Siyasetbilimci,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Profesörü. 1950, Maraş doğumlu. İlk ve orta
öğrenimini Gelibolu (Kavak Köyü), Kadirli, Silifke, Göksun, Maraş ve Mersin’de
(Öğretmen Okulu) tamamladı. Yüksek öğreniminde Ankara’da Türkiye ve Orta Doğu
Amme İdaresi Enstitüsü sevk ve idare programından lisans ve Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden siyaset bilimi ve kamu yönetimi yüksek lisans
ve doktora dereceleri aldı; evli ve iki çocuklu.
British
Council bursuyla Londra Üniversitesinde, Fulbright bursuyla Washington DC’de
Georgetown Üniversitesinde, İngiltere ve ABD devlet arşivlerinde ve Cenevre’de
Birleşmiş Milletler mülteciler arşivinde incelemelerde bulundu.
TÜBİTAK,
Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, Kırıkkale, Başkent, Kocaeli üniversitelerinde
çalıştı ve tam zamanlı olarak Türk Tarih Kurumu’nda “1915 Olayları” üzerine
incelemeler yaptı.
Ankara
Üniversitesi, Harp Akademileri ve Kara Harp Okulu lisansüstü programlarında
“Türkiye’nin Yönetim Yapısı”, “Harpte ve Kriz Döneminde Liderlik”,
“Hükümet-Ordu İlişkileri” ve “Türkiye-Ermenistan Anlaşmazlığı” konularında
dersler verdi.
Ayrıca
“Cumhurbaşkanlığı Tarihi” adlı kurumsal yayınının editörlük ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde “Türk Parlamento Tarihi” adlı 40 ciltlik serinin
koordinatörlük ve editörlük görevini üstlendi.
“Fahri
Korutürk” ve “Turgut Özal” biyografileri ardından ulaşılabilen belgeler, yerli
ve yabancı tanıklıklar ışığında yazdığı “Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk”
biyografisi Milli Mücadele’nin 100. Yılında Doğan Kitap tarafından yayımlandı.
KİTAPLARI:
Savaşta ve
Barışta Kemal Atatürk (Doğan Kitap, 2019)
Turgut Özal
(Doğan Kitap, 2014)
Yabancı
Diplomatların Tanıklığıyla Atatürk’ün Liderliği (Atatürk Araştırma Merkezi Y.,
2014)
İsmet İnönü
(Harp Akademileri M., 2013)
Şehitlerin
Huzurunda (Kara Harp Okulu M., 2012)
Atatürk’ün
Harp Kavramına Bakışı (Harp Akademileri M., 2012)
Atatürk
Ankara’da (Kara Harp Okulu M., 2012)
Atatürk’ü
Yeniden Düşünmek (Remzi K., 2011)
Atatürk ve
Kitap (Türk Kütüphaneciler Derneği Y., 2011)
Mondros’tan
Lozan’a Ermenilerin Uyrukluk Sorunu (Harp Akademileri M., 2010)
Fahri
Korutürk (Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2010)
Ermeni Asıllı
Rus General Korganoff’a Göre Ermeni Faaliyetleri (Harp Akademileri M., 2010)
Atatürk’ün
Ardından Sir Percy Loraine’in Tanıklığı (Remzi K., 2010)
Amasya
Belgelerini Yeniden Okumak (Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2010)
Türk-Ermeni
İhtilafı Makaleler (Y. Sarınay ile Editörlük, TBMM Y., 2009)
Türk-Ermeni
İhtilafı Belgeler (Türkçe/İngilizce, Y. Sarınay ile Editörlük, TBMM Y., 2009)
Cemal Paşa ve
Ermeni Göçmenler/Dördüncü Ordu’nun İnsani Yardımları (Remzi K., 2009)
Ermeni
İddiaları Karşısında Türkiye’nin Birikimi (TBMM Y., 2008)
1915
Tartışılırken Gözden Kaçırılanlar (2008), (Türkçe/İngilizce, Genelkurmay Y.,)
Üç Jön
Türk’ün Ölümü / Talat, Cemal, Enver, (Remzi K., 2007)
Komutan ve
Evlatları (Aşina Kitap, 2007)
Celal Bayar
(Atatürk Araştırma Merkezi Y., Ayrı Basım, 2007).
Atatürk’ten
Günümüze Cumhurbaşkanı Seçimleri (Remzi K., 2007)
Atatürk’ün
Liderlik Sırları (Remzi K., 2006)
Anafartalar’dan
Ankara’ya (Remzi K., 2006)
Salgın
Hastalıklardan Ölümler (TTK Y., 2005 - İng., The University of Utah Press,
2008).
Arnold
Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı (Türkiye Bilimler Akademisi Y., 2005)
Ermeniler
Sürgün ve Göç (K. Çiçek, R. Çalık, Ö. Turan, Y. Halaçoğlu ile, TTK Y., 2004)
Atatürk’ün
Kriz Yönetimi (Cumhuriyet Kitap, 2001)
Atatürk ve
İngiltere (Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2001)
Bir Jön
Türk’ün Ardından / Doğan Avcıoğlu (Bilgi Y., 2000)
Üçüncü
Türkiye (İz Y., 1995)
Türkiye
Cumhuriyeti (İz Y., 1995)
Tarih ve
Politika (İz Y., 1995)
Sivil
Cumhuriyet (Boyut Y., 1991)
Rejim ve
Asker (AFA Y., 1989)
Yön Hareketi
(Bilgi Y., 1986)
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Serdar
Ant “Bir Jön Türk’ün Ardından...” (Virgül, sayı: 33, Eylül 2000), Cemil Çiftçi
/ Maraşlı Şairler Yazarlar Alimler (2000), Fethi Naci / Alıntılardan Alıntılar
ya da YÖN Yılları (Cumhuriyet Kitap, 21.3.2002), Prof. Dr. Hikmet Özdemir (Bilgi teyidi, 11.10.2019).
1980 ve SONRASI
PARLAMENTONUN PERFORMANSI
Prof. Dr. Hikmet
ÖZDEMİR
Kocaeli
Milletvekili, Dışişleri eski Bakanı ve idare hukuku uzmanı kimliğiyle Prof.
Turan Güneş (1922-1982), "Araba Devrilmeden Önce" adıyla basılan
hatıralarında; Türkiye'de 1980 öncesi dönemde siyasetin erozyonu üzerine
"içeriden" bir tanık olarak gözlemlerini ve özellikle parlamentonun
performansını eriten iç tüzük engelinden söz eder:
"(İç
tüzükteki) 55. maddeye göre, Millet Meclisi, Salı, Çarşamba, Perşembe günleri
15.00-19.00 arası toplanır. Yani bir hafta içinde normal çalışma süresi 12
saattir. Bu o kadar kesindir ki, gerekli olsa bile, konuşulan konu ülke için
hayati olsa bile, ne Genel Kurulun, ne Başkanın çalışmalara devam etme kararı
alması yasaklanmıştır. 56. madde gereğince zorunlu hallerde ve sona ermek üzere
olan işlerin tamamlanması amacıyla oturumun uzatılmasına Genel Kurulca karar
verilebilir. O halde bir kez zorunluluk olacak, ayrıca konuşulan konu
sonuçlanmak üzere bulunacak ki, süre bir miktar uzatılabilsin. O gün için belli
bir gündem yapılmış, ancak yarısına gelebilmek nasip olmuş, milletvekilleri
bunu bitirmek istiyorlar. Ne yapılsa faydası yoktur. Saat 19.00 oldu mu Başkan
oturumu kapatacaktır. Dünyanın hiçbir yerinde meclislerin çalışmasını
sınırlayıcı bir iç tüzük hükmünü bulmak olanağı yoktur."1
1980
Parlamentosu'nun bir başka üyesi, Bitlis Senatörü Kamran İnan da,
"içerden" bir tanıktır.
AP'li
Senatör Kamran İnan, yeni kuşaklara "ders oluştursun" diye 1980
öncesinde siyasetin erozyonuna çarpıcı örnekler vermektedir:
"1978
Ekimi'nde, biraz da yaşadığım manzaraların tesiriyle not defterime şöyle bir
cümle düşmüşüm: 'Siyasi tablodan cevap çıkmadığına göre, Türkiye meselelerinin
cevabı başka yerde ve başka şekilde aranacak demektir; oraya doğru gidiyoruz.'
(.) Birbirine hakaret eden liderler, birbirine ateş eden gençler, fiyat etiketi
karşısında gözünden yaş akan vatandaş... Grup toplantısında ise, 'Bu derece
önemli meseleleri bulunan bir memleket Parlamentosunun bu derece hareketsiz
oluşunu anlamak mümkün değildir,' dedim. Bir gün sonra (CHP'li) Prof. (Haluk)
Ülman, "Geminin batmasını seyrediyoruz,' diyordu. Konuşmada hazır bulunan
soldaki bir diğer Profesör, açık bir şekilde, "Bu işin çıkışı yoktur. Yeni
bir buhran dönemi yaşanıyor, müdahale ile biter,' diyordu. (...) Başta 105
insanın öldürüldüğü Kahramanmaraş olmak üzere, acı olaylara sahne olan 1978
yılını kapatırken not defterime şu, isyan dolu satırları yazmışım: Acı bir
yılın son günü; 115 ölü, binlerce yaralı, artan bir kin, derinleşen bölünmeler,
duyarsız bir toplum, güçsüz bir Hükümet, felce uğramış bir Parlamento, yüzde 80
enflasyon, 13 ilde sıkıyönetim, üç milyon işsiz, servet ve savurganlık içinde
yüzen bir sınıf insan, her tarafından su almaya başlayan bir gemi (.) 1979
Okyanusuna bu gemi ile giriyor Türkiye.' (.) Kolektif basiret bağlanması
yaşanıyordu. (.) Memlekette olaylar arttıkça Mecliste gerginlik artıyor,
Mecliste gerginlik yükseldikçe dışarıda olaylar tırmanıyordu. (.) 10 Şubat 1979
günü Senato'da yine olay çıkması üzerine, Senatör (Atıf) Benderlioğlu salondan
çıkarken, 'Bu iş burada biter,' dedi. 'Hayır, burada değil, karakolda biter,'
dedim. Bizi dinleyen (Ahmet İhsan) Birincioğlu da, 'Evet, karakolda biter,'
dedi; ve öyle bitti. (.) 2
"Dışarıdan"
Sorular
1980
Ordu müdahalesinin NATO'da ve Türkiye'nin Batılı müttefikleri gözünde sürpriz
olmadığı, hatta resmi çevrelerde memnuniyetle karşılandığı sır değildir. Mehmet
Ali Birand'ın tespitlerine göre; NATO Güneydoğu Karargahı Komutanı ABD'li
Amiral Sheer, 1980 ilkbaharına doğru İstanbul'da Harp Akademilerinde bir
konuşma yapmış ve genel konulardan sonra NATO'nun Güney Kanat sorunlarına ve
bölgedeki gelişmelere değinerek Türkiye'ye geçmiştir. Amiral Sheer, üniformalı
dinleyicilerine çok anlamlı bir soru yöneltmiştir:
"Türkiye'de
enflasyon yüzde 100 (Birand, enflasyonun o sırada yüzde 45'e düştüğünü not
ediyor./HÖ) civarında sürerken güçlü bir savunma gerçekleştirilemez. Uygulamaya
konulan istikrar programı (24 Ocak ekonomik istikrar kararları
kastediliyor./HÖ) çok önemlidir ve mutlaka aksamadan sürdürülmesi gerekir. Oysa
bir yandan müthiş bir anarşi ve belirsizlik var. Böylesine bir tehlike
karşısında ben size sormak isterim, siz ne yapıyorsunuz, ne yapmayı
planlıyorsunuz?"3
NATO'nun,
Türk Silahlı Kuvvetlerini bir askeri müdahale durumunda destekleyeceğini
gösteren ilk mesaj, Türkiye Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve İkinci Başkan
Haydar Saltık'a 11 Mayıs 1980 günü verilmiştir. Brüksel'de NATO Askeri Komitesi
toplantısında General Rogers, Ege Denizi'nde komuta-kontrol sorunları ve
Yunanistan'ın askeri kanada geri dönüşünü Türkiye Genelkurmay İkinci Başkanı
Haydar Saltık ile görüşürken bir ara söz Türkiye'ye gelmiş ve General Rogers
tereddüt etmeden sormuştur:
"Ülkenizdeki
kargaşa karşısında Türk Ordusu ne yapmayı düşünüyor?"
Orgeneral
Haydar Saltık hiç renk vermemiştir; böyle bir soruyu zaten beklemektedir:
"Her
zamanki görevimizi sürdürüyoruz."
"Ancak,
Ordu'nun sıkıyönetimde böylesine geniş şekilde rol almasının sakıncaları da
vardır."
"Evet,
sıkıyönetim nedeniyle bu göreve verilen birliklerin eğitimlerinde bazı
güçlükler başladı. Ancak aranın kapatılmasına çalışıyoruz."
Genelkurmay
Başkanları onuruna verilen kokteylde de Orgeneral Kenan Evren'i, ABD'li
meslektaşı Genelkurmay Başkanı General Jones sıkıştırmıştır:
"Türkiye'deki
gelişmeleri doğrusu kaygıyla izliyoruz. Neler olduğunu anlayabilmek de çok güç.
Aylardır bir Cumhurbaşkanı bile seçemedi politikacılarınız."
NATO'da
görevli Türk subayları da Brüksel'de Türkiye Dışişleri Bakanı Hayrettin
Erkmen'in etrafını çevirip sıkıntılı ve sinirli bir şekilde şöyle
konuşmuşlardır:
"Beyefendi,
nedir bu durum? Sonu nereye varacak, bir Cumhurbaşkanı dahi seçilemiyor hâlâ.
Biz burada anlatamıyoruz, millete rezil oluyoruz. Güç durumlara
düşüyoruz."4
US
Armed Forces dergisinin Haziran 1980 tarihli sayısında ise şu yorum yer
almaktadır:
"Türkiye'deki
gelişmeler öyle bir noktaya tırmanmıştır ki, Türk Silahlı Kuvvetlerinin
müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülememektedir. (.) Türk Silahlı
Kuvvetleri müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede Ordu da düzeltemeyecektir."5
Ordu'nun
Tepkisi ve Uyarı Mektubu
Ordu'nun,
ülke genelinde yaşanılan şiddet eylemlerine ve kanlı olaylara tepkisi ne idi?
Temmuz
1979'da, Milli Güvenlik Kurulu'nun aylık olağan toplantısında Napoli'deki NATO
Karargahı ziyaretinden henüz dönen Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu şöyle
konuşmaktadır:
"İtalya
Deniz Kuvvetleri Komutanı ile konuşurken, bana dedi ki; 'ciddi tedbirler alın,
yoksa demokratik rejimi tehlikeye sokarsınız.' Oramiral Ulusu, bizde eylemlerin
halka indiğini söylüyor, "hükümet ciddi önlemler almalı," diyordu. Bu
konuşmaya tanık olan Faruk Sükan, (Demokratik Parti'den Konya Milletvekili,
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı sıfatıyla Milli Güvenlik Kurulu
toplantısındadır/HÖ.), "ilk kez komutanların geziden döndükten sonra
'konuşmaya başladığını' gördüm," diyordu. Hele Güneydoğu ve Doğu illerinde
1979'un ilk dört ayında yaptıkları incelemeden sonra Nurettin Ersin, Tahsin
Şahinkaya, Bülend Ulusu, Sedat Celasun ayrı ayrı söz alıp değerlendirmelerini
sıralamışlardı. Özetle, "devlet otoritesinin yokluğundan, bürokrasinin
çalışmadığından, eylemlerin giderek boyutlandığından," yakınıyorlardı.
Askerler, "önlem alınmasını" vurgularken, Başbakan Ecevit-Faruk
Sükan'ın gözlemi durmadan not alıyor, susuyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanı
elindeki yazılı metni yarım saat kadar okudu. 11-12 maddeye sığdırdığı bu
konuşma, toplantıda bulunanların kanısı, bütün komutanların ortak görüşüydü.
Oramiral, "sözcü" gibi konuşuyordu. Sözlerini bitirdiğinde, CHP'li
Devlet Bakanı Hikmet Çetin yanında oturan CHP'li Milli Eğitim Bakanı Necdet
Uğur'a, "Tıpkı, Muhsin
Batur
gibi," dedi. Orgeneral Batur da Milli Güvenlik Kurulu'nda 1971 askeri
müdahalesinden hemen önce -tıpkı- Oramiral Ulusu gibi konuşmuş, iki de yazılı
muhtıra vermişti.6
Mehmet
Barlas'ın tespitlerine göre; askerler, terörün tırmanması, ekonominin iflas
içinde olması ve siyasi arenada kavgalar sonucu, 1979 Eylülü'nde Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren'in talimatıyla "askeri müdahalenin zamanının gelip
gelmediğini saptayacak" bir "Çalışma Grubu" oluşturmuşlardı.
Genelkurmay İkinci Başkanı Haydar Saltık'ın yönettiği "Çalışma Grubu"
11 Eylül 1979 günü (askeri müdahaleden bir yıl önce) çalışmaya başlamıştı. O
sırada Başbakanlık koltuğunda Bülent Ecevit oturmakta idi.7
Genelkurmay
"Çalışma Grubu" raporlarına göre, ülke iç savaşa doğru yol alıyordu.
Eğer askeri müdahale gecikirse, Ordu'nun bölünmesi tehlikesi de vardı. Bu
değerlendirmeden hareketle Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in, 21 Aralık 1979
günü İstanbul'da, 1. Ordu Karargahında komutanlarla bir toplantı yaptığı ve
burada Hükümete yazılı bir uyarıda bulunulması kararı alındığı biliniyordu.8
27
Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren imzalı ve "Türk
Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü" başlıklı mektup, Milli Güvenlik Kurulu
Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Korutürk'e verildi. Mehmet Barlas'a göre,
Orgeneral Kenan Evren, uyarı mektubunu Cumhurbaşkanına iletirken, "Ordu'da
derhal yönetime el koyulması gerektiğini düşünenlerin sayısı çok," demeyi
de ihmal etmemişti.9
Kenneth
Mackenzie, iyi haber veren bir kaynağa dayanarak o dönemde Albay
rütbesindekilerin acil olarak müdahale yapılmasını komutanlarından
istediklerini yazmaktadır.10
Cumhurbaşkanı,
Milli Güvenlik Kurulu Başkanı unvanını da kullandığı bir ön yazı ile
Komutanların ortaklaşa imzaladıkları mektubu 2 Ocak 1980 günü Başbakan Süleyman
Demirel ile ana muhalefet lideri ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in
bilgisine sunmuştu. Cumhurbaşkanı, mektubu vermek için iki lideri birlikte
çağırmasının anlamını, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Haluk Bayülken ile
Cumhurbaşkanlığı Hukuk Danışmanı Prof. İlhan Öztrak'a şöyle açıklamıştı:
"Önce Başbakana versem -çünkü Başbakanı çağırmaya mecburdum, çünkü
Başbakan önce çağırılırdı- o takdirde mektuba sadece o muhatapmış gibi bir hava
ortaya çıkacaktı. Bu sebeple ikisini de çağırarak verdim ve 'mektubu
değerlendirin,' dedim."11
1990'da,
Süleyman Demirel, Kenan Evren'in anılarının yayınlanması üzerine verdiği
yanıt-kitabında, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün "uyarı mektubu" ile
ilgili tutumunu şöyle değerlendirmektedir:
"Ben
kendisi ile, 28 Aralık 1979 tarihinde mutad ziyaretimi yapmış, haftanın
sorunlarını görüşmüştüm."
"O
gün mektup elinde olduğu halde, bana, Hükümet Başkanı olarak bir şey
söylenmemesini ve 7 gün bu mektubu elinde tuttuktan sonra bana intikal
ettirmesini hep yadırgamışımdır."
"Sayın
Korutürk, Cumhurbaşkanı seçilirken bana, kendiliğinden; 'askerlerle bir oyuna
girmeyeceğini' söylemişti."
"Sayın
Korutürk'ün dürüstlüğüne inanırdım. O sebeple de kendisi bir oyun içinde
olamazdı."
"Bunun
üzerine kendisine; 'Ben, Hükümet Başkanıyım. Benim vaziyetim herkesinkinden
farklıdır. Ortada, çok ciddi bir durum vardır, bu bir 'bunalım hali'dir.
Mektup, Hükümet aşılarak verilmiştir. Genelkurmay Başkanı ve Komutanlarla
görüşeceğim. Bunun arkasında ne olduğunu tespit ettikten sonra, kendi
vaziyetimi tayin edeceğim. Durumu ayrıca size arz edeceğim,' dedim."12
Ordu'nun
uyarı mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu:
"Ülkede
birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi
için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce Meclislerimizde en kısa
zamanda kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem
taşımaktadır."
"Diğer
yandan Meclislerin açılışından bir buçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil
edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularını müzakere için bugüne
kadar müşterek bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir."
"Atatürk
milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve
tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafından
toplamanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir
gerçektir. Ülkenin içinden bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması
hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri arasındadır."
"Türk
Silahlı Kuvvetleri; iç hizmet yasası ile kendisine verilen görev ve
sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi
partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın
ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör
ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün
önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde
yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." 13
Cumhurbaşkanı
Korutürk'ün davranışı da kanıtlıyor ki, Ordu'nun mektubu özellikle iki büyük
siyasi parti ve onların genel başkanlarını hedefliyordu. Esasen taleplerin
kanun ve anayasa değişiklikleri ile yapılabilecek oluşu, sorunun parlamentoda çoğunluğa
sahip iki büyük parti tarafından aşılabileceğinin bir diğer göstergesi idi.
