
“Sepetçioğlu’nun
en samimî verimleri olan bu şairane hikâyelerin çok alıngan kahramanları, biraz
da, yazardaki, sevgi dolu, çevreye hisleriyle bakan ve her davranıştan,
kendisine üzüntü payı çıkaran mizacın sonucudur. Aslında büyük şehirde, bazen
evine veya işine yetişmekten başka bir şey düşünmeyen insanların hızlı hayatı
vardır. Bu insanlar, taşrada olduğu gibi önceden tanışmaz ve kolay kolay kaynaşamazlar.
Onlar, türlü bölgelerden ve muhitlerden gelmişlerdir. Hikâyelerin duygulu,
yalnız ve can sıkıntılı kahramanları, bunları belki de bilirler ama, yine de
gördükleri her selâmsızlığı, ilgisizliği veya resmî davranışı, kendilerine
yöneltilmiş sevgisizlik, hatta düşmanlık veya hakaret sayarlar.” (Ahmet Kabaklı)
ESERLERİ:
Hikâye:
Abdurrezzak Efendi (1956), Menevşeler Ölmemeli (1972), Bir Büyülü Dünya Ki (1972).
Roman:
Kilit (1971), Anahtar (1973), Kapı (1973), Konak (1974), Çatı (1974),
Üçler-Yediler-Kırklar (1975),
Bu Atlı Geçide Gider (1977),
Karanlıkta Mum Işığı (1978),
Darağacı (1979), Ebem Kuşağı (1980), Sabır (1980), Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi (1980), Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu (1980), Geçitteki Ülke (1980), Ve Çanakkale I / Geldiler (1989), Ve Çanakkale II / Gördüler (1989), Ve Çanakkale III / Döndüler (1989), Kutsal Mahpus (1990), Sabır Ağacı (1992), Benim Adım Yunus Emre (1994), Sahibini Arayan Toprak (2004).
Destan:
Yaratılış ve Türeyiş (1965), Sonsuza Uyanan Taşlar (1973), Dedem Korkut’un Kitabı (1990).
Oyun:
Büyük Otmarlar (1970), Trampacılar (1968), Çardaklı Bakıcı (1969), Köprü (1969), Son Bloklar (1969),
Her Bizans’a Bir Fatih (1972),
Mehveş Hanım (1984), Maragalı
Abdulkadir (1986), Yunus Emre (1995).
İnceleme:
Karşılaştırmalı Türk Destanları (1986).
Diğer Eserleri:
Can Ocağında Pişen Aş (1981).
Toplu Basım (24 Kitap):
Mustafa Necati Sepetçioğlu Kitapları Set 1 (24 kitap, 2014)
KAYNAKÇA: Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit
Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt
Ansiklopedisi (C. 10, 1984), Söyleşi (Türk Edebiyatı, Sayı: 155, Eylül 1986), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia Of Turkish Authors (2005) - Resimli Ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar Ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, Gen. 2. Bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia
Of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler
Sözlüğü (18. Bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Ahmet Kabaklı / Türk
Edebiyatı (C. 5, 11. Bas. 2002, S. 488-490), Murat Belge / Sepetçioğlu’nun “Kuruluş”
Pentalojisi (Kitap-Lık, Eylül 2004 ve Kitap-Lık, Ekim 2004).
(….)