Olayların
bundan sonraki gelişimi şöyledir:
Ordu'nun
mektubu üzerine Başbakan önce 4 Ocak 1980 günü saat 16.15'te Genelkurmay
Başkanı ile görüşerek, "konuyu, gayet soğukkanlılıkla beraberce
düşünelim..." önerisinde bulundu ve 7 Ocak 1980 günü saat 17.00'de
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarıyla buluşmak ve konuşmak kararı
aldı.14
5
Ocak 1980 günü toplanan AP Genel Yönetim Kurulu'nda, uyarı mektubuyla
"Ordu'nun yönetime el koymamakla birlikte, siyasete el koymuş
olduğu." görüşüne varılmıştı. Cüneyt Arcayürek'in yazdığına göre,
Genelkurmay Karargahında o günlerden başlayarak yönetime el koyulacağı gün
nasıl davranılacağı, ne gibi işlemler yapılacağı, hangi bildirilerin çıkacağı
dosyalanıyordu.15
11-12
Eylül 1980 gecesi Genelkurmay Karargahında askerler tarafından
"alıkonulan" Doğan Kasaroğlu'nun aktardığına göre; Generaller
aralarında konuşurlarken, "Peki ekonomiyi ne yapacağız?" gibi bir
soru duyuluyor. Biri, "Özal'ı getireceğiz," diyor. "Ya kabul
etmezse?" sorusuna karşı, diğeri, "Zorla yaparız," derken, bir
diğeri "İkna ederiz," diye konuşuyor. Başbakanlık Müsteşarı Turgut
Özal, çok sonra, "zorla yaparız," diyenin yeni Orgeneral ve
Genelkurmay 2. Başkanı Necdet Öztorun; "İkna ederiz," diyenin de
Orgeneral Haydar Saltık olduğunu öğreniyordu.16
Ordu'nun
İstekleri
4
Ocak 1980 günü saat 16.00'da Başbakanlık Konutu'nda, Genelkurmay Başkanı ile
Başbakan arasındaki toplantı şu sözlerle sona ermişti:
"Başbakan
Demirel-Anayasa kuruluşlarının görevleri, yetkileri Anayasayla tanzim
edilmiştir. Bunları bir mektupla disipline etmek mümkün değildir. Sizinle 7
Ocak 1980 Salı günü, bu konuyu konuşmak istiyorum. Konuyu gayet soğukkanlılıkla
beraberce düşünelim."
"Orgeneral
Evren-Diğer Komutan arkadaşlarımı da getirmek isterim."
"Başbakan
Demirel-Tabii. 7 Ocak 1980 günü, saat 17'de görüşelim."17
7
Ocak 1980 günü saat 17.00'den itibaren üç saat boyunca Başbakan ve Komutanlar
önceden kararlaştırdıkları şekilde toplanmışlardı. Genelkurmay Başkanı Kenan
Evren, itinalı bir üslupla şunları söylemişti:
"Dünya
değişiyor. Kanunlar çıkmadı. Zaman aleyhimize işliyor. Sol ve sağ çatışıp iç
harbe gidecek. Yurt dışında aynı şeyler var. 'Tehditler alıyoruz'.
Arkadaşlarımızda tedirginlik var. Bazılarında bedbinlik gördüm. Bunun böyle
yürümeyeceği kanaati var. Bütün siyasi partilere ve Anayasal kuruluşlara bir
ikaz yapalım düşüncesi hakim oldu. 'Ne yapalım', dedik.
Cumhurbaşkanına
bir mektup verelim. O da parti liderlerini çağırsın, Anayasal kuruluşlara
söylesin. 'Ordu rahatsızdır', desin. Bu duruma nasıl geldik? Gözden geçirelim:
Anarşi ile mücadelede bir ve beraber olunmadı. Kısa ve uzun vadede yasal
çalışmalar geciktirildi. Bir şey yapılmadı. İstihbarat örgütleri suç
kaynaklarını ortaya çıkarmaya yararlı olmadı. Mahkemeler işlemedi. Devlet çarkı
iyi çalışmadı. Emniyet teşkilatı bir türlü düzeltilemedi. Milli Eğitim, her
türlü aşırı akımların aşaması haline getirildi. Silah kaçakçılığı ile bir türlü
müessir mücadeleye girişilemedi. Kötü kentleşme, sosyo-ekonomik (durum)
anarşiye müsait ortam yarattı. Meclisler kendilerinden beklenilen dinamik
çalışmaya giremedi. Halkın devlete ve meclislere güveni sarsıldı, devletin
yanında olmadı."
Genelkurmay
Başkanı, ne yapılmasını istediklerini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde
sıralamıştı:
⦁ 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu yeniden
düzenlenmelidir.
⦁ Emniyet örgütünün etkinliğini arttırıcı
kanun çıkarılmalıdır.
⦁ Ceza usul kanununda değişiklik
yapılmalıdır.
⦁ Polis ve öğretmen dernekleri
kurulmamalıdır.
⦁ 1974 Affı bugünkü duruma sebep
olmuştur. Anarşist ve bölücüler için af çıkarılmamalıdır.
⦁ Her türlü ideolojik yayımlar
önlenmelidir.
⦁ Radyo ve televizyon programları
düzeltilmelidir.
⦁ Gecekondu bölgeleri organize edilmeli,
yahut şehre akın önlenmelidir.
⦁ Toplantı, gösteri ve yürüyüşler
disipline alınmalıdır.
⦁ Olağanüstü Hal ve Devlet Güvenlik
Mahkemeleri kanunları çıkarılmalı. Ordu her seferinde müdahale mecburiyetinde
kalmamalıdır.
⦁ Seçim kanunu, siyasi partiler kanunu
yeniden düzenlenmelidir. Aksi halde önümüzdeki seçimlerde parlamentonun yeni
bir şekil alacağına inanmıyoruz.
⦁ Danıştay'ın yetkileri yeniden
düzenlenmelidir.
⦁ Toprak reformu yeniden ele alınmalıdır.
⦁ Gazete ve dergi çıkarılması başı boş
olmamalıdır.
⦁ Meclis çalışmalarının engellenmesi
önlenmelidir. Halk üzerinde menfi tesir yapmaktadır.
⦁ Vergi reformu yapılmalıdır.
⦁ Siyasi partiler, kesin ve ortak tavır
içine girmelidir.
⦁ İstihbaratın etkinliği arttırılmalıdır.
⦁ Öğretim kurumları politize olmaktan
kurtarılmalıdır.
⦁ Devlete ve kamu kuruluşlarına sızmış
olan militanlar temizlenmelidir.
⦁ Anayasal kuruluşlar yıkıcılık ve
bölücülükle ilgili bilgi sahibi değildir. Bilgi sahibi yapılmalıdır.
⦁ Atatürk ilkelerinden asla taviz
verilmemelidir.
⦁ Bu konuda CHP'nin desteğinin alınması
önemlidir.18
Genelkurmay
Başkanı Evren'in konuşması ardından öteki komutanlar da sıra ile söz alıp bazı
eklemelerde bulundular ve dileklerini belirttiler.
Başbakan,
bütün bu konuşmalardan sonra şöyle dedi:
".
Sizi dikkatle dinledim. Bu söylediklerinizi sistematize edelim, gruplandıralım,
idareten yapılabilecek şeyleri ayıralım ve derhal yapalım. Bunları Silahlı
Kuvvetler yapacaksa Silahlı Kuvvetler, sivil idare yapacaksa, sivil idare
yapsın. Yasa lazım olan haller içinde gerekli incelemeyi ve teşebbüsleri
yapalım. 9 Ocak 1980 günü saat 17'de tekrar bir araya gelelim ve konuşmaya
devam edelim."19
Genelkurmay
Başkanı tarafından sıralanan taleplerin hemen tamamı siyasi organ tarafından
yapılması gereken işlerdi. Talepler sistematize edilmiş, itina ile
hazırlanmıştı. Komutanlar ile görüşmesinin ertesi sabahı Cumhurbaşkanına
şunları söyleyecekti:
".
Türkiye, bu meselelerin altında ezilmeyecektir. Ne iyimserliğin ne de
kötümserliğin çare olmadığını, herkes bilmelidir. Bu meselelerin altından
çıkmak, gün meselesi değildir. Ama, çıkılacaktır."20
Eski
Başbakan, 1985 yılında Cüneyt Arcayürek ile yaptığı bir görüşmede şunları
söylemiştir:
"Erim'in
cenazesi kaldırıldığı gündü. İstanbul'da Ordu Komutanı bana, 'Bu kadar
yapabiliyoruz' biçiminde bir söz söyleyince, 'yapmayacaklar' diye geçirdim
içimden... Oysa vazifeyi yaptırmak benim vazifemdi. Kamunun avukatı bendim,
çırpmıyordum, vazife yapılmıyorsa yapanları getirmek için. (.) Kendi kendime
'ikrar' edemiyordum, söylemek istemiyordum. İş gidiyordu. Komuta heyetini
değiştireyim' diye düşünmedim de değil... Fakat bunu nasıl yapacaktım. Yeni
komutanlar getireyim, bunu nasıl çözecektim? Cumhurbaşkanı Vekili
Çağlayangil'le yapmaya kalksam, hadise üzerinde kalacaktı, muhalefet, 'Orduyla
oynuyor,' diye ortaya çıkacaktı ya da seçime gitmeliydim, o da
olmuyordu."21
Ordu'dan
gelen uyarı ve taleplerin en az Hükümet ve Başbakan kadar muhatabı olan CHP ve
lideri Bülent Ecevit ne yapıyordu?
Cüneyt
Arcayürek'in de belirttiği gibi, Ordu'nun "işbirliği" yapılmasını
isterken amacı, CHP ile AP'nin ortak hükümet kurması idi.22
9
Ocak 1980 günü, Cumhurbaşkanı Korutürk ile ana muhalefet lideri arasında şu
konuşmalar geçiyordu:
"(Bülent
Ecevit): Çok ağır sorunlar var. Bilmem hükümet bunları yalnız başına
kaldırabilir mi? İşbirliğine, koalisyona bile açığız. Sayın Başbakandan ise
daha diyalogu bile lüzumlu bulmadığı izlenimi alıyoruz."
"(Cumhurbaşkanı
Korutürk): Dış tehlikeler artıyor. Afganistan ve İran olaylarını görüyoruz.
Türkiye ise hassas bölgede. Türkiye'nin birliği sağlanmalıdır. Mektubu
soğukkanlılıkla değerlendirmeniz için bir süre tutmuştum. Sayın Demirel'le sizi
birlikte davetimin sebebi alacağınız tutumun, kararın Ordu'nun teşebbüslerinin
muallakta -boşlukta- kalmasının doğuracağı ağır sonuçlara, keza çevremizdeki
gelişmelerin ağırlığına dikkati çekmek, iki partinin işbirliğini sağlamaktır.
Siz kapınızı açık bırakınız, Sayın Başbakan bu tutuma lakayt (ilgisiz) kalmaz,
kalamaz."
"(Bülent
Ecevit): Gruplarımız uyarının şekline değil, özüne dikkat etti. En hararetli
üyelerimiz dahi (.) bu hususta ittifak içindeler. İşbirliğine hazırız. Sayın
Başbakan ise kanunlar çıkar, iş biter imajını yaratmak eğiliminde
gözüküyor."
"(Cumhurbaşkanı
Korutürk): Siz itidalli (uyumlu) olun, kapıyı açık tutun. Afganistan'ın işgali
karşısında Sedat ve Begin bile birleşiyorlar. Hal böyle iken iki büyük partinin
mecliste birleşmemesi tarihi bir vebal olur."23
Cumhurbaşkanı
ile görüşen CHP Lideri Ecevit'in basın mensuplarına açıklaması da hiç bir
tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır:
"...
Türkiye'nin demokratik rejim içerisinde, bunalımlardan kurtuluşunu
kolaylaştırmak için CHP, AP ile işbirliğine hazırdır. Eğer koalisyon önerisi
bugün hükümette bulunan partiden gelecek olursa yetkili kurullarımıza
destekleyerek götürürüm."24
CHP
Lideri Bülent Ecevit'in ılımlı tutumu sonucu değiştirememiş; 12 Eylül 1980
öncesinde iki büyük parti ve liderleri hiçbir şekilde işbirliği
yapamamışlardır.
Süleyman
Demirel, siyasi yasaklı bulunduğu dönemde kaleme aldığı, 19 Eylül 1985 tarihli
bir notta; 1980 öncesinde rejim için bile olsa, bir türlü CHP-AP ittifakına
yanaşmayışını kastederek, "bir olmadınız, beraber olmadınız," diye
konuşanlara böyle bir işbirliğine neden yanaşmadığını şu şekilde açıklamıştır:
"Çok
parti ile tek partiyi karıştırmamak lazımdır. Çok partide, partiler farklı
fikirlere sahip olacak ve farklı davranışlarda bulunacaklardır. Partilerin her
meselede bir ve beraber olması isteniyorsa bu takdirde itiraz, sistem'edir.
Aranan tek partidir. Halbuki çok parti tek partiye göre ilerlemedir. Tek
partiyi aramak geriye gitmek olur."25
Ordu'nun
Müdahale
Hazırlıkları
Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren'in anlatımıyla olayların bundan sonra gelişimi ve askeri
müdahale hazırlıklarının tamamlanması şöyle olmuştur:
⦁ 6 Nisan'da Korutürk'ün süresi
dolduğundan cumhurbaşkanlığı makamı boşaldı. TBMM, yeni "cumhurbaşkanı
seçimi için aylarca yasama görevini yerine getirmeyecek, oylama turları ile çok
kıymetli olan zamanı harcayacaklardır."26
⦁ 24 Nisan'da, Genelkurmay Başkanı Kenan
Evren, Milli Savunma Bakanı A. İhsan Birincioğlu'na önemli bir uyarıda bulundu:
"Herkesin ve tabii bu arada Silahlı Kuvvetlerin de bir sabır noktası
vardır. Bu işin, bu şekilde ila nihaye (süresiz olarak) beklemeye tahammülü yoktur.
Eğer böyle devam ederse ya alttan gelen tazyiklere dayanamayarak bu sele
katılmak zorunda kalırız veya bizi bir kenara iterler. Binaenaleyh bir an evvel
Cumhurbaşkanlığı meselesi halledilmelidir. Bunu Başbakana anlatınız." Aynı
gün not defterine şunları da yazdı: "Durum hiç de iyi değil. Hiçbir şeyin
halledildiği yok. Galiba sonunda bu işe müdahale etmek zorunda kalacağız.
Kuvvet Komutanları ile yaptığımız görüşmede önümüzdeki haftayı da beklemenin
uygun olacağı neticesine vardık. Eğer böyle devam eder ve partiler bu
anlayışsızlık içinde olurlarsa bir müdahaleden başka çıkar yol kalmıyor."
Nisan ayı bilançosu, 247 ölü, 475 yaralı idi.27
⦁ 5 Mayıs'ta Başbakan ve Genelkurmay
Başkanı görüştü. Başbakan, Cumhurbaşkanı seçiminden hiç söz etmemiş; Özel Harp
Dairesi personelinin terörle mücadelede kullanılmasını, 1972'de Kızıldere
olayları sırasında da böyle yapıldığını söylemişti. Genelkurmay Başkanı, bu
görüşmede, Başbakanın kendisini oyaladığı izlenimi edinmiş ve Genelkurmay
İkinci Başkanına; "7 Mayıs günü Askeri Komite ve SHAPE tatbikatına
gideceğim. Dönünceye kadar bütün hazırlıklar tamamlansın. Radyo ve televizyona
verilecek tebliğler, beyanatlar da hazırlansın. Bu partilerin memleketi
felakete sürüklemelerine daha fazla seyirci kalamayız. Brüksel'den dönüşte artık
bu işi halledelim," emrini vermiştir.28
⦁ 18 Mayıs'ta Genelkurmay Başkanı ve
Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve 2. Başkanın katıldığı bir
toplantı yapıldı. İkinci kez uyarı mektubu verilmesi konusu görüşüldü. Bunun
bir fayda sağlamayacağı üzerinde görüş birliğine varıldı ve "müdahale
kararı" alındı. Karargahtaki bütün hazırlıkların Temmuz'un ilk haftasına
kadar bitirilmesi söylendi.29
⦁ 24 Mayıs'ta, İstanbul'da, Genelkurmay
Başkanı ve öteki yüksek komutanlar, Ordu Komutanı, Harp Akademileri Komutanı ve
Kolordu Komutanlarıyla bir toplantı yaptılar. Katılanlar, müdahalenin
zaruretine inandıklarını söylediler.30
⦁ 27 Mayıs'ta, Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkan Yardımcısı ve Eski Gümrük ve Tekel Bakanı öldürüldü. Cenazesinin
kaldırıldığı 30 Mayıs günü birçok il ve ilçede gösteriler yapıldı. Bazı okullar
tatil edildi. Korkudan oralardaki esnaf işyerlerini açamadı. O gün cereyan eden
olaylarda 20 vatandaş can verdi. 28 Mayıs'ta, Çorum'da, Kahramanmaraş'dakine
benzer olaylar çıktı. Çorum'daki olaylar, 7 Haziran'da yatıştırılabildi. Mayıs
ayının bilançosu 239 ölü, 577 yaralı idi.31
⦁ 4 Haziran'da, Genelkurmay İkinci
Başkanı, askeri müdahale için emri Genelkurmay Başkanına sundu. Harekatın
belkemiğini İstanbul oluşturuyordu. Emir, 1. Ordu Komutanı ile ayrıca
görüşüldü.32
⦁ 17 Haziran'da müdahale kararı
kesinleşti. Genelkurmay Başkanı'nın kafasındaki tarih, 17 Temmuz'du.33 Bu
arada, Orgeneral Haydar Saltık'ın başkanlığında "Çalışma Grubu"
genişletildi.34 Haziran ayı bilançosu, 230 ölü, 466 yaralı idi.35
⦁ 1 Temmuz'da, Genelkurmay Başkanı,
Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve İkinci Başkan yeniden
toplandılar. Müdahalenin başlangıç tarihi olarak 11 veya 12 Temmuz'u uygun
buldular. Bu tarihin tespitinde, CHP'nin hükümeti düşürmek için gensoru verecek
oluşu rol oynamıştı. Komutanlar, hükümet bu şekilde düşürülürse müdahalenin
daha kolay olacağını düşünüyorlardı. Ayrıca, devlet borçlarının üç yıl
ertelenmesi için Paris'te 8, 9, 10 Temmuz günlerinde toplantı vardı ve
yapılacak bir müdahale bu ertelemeyi engelleyebilir ve ülke borç ödemede bir
sıkıntı ile karşılaşabilirdi.36
⦁ 3 Temmuz'da harekat emri özel
kuryelerle Ordu Komutanlarına ve Sıkıyönetim Komutanlarına ulaştırıldı. Fakat,
Başbakan Demirel, 214 güvensizlik oyuna karşı 227 güvenoyu almıştı. Bu arada,
8, 9, 10 Temmuz günlerinde Paris'te yapılması kararlaştırılan borç erteleme
toplantısı da 22 Temmuz tarihine atılmıştı. Müdahale tarihi, bu gelişmeler
üzerine ertelenmişti. Bu kararın bir faydası daha olmuştu: Ağustos ayı başında
toplanan Yüksek Askeri Şura'da terfi ve emeklilik işlemleri düzenli olarak
sürdürüldü.37
⦁ 8 Temmuz'da Genelkurmay Başkanı ve
Komutanlar Çorum'da incelemeler yaptılar. Geceyi Amasya'da geçirdikten sonra
Samsun'a ve Ordu'ya geçtiler. 17 Temmuz'da Van'a gittiler. Aynı gün, Yüksekova,
Şemdinli, Hakkari'yi ziyaret ettiler. Askeri birlikleri denetlediler ve
Komutanlardan olaylar hakkında bilgi aldılar. 18 Temmuz'da, Ağrı, Kars ve
Erzurum garnizonlarını denetlediler. 19 Temmuz'da, Elazığ, Tunceli, Diyarbakır
garnizonlarındaki birlikleri denetlediler. 20 Temmuz'da Siverek üzerinden
Kayseri'ye geçtiler. Denetimlerden varılan sonuç, müdahalenin mutlaka yapılması
şeklinde idi. Gecikilmesi durumunda, "bir iç harbin içinde" olmak
işten değildi.38
⦁ 23 Temmuz'da, Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu Eski Başkanı Kemal Türkler öldürüldü. "Artık bir soldan bir
sağdan öldürme olayları kan davasına dönüşmüştü."39
⦁ 24 Temmuz'da, Cumhurbaşkanı Vekili
İhsan Sabri Çağlayangil, AP Lideri ve Başbakan Süleyman Demirel ile CHP lideri
Bülent Ecevit'i Çankaya'da buluşturmuştu. Fakat görüşmeden olumlu bir sonuç
alınamamıştı. Temmuz ayı bilançosu, 341 ölü, 510 yaralı idi. Yine Temmuz
içinde, (Evren kesin tarihi hatırlamıyor/HÖ) Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e,
Büyükelçi Coşkun Kırca ve Kontenjan Senatörü Adnan Başer Kafaoğlu
hazırladıkları bir anayasa taslağını sunmuşlardı. Genelkurmay Başkanı, iki
sivilin anayasa taslağı için şunları yazıyor: "Üzerinde epey çalıştım.
Ancak uygun bulmadım. Katı tarafları çoktu. (.) Diktatörlüğe de
götürebilirdi."40
⦁ 4 Ağustos'ta Yüksek Askeri Şura
toplandı. Ordu'daki terfi ve tayinler tamamlandı. İhtimal vermemekle birlikte,
emekli olacak General ve Amirallerin ellerindeki harekat emrini kızgınlık ve
kırgınlıkla Başbakana veya bir Bakana bildirmeleri tehlikesine karşı 11
Temmuz'daki harekat planı ile ilgili dosyalar toplatıldı. Toplama işi, 7
Ağustos'ta tamamlandı.41
⦁ 26 Ağustos'ta Genelkurmay Başkanı ve
Komutanlar son bir toplantı yaptılar ve 5 Eylül Cuma günü müdahale yapılması
kararı aldılar. Ancak, İkinci Başkan, Ankara Sıkıyönetim Komutanının göreve
yeni başladığını ve bu tarihe kadar bütün hazırlıkları tam olarak yerine
getiremeyebileceğini söyleyince, harekat günü bir hafta sonraki, 12 Eylül Cuma
sabahı saat 03.00 olarak değiştirildi. İkinci Başkan (Korgeneral Necdet
Öztorun), kendi el yazısı ile varılan kararları kaleme aldı ve tutanak,
toplantıda bulunanlar (Orgeneral Kenan Evren, Orgeneral Nurettin Ersin,
Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer ve Korgeneral Necdet Öztorun)
tarafından imzalandı (Jandarma Genel Komutanı o sırada görevli olarak Ankara
dışında idi, tutanağı 2 Eylül günü imzalayabildi). Böylece askeri müdahalenin
yürütme organı (beyni) olan Milli Güvenlik Konseyi'nin çatısı oluşturulmuş ve
Genel Sekreterliğe de Ege Ordu Komutanı Haydar Saltık atanmıştı. 26 Ağustos
günü yapılan toplantıda, Türk Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın
ABD'ye yapacağı gezi gündeme geldi. Orgeneral Şahinkaya'nın ziyareti önceden
planlanmıştı ve 12 veya 13 Eylül günlerinde bitecekti. Gezinin iptali söz
konusu olamazdı. Kendisinin, 11 Eylül'de Ankara'da olacak şekilde programında
kısaltma yapması kararlaştırıldı.42
⦁ 30 Ağustos'ta Genelkurmay Başkanı Kenan
Evren'in Zafer Bayramı mesajında şöyle deniliyordu: "Meclislerimiz
aylardır çalışamaz ve Cumhurbaşkanı seçimi gibi çok önemli bir görevini yapamaz
duruma getirilmiş olmasından ulusumuz derin ıstırap duyarken, ülkede huzur ve
sükunun sadece sıkıyönetim komutanlarından beklenmesinin ve kısa sürede
gerçekleşmemesi üzerine de, onların suçlanmasının insafla ve sağduyu ile
bağdaştırılması, elbette mümkün değildir. Nitekim yurdumuzda olduğu gibi,
anarşinin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde mücadele, ulusça verilerek yapılmakta ve
ancak bu suretle, üstesinden gelinebilmektedir. (.)"43
⦁ 6 Eylül'de, "Konya'da çok çirkin
olaylar cereyan etti. (.) Mevlana Türbesi ve Camii önünde meydanda büyük
nümayişler yapılmış, İstiklal Marşımızı söyleyenler protesto edilmiş, bu esnada
yerlere oturulmuş, bir kısım yobazlar, 'Ezan sesi istiyoruz, bu Marşı
söylemiyoruz,' diye bağırmışlar, Erbakan ve vaktiyle Bakanlık yapmış bir kısım
MSP'li milletvekillerinin de katıldığı kortej kol-kola girerek, eski Türkçe
pankartlarla, ilahilerle yürüyüşe geçmişler ve tam manası ile tarihte cereyan
eden 31 Mart olayını tekrar etmek istemişlerdir. (.) Olayı televizyonda
seyredip, ertesi günü gazetelerde de okuyunca sinirlendik. O Erbakan ki; 30
Ağustos Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığında
yapılan kutlama törenlerine katılmamış ve katılmayışına o günü Karadeniz
şehirlerimizden birinde vefat eden bir din adamının cenaze törenini bahane
olarak göstermişti. (.) 30 Ağustos Bayramı'na katılamayan bu kişi, Konya'daki
31 Mart provasına çekinmeden katılabiliyordu."44
⦁ 8 Eylül'de, Genelkurmay Başkanı ve
Komutanlar son bir koordinasyon toplantısı yaptılar. Bir çok ayrıntıyı gözden
geçirdiler.45
-
9 Eylül'de, Genelkurmay Başkanı ve üst düzey komutanların katılımıyla bir
toplantı daha yapıldı.46 Genelkurmay Karargahında, Kara Kuvvetleri Komutanı
Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, göreve yeni atanan
komutanlar, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer ve Genelkurmay İkinci Başkanı
Necdet Öztorun'un toplantıları yalnızca yarım saat sürdü ve Genelkurmay Başkanı
Kenan Evren, askeri müdahale emrini imzaladı ve; "Müdahale tarihi 12
Eylül'dür. Bayrak planı yeniden dağıtılsın ve hazırlıklarınızı ona göre
yapın," dedi.47
⦁ 10 Eylül'de, özel kurye uçakları ile
ilgili komutanlıklara kurye subayları ile harekat emri gönderildi.48 Askeri
müdahaleden yalnızca 2 gün önce görüşmelerde bulunmak amacıyla bu bilgiyle
ABD'de bulunan Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya için Washington
Büyükelçiliği'nde verilen kokteylde de konu yine Türkiye'deki anarşi, siyasi
kriz, ekonomik tıkanıklık ve de Cumhurbaşkanının aylardır seçilemeyişidir.
Kokteyle katılanların bu yönde bir sorusuna, Türk Hava Kuvvetleri Komutanı
kesin bir cevap vermekte tereddüt etmedi: "Merak etmeyin, önümüzdeki 48
saat içinde Türkiye'nin bir Cumhurbaşkanı olacak!"49
-
11 Eylül'de, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri
Çağlayangil'e haftalık görüşme için çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Vekili,
"Ordu'da bir sıkıntı var mı?" diye sorunca, Genelkurmay Başkanı,
önemli bir sıkıntı bulunmadığını, Necmettin Erbakan'ın Konya mitinginden
duydukları üzüntüyü söyledi ve samimi bir şekilde birbirlerinden ayrıldılar.
Aynı gün, Ordu ve Kolordu Komutanlıklarından harekata hazır oldukları mesajları
geliyordu. Parti Liderlerinin gönderilecekleri yerler tespit edilmiş, uçak ve
helikopterler hazırlanmıştı. Genelkurmay Başkanı, Parti Liderlerinin
heyecanlanıp kalp krizi geçirmeleri ihtimaline karşı, gecenin o saatinde kapıya
subay gönderilmemesi, birer milletvekili veya bakan bulunarak subayla birlikte
eve gitmeleri ve çok kibar hareket edilmesi, geçici ikamet edecekleri yerlere
arzu ederlerse eşlerini de birlikte götürebilecekleri hususunda, İkinci Başkana
emir bile vermişti.50
Ordu'nun
Fiili İktidarı
Genelkurmay
Karargahındaki uzun hazırlıklardan sonra 12 Eylül 1980'de Ordu'nun yönetime el
koyması ile başlayan ve 13 Aralık 1983 günü Anavatan Partisi lideri ve yeni
Başbakan Turgut Özal'ın birinci hükümetinin iş başına gelmesiyle sona eren bu
döneme "Ordu'nun Fiili İktidarı" demek uygun bir adlandırma olabilir.
"Ordu'nun
Fiili İktidarı" döneminde, yasama ve yürütme yetkisi birleştirilerek
kullanmıştır. Bakanlar Kurulu vardır ama, başında, askeri müdahaleden kısa süre
önce emekliye ayrılan bir Komutanın bulunuşu, Bakanların kendi özel alanlarında
çalışırken bile Milli Güvenlik Konseyi ve Genelkurmay Karargahında oluşan
eğilimlerin etkisinde kalmaları nedeniyle, Milli Güvenlik Konseyi iktidarını
bir güç tekliği ve mutlaklık şeklinde anlamak gerekir. Hatta, ilk günlerde ayrı
bir hükümetten söz etmek bile mümkün değildir. Oramiral Bülend Ulusu
Hükümeti'nin kuruluşu için 21 Eylül'e kadar kısa da olsa bir süre geçmiştir.
12
Eylül 1980'den 13 Aralık 1983 tarihine kadar 3 yıl 3 ay 1 gün süren
"Ordu'nun Fiili İktidar" döneminde uygulamaların sorumluluğu, Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) adını alan askeri komitenin üyeleri, Genelkurmay Başkanı
Kenan Evren ile Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri
Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer ve Jandarma
Genel Komutanı Sedat Celasun'un omuzlarındadır. Fakat bu sorumluluk
görünüştedir, çünkü, sonradan 1982 Anayasası'na konulan geçici 15. madde ile
Milli Güvenlik Konseyi ve Genelkurmay'ın fiili iktidar döneminin bütün asker ve
sivil görevlilerine o dönemde yaptıkları işlemlerden dolayı cezai, mali ve
hukuki açıdan "ebedi sorumsuzluk" şeklinde akıl almaz bir ayrıcalık
verildiği hatırlanırsa, gerçekte fiili iktidarın bir başka açıdan
ebedileştirilerek kutsallaştırıldığı ortaya çıkar. Bu ise, sınırlandırılmamış
ve kontrolü imkansızlaştırılmış bir mutlak iktidar olur ki, "fiili
iktidar" sözü buna da uygun düşmektedir.
"Ordu'nun
Fiili İktidarı" ilk belgesi, 12 Eylül 1980 Cuma günü saat 13'te, Türkiye
Radyo ve Televizyonundan "Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Orgeneral Kenan Evren'in Türk Milletine Açıklaması" başlıklı konuşmadır.
Bu belgede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir ve komuta zinciri çerçevesinde
gerçekleştirdiği askeri müdahalenin gerekçesi bütün ayrıntılarıyla
açıklanmaktadır:
"Yüce
Türk Milleti: 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla sizlere radyo ve
televizyondan hitap etme imkanını bulmuş ve ayrılan kısıtlı süre içerisinde
mümkün olduğu kadar, yurdumuzun içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumu ile
anarşik ve bölücü eylemleri, alınması gereken tedbirleri çok kısa olarak izah
etmeye çalışmıştım. Yine çok iyi hatırlayacaksınız ki; iki yıldır her fırsattan
istifade ile muhtelif defalar verdiğim beyanat ve radyo televizyon
konuşmalarımda da bu hayati önemi olan konuları dile getirmiştim. (.)"
"Yine
hepinizin bildiği ve gördüğü gibi; anarşi, terör ve bölücülük her gün 20
civarında vatandaşımızın hayatını söndürmektedir. Aynı dini ve milli değerleri
paylaşan Türk vatandaşları, siyasi çıkarlar uğruna, çeşitli suni ayrılıklar
yaratılmak suretiyle muhtelif kamplara bölünmüş ve birbirlerinin kanlarını
çekinmeden akıtacak kadar gözleri döndürülerek adeta birbirlerine düşman
edilmişlerdir. (.)"
"Bir
kısım bedbahtlar Türk milletinin bağımsızlığını, birlik ve beraberliğini temsil
eden İstiklal Marşımıza, koyu taassup veya sapık ideolojik amaçlarla protesto
maksadıyla oturarak veya İstiklal Marşı yerine Enternasyonali söyleyerek
açıkça saygısızlık gösterebilmişler ve buna doğrudan sorumlu kişiler tevil
yoluna sapmak suretiyle savunmalarını yapabilmişlerdir."
"Uzun
zamandan beri bu fevkalade üzücü olayları yakından takip eden Türk Silahlı
Kuvvetleri hatırlayacağınız gibi; Milletin kendisine verdiği yetkileri
kullanamayan ve bu korkunç gidişi acz içinde seyreden anayasal kuruluşların
tümünü Cumhurbaşkanımız aracılığıyla uyararak alınması gereken tedbirlere de
yer vermek suretiyle büyük Türk milletine karşı yüklendiği sorumluluğu dile
getirmiştir. Aradan geçen 8 aylık süre içerisinde yaptığımız sayısız uyarmalara
rağmen hemen bütün bu tedbirlerin hiç birine yasama ve yürütme organları ile
diğer anayasal kuruluşlardan yeterli bir cevap alınmamış ve bu konuda müspet
faaliyetleri de izlenememiştir. Bu uyarı mektubundan sonra bir kısım yasaları
etkisiz hale getirerek çıkaran Meclislerimiz 22 Mart 1980 tarihinden beri
siyasi çıkar hesapları ile çıkmaza sürüklenen Cumhurbaşkanlığı seçiminden
dolayı içinde bulunduğumuz buhran ile mücadelede en kıymetli unsur olan zamanı
fütursuzca harcamışlardır. Dünyanın hiçbir ülkesinde cumhurbaşkanlığı makamı ve
seçimi bu kadar hafife alınmamış ve bu kadar zaman boşa harcanmamıştır."
"Asayiş
ve ekonomik bunalıma çareler getirmesi ve kanunlar yapması beklenen yasal
organlarımız, memleket üzerine çöken bu kabusa karşı kayıtsız kalmışlardır.
(.)"
"Son
iki yıllık süre içinde terör 5 bin 241 can almış, 14 bin 152 kişinin
yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal Harbi'nde Sakarya
Savaşı'ndaki şehit miktarı 5 bin 713, yaralı miktarımız 18 bin 480'dir. Bu
basit mukayese dahi Türkiye'de hiç bir insanlık duygusuna değer vermeyen bir
örtülü harbin uygulanıldığını açıkça ortaya koymaktadır."
"Sevgili
Vatandaşlarım; bütün bunlar ve buna benzer sayılabilecek ve hepiniz tarafından
yakından bilinen daha birçok sebeplerden dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri;
ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak,
can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu
sağlamak, kanun ve nizam hakimiyetini, diğer bir deyimle devlet otoritesini
tarafsız olarak yeniden tesis ve idame etmek gayesiyle devlet yönetimine el
koymak zorunda kalmıştır. Bugünden itibaren yeni hükümet ve yasama organı
kuruluncaya kadar muvakkat (geçici) bir zaman için yasama ve yürütme yetkileri
benim başkanlığımda Kara, Deniz, Hava Kuvveti Komutanları ile Jandarma Genel
Komutanından oluşan Milli Güvenlik Konseyi tarafından kullanılacaktır.
(.)"
"Sayılan
bu hazırlıklar tamamlanıncaya kadar yurdumuzda her türlü siyasi faaliyetler her
kademede durdurulmuştur. Zorunlu olarak faaliyetleri durdurulan siyasi
partilerin yeniden hazırlanacak anayasadaki düzenlemelere ve yeni seçim ve
partiler kanuna göre zamanı ve koşulları ilan edilecek seçimlerden yeterince
önce faaliyete geçmesine müsaade edilecektir."
"Parlamento
üyeleri, siyasi faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı
suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında
herhangi bir işlem yapılmayacaktır."
"Ancak,
kanunların suç kabul ettiği fiilleri vaktiyle işlediği saptanan parlamenterler
hakkında gerekli kovuşturma yapılacaktır. Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk
Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partilerinin parti
başkanları şimdilik can güvenliklerinin sağlanması amacı ile Silahlı
Kuvvetlerin koruma ve gözetiminde belirli yerlerde ikamete tabi tutulmuşlardır.
Durum müsait olunca serbest bırakılacaklardır. (.)"
"Yurtta
kan dökülmemesi için bütün vatandaşlarımın tahriklere kapılmaksızın sükunet
içinde yayınlanacak bildiriler doğrultusunda hareket etmelerini ve ikinci bir
bildiriye kadar sokağa çıkmamalarını rica ederim."51
Genelkurmay
Başkanı Evren'in bu konuşmasında dikkati çeken, adeta bir restorasyon
programının açıkça ilan edilmekte oluşudur. Ordu, neleri yapacağını ve onlardan
sonra da kışlasına geri döneceğini daha ilk anda söylemektedir. Belli olmayan
tek şey, bütün bunların bir takvime bağlanmayışıdır. Esasen bu da gerçekçi bir
durumdur. Belki bir yıl veya iki yıl gibi bir süre verilmiş olsa sakıncalı olurdu.
Takvimde gecikme olursa bazı sıkıntılar doğar veya askeri konseyin caydırıcı
etkisi azalabilirdi. Bu ilk konuşmada iç ve dış kamuoyuna ilan edilen programın
kışlaya dönüş için asgari şartlar şeklinde kabul edilmesi ise, tamamen Türk
usulü askeri yönetimin bir özelliğidir. 27 Mayıs 1960'daki Milli Birlik
Komitesi'nin de benzeri bir deklarasyonda bulunduğu bilinmektedir.
"Ordu'nun
Fiili İktidarı" yönetim organı olarak Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK)
Başkanı ve Üyeleri 18 Eylül 1980 günü ant içmişlerdir. MGK'nin bir organ olarak
varlığı her ne kadar Orgeneral Evren'in 12 Eylül 1980 günü radyo ve
televizyondan yaptığı konuşma ile açıklanmışsa da önce 25 Eylül'de bir iç
tüzüğe sahip kılındığı, bununla yetinmeyerek, 12 Aralık'ta kuruluş kanunu ile
hukuki statüsüne kavuşturulduğu gözlemlenmektedir. Milli Güvenlik Konseyi
faaliyetlerini kendi mantığı içinde bir anayasal statüye kavuşturan 2324 sayılı
Anayasa Düzeni Hakkında Kanun'un 2. maddesinde, yasama yetkisinin Milli
Güvenlik Konseyi'nce, Cumhurbaşkanına ait yetkilerin Milli Güvenlik Konseyi
Başkanı ve Devlet Başkanınca kullanılacağı hükme bağlanmaktadır. Aynı kanunun
1. maddesine göre, istisnalar saklı kalmak şartıyla yeni bir anayasa kabul
edilinceye kadar 1961 Anayasası'nın yürürlükte olduğu; 6. maddesine göre,
Milli Güvenlik Konseyi'nin bildiri ve kararlarında yer alan ve alacak olan
hükümlerle Konsey tarafından kabul edilerek yayımlanan ve yayımlanacak olan
kanunların 9 Temmuz 1961 tarihli Anayasa hükümlerine uymayanları Anayasa
değişikliği olarak ve yürürlükteki kanunlara uymayanları da kanun değişikliği
olarak yayımlandıkları tarihte veya metinlerinde gösterilen tarihlerde
yürürlüğe girecekleri hükme bağlanmıştır. Aynı kanunla, Milli Güvenlik
Konseyi'nin kanun niteliğindeki işlemleri hakkında Anayasaya aykırılık
iddiasında bulunulamayacağı söylenmektedir. Anayasa Mahkemesi'ne olduğu gibi
Danıştay'ın aşırıya kaçan yetkilerine de bir tırpanlama yapılmaktadır. Hükümet
kararları ve üçlü kararnameler hakkında yürütmenin durdurulması ve iptal
isteminde bulunulması mümkün değildir. Ordu'nun, 12 Eylül 1980 günü başlayan
fiili iktidarı bu kanun ile hukukileştirilmiş olmaktadır. Bu kanunla, Milli
Güvenlik Kurulu geçici anlamda bir anayasal statüye ve yasama organı hatta
Kurucu Meclis yetkisine kavuşturulmuştur.52
Türkiye
Cumhuriyeti Milli Güvenlik Konseyi Yasama Görevleri İçtüzüğü başlıklı karara
göre, MGK'nin kimlerden oluştuğu, Başkanlığını Genelkurmay Başkanının yaptığı,
onun bulunmaması halinde askeri hiyerarşiye bağlı kalınarak oturumlara Konsey
üyelerinden birinin başkanlık edeceği, ayrıca Konseyin danışmanlık ve
sekreterlik görevini yerine getirmek için bir Genel Sekreterlik makamı
oluşturulduğu, Genel Sekreterin toplantılara katılmakla birlikte oy
kullanamayacağı hüküm altına alınmaktadır. Adı üzerinde bir içtüzük, yasama
faaliyetinin ne şekilde yerine getirileceği, kanun tasarılarının teklifi,
görüşülmesi, oylanması, tutanaklar, güvenoyu, başbakan ve bakanların denetimi,
bakanların dokunulmazlığı ile bazı mali hükümler düzenlenmektedir.53
12
Aralık 1980 günü kabul edilen Milli Güvenlik Konseyi Kuruluş Kanunu ise, üç
maddeden ibarettir ve fiili durumu hukukileştirmektedir. Konseyin kimlerden
oluştuğu, isimleri ve rütbeleriyle birinci maddede sayıldıktan sonra, ikinci
maddede, Kurucu Meclis tarafından hazırlanarak halkoyuna sunulacak yeni
anayasada yer alacak hükümlere göre teşekkül edecek Türkiye Büyük Millet
Meclisi yeniden göreve başlayıncaya kadar Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve
üyelerinin görevleri, yetki ve sorumlulukları rütbe süreleri ile hizmet sürelerine
ve yaş hadlerine bakılmaksızın devam hükme bağlanmaktadır. Üçüncü madde bir
hayli ilginçtir: Milli Güvenlik Konseyi Başkan ve Üyeliğinin herhangi bir
nedenle boşalması halinde nasıl bir işlem yapılacağını düzenlemektedir;
Başkanlık en kıdemli Kuvvet Komutanı ve Milli Güvenlik Konseyi Üyesinin Milli
Güvenlik Konseyi'nce Genelkurmay Başkanlığı'na atanmasıyla, Üyelik ise, aynı
şekilde Kuvvet Komutanlığı'na veya Jandarma Genel Komutanlığı'na atanan
Komutanın Milli Güvenlik Konseyi'ne katılmasıyla tamamlanacaktır. Bu kanunun
geçerliliği geriye doğrudur ve böylece 12 Eylül 1980 tarihinden başlatılmak
suretiyle geçen sürenin de hukukileşmesi sağlanmaktadır.54
MGK,
ülke genelinde kontrolü eline geçirdikten ve eski dönemin siyasi liderliğini
kendi deyimleriyle "güvence altına" aldıktan sonra, 20 Eylül 1980'de
bir hükümet kurdurtmuştur. Niçin, 12 Eylül ve hemen ardından gelen günlerde
değil de, 20 Eylül'e kadar beklenmiştir?