Sustu. Susadığını hissediyordu; aynı zamanda suya doymuş bir toprağın şişkinliğini. Bir süre konuşmadı. Selcen meselesini bitirmeğini düşündü. Kızı, Virna'nın yanında, Bizans delişmenliğiyle, Selçuk usluluğunun karıştığı bir balmumu heykel susuşunda oturuyordu. Boynu belli belirsiz sağa eğikti; gözlerinde sadece balmumu heykel eriyordu. Ersagun Bey: "Anasını unuttuğumu söylemekle üzdüm mü acaba?" diye aklından geçirdi. Fakat durmadı üstünde: "Hislerimiz de bizim değil!" dedi. "Selçuk'un, daha bir nice yıl, duygularım kendinin dışında bir duyguya bağlaması lâzım. Benim, senin, ötekinin tek tek, yani kendi başına duygusu olmamalı, olursa öldürmeli. Şimdi, demek istediğim şu:
Akça Kız, Yağmur Bey'le evlendiği gün, ya yarım saat, ya bir saat evliliğini bildi. Süleyman Bey'e acele bir ulak gidecekti; gitmezse hesabın kitabın ölçüsüne göre, Süleyman Bey, hazırlanan bir tuzağa düşebilirdi. Yarım saatlik evli olan Yağmur Bey, vardı gitti; Akça Kız'dan çok Süleyman Bey önemliydi Selçuklu için, hesap kitap Süleyman Bey için yapılmıştı. Yetmedi; Süleyman Bey de yine hesabın kitabın dayandığı ölçüye uyup Yağmur Bey'i Melikşah'a saldı, İltutmuş Beye saldı. Akça Kız, şu kadar yıldır Yağmur Beyin yüzünü görmez oldu, belki daha şu kadar yıl da görmeyecek."
Akça Kız'a bakmıyordu ama Akça Kız'ın gözlerinin delicesine açıldığını, çatlamağa hazır titrediğini seziyordu. Nitekim Akça Kız'ın yüzü de ak üzümlerden en hastalıklısının rengi gibi dökülmek üzre idi. "Şimdi benim... Şimdi Yağmurun?" diyebilirdi. "Bu ne meseledir hay Ersagun Bey'im?"
Ersagun Bey, gözlerini yerden kaldırmadı. Akça Kız'ın sorusunu, kekelemesindeki korkuyu anlamamış gözüktü: "Çaka'ya umut bağladık. Umudumuzu hesaba kitaba vurduk, Çaka'nın hayatı şöyledir, şöyle devam edecektir ama öyle değil de böyle olmalı, böyle devam etmeli dedik Tıpkı benim gibi, tıpkı Akça Kızla Yağmur Bey gibi Çaka da kendisi olarak düşünemez artık, hissedemez; yani eti kemiği bile kendisinin değildir. Sözgelimi, gidip bir Bizans yosmasına gönül veremez, gidip İmparatorun bile olsa bir Bizans kızına gönül düşüremez... yanlış mı dedim?" Çaka kızarıverdi...
(….)
Ersagun Bey, konuşmağa başladığından beri ilk defa oturanları süzdü. Yüzüyle gözleri daha katılaştı: "Toprak çöküyor, göğnüme en son kertesinde... Aleksiyon'un kızı Anna, küçüklüğünü de düşünürsek hayli güzel kız... Çaka'ya hak vermemek zor."
Çaka, Ersagun Bey'in bir anlık soluk alışından yararlandı; "Fakat Ersagun Beyim!" diye itiraz ediyorken. Ersagun Bey: "Toprak çöküyor evet" diyerek ara vermemiş gibi devam etti:
Göğnüme son kertesinde. Bizans duygu cambazıdır. Kuyularını duygular üzerine örer. Benim de karşıma bir İmparator kızı çıkmıştı: Selcen'in anası oldu. Aklımı başıma toplamasaydım, şu az önce dediğim gibi, duygumun ALPARSLAN merkezine bağlı olduğu inancından caysaydım, Bizans kuyusuna düşmüş olacaktim. Bizim için Alparslan, devlet'ti. Devlet Melikşah'ta devam etti, Süleyman bey devletin bir koluydu. Devlet yoksa sen de yoksun Çaka Bey!.. Ben de yokum. Onun için senin hissin olamaz. Biliyorum, şimdi sen Melikşah öldü diye düşünüyorsun."
Çaka Bey, sözün dönüp dolaşıp başında çöreklenmiş olmasından huzursuzdu... Ersagun Beye, cevap bekler gibi bakıyordu. Ersagun Bey'den gözlerini kaçırdı...