Deniz
Kuvvetleri Emekli Komutanı Bülend Ulusu'nun bu göreve resmen atanmasından önce
müstakbel Başbakan olarak kendisiyle temas kurulan ilk kişi, Emin Paksüt'tür.
Fakat, Emin Paksüt, yaşlılığı gerekçesiyle bu görevi kabul etmemiştir.55
Emin
Paksüt'e başbakanlık önerildiği, fakat, Paksüt'ün kabul etmediği Paksüt'ün
yakın arkadaşı Coşkun Kırca tarafından da doğrulanmıştır.56
Mehmet
Ali Birand'ın tespitlerine göre, Orgeneral Kenan Evren'in 1978'de başlayıp 12
Eylül 1980'e kadar ki sürede yeşil kaplı ve üzerinde memoranda ibaresi bulunan
küçük not defterine eski Türkçe olarak tam 103 ayrı değişiklik maddesi
kaydetmiştir. Bu maddelerde, genelde nelerin değiştirilmesi gerektiği
yazılıdır. En fazla iki yılda bütün bu değişikliklerin tamamlanacağı gibi de
bir düşünce oluşmuştur. Fakat, iş başına geçince evdeki hesabın çarşıya
uymadığı görülecektir. Bunun ilk açık belirtisi, Başbakanlığa atanacak isim
üzerinde ortaya çıkan görüş ayrılığıdır.57
Prof.
Turhan Feyzioğlu'nu Başbakan olarak görevlendirme projesinin Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren ve Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin'den
kaynaklandığı söylendiği halde; 11 Eylül gecesi Genelkurmay Karargahında J
Başkanları arasında buz gibi bir hava esmiş ve "Biz darbeyi bunun için mi
yapıyoruz?" diye tepkilerini açıkça belirtmekten çekinmemişlerdi.58
12
Eylül 1980 günü, Orgeneral Evren tarafından davet edilen Prof. Turhan
Feyzioğlu, askeri yönetimin liderine yeni kabinenin çerçevesini bile çizmiştir.
Yeni kabinede toplum tüm kesimleri temsil edilmelidir. CHP ve AP'den ılımlı
olarak tanınmış şahsiyetlerin kabineye alınması gerekmektedir. Yoksa, parlamentoda
sadece 4 sandalyesi olan oyu yüzde 3'ü bulmayan bir partinin lideri olarak bu
görevin altından kalkamayacağını vurgulamıştır. Askeri yönetimin başından
itibaren üzerinde görüş birliğine vardıkları tek bakan adı, Turgut Özal'dır.
Ordu müdahalesi öncesi temaslarında ve Batı'dan gelen istihbaratlarda Turgut
Özal'ın kabineye alınmamasının 24 Ocak kararlarının uygulanmayacağı anlamına
çekilebileceği ve kredilerde önemli aksamaların başlayacağı kanısı vardır.
Batı'nın alkışladığı Turgut Özal ve beraberinde getirdiği felsefe
sürdürülmelidir. Fakat, Turgut
Özal,
Prof. Turhan Feyzioğlu'nun başbakanlığa getirilmesine ilk itiraz edecekler
arasındadır.59
Başbakanlık
için Prof. Turhan Feyzioğlu'na tepkiler giderek yaygınlaşıyordu, işadamları,
serbest piyasa reformlarıyla bağdaştıramıyordu, AP'liler için, ne de olsa bir
eski CHP'li idi, CHP'liler de, CHP aleyhtarı diye karşı bir hava
estirmişlerdi.60
Başbakanlık
için o günlerde yakıştırılan bir başka isim, Orgeneral Haydar Saltık'tı.
Orgeneral, 12 Eylül'den sonraki günlerde dolaştırılan söylentiye göre, askeri
müdahalenin beyni konumundaki kişi idi.61 Başbakanlık için yakıştırılması
normaldi. Başta Turgut Özal, CHP'li Orhan Eyüboğlu, Adnan Başer Kafaoğlu ve
Genelkurmay Karargahında J Başkanları, Orgeneral Haydar Saltuk'un bu görevi
üstlenmesini istiyorlardı. MGK Genel Sekreterliği'ne atanan Orgeneral Haydar
Saltık ise askeri üniformayı sırtından çıkartmayı düşünmüyordu. İlginç bir
nokta, Orgeneral Saltık, askeri müdahale öncesi hazırlanmış çizelgelerde adları
"ihtisas komisyonları" diye geçen ekibine, "Başbakan ve Bakan
adayları önerin," diye sormuştu. Listelerde Prof. Feyzioğlu'nun adı yoktu.
Emekli Orgeneral Adnan Ersöz, Emekli Orgeneral Turgut Sunalp, Adnan Başer
Kafaoğlu ve Prof. Mehmet Gönlübol'un adları vardı.62
Prof.
Turhan Feyzioğlu'nun başkanlık edeceği kabineyi bile komutanlar belirledikleri
halde, bardağı taşıran ilginç bir son dakika gelişmesi olmuştur:
Kime
ne görev önerilse, AP'lisi Süleyman Demirel'e gidip izin almaktadır; CHP'lisi
Bülent Ecevit'e danışmaktadır. Genelkurmay bunu fark edince ateş püskürmüştür.
Orgeneral Evren, "Benim siyasilerden tam sıtkım sıyrıldı. Bunlar şimdiden
liderlerine sorarlarsa, uygulamada da aynı şeyi yapacaklar demektir. Oysa bize,
inanmış, sadık insanlar gerekli," diye sert şekilde manzarayı eleştirmiş
ve "CHP ile AP'nin ılımlılarından hükümet kurma fikrinden
vazgeçelim," demiştir. Prof. Turhan Feyzioğlu ismi böylece gündemden
düşmüştür.63
Bülend
Ulusu Hükümeti
12
Eylül askeri yönetimi sona erinceye kadar başbakanlık görevini üstlenen Emekli
Deniz Kuvvetleri Komutanı gerçekte Roma'ya Büyükelçi olarak gitme hazırlıkları
içindedir.64 Emekli Oramiral, 9 Ağustos günü Başbakan Süleyman Demirel'i
konutunda ziyaret etmiş ve kendisine büyükelçilik teklif edilmiştir. Ardından,
Dışişleri Bakanlığı'na, Ulusu'nun Roma Büyükelçiliği'ne atanması için gerekli
hazırlıkların başlatılması talimatı verilmiştir. Ulusu, Başbakan ile görüşürken
müdahale kararını bilmektedir; fakat, kesin tarihinden habersizdir.65
Gelişmeler kısa süre sonra onu askeri dönemin başbakanlığına taşımıştır. 20
Eylül 1980'den "Ordu'nun Fiili İktidarı"nın sona erdiği 13 Aralık
1983 tarihine kadar aralıksız görevde kalan Emekli Oramiral Bülend Ulusu Hükümeti'nde,
Devlet Bakanlıkları sandalyesi beşe çıkarılarak bunlardan ikisine Başbakan
Yardımcılığı görevi verilmiştir. Bunun dışında önceki dönemden farklı olarak;
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Orman Bakanlığı, Tarım ve Orman
Bakanlığı adıyla birleştiriliyordu.
Zeyyat
Baykara ile Turgut Özal'ın Başbakan Yardımcılığı görevlerini üstlendikleri
Ulusu kabinesinde teknisyen yanı ağır basan isimler (İlhan Öztrak, Ümit Haluk
Bayülken, İlter Türkmen, Turhan Esener) ile 1980 öncesi dönemde iki büyük
siyasi partinin liderlerine çeşitli eleştirilerde bulunan kişiler (Kemal
Cantürk, Ali Bozer, İ. Kaya Erdem, Şahap Kocatopçu) vardı. Ayrıca bazı emekli
askerler de (Selahattin Çetiner, Hasan Sağlam, Recai Baturap, Necmi Özgür.)
göreve getirilmişti.66
Bu
kişilerin hemen hepsi, ılımlı ve sağ görüşlüydü.67
27
Eylül günü Başbakan Ulusu'nun MGK Başkanı ve üyelerine hitaben sunduğu hükümet
programı oldukça ayrıntılı ve iddialı idi ve "Aziz yurdumuzun ufkunu
karartan bütün kara bulutları dağıtma" vaadinde bulunuyordu.68
Yeni
Başbakan, Milli Güvenlik Konseyi önünde programını okumadan bir gün önce, 26
Eylül 1980 günü, ABD Büyükelçisi James W. Spain ile görüşmüş ve ona "How
is my borther now?" (Kardeşim şimdi nasıl?) diye sormuş; devletin
düşmanları, aşırı solcular, İslamcılar ve faşistlerden yakınmıştır.69
Bülend
Ulusu Hükümetinin, yürütmenin gündelik işleri ve bürokrasi ile ilişkilerin
koordinasyonu dışında normal dönemlerin Bakanlar Kurulunca kullanılan bütün
yetkileri kullanamadığı bilinmektedir. 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında
Kanun ile MGK'ya çizilen yetki alanı göz önüne alınırsa, Hükümet, fiili
iktidarı kullanan askeri yönetimin, bir alt organı veya yardımcı kurulu gibi
olmaktadır.
Danışma
Meclisi
MGK
Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık'ın 1 Kasım 1980 günü şartlar sağlanırsa
bir Kurucu Meclis'in toplanacağını söylemesinden yaklaşık 8 ay sonra 30 Haziran
1981'de Kurucu Meclis Hakkında Kanun kabul edilmiştir. 16 Ekim 1981 tarih ve
2533 sayılı kanunla daha önce 52 sayılı MGK kararı ile faaliyetleri yasaklanmış
bulunan bütün siyasi partiler de feshedilmektedir.70
Bir
danışma organı ve MGK'nın birlikte bir Kurucu Meclis oluşturmaları
planlanmaktadır. Kurucu Meclis'in MGK kanadı 1. maddede belirtildiği üzere,
2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun'daki yetkileri kullanacaktır; yani,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu)
ait yetkiler ile donanacaktır.71
Kurucu
Meclis, yeni anayasayı ve anayasanın halkoyuna sunuluşu için kanunu yapacak;
ondan sonra da, anayasanın geçici hükümlerine göre yürürlüğe girecek anayasa
ilkelerine uygun bir siyasi partiler kanunu ile seçim kanununu hazırlayacaktır.
Ayrıca, MGK'ce kararlaştırılacak tarihte yapılacak genel seçimlerle Türkiye
Büyük Millet Meclisi kurulup fiilen göreve başlayıncaya kadar, kanun koyma,
değiştirme ve kaldırma suretiyle yasama görevlerini yerine getirecektir.
Kurucu
Meclis'in ikinci, fakat, pek fazla bir gücü olmayan kanadı Danışma Meclisi'nin
oluşumu bir hayli ilginçtir.
Mümtaz
Soysal, 17 Ekim 1981 günlü yazısında; Danışma Meclisi'nin oluşum biçimini
kendine özgü üslubuyla kınarken; emir ve komuta ilişkisi içinde düzenlenmiş bir
meclis yerine, danışmanlık müessesesinin gerçek işlevinin harekete geçirilmesi
üzerinde durmaktadır.72
1980
Askeri Yönetimi'nde Danışma Meclisi atanmış bir organdı. Bazı esaslara göre her
ilin tespit ve teklif ettiği adaylar arasından MGK'ce belirlenen 120 üye ile
yine MGK'ce doğrudan doğruya ilan edilen 40 üye olmak üzere toplam 160 üyeden
oluşuyordu. Danışma Meclisi'ne üyelik başvurusu için; 30 yaşını tamamlamış,
yüksek öğrenimli, askerlik hizmetini yapmış veya yükümlü bulunmayan yüz
kızartıcı suçlardan hüküm giymemiş, kısıtlı veya kamu haklarından yasaklı
olmayan ve 11 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasi parti üyesi olmayan Türk
vatandaşı şartı aranıyordu. Danışma Meclisi'nde illeri temsil etmek isteyenler,
aralıklı beş yıl veya sürekli üç yıl oturdukları illerin Valiliklerine
kendileri başvuracaklardı. Vali, şartları taşıyanların başvurularını il
sınırları içindeki adalet, güvenlik ve çeşitli kuruluş ve meslek mensupları ile
mümkün olan genişlikte yapacağı temaslarla birlikte değerlendirdikten sonra,
çevrede iyi tanındığına ve sevildiğine kanaat getirdiği isteklilerden o ilden
Danışma Meclisi'ne yollanacak üye sayısının üç katının ad ve soyadlarını aday
olarak MGK'ye bildireceklerdi. Valilere, ön-eleme yetkisi verilmişti. MGK, bu
yoldan 120 üye seçecekti. MGK kontenjanından doğrudan aday olmak isteyenler ise
başvurularını MGK Genel Sekreterliği'ne yapıyorlardı. Herhangi bir şekilde
üyeliğin boşalması halinde, MGK doğrudan atama yetkisini kullanacaktı. Danışma
Meclisi üyelerine bir çeşit dokunulmazlık hakkı verilmişti. Özürsüz olarak
Genel Kurul ve Komisyon çalışmalarına bir ay içinde üst üste beş kez
katılmayanların üyelikleri Genel Kurul kararı ile düşürülebiliyordu. Danışma
Meclisi üyelerine tanınmış en önemli hak 10 imza ile kanun teklif edebilmeleri
idi. Anayasa taslağının hazırlanması ve ilgili kanunda belirtilen siyasi
partiler ve seçim kanunları için hazırlık çalışmalarına zaten katılmak zorunda
idiler. Üyelerin, ilk genel seçimlerde herhangi bir siyasi partiden kontenjan
adayı olamayacakları da ayrı bir hüküm olarak kanunda ifade edilmişti.73
Anayasanın
Hazırlanması ve
Kabulü
Ergun
Özbudun, 1961 ve 1982 Anayasalarının yapımı sürecindeki benzerlikleri 5 madde
halinde sıralamaktadır:
(a)
Her iki anayasa askeri müdahaleler sonucu oluşmuştur.
(b)
Her iki anayasa, bir kanadı askeri harekatın liderliğini yapan kuruldan (Milli
Birlik Komitesi ve Milli Güvenlik Konseyi), diğer kanadı ise sivillerden
(Temsilciler Meclisi ve Danışma Meclisi) oluşan Kurucu Meclisler tarafından
hazırlanmıştır.
(c)
Her iki durumda da, Kurucu Meclis, daha doğrusu bu meclisin sivil kanadı
seçimle oluşmamıştır.
(d)
Her iki durumda da Kurucu Meclisçe hazırlanan Anayasa, halkoyuna sunulmak
suretiyle kesinleşmiştir.
(e)
Her iki durumda da sivil kanadın, Bakanlar Kurulu'nun kurulması ve
düşürülmesine ilişkin yetkileri yoktur.74
Ergun
Özbudun'a göre, 1961 ve 1982 Anayasalarının yapımı sürecindeki farklar ise
şunlardır:
(a)
1961'deki Temsilciler Meclisi'nin daha temsili bir nitelik taşıdığı
görülmektedir. Bu Meclisin üyelerinin aşağı yukarı üçte biri dolaylı
denilebilecek bir seçimle üyelik sıfatı kazanmış, önemli bir bölümü de
kooptasyon, yani çeşitli meslek kuruluşlarının kendi meslek temsilcilerini
belirlemesi yoluyla oluşmuştur. Buna karşılık, 1980 askeri yönetiminde Danışma
Meclisi üyelerinin tümü Milli Güvenlik Konseyi tarafından atanmıştır.
(b)
Temsilciler Meclisi'nde kapatılan DP dışında, dönemin diğer iki partisi olan
CHP ve CKMP gerek doğrudan doğruya kendilerine ayrılan kontenjanlar, gerek
iller ve meslek kuruluşları temsilcileri arasındaki üyeleri kanalıyla,
Anayasanın hazırlanmasında büyük ölçüde etkili oldukları halde, Danışma Meclisi
tümüyle partisiz bir Meclistir.
(c)
Bu iki fark, Danışma Meclisi'nin Temsilciler Meclisi'ne oranla, sosyal
kompozisyon bakımından çok daha fazla bürokrasi ağırlıklı bir kuruluş olması
sonucunu doğurmuştur.
(d)
Temsilciler Meclisi, Milli Birlik Komitesi karşısında, Danışma Meclisi'nin
Milli Güvenlik Konseyi karşısındaki durumuna oranla daha geniş yetkili bir
kuruluştur. 1961'de Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilen metin, Milli
Birlik Komitesi tarafından aynen kabul edilmediği; Temsilciler Meclisi de Milli
Birlik Komitesi'nce yapılan değişiklikleri benimsemediği takdirde; iki meclisin
üyelerinden oluşan bir Karma Komisyon kurulması ve Karma Komisyon metninin
Kurucu Meclis birleşik toplantısında oylanması öngörülmüştü. Bu durum, sayıca
daha kalabalık Temsilciler Meclisine üstünlük sağlıyordu. 1982'de Milli
Güvenlik Konseyi, Danışma Meclisi'nce kabul edilen metinde dilediği değişikliği
yapma veya bunu tümüyle reddetme yetkisini saklı tutmuştur. Milli Güvenlik
Konseyi'nde değiştirilerek kabul edilen metnin yeniden Danışma Meclisi'ne
gönderilmesi gibi bir yöntem öngörülmemiştir. Anayasanın yapımında nihai söz,
Milli Güvenlik Konseyi'ndedir. Danışma Meclisi, adının da doğru olarak ifade
ettiği gibi, nihayet bir "danışma" veya daha doğru bir söyleyişle
"ön çalışma" organıdır.
(e)
1961'de halkoyuna sunulan Anayasa tasarısının kabul edilmemesi halinde ne
yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Bu durumda yeni seçim kanununa göre yapılacak
genel seçimle yeni bir Temsilciler Meclisi kurulacak ve bu Meclis, Anayasa
çalışmalarına yeniden başlayacaktır. 1982'de, Anayasa tasarısının
halkoylamasında reddi durumunda ne yapılacağı belli değildir. Bu durum, tasarı
reddedildiği takdirde askeri idarenin belirsiz bir süre daha devam edebileceği
düşüncesini akla getirebilecek niteliktedir.
(f)
1961 halkoylamasında siyasi partiler kamuoyu oluşturmada aktif bir rol
oynadıkları, hatta Anayasanın kabulüne karşı olan görüşlerini nispi bir
rahatlık içinde ifade edebildiği halde; 1982 halkoylamasına ilişkin 70 ve 71
sayılı Milli Güvenlik Konseyi kararlarında, halkoylaması öncesinde Anayasa
üzerindeki tartışmalar sınırlandırılmıştır. Zaten, 12 Eylül 1980 tarihine kadar
kurulmuş olan bütün siyasi partiler, Milli Güvenlik Konseyi'nin 16 Ekim 1981
tarihli kanunuyla feshedilmiş olduğundan, 1982 Anayasası halkoylamasında
siyasal partilerin kamuoyu oluşturmasına bir katkıları da söz konusu
olmamıştır.
(g)
1961'dekinin aksine, 1982'de halkoylamasında Anayasanın kabulü ve Cumhurbaşkanı
seçimi birleştirilmiştir.75
Kurucu
Meclis'in Danışma Meclisi kanadında üye olarak bulunan ve Anayasa Komisyonu
Üyesi sıfatıyla taslağın hazırlanışında aktif görev yapan Gazi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Kemal Dal'ın verdiği bilgilere göre; Danışma Meclisi 23
Ekim 1981 günü ilk toplantısını yaptıktan sonra kendisine bir başkan seçmiş ve
bir de iç tüzük komisyonu kurarak çalışmalarına başlamıştır. Danışma Meclisi
kendi içinden 15 kişilik bir de Anayasa Komisyonu seçmiştir. Başkanlığını Prof.
Orhan Aldıkaçtı'nın yaptığı Anayasa Komisyonu'nda Prof. Feyyaz Gölcüklü (Başkan
Vekili), Prof. Şener Akyol (Sözcü), Prof. Turgut Tan (Katip Üye) ile Prof.
Kemal Dal, Prof. Feyzi Feyzioğlu, Prof. Feridun Ergin, Prof. Teoman Özalp,
Mümin Kavalalı, Muammer Yazar, General T. Fikret Alpaslan, General İhsan
Göksel, Rafet İbrahimoğlu, Recep Meriç ve Prof. Hikmet Altuğ. Anayasa Komisyonu
çalışmaları sonucunda hazırlanan tasarı, 17 Temmuz 1982 günü Danışma Meclisi
Başkanlık Divanı'na teslim edilmiş, 4
Ağustos
1982 günü de genel kurul gündemine alınarak üzerinde tartışmalara
başlanılmıştır. Çalışmalar tamamlandığında Anayasa tasarısı oturuma katılan 141
üyenin 122 kabul, 11 çekimser ve 7 ret oyu ile kabul edilmiştir. Danışma
Meclisi Anayasa Komisyonu daha sonra siyasi partiler kanunu tasarısı ile seçim
kanunu tasarısını hazırlamıştır. Bunlar da iç tüzükte belirlenen şekilde genel
kurulda tartışılarak son şekilleri verilmek üzere MGK'ye gönderilmiş; 14 Ekim
1982 tarihinde de yeni anayasaya göre genel seçimler yapılmadan önce Danışma
Meclisi'nin görevi sona ermiştir.76
Danışma
Meclisi'nce kabul edilen anayasa taslağı, Devlet Başkanı Orgeneral Kenan
Evren'in başkanlığında, MGK Üyesi Kuvvet Komutanları, Başbakan Bülend Ulusu,
MGK Genel Sekreteri Necdet Üruğ, Devlet Bakanı İlhan Öztrak, Adalet Bakanı
Cevdet Menteş, Maliye Bakanı Adnan Başer Kafaoğlu, İçişleri Bakanı Selahattin
Çetiner, Dışişleri Bakanı İlter Türkmen, Gümrük ve Tekel Bakanı Ali Bozer, MGK
Hukuk Komisyonu Başkanı Tümgeneral Muzaffer Başkaynak ile birkaç sivil uzman üç
süreyle incelendikten sonra MGK tarafından 24 Eylül 1982 günü yeni anayasa
olarak ilan edilmiştir. MGK'de Anayasa taslağına son şekli verilirken ayrıca
geçici maddeler eklenmiştir. Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in otomatik
olarak cumhurbaşkanı unvanı kullanmasına olanak sağlayan madde, MGK üyelerinin
statüsünü yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyeliğine dönüştüren madde,
eski politikacıların siyasi faaliyetten dışlanmalarını düzenleyen madde, MGK
Sekreterliği ve Genelkurmay Karargahında hazırlanmıştır.77
Dünya
anayasa hukuku literatürünün bilinen hiçbir kuralına uygun düşmeyen geçici
maddelere iki ilginç tepkiden biri; ABD, diğeri, Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal
Bayar (1884-1986)'dan gelmiştir.
Yalçın
Doğan'ın yazdığına göre; Amerikan yönetimi de Celal Bayar da, askeri yönetime çeşitli
kanallardan ulaşarak, "Anayasanın halk tarafından oylanmasıyla
cumhurbaşkanı seçiminin ayrı ayrı yapılmasını" önermiştir. Washington,
Ankara'da kendi büyükelçiliği kanalıyla gönderdiği "görüş"te gerekçe
olarak "Avrupa'nın ters bir tavır alabileceğini" öne sürmüş ve
ardından şunları eklemiştir: "Evren, halk tarafından sevilen bir liderdir.
Popülaritesi yüksektir. Ayrı ayrı sandıklarda seçime ve oylamaya gidilmesi daha
iyi olur." Amerikalıların bu girişimine Ankara herhangi bir tepki göstermemiştir.
Atatürk'ün "son" Başbakanı Celal Bayar ise, Orgeneral Kenan Evren'e
doğrudan bir mektup göndermiştir. Üçüncü Cumhurbaşkanı, 5 Eylül 1982 tarihinde
kamuoyuna açıklama yaparak zaten anayasayı desteklediğini söylemiştir. 27-28
Eylül 1982 tarihinde de o günlerde bayram nedeniyle Antalya'da bulunan Devlet
Başkanına Antalya Valisi aracılığıyla bir mektup göndermiştir. Son derece nazik
bir üslupla kaleme alınan mektupta iki noktanın altı çizilmektedir:
"1-
Siyasetçilere yasak getirmek acaba ne kadar doğrudur?"
"2-
Cumhurbaşkanının anayasanın halk oylaması sonucunda kabul edilmesiyle birlikte
seçilmiş olması acaba ne kadar isabetlidir?"
Deneyimli
Devlet Adamı Celal Bayar, mektubunun sonunda şunu eklemiştir:
"Paşa
Hazretleri, siz namzet olsanız seçilecek kudrettesiniz."78
Anayasanın
halkoyuna sunulmasından önce yayınlanan MGK'nin 70 sayılı kararıyla; yeni
siyasi partiler kanunu yayınlanıncaya kadar siyasi parti niteliğindeki bütün
çalışmalar yasaklanıyordu. Feshedilen siyasi partilerin yönetici ve mensupları,
12 Eylül 1980 öncesine dönük siyasi çekişmelerin devamı şeklinde
algılanabilecek sözlü veya yazılı açıklama yapamayacaklardı. Sıkıyönetim
Komutanlarının koydukları yasaklar ve sıkıyönetim uygulamaları
tartışılamayacaktı. Anayasa taslağı üzerinde yasaklılar dışında kalan
yurttaşlar kişisel düzeyde görüş açıklayabileceklerdi. Yüksek Yargı, Sayıştay,
Üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, basın kuruluşları,
faaliyetleri yasaklanmamış sendikalar, bilimsel amaçlı dernekler ve özel
statülü kuruluşlar, seminer ve konferanslar yolu ile sözlü ve yazılı olarak
görüş bildirebileceklerdi. Bütün bu tartışmalar, Anayasa taslağının
geliştirilmesi maksadı dışına taşmayacak, Anayasanın halkoylaması sırasında
halkın vereceği oyun nasıl olması gerektiği konusunda bir telkinde
bulunulmayacaktı.79
MGK'nın
71 sayılı kararı ile, 70 sayılı kararda belirtilen çerçevede Anayasa taslağının
tartışıldığı, yeni aşamada söz konusu tartışmaların durdurulduğu, taslak metnin
Resmi Gazete'de yayımlanmasından sonra "Anayasanın Yüce Milletimize devlet
adına resmen tanıtılması görevi"nin 24 Ekim 1982 ve 5 Kasım 1982 tarihleri
arasında Radyo-Televizyon'da ve bazı illeri ziyaretleri sırasında Devlet
Başkanının yapacağı konuşmalarla yerine getirileceği, fakat, bu konuşmaların
hiçbir surette eleştirilemeyeceği kesin bir dille kamuoyuna ihtar ediliyordu.80
MGK
ve Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in yeni anayasayı tanıtmak amacıyla
yurt çapında sürdürdüğü yoğun propaganda kampanyasının son konuşmasında
yurttaşların "kabul oyu" vermeleri için öne sürdüğü gerekçe şöyledir:
"
(.) Türk varlığının geleceğini, üzerinde yazılı bir tek kelimelik oylarınızla
cevaplandıracağınız asıl soru şudur: 'Bu ülkenin 12 Eylül öncesine tekrar
gelmesini istiyor muyuz, istemiyor muyuz?' Bütün sorular, bütün meseleler işte
bu bir tek soru içerisinde toparlanmakta, bu bir tek soru içinde çözülmektedir.
Eğer 12 Eylül öncesine dönmeyi ve o felaketli günleri ve yılları tekrar ve bu
sefer belki de daha feci bir şekilde ve kurtuluş ümitleri kaybedilmiş bir surette
yaşamayı istemiyorsak, öbür gün sandık başında beyaz oy kullanarak Anayasaya
'kabul' diyecek ve Anayasayı kabul edeceğiz."81
7
Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda verilen yüzde 91.37 oranındaki
"evet" oyu, aslında iki sonuç getirmiştir: Biri, yeni anayasa kabul
edilmiştir. Diğeri, Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, yedi yıllık bir süre
için Cumhurbaşkanı olmuştur.82
Orgeneral
Kenan Evren 18 Eylül 1980'de askeri müdahaleden kısa süre sonra yaptığı yemin
yürürlükte kalmak üzere, 7. Cumhurbaşkanı olarak ilan edilmiştir.83
Ersin
Kalaycıoğlu'nun vurguladığı gibi 1982 Anayasası, "Milli egemenliğin"
yanı sıra "devlet egemenliği"nin de tescilidir.84
Kışlaya
Dönüş Süreci ve Sorunları
İkinci
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün (1884-1973), 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden
sonra Ordu'nun kışlaya çekilme zamanı ile ilgili olarak yaptığı çok önemli bir
tespit vardır.
İsmet
İnönü diyor ki; "Askerler, ancak başarılı olurlarsa kışlaya dönerler, buna
çok dikkat etmek gerek, yani onların başarılı olmalarına ve kendilerini
başarılı hissetmelerine."
27
Mayıs 1960'ı, 1962 ve 1963'teki askeri ayaklanmaları ve 12 Mart 1971'i yaşayan
İsmet İnönü'nün bu ilginç tespiti, 1980 Ordu Müdahalesinde CHP Genel Sekreteri
olan Mustafa Üstündağ tarafından aktarılmıştır.85
12
Eylül 1980 askeri yönetimini sona erdiren ve yasaklı ve bazı sınırlılıkları
bünyesinde taşısa bile sivil yönetime dönüşü sağlayan gelişmelerin tümüne
birden geçiş süreci denilmektedir. Bu geçiş süreci, kendi içinde birkaç evreye
ayrılmaktadır. Önce bir kısım küçük belirtilerin gözükmeye başladığı yaklaşık
1.5 ay süren bir ilk dönem var. Buna geçişin sinyalleri demek mümkün. 1980
Askeri Yönetiminde asıl çözülme 30 Nisan 1983 günüdür. Bu tarihte,
Cumhurbaşkanı Kenan Evren, seçimlerin 7 Kasım 1983'te yapılacağını ilan
etmiştir. Dolayısıyla, 30 Nisan 1983 tarihine kadar kesin bir açıklama yoktur.
Fakat bazı çok önemli belirtiler hatta adımların atılışı göz ardı edilemez.
Örnek olarak, 3 Mart 1983 günü yeni siyasi partiler kanunu, 8 Nisan 1983 günü
de yeni seçim kanununun kabulü gibi.
MGK
yönetiminin, hukuki çerçeveyi hazırladıktan kısa süre sonra 15 Mayıs 1983 günü,
yeni dönemin ilk siyasi topluluğu, emekli Orgeneral Turgut Sunalp liderliğinde
Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) kuruluşunu bildirdi. Ardından 20 Mayıs'ta
yine eski bir asker Emekli Orgeneral Ali Fethi Esener'in Büyük Türkiye Partisi
(BTP), Ulusu Hükümetinin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'ın Anavatan Partisi
(ANAP) ve dönemin Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp'in Halkçı Partisi (HP) ile
Prof. Erdal İnönü liderliğinde Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruluş
başvurularını yaptılar.
16
Ekim 1981 tarihinde ülkenin bütün siyasi partilerini hatta devletin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk'ün partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'yi bile mahkeme
kararı olmaksızın kapatan MGK'nin söz konusu kararı almasından çok önce
"yasakçı" bir yaklaşım içinde olabileceği Orgeneral Kenan Evren'in 15
Ocak 1981 günü Konya konuşmasında açık bir şekilde şöyle ifade ediliyordu:
"İşte
burada açıklıyorum, büyük bir mani çıkmazsa 30 Ağustos'la 29 Ekim arasındaki
bir tarihte Kurucu Meclis kurulacak, bu Kurucu Meclise partili olarak,
partilerden kimseyi almayacağız."
Orgeneral
Kenan Evren'in bu konuşmasında söylediği tür dışlama, Kurucu Meclis oluşumunda
gerçekten büyük bir titizlikle uygulanmıştır. Fakat konuşmasının geri kalan
kısmında söylediği şu sözler de acaba uygulanacak mıydı?
Devlet
Başkanı'nın sözlerinin geri kalanı şöyle idi:
"Kurucu
Meclis'ten sonra normal düzene parlamenter demokratik sisteme geçtikten sonra
da Türkiye'nin kaderi memleketi bu hale getirenlere tekrar teslim edilmeyecek.
Bunu şunun için söylüyorum: Bütün kamu görevlileri görevlerini öyle yapsınlar.
Çünkü şöyle bir inanç var, (bunlar nasıl olsa gidici) daima kulaklarını onlara
çeviriyorlar. Onlardan aldıkları direktiflerle iş yapmaya çalışıyorlar.
Heveslenmesinler, memleketi bu hale getirenler tekrar memleketi teslim etmeyiz.
Efendim, politikacı zor yetişirmiş, kolay yetişmezmiş. Bu memlekette çok büyük
politikacılar daha yetişir. Bir kişiye, iki kişiye teslim edilemez. Bu
milletten çok büyükler çıkmıştır, merak etmeyin."86
15
Mayıs 1983 tarihi itibariyle yeniden siyasi partilerin kuruluşlarına izin
verilmesi, ülkenin bu alanda tam olmasa bile nispeten bir serbestlik havası
teneffüs edebileceği anlamına gelmiyordu.
MGK'nin
30 Mayıs 1983 günlü tarihi kararı ile geçiş sürecinin ılımlı bahar havası
yerini bir dalgalanma ve kara bulutlara bırakmıştı. Kışlaya dönüş sürecinin en
önemli krizi ve MGK'nin 30 Mayıs 1983 günlü kararının perde arkasını, Yüksek
Askeri Şura toplantısında genişletilmiş bir askeri kurula sunulan ve MGK Genel
Sekreterliği'nce dönemin siyasi faaliyetleri üzerine hazırlanan bir siyasi
raporun okunmasından sonra yapılan tartışmalardan izlemek mümkündür.
MGK
Genel Sekreterliği raporunda kurulan ve kurulacak olan partiler hakkında ilginç
bilgiler ve yorumlar yer alıyordu:
"Milliyetçi
Demokrasi Partisi/Konsey'in muvafakati (onayı) ile emekli Orgeneral Turgut
Sunalp tarafından kurulmuş. Kurucular Kurulu Konseyce incelemeye alınmıştır.
Büyük Türkiye Partisi/Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Gölhan ve Ali Fethi Esener
tarafından kuruldu. Ama aslında perde arkasında Süleyman Demirel ve ekibi
tarafından idare ediliyor. (.) Anavatan Partisi/Turgut Özal'ın kurduğu bu
partinin kurucular listesi de Konseyde incelemededir. Özal ve ekibi sakin bir
çalışma içerisinde görülüyor. Halkçı Parti/Partiyi kuran Calp'in Kurucular
listesi de tetkikte. Aşırı sol görüşlü üç kişi partiden çıkarılmıştır. Şimdiki
görünümü ile kapatılan CHP'nin devamı olarak görülmüyor. Erdal İnönü'nün kurmak
istediği partiye gelince, bu grubun bütün çabaları CHP'nin devamını sağlayacak
bir davranış içerisinde oldukları merkezindedir. Aşırı solcu, Marksist,
Leninist olarak tanınan kişilerin bu partide yer almaya başladıkları
anlaşılıyor. Henüz Kurucular listesi ve kuruluş listesi gelmedi."
"Görüldüğü
üzere, şimdilik en tehlikeli parti olarak Büyük Türkiye Partisi'nin
davranışları görülmektedir. Böyle olduğuna göre, hareket tarzı olarak aşağıdaki
şekiller hatıra gelmektedir."
"Birinci
hareket tarzı/Bu parti teşkilatlanmaya devam etsin, Milli Güvenlik Konseyi,
Kurucular listesindeki bir kısım üyeleri veto etsin, böylece 30 Kurucu üyenin
sağlanması imkanı verilmesin, dolayısıyla seçimlere girmesi engellensin. Bu hal
tarzı, parti ile Milli Güvenlik Konseyi arasında üye bildirme işlemi sürüp
gidecek dolayısıyla mücadele bitmeyecek."
"İkinci
hareket tarzı/Partinin milletvekili adaylarını veto etmek. Böylece istenmeyen
kişilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girmesine mani olmak. Kurucular
Kurulu'na alınmasını kabul edip, aynı kişinin milletvekilliğini veto etmek
doğru olmaz. Ayrıca bu hal şekli de parti ile Konsey arasındaki çekişmeyi devam
ettirir."
"Üçüncü
hal tarzı/Milliyetçi Demokrasi Partisi ile bu partinin birleştirilmesini
sağlamak. MDP'yi bırakıp diğerini bu partiye iltihaka zorlamak da olmaz. Esasen
BTP kurulmadan evvel de bu teklif yapıldı, kabul etmediler. Şimdi de
etmezler."
"Dördüncü
hal tarzı/Bu partiden 139 eski Adalet Partilinin çıkarılarak partinin MDP ile
birleştirilmesi. Bu hal şekli de uygun bir hal tarzı olarak görülmüyor."
"Beşinci
hal tarzı/Bir Konsey kararı ile BTP'nin temelli kapatılması ve bu partinin
kurulmasında görev almış bazı kişilerin bundan böyle siyasi faaliyette
bulunmalarının yasaklanması. Bu hal tarzı en uygun hal tarzı olarak
görülmektedir. Ancak yalnız bir parti mensuplarına bu kararı uygulayıp, aşırı
sola aynı uygulamayı yapmazsak, yurt içinde tenkitlere maruz kalabiliriz. Onun
için her iki tarafa da uygulanması doğru olur. Yalnız bu hal tarzı dış
ülkelerin özellikle Avrupa ülkelerinin tepkilerine sebep olacaktır. Bunu da
göğüslemek gerekecektir. (.)"
"Sonuç
olarak: Büyük Türkiye Partisi'nin Milli Güvenlik Konseyi kararı ile temelli
kapatılması, kurucuların, bağlı teşkilattaki üyelerin ilk seçimlere kadar siyasi
yasaklılar listesine dahil edilmesi ve bunlardan bir kısmının mecburi ikamete
tabi tutularak gözaltında bulundurulmaları."87
MGK'nin
79 sayılı kararı diye bilinen yasaklar ve sürgünler şeklinde ve kışlaya dönüşün
Ordu ile bir kısım politikacılar arasındaki en sert çatışmasının ürünü olarak
ortaya çıktı. Doğal olarak silahlara emir verebilenlerin istediği oldu.
Süleyman Demirel ve arkadaşlarınca desteklenen Büyük Türkiye Partisi temelli
kapatılmıştı. Bu partiye kuruluşu sırasında 134, bir hafta sonra da 33 eski
parlamenter katılmış ve hareketin eski AP'nin devamı olduğu anlaşılmıştı.88
Hasan
Cemal'in deyimiyle Askeri Yönetimin Lideri, 1 Haziran 1983 Çarşamba günü
Çorum'da gürlemişti:
"Partinin
başına bir emekli orgenerali getirdiler. Bundan daha haince bir oyun
düşünebilir misiniz? Bu oyunu oynayan zat Türkiye'yi tapulu arazisi kabul
ediyor..."
"Biz
o partinin nereden geldiğini biliyoruz. Amblem olarak evvela arıyı seçtiler.
Arı, o eski parti başkanının mezun olduğu üniversitenin amblemidir.
Amblemlerini el yaptılar. Seçime gittiği zaman vatandaş mührü alacak evet
yerine basacak ya, mühür demirden yapılmış. Demiri ele bas, demir el olsun.
Onun için bu işareti seçtiler. Bizi saf mı zannediyorlar."
"Sert
tedbirler almak mecburiyetinde kaldık. Huzur ve güven için her türlü tedbiri
almakta kararlıyız. Bizi, daha sert tedbirler almak zorunda
bırakmasınlar..."89
Büyük
Türkiye Partisi'nin kurucuları ile daha önce 2553 sayılı kanunla feshedilen
siyasi partilerin 11 Eylül 1980 tarihindeki il ve ilçe başkanları, il yönetim
kurulu üyeleri ve 12 Eylül 1980 tarihinden sonra görevden alınan belediye
başkanları, MGK'nin yazılı izni olmadıkça yeni bir siyasi partinin kurucusu ve
hangi kademede olursa olsun yöneticisi olamayacaklardı. Ve, parti listesinden
veya bağımsız olarak milletvekili adayı gösterilemeyeceklerdi. 1982 Anayasası
ile belirtilen ve 5 yıllık siyasi yasak kapsamında bulunan eski milletvekili ve
eski senatörler de parti kuramama yasağına ek olarak, yeni kurulmuş partilere
üye de olamayacaklardı. Halen kayıtlı olanlar var ise üyelikleri silinecekti.
MGK'nin 79 sayılı kararına göre; Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem
Ceyhun, Sadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil,
Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman
Genç, Yüksel Çakmur ile Mehmet Gölhan ve Hüsamettin Cindoruk, Zincirbozan'da
(Çanakkale) zorunlu ikamete tabi tutulmuşlardı. Bütün bu kararlara itiraz etmek
ise mümkün değildi.90
Bir
Hukuk Hatırlatması
Eski
Başbakan ve kapatılan Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel'in Zincirbozan'dan
MGK Başkanlığı'na hitaben kaleme aldığı 12 Ağustos 1983 tarihli itiraz
dilekçesi, tarihi bir belge oluşu yanında, askeri yönetimin keyfiliğini
fevkalade başarılı bir üslup ve üstün bir mantık gücü ile eleştirmeye o günkü
şartlarda cesaret eden özel bir metin olarak da okunabilir:
"Milli
Güvenlik Konseyi Başkanlığına;"
"Yetmiş
günü aşan bir süredir, hak ve hürriyetlerden mahrum ve ihtilattan men edilmiş
(kimseyle görüşemez) bir halde bulunmaktayız. Bu durum yargısız, süresiz,
sınırsız bir cezanın infazından başka bir şey değildir."
"Hak
arama yolları kapatılmıştır. Kamu oyuna 'ikamete tabi tutulma' gibi gösterilmek
istenen olay; emsali görülmemiş (sui-generis) bir tutukluluk halidir. Söylenen
başka, yapılan başkadır. Savunma hakkı ise söz konusu değildir."
"
'İhtilaldir olur böyle şeyler' diyenler çıkabilir. Onlara, 'İhtilalin, kendi
iddiası yeni haksızlıklar yaratmak olmayıp, haksızlıkları önlemek değil mi idi'
demek gerekecektir. Üstelik, üzerinden otuz beş ay geçtikten, referandumla
yürürlüğe giren yeni bir Anayasa yapıldıktan sonra hâlâ, ihtilal şartları
içinde yaşandığını, haksızlıkların gerekçesi yapmak müşkülatı ortadadır."
"Kendilerinden
rahatsız olunanları, öfke veya haset duyanların ya da jurnalcilerin etkisiyle,
suça ve yargıya dayanmadan, siyasi hayatın dışına itmek, sürgünden başka bir
şey değildir. Bu yol bir kere açıldı mı, her siyasetçinin, her yöneticinin
başına günün birinde böyle bir akıbetin gelebilmesi mukadderdir. Bu haliyle
Zincirbozan olayı, geçmişteki Taif ve Fizan vakalarının yeni bir halkası olarak
Türk siyasi tarihinde yer alacaktır."