Ersagun Bey: "Sadece bizim Selçuklu'nun mu hesabı kitabı var sanırsınız? Selçuklu'dan başkalarının da var: Bizans'ın, Bizans'ın ötesindekilerin, Hasan Sabbah'ın daha aklımıza gelmeyenlerin. Bir de Tanrının hesabı kitabı var ki en doğru olanıdır, en şaşmayanı. Bunu sezebilmek, bunu iyi ölçebilmek gerek. Tanrı'nın hesabı kitabı Alparslan'ın da, Melikşah'ın da erken, vakitsiz ölümlerini kaydetmiş, bunun için Hasan Sabbah'ı ortaya çıkarmış."
"Süleyman Bey'in ölümüne ne demeli?"
Çaka Bey, huzursuzluğunun tedirginliğinde sormuştu: "Süleyman Bey'in ölümünü de Hasan Sabbah'a yükleyemeyizya! Belki Melikşah, el altından hazırladı."
Ersagun Bey, Çaka'nın, Selçuklu'yu çekemeyen Çavuldur yanının hâlâ ağır basmasına üzüldü: "Dediğin gibi olsa daha mı iyi olurdu hey Çaka! Ama dediğin gibi değil. Süleyman Bey'in ölümünde belki Nizamül Mülk'ün parmağı var; ama daha çok Selçuk beylerinin eski aşiret beylikçiliğinden kurtulamaması, kendilerini hâlâ başına buyruk, bağlantısız bey saymaları asıl sebep... yani his... his!.. Kendi olma hissi... Böyle devlet olmaz, böyle devlet kurulmaz, kurulsa da devam etmez! Halkalar sımsıkı birbirine bağlanmazsa, en baş halkadan en son halkaya kadar aynı fikri düşünmez, aynı fikir için endişelenmezse, her halka bir yana çekerse zincir ne işe yarar? Fikir diyorum Çaka, his değil Baharı hisset, yıldızları duy, kadını yaşa ama bütün bunlar seni zincirin halkası olarak kendilerine doğru çekiyorsa, öteki halkaları unutturuyorsa orda kal işte, ileri gitmeğe hakkın yok!"
"Ey!.. anladım say, ne yapmamı istiyorsun?"
"Ben bir şey istemiyorum; durum istiyor. Toprak çöküyor dedim; göğnümüş dedim. Hasan Sabbah, Nizamül Mülk'ü vurdurdu... İşin aslını öğrenemedim ama Melikşah'ın zehirlendiği söyleniyor. Artık o yanda bir kalemiz yok demektir, varsa bile kendini savunmada zorluk çeken bir kaleden bize hayır gelmeyecek demektir. Aleksiyon bunu biliyor. Bu yanda, yani batımızda ise Papa var. Ya dün, ya bugün, ya yarın; Klermont denilen bir kentte Ruhani Meclisi toplamadıysa, toplamak üzeredir. Eğer Hasan Sabbah, oralara da fitne tohumlarını saldıysa, Ruhani Meclis, kararını tezelden verir, sürülerini üstümüze salar. Hasan Sabbah'ın da, Aleskiyon'un da istediği zaten bu. Buraya, bu dar boğaz üzerindeki köprüye gelip yerleştik bir kere. Buna yerleşme denmez; yerleşmeğe çalışıyoruz. İstedikleri şu: Doğudan ve batıdan vurmak; köprüden suya yuvarlamak bizi, suda boğmak, yok etmek. Buna onlar da mecbur, yoksa Bizans silinecek orta yerden. Hasan Sabbah, bizim tuttuğumuz köprüden geçemeyecek, sağa sola taşamayacak, fitnesini fideleyemeyecek. Hatta Papa tehlikeye düşecek."
"Pekey, pekey, pekey; Ersagun Beyin, hepsine birden pekey. Ama ben ne yapacağım? Ben, ben, ben!"
"Taşmana lüzum yok Çaka! Ne yapacağını kendin bil Urumeli dedik bu köprüye bir kere, Köprü başlarının kapılarını tutmazsa, KAPI'lar bir üfürmede açılırsa neye yarar? Köprünün bir de ayakları var, kapıları sağlam tutmuşsun ayaklar çürük, ayaklar sallantıda olduktan sonra ne fayda?" "Bizans'ın içinde bu yapılamaz."