"Zincirbozan'a
itibarlardan, rahatsız olmayı önlemenin çaresi diye bakmak da son derece
muhataralıdır (tehlikelidir)."
"Böyle
bir yolu kendileri için yararlı sayanların bir gün aynı biçimde öz itibarlarını
yitirdikleri görülmemiş değildir."
"
'Zincirbozan' Vak'ası, Atatürk ilkeleriyle de bağdaştırılamaz. Ülkenin en ağır
şartları içinde bile Atatürk'ün kendine muarız (muhalif) saydıkları kimseleri askeri
bir garnizona kapattığı görülmemiştir."
"Devlet
yönetimini ellerinde tutanların taraf olmamaları, devletin gücünü keyfiliğe
kaçmadan adil ölçüler içinde kullanmaları, husumet ve garazdan uzak kalmaları
gerekir."
"Bu
hem yeminlerinin, hem de vicdanlarının icabıdır. Yargının takibi dışındaki
siyasi akımlar arasında tefrik (ayrım) ve tercih yapma hakkına yalnız millet
sahiptir. Millet iradesine baskı ile yön verme halinde, bu yolla oluşturulacak
parlamentonun ve o parlamentonun çıkaracağı hükümetin başının dik ve ömrünün
uzun olacağı da söylemez. 'Zincirbozan' olayından beklenen bu ise fevkalade
yanlıştır."
"Yapılanların
bir haksızlık olduğu, Anayasanın sarih bir ihlali bulunduğu açıktır. Ülkenin
yönetimini elinde tutanların bu kadar kısa süre içinde kendi yaptıkları
Anayasanın dışına çıkmaları hazindir. 'Devlet biziz', 'istediğimizi yaparız',
zihniyetinin bu ülkeyi Tanzimat Fermanı'nın gerisindeki devirlere iteceği
muhakkaktır. Böyle bir durum Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Anayasa ve hukuk
devleti olmaktan çıkarır."
"Hür,
demokrat, adaletin ve hukukun hakim olduğu, müreffeh, mamur, birlik ve
beraberlik içinde, milli ve manevi değerlere sahip, güçlü ve kudretli Büyük
Türkiye'ye mutlaka ulaşılacağına olan inancımızdan bir şey kaybetmedik."
"Zincirbozan
bizi ne Türkiye'den ve ne de inançlarımızdan koparmaz."
"Zincirbozan'da
tel örgü içinde kafese konan bizler değil, Anayasa, hak, hukuk ve
adalettir."
"Haksızlık
ve adaletsizlik karşısında sessiz kalmak, ona ortak olmak demektir.
Görüşlerimizi dile getirmek ihtiyacı bu inançtan doğmuştur."
"Bu
ülkenin, ömrünü milletin refahına harcamış bir kişisi olarak, vicdanımın sesini
halin icabı ölçüsünde değerlendirmeği, gerçek bildiklerimi söylemeyi milli bir
görev saydım."
"Ülkeyi
idare etme hakkı kendisine ait olan Türk milletinin rızasına ve hür iradesine
dayanmayan hiç bir iktidarın payidar olamayacağı kanaatimi muhafaza ediyorum.
Türkiye muhakkak velayet ve vesayetten arınmış bir idare altında yaşayacaktır.
Millet sağ olsun. Allah devlet ve millete zeval vermesin."
"Şerre
maruz kalanların Allah'a sığınmak ve millete güvenmekten gayrı yapacakları hiç
bir şey kalmamış demektir."
"Allah'a
ve Millet'e sığınırım."
"Saygılarımla."
"Süleyman Demirel" "Zincirbozan-Çanakkale."91 7 Kasım 1983
Genel Seçimleri Partilerin kurulmasına izin verilmesiyle birlikte, MGK ile,
haklı olarak siyasi faaliyette bulunmak isteyen 1980 dönemi politikacıları
arasında vetolar ve listeler aracılığıyla şiddetli bir mücadele başlamıştı.
Milli Güvenlik Konseyi'nce kapatılan Büyük Türkiye Partisi'nin yerine aynı
çevrelerce kurulan Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrasi Partisi'nin (SODEP)
seçime katılmaları vetolar ile engellenecekti. 10 Haziran 1983 günü, yeni seçim
kanunu kabul edildi. Kışlaya dönüşte sondan bir önceki perde, MGK'nin seçime
katılmalarına izin verdiği partiler arasında yapılan genel seçimlerdi. 7 Kasım
1983 Pazar günü yapılan bu seçimlerde, askeri yönetimin açık desteğine sahip
gözüken Orgeneral Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi ağır bir
yenilgi almıştı. Oy verme zorunluluğunun bulunduğu bu seçime katılma oranı,
yüzde 92.3 idi. Turgut Özal'ın Anavatan Partisi, oyların yüzde 45'ini toplamış
ve büyük bir seçim zaferi kazanmıştı.92
Askeri
yönetimin lideri ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in, seçimden iki gün sonra Çankaya
Köşkü'nde Anavatan Partisi lideri ve müstakbel Başbakan adayı Turgut Özal ile
karşılaşmalarındaki ilginç bir öpüşme sahnesi anlatır:
"Saat
10.00'da Turgut Özal geldi. benim küçük odam basın mensupları ve kameramanlarla
dolmuştu. Özal kapıdan girince, bana doğru güleç bir çehre ile geldi, elimi
uzattım. Niyetim elini sıkarak tebrik etmekti. Fakat Özal sevincinden ve
benimle 22 ay süren beraber çalışmanın verdiği yakınlıktan, öpüşmek için tavır
alınca ben de mecburen yanaklarından öperek kutladım. Aslında bu hareket doğru
bir hareket tarzı değildi. Sanki ben de bu sonuçtan çok memnun olmuşum da,
can-ı gönülden öperek kutlamışım manası çıkıyordu. Ancak, Özal bana öpmek için
yanaşınca, itmem gerekirdi ki, bu da doğru olmazdı. Her ne ise, artık böyle
samimi bir kutlama olmuştu."93
7
Kasım 1983 seçimlerinin galibi de, ilk karşılaşma ve öpüşme sahnesi için
şunları söylemektedir:
"Biz
hiç kimseye karşı kin beslemiyoruz. Türkiye'nin eski ve yeni bütün kavgalarını
geride bırakmayı amaçlıyoruz. Bunun için sarılıp öptük Evren Paşa'yı. O son
konuşmanın kırıklığını da silip atmak istedik. Bizde hiçbir yara kalmadığını
anlattık o kucaklaşma ile."94
Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin yeniden açılması ve Başkanlık Divanı'nın seçilmesi
için 6 Aralık 1983 gününe kadar beklemek gerekmişti. Ordu üst kademelerine de
yeni atamalar yapılmıştı. Daha önce, Haziran sonunda bir görev değişikliği
olmuştu. Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan Evren, Genelkurmay Başkanlığı'ndan
ayrılmış ve 21 Temmuz 1983 tarihinden geçerli olmak üzere yerine Kara
Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin atanmıştı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na
Orgeneral Ersin'in yerine Orgeneral Necdet Üruğ getirilmişti. Orgeneral Üruğ
aynı zamanda İstanbul Birinci Ordu Komutanlığı görevine giden Orgeneral Haydar
Saltık'ın yerine MGK Genel Sekreterliği görevini de üstlenmişti.
2
Aralık günü, MGK eski Genel Sekreteri ve askeri müdahalenin beyni olduğu
söylenen Orgeneral Haydar Saltık, bu defa Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na
atanıyor ve Ankara'ya geliyordu. Kara Kuvvetlerinin eski Komutanı ve MGK Genel
Sekreteri Orgeneral Necdet Üruğ Genelkurmay Başkanı olmuştu. MGK üyeleri,
Orgeneral Nurettin Ersin, Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer ve
Orgeneral Sedat Celasun Anayasa gereğince Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri
olarak, Çankaya Köşkü'ne çıkıyorlardı.
"Ordu'nun
Fiili İktidarı" döneminde dış politika alanında en önemli gelişme, 15
Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs'ta bir Türk Cumhuriyeti ilanı idi.
Askeri
Dönemin "Sivil" Bilançosu
12
Eylül 1980 askeri müdahalesi ile ülkenin iç görüntüsü baştan aşağı
değiştirilmişti.
Mehmet
Ali Birand'ın deyimiyle, Konya'da, Orgeneral Evren'in konuştuğu meydanda sekiz
ay önce Başbakan Demirel, on binlerce insan tarafından, develer, koyunlar,
inekler kesilerek çılgınca alkışlanırken, bu defa aynı törenler Orgeneral Evren
için yapılmakta ve Komutanın konuşmasını aynı insanların çılgınca alkışlanması
dikkat çekiyordu.95
Ordu'nun
MGK aracılığıyla gerçekleştirilen "Fiili İktidar" döneminin hemen
başında idam cezası infazları ve ayrıca, önceki dönemin sorumlularından olduğu
iddia edilen bazı siyasi partiler ile sendikalar ve örgütler hakkında davalar
açılması veya süren davaların sıkıyönetim kapsamına alınarak askeri mahkemeler
mevzuatı ile hızlandırılması ve yine 1402 sayılı kanuna dayanarak üniversiteler
ile kamu kuruluşlarında bazı kişilerin süresiz olarak görevden atılmaları yanı
sıra, devlet ve toplum ilişkilerinin -Ordu'nun o yıllardaki anlayışına göre-
restorasyonu çalışmalarına hız verildiği bir gerçektir. Birbiri ardı sıra kabul
edilen, Belediye Gelirleri Kanunu,96 Toplu Konut Kanunu,97 Sermaye Piyasası
Kanunu,98 ve Yükseköğretim Kanunu,99 devlet restorasyonunun kapsamı hakkında bir
fikir verebilir.
Dört
yılın sonunda 26 roketatar, 1 havan topu, 638 bin tabanca, 4 bin makineli
tabanca, 48 bin tüfek, 7 bin makineli tüfek, 13 telsiz ve 6 milyon mermi ele
geçirilmişti. 24 Ocak kararları çok etkin biçimde uygulanmış ve Türkiye, Uluslararası
Para Fonu (IMF) tarafından, "örnek ülke" bile ilan edilmişti.100
Fakat,
aynı ülke kendi insanları için de -deyim Murat Belge'nin- bir "açık
cezaevi" olmuştu.101
12
Eylül askeri rejimi geri çekilirken arkasında insan hakları açısından Bülent
Tanör'ün deyimiyle "savaş meydanı" benzeri bir tablo bırakmıştı. Bu
dönemde 7 bin kişi için idam cezası istenmiş; 517 kişiye bu ceza verilmiş ve
bunların 49'u infaz edilmişti. 300 kişi "kuşkulu biçimde" ölmüştü.
171 kişinin işkenceden öldüğü saptanmıştı. 14 tutuklu cezaevi koşullarını
protesto için yaptıkları açlık grevi nedeniyle hayatını kaybetmişti. 650 bin
kişi gözaltına alınmıştı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılanmıştı.
Yargılananların 71 bini TCK'nın 141, 142 ve 163'e aykırılıktan dolayı kovuşturulmuştu.
98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılanmıştı. 1 milyon 683 bin kişi
fişlenmişti. 388 bin kişiye pasaport verilmemişti. 30 bin kişi
"sakıncalı" olduğu gerekçesiyle işten atılmıştı. 3 bin 854 öğretmen,
120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verilmişti. 1402 Sayılı
Kanuna göre 9 bin 400 kişi görevden alınmış veya sürülmüştü. 30 bin kadar insan
siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmişti.102
İşkence
sırasında öldükleri için, kapalı cezaevine giremeyenlerin sayısı da hayli
kabarıktı. 16 Mart 1982 tarihi itibariyle Devlet Bakanı İlhan Öztrak'a göre bu
sayı 15'ti. Bakan, "Uluslararası Af Örgütü'nün 60 işkenceyle ölüm
iddiasından 15'i doğru..." diyordu.103
Kamran
İnan'ın anlatımıyla, "toplum depolitize olmuş, kamplaşma son bulmuştu. (.)
Turgut Özal, 'insanlar kavga seyretmeyi sever, kavga edenleri sevmez,' diyordu.
(.) (Politikada) yeni bir hava esiyordu. İnsanlar yakın geçmişin acı ve
tecrübelerin tesiri altındaydı. Ancak yine diyalog yoktu."104
1983
seçimlerinin galibi, Turgut Özal'ın Anavatan Partisi idi. 13 Aralık 1983 günü
Özal Hükümeti görevi, 20 Eylül 1980 tarihinden beri MGK ile birlikte çalışan
Ulusu kabinesinden devralırken, Genelkurmay'ın 3 yıl, 3 ay 1 gün süren Ordu'nun
Fiili İktidarı sona eriyordu.105
Turgut
Özal'ın Reformları
1983
Genel Seçimleri'nin Yüksek Seçim Kurulu tarafından açıklanan kesin sonuçları
şöyle idi:106
Kayıtlı
seçmen : 19.740.500. Oy kullananlar : 18.214.104. Geçerli oy : 17.328.735
Katılma oranı : yüzde 92.27
ANAP
: 7.823.827 (yüzde 45.15) 211 sandalye.
HP
: 5.277.698 (yüzde 30.46) 117 sandalye. MDP : 4.032.046 (yüzde 23.27) 71
sandalye. Bağımsızlar : 195.164 (yüzde 01.12) -
24
Kasım 1983 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi en yaşlı üye Fahri Özdilek
tarafından birleşime açıldı ve aynı gün Başbakan Bülend Ulusu hükümetin
istifasını Cumhurbaşkanına sundu.
6
Aralık 1983'te Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na ANAP Trabzon
Milletvekili Necmettin Karaduman'ın seçilmesi, Başkanlık Divanı'nın oluşumu ve
ertesi gün, Cumhurbaşkanı tarafından Turgut Özal'ın Başbakan olarak
görevlendirilmesi üzerine Milli Güvenlik Konseyi'nin yönetimi fiilen sona ermiş
oluyordu. Cumhurbaşkanı Kenan Evren dışındaki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri de
yeni Anayasa'ya göre; Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi olmuşlardı.
13
Aralık 1983 günü, Başbakan Turgut Özal'ın bakanlar listesi Cumhurbaşkanı'nca
onaylanmış ve 24 Aralık'ta Birinci Özal Hükümeti Meclis'ten güvenoyu almıştı.
ANAP
çoğunluğunun beklentilerin aksine askeri rejimin Başbakanı Bülend Ulusu'yu
Meclis Başkanlığı'na seçmemesi, bir sivili bu makama getirmesi rejimin
sivilleşmesi açısından olumlu bir tavırdı. Hükümetin kuruluşunda askeri rejime
yakın bağımsızlara yer verilmeyişi de aynı doğrultuda değerlendiriliyordu.107
DPT
kökenli muhafazakar -liberal ve bir mühendis- politikacı olarak Turgut Özal,
Türkiye'nin temel ekonomik sorunlarının önemli bir kısmının devlet
bürokrasisinden kaynaklandığının inancında idi. Bu nedenle, işe hızlı başladı;
birbiri ardı sıra hazırladığı kanun hükmünde kararnamelerle bürokraside ve yerel
yönetimlerde bir yeniden yapılanma hamlesi başlattı.
23
Mart 1984'de Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname yayınlandı; iki sonra, 25 Mart 1984 günü yapılan yerel seçimlere
katılım yüzde 90'ın üstünde idi ve Parlamento çoğunluğunu elinde bulunduran
iktidardaki ANAP'ın oyları yüzde 41.5'e ulaşıyordu. ANAP, İl Genel Meclisi'nde
oyların yüzde 45'ini almıştı. Halkçı Parti ve MDP erime sürecine girmişlerdi.
Muhalefet partileri kendi aralarında yer değiştirmişlerdi; parlamento-içi
muhalefet ülkeyi temsiden uzak bir konuma düşmüştü. Diğer partilerin oy
oranları sırasıyla SODEP yüzde 23.4; MDP yüzde 23.3; DYP yüzde 13.2; HP yüzde
8.8; RP yüzde 4.4 idi.
15
Mayıs 1984'de Belediyelere ve İl Özel İdarelerine Belediye Gelirlerinden Pay
Verilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapan 3004 Sayılı Kanunla; Mahalli
İdareler Fonu, Belediyeler Fonu ve İl Özel İdareleri Fonu kurulmuştu. Bu
fonlarla yerel yönetimlerin mali kaynak sorununu çözüme kavuşturma yolunda
önemli bir adım atılmış oluyordu.
Büyükşehir
Belediyelerinin yönetimlerini düzenleyen 3030 sayılı kanun ise, 9 Temmuz 1984
günlü Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmişti.
Türk
Sporunu Teşvik Fonu da aynı yıl kurulmuştu. Bu fonun amacı, ülke genelinde
amatör sporun teşviki ve geliştirilmesi için amatör sporcular yetiştirmek ve
saha ve tesislerin yapımına katkıda bulunmaktı.
17
Eylül 1984'de ilkokula başlama yaşı 6'ya indirilmiş ve uygulama başlatılmıştı.
Turgut
Özal'ın 1984-1985 yıllarında başlıca mali reformlar şunlardır:
6
Ocak 1984 günü Türk Parasını Koruma Kanunu değiştirilerek döviz alım satımı
serbest bırakıldı.
6
Ekim 1984 günü Menkul Kıymetler Borsaları Yönetmeliği yayınlandı. 2 Kasım
1984'de Katma Değer Vergisi (KDV) Kanunu yayınlandı.
20
Kasım 1984'de Akaryakıt Tüketim Vergisi Kanunu yayınlandı; ardından 1 Aralık'ta
bu kanunda yapılan bir değişiklikle Akaryakıt Tüketim Fonu oluşturuldu. Fonun
amacı, "hizmetlerini görebilmeleri için Belediyelere; alt yapı
tesislerinde kullanılmak üzere Karayolları Genel Müdürlüğü'ne; Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü'ne ve Türk Sporunu Teşvik Fonu'na aktarmalar yapmak"
şeklinde açıklanmıştı.
1984
yılında; özel işletmelerin devletleştirilmelerini düzenleyen 3082 Sayılı Kanun;
3083 Sayılı Tarım Reformu Kanunu ve 3086 Sayılı Kıyı Kanunu ve 3100 Sayılı
Katma Değer Vergisi Mükelleflerinin Ödeme Kaydedici Cihaz Kullanmaları
Hakkında Kanun ile 3096 Sayılı Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti
Hakkındaki Kanun yürürlüğe konuldu.
25
Ocak 1985 günü, F-16 uçakları için motor üretiminde bulunmak üzere Türk Uçak
Sanayii Anonim Şirketi (TUSAŞ) kuruldu.
29
Mayıs 1985 günü, İstanbul Boğazı'nda üzerindeki ikinci köprü, Fatih Sultan
Mehmet Köprüsü'nün temel atma töreni yapıldı ve üç yıl gibi kısa bir sürede, 3
Temmuz 1988 günü Fatih Sultan Mehmet Köprüsü açıldı.
15
Haziran 1985 günü iki önemli kanun birden yayınlanmıştı:
3213
Sayılı Maden Kanunu ve 3218 Sayılı Serbest Bölgeler Kanunu. Türkiye'nin ilk
serbest bölgesi, 1987 başında Mersin'de faaliyete geçiyordu.
28
Haziran 1985'de, Türk Tanıtma Fonu teşkil edildi.
13
Kasım 1985 günü, Savunma Sanayi Müsteşarlığı Kanunu yayınlandı. Bu kanunla
Savunma Sanayii Destekleme Fonu kuruldu. Modern savunma sanayiinin
geliştirilmesini destekleyecek ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernizasyonunu
sağlamak için bu fona çeşitli gelir kaynakları sağlanıyordu.
18
Aralık 1985 günü, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Yönetmeliği yayınlandı.
İstanbul
Menkul Kıymetler Borsası'nın ilk seansı, 3 Ocak 1986 günü gerçekleşti.
Dicle
Barajı ve Hidroelektrik Santralı ve Kralkızı Barajı da aynı yıl (1986) hizmete
başlamıştı.
Başbakan
Özal'ın ataklığı ve kararlılığı, ekonomide ve ihracatta ciddi bir atılımı da
beraberinde getirmişti.
1985
yılında sabit fiyatlarla GSMH yüzde 4.5 büyümüştü. Toptan eşya fiyatları
endeksindeki yıllık artış yüzde 38.2; dolar kuru 574.00 TL idi.
Sabit
fiyatlarla GSMH artışı, 1987 yılında da devam etti: Yüzde 7.5. Toptan eşya
fiyatları endeksindeki artış yüzde 24.5; dolar kuru 755.90 TL idi.
Ne
var ki, Türkiye ekonomisindeki bu atılım uzun soluklu olamamıştı.
1988
yılı rakamlarına göre ekonomideki büyümede ciddi bir düşüş gözleniyordu:
Sabit
fiyatlarla GSMH yüzde 4.6 idi. Toptan eşya fiyatları endeksindeki artış yüzde
69.7 ve dolar kuru 1.813 TL olmuştu.
Başbakan
Turgut Özal döneminde tarih düşülen dramatik olaylardan biri; Türkiye sınırları
dışında bir nükleer santral kazası ve oradan kaynaklanan radyasyon sızıntısının
yol açtığı telafi edilemez zarar üzerinedir:
26
Nisan 1986 günü Rusya'da Çernobil Nükleer Santralı'nda patlama olmuştu.
Çernobil'den hızla yayılan radyoaktif sızıntı, Doğu Avrupa ve Karadeniz
ülkeleriyle birlikte Türkiye'yi de etkilemişti. Trakya ve Karadeniz illerinde
yetişen tarım ürünleri radyoaktif etki altında idi.
Çernobil
Nükleer Santral Kazası sonrası yaşanan dramatik olaylar ve Türkiye Hükümeti'nin
aniden baş gösteren bu felaket karşısındaki hazırlıksızlığı çok çeşitli
alanlarda kendisini göstermişti.