"Bizans'ın içinde kal diyen kim? Malas'ın haberini Virna'dan duydun. Aleksiyon, zaten bizi Bizans'ta rahat bırakmayacak artık. Melikşah korkusundan da kurtulduğuna göre, bugün yarın yapacağını yapar..."
Virna şimdi Ersagun Bey'in bırakmak istediği emanetin ne olduğunu anlamıştı; ayrıca Ersagun Bey'in niyetini de. Yüreği kabardı; bir kor düştü sanki, yahut bir hamur mayalanıp yüreğinde ekşidi. Selcen'e doğru eğildi, ellerini tuttu. Ersagun bey, gözlerini yavaşça yumdu. Çaka: "Yalnız nereye gidebilirim Ersagun Beyim?" diye sorunca açtı ancak "İznik tahtı, Süleyman Bey'in oğulları için."
"Ben de Bizans'a yalnız geldim sayılır Çaka Bey! Yalnızlık kadar büyük bir güç yoktur, bunu böyle belle, denedim ben! üstelik sen yalnız da değilsin. Bizans sarayında yetiştin, Bizans'ın bütün oyunlarını bilirsin... Hiç bir Selçuklu'ya nasip olmadı bu. Oyununu bildiğin pehlivanı yenmek kolaydır."
(Kapı, 1973)
Türk
tarihini onun sayesinde okuduk, sevdik ve benimsedik. Onunla tarihimiz,
edebiyatla kol kola geniş yollardan günümüze ulaştı. Destanları o sihirli
kalemden okuduktan sonra daha çok sevdik. Büyülü bir rüyaydı gördüğümüz. Engin
ufuklara satır aralarından açıldık. Dede Korkut’tan aldığımız soluğu,
Çanakkale’de boşalttık. Malazgirt ovasında Türk akıncılarının nârâlarıyla
yankılandı içimiz. At nalları kulaklarımızda çınladı durdu. Büyük ecdadın insanî
yönünü gördük duygulandık. Sonra cihangir millet oluşumuzun gururunu yaşadık.
Sepetçioğlu, bugün kompleksler içinde bocalayan gençlere atalarının büyüklüğünü
anlattı bir bir. Kendisine güven duymasını sağladı. Uydurulan, yazdırılan,
dikte edilen tarih değil, gerçek hadiseleri kalemle ebedileştirdi. Sahih
olayları alıp yoğurdu ve okuruna bir şölen yaşattı. O hikâye, roman tiyatro ve
destan türlerinde kaleme aldığı eserlerde hep aynı ideali, aynı mefkureyi
seslendirdi.
Sepetçioğlu
bir sevgi adamı. Bir insanın önce kendi milletini severek gelişebileceğini
öğretti. Muhabbeti esas aldı. Ama bu sevgi batının kuru hümanizmasından iz
taşımıyordu. Aksine “büyük sevgi esası” üzerinde temellendirdiği bu düşünce
millî ve dinî bir karakter özellikler taşıyordu. Nitekim henüz 20 yaşındayken
1952’de bir dergiden kendisine yöneltilen soru üzerine, “Hümanizme giden yol
milliyetten geçer!” diyecektir. Sevgiyle, bilgiyle donatılan nesillerin
geleceğe emin adımlarla yürüyebileceğini biliyordu çünkü. Bu sebeple anarşiyi,
kaosu, karmaşayı hep reddetti.
Sadece
kütüphanelere kapanarak değil, Türklerin hüküm sürdüğü toprakları dolaşarak,
milletimizin tarih boyunca egemen olduğu ülkeleri gezerek ve yeryüzündeki
Türk-İslâm mührünü görerek geleceğe edebî belgeler bıraktı. Sağlam kılavuzlar,
emin rehberler ve gerçek öncülerin ardından yürüttü okuyucusunu. Bilge Kağan,
Tonyukuk, Edebali ve Akşemseddin ulu bellediği yol açıcılardı. Millî
tarihimizin büyük imanlı, yüce ahlâklı ve elinde Kur'an’lı yazıcısına sâhip
olmuştuk. Alparslan, Sultan Osman, Fâtih gibi devletin parlak yıldızları, Dede
Korut, Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli , Somuncu Baba, Ahi Evran gibi
ermişler muhabbet yolunun ışık adamları ve âbide şahsiyetleriydi.