Ocak
1987'de Japonya, Türkiye'den aldığı fındığı radyasyonlu olduğu için iade
etmişti.
6
Eylül 1986 günü İstanbul'da Neve Şalom Sinagogu'nda yapılan ayin sırasında
gerçekleştirilen bir intihar saldırısında, 21 Musevi kökenli yurttaş ölmüş, 4'ü
de ağır şekilde yaralanmıştı.
Turgut
Özal'ın Başbakanlığı altında dış ekonomik ilişkilerde de ciddi bir atılım
başlamış; askeri yönetimden kaynaklanan kimi sorunlar ortadan kalkmıştı:
8
Mayıs 1984'te Türkiye-Avrupa ilişkilerinde önemli bir engel ortadan
kaldırılıyordu. Avrupa Konseyi'nde görev alacak Türk parlamenterlerin yetki
belgeleri Parlamenterler Meclisi'nde onaylanmıştı. 1981 yılından beri Avrupa
Konseyi'nde temsil edilemeyen Türkiye, Avrupa Konseyi'ne yeniden dönüyordu.
Başbakan
Özal'ın hızlandırmasıyla Türkiye-Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ilişkileri
canlandırılmış ve yeni bir aşama başlatılmıştı.
16
Eylül 1986'da, Türkiye-AET Ortaklık Konseyi, 7 yıllık bir aradan sonra
Brüksel'de toplanıyordu.
14
Nisan 1987'de, Türkiye'nin AET'ye tam üyelik başvurusu yapılmıştı. AET Konseyi
başvuruyu ilgili Komisyona iletmiş; fakat, Türkiye'nin tam üyelik için henüz
hazır olmadığı söylenmişti. 18 Aralık 1989'da, AT Komisyonu Türkiye'nin tam
üyelik başvurusu için, katılımdan önce ekonomik, sosyal ve siyasal alanda
yapılması zorunlu değişikliklerin tamamlanması koşulunu getiriyordu.
Ordu-Hükümet
İlişkileri
12
Eylül 1980 Askeri Yönetimi Lideri Kenan Evren'in, 1989 sonbaharına kadar
Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunması; Özal döneminde Ordu-Hükümet ilişkileri
açısından son derece ılımlı ve başarılı bir işbirliğinin sürdürülmesine katkı sağlamıştır,
denilebilir.
Başbakan
Özal ve ANAP, önceki dönemle ilgili olarak özellikle 12 Eylül 1980 Askeri
Yönetimi ile arasına bir anlaşmazlık sokmak istememiş; bir meşruluk
tartışmasına ise hiçbir zaman girmemiş; önceki dönemle ilgili yolsuzluk vb. iddialar
ortaya atıldığında da, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Kenan Evren ve
arkadaşlarının eski icraatlarının tartışılmaması yolunu kapatmıştır.
Örnek
olarak; Hava Kuvvetleri Eski Komutanı ve 12 Eylül 1980'de Milli Güvenlik
Konseyi Üyesi Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın adı, F-16'ların seçimi
sırasında usulsüzlük yapıldığı iddialarına karıştırılınca; 25 Kasım 1986 günü,
bu iddiaların araştırılması için Adana Milletvekili Cüneyt Canver tarafından
verilen Meclis Araştırması önergesi ANAP ve Bağımsız Milletvekillerinin
oylarıyla red edilmiştir.
Buna
rağmen, Turgut Özal'ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde Ordu-Hükümet
ilişkileri açısından olağandışı ve çok önemli iki gelişme cereyan etmiştir.
Ordu
ve Hükümet arasında sivil ve asker kamuoyunun yakından izlediği ve olağandışı
sayılan bu gelişmeler şöyledir:
Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ, 18 Nisan 1987 günü, görev süresinin sona ereceği
30 Ağustos'u beklemeden olağandışı bir biçimde 15 Haziran'da emekliye
ayrılacağını açıklamıştır. Böylece kendisinden sonra Orgeneral Necdet
Öztorun'un gelmesine yol açmaya çalışmıştır.
Buna
karşılık, 29 Haziran 1987 günü, Başbakan Turgut Özal, Bakanlar Kurulu
toplantısında, Genelkurmay Başkanlığı'na Orgeneral Necip Torumtay'ın
atanmasının kararlaştırıldığını söylemiş ve bir süredir kamuoyunda ve basında
sürdürülen tartışmaları sona erdirmiştir.
Ağustos
1987'de Orgeneral Necdet Üruğ'un emekliliğiyle boşalacak Genelkurmay Başkanlığı
makamına, o günlerde izinde bulunan Genelkurmay Başkanı'na vekalet eden Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun'un tayini beklenildiğinden;
Hükümetin, bu makama Orgeneral Necip Torumtay'ın atanacağını açıklaması üzerine
Orgeneral Necdet Öztorun emekliliğini istemiş ve Ordu'dan ayrılmıştır.
25
Temmuz 1987'de, emekliye ayrılan Orgeneral Necdet Üruğ'un yerine de, Orgeneral
Necip Torumtay, Genel Kurmay Başkanı olarak atanmıştır.108
Turgut
Özal ile Genelkurmay arasında ikinci olağandışı gelişme; 1990 yılında Turgut
Özal Cumhurbaşkanı iken Körfez Savaşı başlamadan önce cereyan etmiştir:
3
Aralık 1990 günü, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile anlaşmazlığa düştüğü için
dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay görevinden istifa ettiğini
açıklamış ve yerine Orgeneral Doğan Güreş tayin edilmiştir.
1983
Vetolarının Rövanşı
Türkiye
siyaset tarihi açısından ilginç siyasal gelişmelerden biri; 1986 ilkbaharında
yaşanıyordu.
12
Eylül 1980 Askeri Yönetimi tarafından veto edildikleri veya yasaklı oldukları
gerekçesiyle 1983 genel seçimlerine katılamayan siyasetçiler ve partiler
yeniden siyaset sahnesinde aktif rol oynamaya aday konuma geliyorlardı.
Askeri
Yönetimin açıkça desteklediği Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in MDP'si, 25 Mart
1984 Yerel Seçimleri ardından tam bir çözülme sürecine girmiş; Genel Sekreter
Doğan Kasaroğlu görevinden çekilmişti.
7
Mart 1985 günü çoğunluğu milletvekili 25 kişi Parti'den istifa etmişlerdi.
13
Temmuz 1985 günü toplanan MDP Birinci Büyük Kongresi'nde Genel Başkan Turgut
Sunalp'in yerine Ülkü Söylemezoğlu seçilmişti.
4
Mayıs 1986 günü, Parti'nin Ankara'da toplanan Olağanüstü Kongresi'nde fesih
kararı alınması üzerine; Milletvekilleri çeşitli partilere dağılmaya
başlamışlardı.
MDP'nin
5 Mayıs 1986 günlü olağanüstü kongrede kendisini feshetmesiyle, Partili
milletvekilleri bağımsız konuma geldiklerinden Anayasa'nın 84. maddesi
(Milletvekillerinin Parti değiştirmesini zorlaştıran hüküm) fiilen geçersiz
oluyordu.
Bu
durumdan ilk yararlanan iktidardaki ANAP olmuş ve kendini fesheden MDP'nin 18
milletvekilini saflarına katmakta tereddüt etmemişti.
MDP
kökenli 21 milletvekili ise, Mehmet Yazar Başkanlığında kurulan Hür Demokrat
Parti'de toplanarak Parlamentoda kendileri bir grup oluşturmuşlardı. Bir süre
sonra ilginç bir gelişme oluyor ve 12 Eylül 1980 Askeri Yönetimi tarafından
1983 seçimlerine girmesi veto edilen yasaklı lider Süleyman Demirel'in DYP'si,
Hür Demokrat Partili bu 21 milletvekilini bünyesine alıyor ve böylece Meclis'te
bir grup sahibi oluyordu.
1980
Askeri Yönetimi'nin vetosu fiilen geçersiz hale getirilmiş; böylelikle, 1983
ilkbaharında Askeri Yönetim tarafından gerçekleştirilen vetoların rövanşı
alınmış oluyordu.
1983
ilkbaharının öteki vetolu partisi SODEP ise, SHP ile birleşme formülü sayesinde
Parlamentoda bir grup sahibi olmuştu.
Yasaklı
lider Süleyman Demirel, miting meydanlarına çıkmaya başlamıştı.
12
Eylül 1980 öncesinin bir diğer yasaklı lideri Bülent Ecevit ise, Demokratik Sol
Parti (DSP)'nin 18 Mayıs 1986 günü yapılan İkinci Kurucular Toplantısı'nda
konuşma yapıyordu.
Yasaklar,
fiilen işlemez hale getirilmişti.
22
Şubat 1986 günü, Askeri yönetim sonrası ilk işçi mitingi, İzmir'de, 50 bin
işçinin katılımıyla gerçekleşmişti.
18
Kasım 1986 günü, 12 Eylül 1980 Askeri Yönetimi sonrasının en büyük grevi, 2650
işçi tarafından NETAŞ Fabrikası'nda başlatılmıştı.
1987
Referandumu ve Özal'ın Baskın Seçimi
23
Ekim 1986 günü Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nden yapılan açıklamada, Cumhurbaşkanı
Kenan Evren'in, liderlerle ilgili siyaset yasağının kaldırılmasına karşı
olmadığı ilan edilmişti.
14
Mayıs ve 17 Mayıs 1987'de, 12 Eylül 1980 Askeri Yönetimi'nce konan siyaset
yasağını kaldıran Anayasa değişikliği TBMM tarafından iki kez görüşülerek kabul
edilmişti. 28 Mayıs 1987'de, 3376 Sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna
Sunulması Hakkında Kanun yayınlandı. Fakat, Anayasa'da öngörülen çoğunluk
sağlanamadığı için, bu değişikliğin halkoyuna götürülmesi gerekiyordu.
2
Eylül 1987 günü Trabzon'da yaptığı konuşmada Başbakan Turgut Özal, 1982
Anayasası'yla siyaset yapmaları yasaklanan kişilerin (12 Eylül 1980 öncesi
liderlerin) bu yasaklarının sürmesinden yana olduğunu söylemiş; Başbakan ve
ANAP, demokratikleşme iddialarına karşılık yurt genelinde siyaset yasakları
lehinde bir kampanya sürdürmüştü.
6
Eylül 1987 günü yapılan referandumda; 26 milyon kayıtlı seçmenden 24.5 milyonu
oy kullanmıştı.
Evet
oylarının oranı yüzde 50.16, hayır oylarının oranı yüzde 49.84 olmuştu. Evet ve
hayır oyları arasında toplam fark yalnızca 75.066'dan ibaretti.109
Bülent
Tanör'ün sözleriyle; "(.) Yasakların bir bölümü aslında Anayasa
değişikliğiyle kaldırılmış sayılmak gerekirken, anlamsız ve demagojik bir
halkoylamasına götürülmüş, yasakların kaldırılmasının reddi gibi utanç verici
bir sonuçtan da Türk demokrasisi kıl payı farkla kurtulmuş
bulunuyordu."110
1987
Anayasa Referandumu yasaklı liderlerin siyasete dönmeleri yolunu açmıştı.
Türkiye
siyaseti, bu referandumdan sonra "yasaksız" olarak devam edecekti.
Siyaset
yasaklarını kaldıran 6 Eylül 1987 günlü Anayasa Referandumundan bir gün sonra,
TBMM Başkanlığı'na ANAP milletvekillerince erken genel seçim için önerge
verildi. Yapılan oylamada, Kasım ayında erken genel seçim yapılması 100 aleyhte
oya karşı 264 oyla kabul edilmişti.
29
Kasım 1987 günü yapılan genel seçimlerde oyların ve sandalyelerin dağılımı şu
şekilde idi:
Kayıtlı
Seçmen Sayısı : 26.376.926
Kullanılan
Oy Sayısı : 24.603.541
Geçerli
Oy Sayısı : 23.971.629
Seçime
Katılma Oranı : Yüzde 91.82
ANAP
: 8.704.335 (yüzde 36.1)
oyla
292 milletvekili. SHP : 5.931.000 (yüzde 24.74)
oyla
99 milletvekili. DYP : 4.587.062 (yüzde 19.14)
oyla
59 milletvekili.
Seçime
katılan öteki partilerden DSP 2 milyon 44 bin 576 oy (yüzde 8.53), RP 1 milyon
717 bin 425 oy (yüzde 7.2), MÇP 701 bin 538 (yüzde 2.9) ve İDP 196 bin 272 oy
(yüzde 0.8) ile yüzde 10'luk ülke barajını aşamadıkları için sandalyeler
yalnızca ANAP, SHP ve DYP arasında paylaşılmıştı. Seçim barajını aşamayan 4
parti ve bağımsızlar toplam 5 milyona yakın oy, bir diğer anlatımla kullanılan
oyların yüzde 20'sini almışlardı.111
Soğuk
Savaş Biterken Siyaset
14
Aralık 1987 günü açılan TBMM'de muhalefeti oluşturan SHP ve DYP milletvekilleri
ayağa kalkmayarak ve alkışlamayarak Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i protesto
ediyorlardı. Bu gelişme, Türkiye siyasetinde yaklaşık üç yıl sonra (1991'de)
başlayacak yeni bir dönemin habercisiydi.
21
Aralık günü seçimleri kazanan ANAP Lideri Turgut Özal'ın kurduğu yeni hükümet
listesi Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve 30 Aralık'ta 153 aleyhte oya
karşılık 290 oyla güvenoyu almıştı.112
1988
yılında dünyada iki süper gücün yönetiminde de değişiklik olmuştu:
1
Ekim 1988'de, Sovyetler Birliği'nde Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail
Gorbaçov, Devlet Başkanlığı görevini üstlenmişti.
8
Kasım 1988'de, ABD'de yapılan Başkanlık seçimini Cumhuriyetçi aday George Bush
kazanmıştı.
Bir
yıl sonra, 3 Aralık 1989 günü Gorbaçov ve Bush, Malta'da, Soğuk Savaş'ın
bittiğini açıklıyorlardı. Avrupa'da 20. yüzyılın en önemli değişimlerinden biri
gerçekleşmişti; 44 yıl süren "Soğuk Savaş" dönemi kapanıyordu.
Sosyal
Demokratların Zaferi
26
Mart 1989'da yapılan yerel seçimlere katılma oranı yüzde 81.5'ti.
SHP
650, ANAP 565, DYP 552, RP 74, DSP 38, MÇP 24, IDP 6, Bağımsızlar 63 yerde
seçimi kazanmıştı.
İllere
göre belediye başkanlıkları şu şekilde paylaşılmıştı: SHP 39, DYP 16, RP 5,
ANAP 2.
İstanbul,
Ankara ve İzmir gibi önemli merkezlerin Büyükşehir Belediye Başkanlıklarına
SHP'li adaylar seçilmişti. İktidar partisi üçüncü duruma düşmüştü.
İl
Genel Meclisi seçimleri için oyların yüzdelik dağılımı şöyle idi:
SHP
: 28.7
DYP
: 25.1 ANAP : 21.8 RP : 09.8 DSP : 08.5
MÇP
: 04.5
Yerel
seçim yenilgisinden sonra Başbakan Turgut Özal, 12 Bakanı değiştirmiş; 15 Nisan
1989'da da, ihracatta vergi iadesiyle ilgili yeni düzenlemeler yapılmıştı.
Yeni
politikayla teşvikler, ihracattan üretim aşamasına kaydırılmaya çalışılıyordu.
Çankaya'da
Nöbet Değişimi
12
Eylül 1980 gününden beri aralıksız olarak Devlet Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı
görevlerini sürdüren Kenan Evren'in süresi tamamlanıyordu.
17
Ekim 1989 günü Başbakan Turgut Özal, Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu
açıklamıştı.
31
Ekim'de TBMM'de yapılan ve muhalefetin boykot ettiği seçimde 263 oyla 8.
Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti.113
Turgut
Özal, 9 Kasım 1989 günü yapılan bir törenle 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den
görevi devralıyordu.
Özal,
Cumhurbaşkanlığı makamına geçince TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'u Başbakanlığa
atamıştı. Yıldırım Akbulut'tan boşalan TBMM Başkanlığına ise yine bir ANAP'lı
Kaya Erdem seçilmişti.
Özal'ın
Cumhurbaşkanlığına yalnızca ANAP'lıların oylarıyla seçilmesi, daha ilk günlerde
Çankaya'yı tartışılır kılmıştı.
8
Ocak 1990 günü, yeni Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü'nde verilen davete,
7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, SHP Lideri Erdal İnönü ve DYP Lideri Süleyman
Demirel katılmamışlardı.
Türkiye
ekonomisindeki kötü gidiş tırmanıyordu. Sabit fiyatlarla toplam GSMH yüzde 4.6
olurken; toptan eşya fiyatları endeksindeki yıllık artış yüzde 69.0; dolar kuru
2.311 TL'ye yükselmişti.
Cumhurbaşkanı
Turgut Özal, 31 Aralık 1989 günü yeni yıl mesajında, enflasyonun en büyük sorun
olduğunu söylüyordu.
Körfez
Savaşı ve Türkiye
2
Ağustos 1990 günü Irak Silahlı Kuvvetleri, savaş ilan etmeksizin Kuveyt'i işgal
etmiş; 6 Ağustos 1990'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, üye ülkelerin
Irak'tan petrol dahil, bütün ithalatlarını durdurmalarını istemişti.
Güney
sınırlarına yakın bu gelişmeler üzerine Türkiye, Birleşmiş Milletler Kararı'nı
desteklemek için, 7 Ağustos'ta, Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı'nı kapatmış; aynı
gün TBMM gizli oturum yapmış ve Türkiye'ye bir saldırı halinde Hükümet'e derhal
karşılık vermek üzere Türk Silahlı Kuvvetleri'ni kullanma ve savaş hali ilan
etme yetkisi vermişti. 5 Eylül 1990 günlü gizli oturumda da; Hükümet'e yabancı
ülkelere asker gönderme yetkisi ve yabancı ülke askerlerini Türkiye
topraklarında barındırma izni veren tezkere onaylanmıştı.
Türkiye'nin,
Birleşmiş Milletler'e destek vermek amacıyla Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı'nı
derhal kapatması, Körfez Savaşı'nda ciddi bir "siyaset planlaması"
yanlışı olarak değerlendirilmiştir.
Cumhurbaşkanı
Turgut Özal ile anlaşmazlığa düştüğü için görevinden istifa eden dönemin
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay'ın Körfez Savaşı ile ilgili
değerlendirmesinde söz konusu "siyaset planlaması" yanlışına şu
şekilde işaret etmektedir:
"2
Ağustos 1990 tarihinde Irak'ın Kuveyt'i işgali ile aniden ortaya çıkan kriz
üzerine Türkiye, Kuveyt'in işgalini süratle kınamış ve Birleşmiş Milletler'in
kararına destek vermiştir. Daha sonra da 7 Ağustos'ta Kerkük-Yumurtalık Petrol
Boru Hattı'nı acele bir kararla kapayarak ve siyasi yönden büyük bir jest
yaparak Saddam'a karşı tavrını ortaya koymuştur. Aslında Türkiye'nin bu kararı,
Kuveyt'in işgalinden hemen sonra Birleşmiş Milletler'in Irak'a karşı almış
olduğu ambargo kararını destekleyen ve diğer ülkelerin de bu yolda katkılarına
örnek teşkil edebilecek etkili bir davranış ve parlak bir jest idi. Bununla
beraber Türkiye, büyük özverili jesti yapmadan önce petrol borusunu kapatmanın
ortaya çıkaracağı zararları ileride telafi edebilmek için, karar öncesinde
kapsamlı bir süratli bir çalışma ile bu davranışın Türkiye'ye çıkarabileceği
faturanın boyutlarını saptayıp, bu konuda gerekli güvenceleri alacak şekilde
isteklerini de kabul ettirme girişimlerinde bulunabilirdi."114
Türkiye'nin
Irak'a yönelik kesin bir tutum takınması üzerine, 23 Ağustos'ta Irak, Habur
sınır kapısını kapatmış; dünya petrol fiyatları 30 doları aşmış; Türkiye'de
benzine yüzde 23 zam yapılmıştı.
1991
Ocak ayı, grevdeki maden işçilerinin Zonguldak'tan Ankara'ya yürüyüşleri ile
başlamıştı.
Maden
işçilerinin yürüyüşü, Ankara'ya 12 km. kala güvenlik güçlerinin barikatıyla
önlenebilmişti.
Zonguldaklı
Madenciler, Hükümet ile anlaşma sağlanması üzerine geri dönmüşlerdi.
17
Ocak 1991 günü Irak, Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarınca
bombalanmaya başlamış; Irak'ın bombalanması ve 24 Şubat'taki kara harekatı, 28
Şubat günü ateşkes ilanıyla son bulmuştu.
5
Nisan 1991 günü, Irak ordusu tarafından Kuzey Irak'ta sürdürülen sindirme
harekatı sonucunda 250 bin Iraklı Kürt mülteciye Türkiye'ye geçiş izni verildi.
Ancak, sınırda bekleyenlerin sayısı hızla arttı ve 1 milyonu bulmuştu.
1991
yılında çok önemli iki iç gelişmeden biri, Terörle Mücadele Kanunu'nun kabul
edilmesi ardından TCK'nin ünlü 141-142 ve 163. maddelerinin kaldırılması;
diğeri iktidar partisinde Özal'ın Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle aniden başlayan
liderlik, dolayısıyla başbakanlık yarışı idi.
ANAP'ta
kurucu genel başkan Turgut Özal'ın tartışmasız liderliği Cumhurbaşkanı oluncaya
kadar sürmüştü. Özal'ın Başbakanlığa ve dolayısıyla parti liderliğine işaret
ettiği Yıldırım Akbulut'un genel başkanlığı ise uzun sürmemişti.