Anadolu'da
Malazgirt zaferiyle başlayan Türk tarihini büyük isimlerin merkezinde anlatan
Sepetçioğlu, bu kişi ve olayları nehir roman yaparak kitaplaştırdı. Bu
romanlar, Kilit (1971), Anahtar (1972), Kapı (1973), Konak (1973), Çatı (1974),
Üçler-Yediler- Kırklar (1975)dır. Romancımız kuruluş devrini bütün cepheleriyle
kronolojik sıraya dahil ederek bir üçleme yapar. Yıldırım Bayezid’in
Timurlenk’e mağlup oluşuyla başlayıp, oğullarının taht kavgaları içinde ilk
yıkılış acılarını yaşayan genç Osmanlı devletinin fetret dönemini ele alan üç
roman Bu Atlı Geçide Gider (1977), Darağacı (1979) ve Geçitteki Ülke (1980)
adlarını taşır. Yazar, daha sonra Ebemkuşağı (1980)’nda Fatih devrini anlatır.
Türkiye’nin bugünkü bazı meselelerini ise Karanlıkta Mum Işığı (1978) ve Sabır
(1980)’da dile getirir. Çanakkale destanını üç ayrı ciltte kaleme alan
romancımız, Ve Çanakkale, I Geldiler, II Gördüler III (1989) yedi düvele meydan
okuyan imanlı bir milletin çocuklarının ibretlik destanını bütün dünyaya
göstermiştir. Kutsal Mahpus (1990) Ebu Hanife'nin hayat hikâyesidir.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, dün okundu, bugün okunuyor, yarın da okunacak.
Türkiye böyle bir romancıya sahip olduğu için övünç duymalıdır. (…)
(Yeniçağ, 30 Ocak 2006)
Tarihe
uzak durmak, ısrarla ve inatla çocuk kalmak, yetişkin olmayı reddetmek
demektir. Sahte bir tarih icat edip onun içinde mutluluk aramak ise, bir
tımarhaneye kapatılmaya rıza göstermektir.
Tarih
yaşananlar, olup bitenler değildir; tarih, yazılanlardır. Yazılmamış olan
hiçbir şey tarih olamaz. Bu yüzdendir ki tarih yazının icadı ile başlar. Tarih,
bir toplumun hafızasıdır. Tarih, toplumun kişiliği ve kimliğidir.
Mustafa
Necati Sepetçioğlu, bizim hafızamızı, kimliğimizi ve kişiliğimizi usta bir
romancı kaleminden sabırla ve emek vererek anlatmaya girişmişti. Bizim yüzümüze
ayna tuttu. Çok uzak geçmişlerde teselli arayan sahte tarihlerden oluşan
maskelerimizi sıyırdı. Bize bizi anlattı. Mesafeli durduğumuz, kronolojisini
ezberlemek için ter döktüğümüz, basmakalıp hale getirip ders kitaplarına
tıkıştırdığımız tarihi satırlarında canlandırdı ve bize sevdirdi. Tarihi
romanlaştırdı, yani insanîleştirdi. Amacı roman yazmak değildi, tarihi
yaşatmaktı. Romanın imkanları ve araçları ile onu sıcak, sımsıcak bir havaya
büründürdü, bizi alıp o eski diyarlara, eski zamanlara götürdü. Kanlı canlı
insanların, iyilerin ve kötülerin, bazen iyi bazen kötü olanların,
felaketlerin, inanılmaz zaferlerin, umutların, umutsuzlukların, bütünüyle
yaşanan anların arasında bize unutulmuş heyecanları yeniden yaşattı. Üstüne
bastığımız toprağı, altında yatanlarla birlikte tanımamızı sağladı. Hafızamız
tazelendi. Sayesinde kaybettiğimiz hazineleri yeniden keşfettik.
Tarih
anlatısında her zaman bir masal havası, hikâye tarzı var olagelmiştir.
Almancada “geschichte” kelimesi, aynı anda hem “tarih” hem de “hikâye” anlamına
gelir. Tarihî olayları akılda kalacak destanlar şeklinde aktarmak, eskilerin
icat ettiği usuldür. Temel gaye, mucizevî olayları nakletmek değil, dikkat
çekici mucizeler üzerinden, ders çıkartılması gereken kıssaları hisse çıkaracak
olanların hafızalarına kazımaktır. Geçmişin destanlarının verdiği tadı,
günümüzde romanlar üstlenmiştir. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı, çığır açan tarih
felsefesi ile birlikte bir destan büyüsündedir. Bizde, tiyatroyu da devreye
sokan Namık Kemâl, Celalüddin Harzemşah’ta, Cezmi’de ve Vatan yahut Silistre’de
bu kapıyı aralamıştır. Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı ve bitmemiş Topal
Kasırga’sı, asırlarca öncesini ete kemiğe büründürerek bugüne taşır. Tarık
Buğra’nın Osmancık’ı, Osmanlı Devleti’ni 6 asır yaşatacak ruhu bizlere
nakleder. Sepetçioğlu’nun Kapı ile başlayan serisi, gerçeklere ve geçmişe
saygılı bir tarihi, damıtılmış bir bilinç halinde ilk sayfasını açanların
elinden bırakamayacağı ciltlere sığdırır.
Sepetçioğlu’nun
yazdıklarını eksiksiz okuyanlardanım. Menevşeler Ölmemeli başlıklı hikâye
kitabı, metaforlarla zenginleştirilmiş Oscar Wilde ayarında, çok şaşırtıcı
hikayelerden oluşuyordu. Kilit-Anahtar-Konak-Çatı diye devam eden seri ile, bin
yıl öncesinden başlayan kesintisiz ve yekpare bir akışın içinde yaşadığımı
anlamıştım. İnsan ancak bu romanları okuduktan sonra, bu romanların yansıttığı
havayı teneffüs ettikten sonra, somut olaylar üzerine inşa edilen tarihe
hakkıyla nüfûz edebilir. Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri”
başlıklı makalesi, geçmiş ve bugün üzerine çok güçlü bir projektör tuttuğu için
çığır açıcıdır. Yaşadığımız topraklarda, derin bir toplumsal mimarînın geçmişte
inanılmaz işleri nasıl başardığını bu makalenin açtığı kapıdan girerek
anlayabilirsiniz. Ama o mimarîyi bir roman tadında yaşamak, üstelik hissederek
yaşamak çok daha keskin bir vukuf kazandırır insana. Bir genç kızın hasretini
ilmik ilmik dokuduğu kilimi, Sepetçioğlu’ndan sayfalarca okuduktan sonra, artık
hiçbir Anadolu kilimi gözünüzde sadece bir kilimden ibaret olamaz.
Bu
büyük romancı geçtiğimiz gün romanlarından birine isim olarak koyduğu
“Üçler-Yediler-Kırklar”a karıştı. Tarihimiz, büyük romancısını kaybetti.
(Zaman, 13.7.2006)
Yakından tanıdığım ve
severek okuduğum bîr yazardı, ilk okuduğum kitabı, İslam öncesi Türk
destanlarını edebi bir üslupla yeniden yazdığı ‘Yaratılış ve Türeyiş’tir. Daha
sonra Anadolu'da Türklüğün oluşumuna yöneldi. Kilit, Kapı ve Anahtar ile
başlayan dizisi, Anadolu'nun Türklere açılışını ve sonraki gelişmeleri
başarıyla anlattığı romanlarıdır. Son zamanlarda yeniden gündeme gemişti.
Önemli bir şahsiyetti.
Edilmemesi gerekirdi ama çok ihmal edilmişti.
Kaynak: Beşir
Ayvazoğlu,
(Yeni Şafak
Kitap, 2.8.2006)
Bizim hafızamızı,
kimliğimiz ve kişiliğimizi sabırla ve emek vererek anlatmaya girişmişti.
Yüzümüze ayna tuttu. Çok uzak geçmişlerde teselli arayan sahte tarihlerden
oluşan maskemizi sıyırdı. Bize bizi anlattı. Mesafeli durduğumuz,
kronolojisini ezberlemek için ter döktüğümüz, basmakalıp hale getirip ders
kitaplarına tıkıştırdığımız tarihi, satırlarında canlandırdı ve bize sevdirdi.
Tarihi romanlaştırdı, yani insanileştirdi. Amacı roman yazmak değil, tarihi
yaşamaktı.
(Yeni Şafak
Kitap, 2.8.2006)
Kaynak: Mümtaz’er
Türköne,
Mustafa Necati Sepetçioğlu,
Türkiye'de sadece kalemi ile varlığını sürdüren, bu toprağın insanı olarak
yaşayan ve yazan bir aydınımızdı. Yıllardır toplumumuza ve gençlerimize
empoze edilen halen edilmek istenmektedir. “Büyük insanlar, sadece batıdan”
çıkar düşüncesini haksız çıkartacak şekilde, tarihimizdeki milli ve maneviyat
dünyamızı oluşturan büyük şahsiyetleri eserlerinde detaylı bir şekilde
anlattı. Sanatın izzetine yakışır, yazar duruşu ile taktire şayan bir insandı.
(Yeni Şafak Kitap,
2.8.2006)
Kaynak: Ömer Lütfi Mete
Osmanlı tarihimizi biraz
olsun kurcalayan ve bir yerlere getiren Kemal Tahir'den sonra, 'Ben kimim?
sorularının cevaplarını arama ihtiyacında olan gençliğimizin, her an onun
yazdığı tarihe ve şahsiyetlerdeki ruha ihtiyacı var. Tam 50 yıllık hiç
eksilmeyen ve artan can dostluğumuzun başladığı Edebiyat Fakültesi
senelerinde Yunus Emre'yi bana öğreten Necati'dir. Necati'de insana, hayata,
yaratılışa ve Yunus'taki sırrın farkını yakala-mışlığı görürsünüz.
Kaynak: Ömer
Öztürkmen,
(Yeni Şafak
Kitap, 2.8.2006)
Nesillere tarih şuuru,
ecdad sevgisi ve vatan muhabbeti vermiş büyük bir yazarımız olan
Se-petçjoğlu, Anadolu coğrafyasının vatanlaşmasını romanlaştırdı. Bütün eserlerinde
biricik gayesi doğruyu ve iyiyi gençlere vermekti. Bir insanın önce kendi milletini
severek gelişebileceğini öğretti hepimize. Muhabbeti esas aldı. Ama bu sevgi
batının kuru hümanizmasından iz taşımıyordu. Aksine "büyük sevgi
esası" üzerinde temellendirdiği bu düşünce, millî ve dinî özellikler
taşıyordu.
Mehmet Nuri
Yardım, (Yeni Şafak Kitap, 2.8.2006)
Sepetçioğlu'nun üç büyük
özelliği, bir de büyük kusuru var. Bir defa, Türkçe'ye, Türkçe'nin güzelliklerine
vakıf bir yazarımız. Sonra o hikaye ve roman tekniğini bilen bir edebiyatçımız.
Üçüncü özelliği ise bütün mukaddeslerimize bağlı bir münevver olmasıdır.
Fakat Sepetçioğlu'nun bir de dağları yerinden oynatacak bir kusuru vardır ki;
bu kusuru diğer özelliklerini unutturacak çaptadır: Geçmişimize sövmeyen bir
kimsedir. Böyle olduğu için, şöhreti layık olduğu seviyede değildi.
Kaynak: Yavuz
Bülent Bakiler, (Yeni Şafak Kitap, 2.8.2006)