17
Kasım 1989 günü yapılan Kongre'de Yıldırım Akbulut'un 739 oyuna karşılık 382 oy
alan Hasan Celal Güzel, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın eski partisine yönelik
müdahalelerine ve Başbakan Yıldırım Akbulut'un tutumuna itiraz ediyor; sular
bir türlü durulmuyordu.
20
Şubat 1990 günü Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz görevinden istifa etmiş ve
Partisinin liderliği için aday olduğunu açıklamıştı.
Anayasa
gereği tarafsız olması gerekirken; Cumhurbaşkanı Turgut Özal eski partisindeki
tartışmalar ve liderlik yarışıyla yakından ilgileniyordu. Özal, ANAP'ın 15
Haziran 1991 günlü Büyük Kongresi'nde eşi ve çocukları aracılığıyla adaylardan
Mesut Yılmaz'ın genel başkanlığa seçilmesini desteklemişti.
ANAP
Rize Milletvekili Mesut Yılmaz'ın genel başkanlık yarışını kazanması ve 5
Temmuz 1991 günü, oluşturduğu Hükümetin, TBMM'den 153'e karşı 265 oyla güvenoyu
almasıyla bu mücadele sona ermişti.115
ANAP'ın
yeni lideri Mesut Yılmaz, Başbakanlık ve Genel Başkanlık görevini Cumhurbaşkanı
ve ANAP'ın eski lideri Turgut Özal'a hayli mesafeli ve ondan bağımsız bir
çizgide sürdürdü. Göreve gelişinin ikinci ayında ise muhalefet liderleriyle
seçim için anlaştı ve erken seçim kararı alındı.116
20
Ekim 1991 Genel Seçimleri
Seçim
sistemi birinci partiye göre düzenlendiği için, DYP yüzde 27'lik oy oranına
karşılık, mecliste yüzde 39.56'lık bir temsil gücü elde etmişti. DSP ise, bu
sistemden gerçek anlamda zararlı idi. DSP her 374 bin oyuna karşılık 1
sandalye, DYP her 37 bin, ANAP her 51 bin, SHP her 57 bin, RP her 66 bin oyuna
karşılık 1'er sandalye kazanmışlardı.
20
Ekim 1991 Genel Seçimlerinin sonuçları şöyle idi:
Kayıtlı
Seçmen Sayısı : 29.979.123
Kullanılan
Oy Sayısı : 25.157.089
Seçime
Katılma Oranı : Yüzde 83.92
DYP
: 6.600.726 (yüzde 26.2)
oyla
178 milletvekili.
ANAP
: 5.862.623 (yüzde 23.3)oyla 115 milletvekili.
SHP
: 5.066.571 (yüzde 20.1)
oyla
88 milletvekili. RP : 4.121.355 (Yüzde 16.4)
oyla
62 milletvekili. DSP : 2.624.301 (Yüzde 10.4)
oyla
7 milletvekili. 117
20
Ekim 1991 günü -ANAP'a oy verenler dışında- seçmenler, 1980 -öncesi siyasal
yapılanmalara ve karizmatik- tarihi liderlere yeniden dönüş için onay
vermişlerdi.
1980
öncesindeki dört ana akımdan Süleyman Demirel'in AP'si; DYP olarak
örgütlenmişti.
1991
genel seçimlerinin galibi DYP'nin, daha önce, 14 Mayıs 1985 günü toplanan DYP
Birinci Büyük Kongresi'nde delegeler Genel Başkanlığa Yıldırım Avcı'nın yerine
626 oyla Hüsamettin Cindoruk'u getirirlerken; hareketin asıl süvarisinin de bir
gün dizginleri tutacağını biliyorlardı. Nitekim; 6 Eylül 1987 Anayasa
Referandumu ardından 24 Eylül 1987 günü toplanan DYP Olağanüstü Kongresi'nde
Süleyman Demirel yeniden siyasete ve partinin genel başkanlığına dönmüştü.
Necmettin
Erbakan, 12 Ekim 1987 günü Refah Partisi Genel Başkanı olmuştu.
Bülent
Ecevit'in CHP'sinin yerinde iki parti birden örgütlenmişti.
Bunlardan
biri, Erdal İnönü liderliğinde SHP, ki seçimlerde 88 sandalye kazanmış ve üçüncü
olmuştu. Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) kazandığı 7
sandalye ile parlamentoda ancak temsil olanağı bulmuştu.
Necmettin
Erbakan'ın Refah Partisi (RP) ise Alpaslan Türkeş ile seçim ittifakı yapmış ve
62 sandalyeyle parlamentoya yeniden girmeyi başarmışlardı.
1980
öncesi dönemin liderleri, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve
Alpaslan Türkeş yeniden parlamentodaki yerlerini almışlardı. Tek başına bu
sonuç bile, bir askeri yönetim tarafından siyasal partilerin kapatılmasının,
liderlerinin siyasetten yasaklanmasının ne kadar anlamsız, gereksiz bir karar
ve ciddi bir yanılgı olduğunu kanıtlamak için yeterlidir.
DYP-SHP
Koalisyonu
6
Kasım 1991 günü yapılan TBMM 19. dönemin açılışı olaylı başlamıştı.
TBMM'nin
açılış oturumuna HEP kökenli SHP milletvekilleri, PKK renklerini taşıyan yaka
mendilleriyle gelmişlerdi. HEP kökenli SHP milletvekillerinin bu davranışları
Meclis'te ve kamuoyunda tepkilere yol açmıştı.
1991
Genel Seçimlerinin en önemli sonucu, 1983 yılından beri 8 yıldır süren ANAP
iktidarını sona erdirmesi oldu. Ne var ki, hiçbir parti tek başına hükümet
kuracak çoğunluğa sahip değildi. Böylece, yüzyılın son 10 yılına damgasını
vuran "Koalisyon Hükümetleri" dönemi bu seçimlerle birlikte başlamış oluyordu.
7
Kasım 1991 günü, 12 Eylül 1980 Ordu müdahalesiyle Başbakanlıktan uzaklaştırılan
Süleyman Demirel, seçimlerden birinci çıkmayı başaran partinin lideri olarak
Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından Başbakan olarak görevlendiriliyordu.118
11
Kasım 1991 günü, 1980 öncesinde bir araya gelemeyen sağ ve solun iki büyük
partisi DYP ve SHP Koalisyonu için karar aldığında, pek çok kişi bu barışmayı
iyi bir sürpriz olarak yorumlamıştı. Gerçekte iki partiyi birleştiren temel
düşünce, 8 yıllık ANAP'ı iktidardan uzaklaştırmaktı.
16
Kasım'da, DYP-SHP Koalisyonu ilk meyvesini TBMM Başkanlığına DYP'li Hüsamettin
Cindoruk'u seçmek suretiyle veriyordu.
30
Kasım 1991 günü, DYP Lideri Süleyman Demirel Başkanlığındaki Birinci DYP-SHP
Koalisyonu, 164'e karşı 280 oyla güvenoyu aldığında, Türkiye siyasetinde
yasaklı ve vetolu iki siyasetçinin -SHP Lideri Erdal İnönü, Başbakan Yardımcısı
olarak Hükümete girmişti- dönemi başlıyordu.119
Koalisyon
Hükümeti'nin Programında yer alan "demokratikleşme" vaatleri
kamuoyunda iyimser bir dalgaya neden olmuştu. Radyo ve TV'de devlet tekelinin
kaldırılması dahil, kimi değişiklikler, 26 Temmuz 1992 günü, Anayasa'nın
Başlangıç Metni ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair 4121 Sayılı Kanun'la
yapılmıştı.
DYP-SHP
Koalisyonu özel ve önemli bir alanda da ilk kez yasal düzenleme
gerçekleştirmiş; dış ekonomik ilişkilerde de çok önemli iki toplantıyı
Türkiye'nin başarı hanesine kaydetmişti:
⦁ 4087 Sayılı Tüketicinin Korunması
Hakkında Kanun yayınlandı (8 Mart 1992).
⦁ Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi
(KEİB) Zirvesi İstanbul'da toplandı ve 18 maddelik KEİB Kuruluş Bildirgesi
imzalandı (24 Haziran 1992).
⦁ Türkiye-AT Gümrük İşbirliği Komitesi
10. Dönem Toplantısı yapıldı (Komite, 1982'den beri toplanamıyordu, 3 Aralık
1992).
Çankaya-Hükümet
İlişkileri
DYP-SHP
Koalisyonu döneminde ilginç bir sorun; Çankaya Köşkü ile Hükümet arasında baş
gösteren "devlet krizi"dir. Söz konusu kriz, 20 Ekim 1991 seçimlerini
Süleyman Demirel liderliğindeki DYP'nin kazandığının açıklanmasıyla tırmanmış
ve Cumhurbaşkanı Özal'ın, 17 Nisan 1993 günü vefatına kadar tam bir buçuk yıl
aralıksız sürmüştür.
Muhalefette
iken; Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'a hayli sert açıklamalarla
karşı çıkan DYP ve SHP Liderliği ve kadroları, 1991 seçimleri ardından ortak
hükümet kurup icraata başladıklarında; Çankaya Köşkü'nde, 1982 Anayasası'nın
sağladığı güçlü yetkilerle donanmış Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile doğal olarak
anlaşmazlığa düşmüşlerdi.
7
Ocak 1992 günü Başbakan Süleyman Demirel, DYP Grubu Toplantısında, Cumhurbaşkanı
Özal'ın Bakanlar Kurulu kararlarını imzalamadığından yakınıyor ve bu sorunun
sürmesi halinde Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini kısmak için yasa çıkarmak zorunda
kalacaklarını söylüyordu.
Cumhurbaşkanı
Özal'ın, erken emeklilik ile ilgili Kanun Hükmünde Kararname'yi imzalamaması ve
Hükümetin kimi üst düzey bürokrat atamalarına onay vermeyerek engellemesi
üzerine; acilen Anayasa değişikliğine gidilmiş; Cumhurbaşkanı'na tanınan kimi
yetkileri by-pass eden bir düzenleme TBMM'den geçirilmiş ve üst düzey atamalarda
Çankaya Köşkü devre dışı bırakılmıştı.
DYP-SHP
Koalisyonu döneminde 7 Şubat 1992 günü dışarıda Avrupa Topluluğu'nun kaderine
yön veren Maastrich Antlaşması imzalanırken; içeride de siyasetin kaderi
açısından çok önemli bir gelişme yaşanıyordu:
1
Kasım 1992 günü yapılan yerel ara seçimlerde Refah Partisi bir seçim zaferi
kazanmıştı.
1
Kasım 1992 yerel ara seçim sonuçları, Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah
Partisi'nin, 28 Şubat 1997 ve sonrasında Ordu tarafından tartışmalı bir şekilde
önlenen yükselişinin habercisi idi.
Cumhurbaşkanı
Özal'ın Ölümü
Türkiye,
1990'lar başında, İslamcı-laik çatışmasına doğru hızla sürüklenirken;
Cumhurbaşkanı Özal, bu yoğun çatışmanın orta yerinde, fakat, özellikle laik
kesimin sürekli ateşi altında idi.
Haluk
Şahin, Türkiye'nin 1990'lı yıllarını etkisine alan bu şiddetli çatışmanın sahne
düzenini bir iletişim bilimci gözüyle şöyle anlatmaktadır:
"Bir
yanda Batılılaşma sürecinde kendi halkına ve onun inançlarına yabancılaşmış,
hayatlarına bir anlam arayan laik aydınlar; öte yanda, Batı'yı veba mikrobu
gibi gören ve gerekirse öldürmekten kaçınmayan İslamcı radikaller."120
Özal,
bu sahne düzeninde, bir çağdaş-muhafazakar olarak "üç hürriyet" diye
benimsediği liberal siyaset anlayışının kendisine yüklediği, farklılıkları
dışlamayan "baba" rolünü içtenlikle benimsemişti. Onun, uzlaşmaya
dayalı bütünleştirici yaklaşımları, siyasal karşıtlarınca her zaman aleyhine
çevrilen uygun birer delil şeklinde kabul edilmişti.
Cumhurbaşkanı
Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü Çankaya'da kalp krizi geçirdi ve öldü.
24
Nisan 1993 günü ise, Başbakan ve DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel
Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıklamış ve 16 Mayıs 1993 günü üçüncü turda
244 oyla Türkiye Cumhurbaşkanlığına seçilmişti.121
23
Mayıs 1993 günü, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Çankaya Köşkü'nün yeni
sahibi sıfatıyla katıldığı törende, Birecik Barajı ve Hidroelektrik Santralını
hizmete açması, ona geçmişte halk tarafından verilen "Barajlar Kralı"
unvanına çok uygun düşen ilginç bir rastlantı olmuştu.
İlk
Kadın Başbakan
Turgut
Özal'ın aniden ölümü, Türkiye siyasetinin taşlarını yerinden oynatmıştı.
Süleyman
Demirel'in Çankaya Köşkü'ne geçmesiyle boşalan DYP liderliği için 8 Haziran
1993 günü aday olmuş ve 13 Haziran 1993 günü yapılan Olağanüstü Kongre'de Genel
Başkanlığa seçilen Tansu Çiller, 14 Haziran 1993'te hükümeti kurmakla
görevlendirilmiş ve Türkiye'nin 50. ve ilk kadın başbakanı unvanını kazanmıştı.
Süleyman
Demirel'in Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü'ne çıkması için SHP'li
milletvekillerini güçlükle ikna eden Koalisyonun ortağı ve Başbakan Yardımcısı
Erdal İnönü ise, Parti Liderliği ve Başbakan Yardımcılığı görevini, 11 Eylül
1993 günü, Ankara'da toplanan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda Partinin Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın'a bırakmıştı.
DYP-SHP
Koalisyonu, Demirel ve İnönü yerine Tansu Çiller ve Murat Karayalçın
liderliğinde sürdürülüyordu.
Koalisyonun
SHP kanadında uzun zamandır süren liderlik yarışı bu partinin içinden bir
kopmayla sonuçlanmıştı. 9 Eylül 1992 günü, 13 yıllık bir aradan sonra yeniden
toplanan CHP'nin 25. Kurultayı'nda SHP Antalya Milletvekili Deniz Baykal CHP
Genel Başkanlığına seçilmiş ve böylece merkez solda, Bülent Ecevit'in DSP'siyle
birlikte üç partili dönem başlamış oluyordu.
24
Aralık 1994 günü, sol partilerden SHP ve CHP ayrı ayrı birleşme kurultayı
yapmış; tarihi CHP adı ve çatısı altında birleşme kararı alınca; Koalisyon
doğal olarak DYP-CHP ortaklığına dönüşmüştü.
Tansu
Çiller'in liderliğinde sürdürülen Koalisyon Hükümeti döneminde terör
olaylarında bir tırmanış gözlemleniyordu:
12-13
Mart 1995, İstanbul'da Gazi Mahallesi'nde bir kahvenin silahla taranması
sonucunda çıkan olaylarda 18 kişi ölmüştü; çatışmalar, 15 Mart'ta Ümraniye'ye
sıçramış ve orada da 4 kişi olmak üzere toplam 22 kişi ölmüştü. Çok geçemeden
20 Eylül 1995 günü, DYP-CHP Koalisyon Hükümeti CHP tarafından bozulmuş ve
Başbakan Tansu Çiller, istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e sunmuştu.
5
Ekim 1995, DYP lideri Tansu Çiller, ANAP ve DSP tarafından dışardan desteklenen
bir azınlık hükümeti kurmuş, fakat, güvenoyu alamayınca istifa etmişti.
17
Ekim 1995'te, DYP lideri Tansu Çiller, Cumhurbaşkanınca yeniden hükümeti
kurmakla görevlendirilmiş ve bu defa 172 red oyuna karşı 234 oyla güvenoyu
almıştı (6 Kasım 1995).
Tansu
Çiller'in azınlık hükümetiyle ülke bir erken genel seçime gidiyordu.
24
Aralık 1995 Genel Seçimleri 20. yüzyılın bitmesine 5 yıl kala yapılan genel
seçimlerin üç sürprizi vardır:
Birinci
sürpriz, Refah Partisi'nin birinci parti olarak yarışı kazanması ve bu partinin
lideri Necmettin Erbakan'ın DYP ile koalisyon yaparak Başbakanlık koltuğuna
oturmasıdır.
Necmettin
Erbakan'ın RP'sinin 158 sandalye ile birinci olduğu bu seçimde iki sağ parti
DYP ve ANAP 135 ve 132 sandalye ile ikinci ve üçüncü; iki sol parti DSP ve CHP
76 ve 49 sandalye ile dördüncü ve beşinci olabilmişlerdir.
24
Aralık 1995 seçimlerinde ikinci sürpriz; Alpaslan Türkeş liderliğindeki
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin yüzde 10'luk ülke barajı altında oy alarak
(yüzde 8.18) parlamento-dışında kalmasıdır.
Üçüncü
sürpriz; Bülent Ecevit'in DSP'sinin, Deniz Baykal liderliğindeki CHP'yi ciddi
bir farkla geçmesidir.
24
Aralık 1995 seçimlerinde partiler, oylar ve sandalyelerin dağılımı: Kayıtlı
Seçmen Sayısı : 34.155.981 Kullanılan Oy Sayısı : 29.101.469 Geçerli Oy Sayısı
: 28.126.993 Seçime Katılma Oranı : 85.20
RP
: 6.012.450 (yüzde 21.38)
oyla
158 Milletvekili. DYP : 5.396.009 (yüzde 19.18)
oyla
135 Milletvekili.
ANAP
: 5.527.288 (yüzde 19.65) oyla 132 Milletvekili.
DSP
: 4.118.025 (yüzde 14.64) oyla 76 Milletvekili.
CHP
: 3.011.076 (yüzde 10.71) oyla 49 Milletvekili.
MHP
2.301.343 (yüzde 8.18) oyla;
HADEP
1.171.623 (yüzde 4.17) oyla ülke barajını aşamadı.
Erbakan'ın
Refah-Yol Koalisyonu
Türkiye'de
yerleşik uygulama, seçimlerden birinci çıkan partinin liderine hükümet kurma
görevinin verilmesidir. Parlamentoda birinci partinin yeterli sandalyesi var
ise, bir sorun olmaz. Aksi halde, hükümetin kurulabilmesi için partilerin
aralarında anlaşmaları zaman alabilir; ciddi ve uzun süreli krizler
yaşanabilmektedir.
24
Aralık 1995 seçimlerinden sonra Parlamento açıldığında Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel, seçimden birinci çıkan partinin liderine hükümeti kurma görevi verme
geleneğini sürdürmüş ve 9 Ocak 1996'da, RP Lideri Necmettin Erbakan'ı, yeni
hükümeti kurmakla görevlendirmiştir.
RP
liderinin hükümet oluşturma çabası sonuçsuz kalınca; Cumhurbaşkanı, önce 19
Ocak'ta DYP Lideri Tansu Çiller'i; onun da başarısız olması üzerine; 3 Şubat
1996'da, ANAP Lideri Mesut Yılmaz'ı yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.
6
Mart 1996 günü, Mesut Yılmaz Başkanlığındaki ANAP-DYP Koalisyonu Cumhurbaşkanı
tarafından onaylanmış ve göreve başlamıştır. DSP dışardan desteklediği için
ANAP-DYP Koalisyonu, 207 red ve 80 çekimser oya karşı 257 oyla güvenoyu almıştır.
Fakat,
yaklaşık 2 ay sonra, 14 Mayıs 1996'da, Anayasa Mahkemesi, RP'nin başvurusu
üzerine, ANA-YOL Hükümeti'nin güven oylamasını Anayasa'ya aykırı olduğu
görüşünü benimsemiş ve işlemi iptal etmiştir.
Koalisyonu
oluşturan ANAP ve DYP liderlerinin birbirlerine karşı güvensizlik içine
düşmeleri ve bunun Partilerin Meclis Gruplarına yansımasından sonra; 24 Mayıs
1996'da, DYP Genel İdare Kurulu, Koalisyondan çekilmeye karar almış; Başbakan
Mesut Yılmaz da, Anayasa Mahkemesi kararına uyarak istifa etmiştir.
7
Haziran 1996'da Cumhurbaşkanı RP liderini yeniden hükümeti kurmakla
görevlendirilmiştir. 28 Haziran 1996'da Necmettin Erbakan Başkanlığındaki
REFAH-YOL Koalisyonu göreve başlamış ve 8 Temmuz 1996 günü Parlamento'da
yapılan oylamada 265 red, 1 çekimser oya karşı, 278 oyla güvenoyu almıştır.
Türkiye
siyaset tarihinde RP Lideri Necmettin Erbakan ve DYP Lideri Tansu Çiller'in
oluşturdukları REFAH-YOL Koalisyon Hükümeti'nin özel bir önemi vardır.
1960
sonrası Türkiye siyasetinin anayasal bir özelliği, 1960 İhtilali'yle, kurum
olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yurt savunması için eğitim ve savaşa
hazırlık temel görevi yanında, Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla devlet
yönetiminde aktif bir rol üstlenmesidir. Türkiye'nin devlet düzeni içinde 1961
Anayasası ile Silahlı Kuvvetler Komutanlarının yüklendikleri bu görev; 1982
Anayasası'nda Milli Güvenlik Kurulu'nu düzenleyen maddede hiçbir tartışmaya yer
bırakmayacak açıklıkta anlatılmıştır.
Türkiye'de
Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) yapısı, kararlarının ağırlığı, Ordu'nun devlet
ve anayasa düzeni içindeki yeri, Ordu-Hükümet ilişkileri açısından Necmettin
Erbakan liderliğindeki REFAH-YOL Koalisyonunu ilginç bir laboratuvar haline
dönüştürmüştü. Belki bu durum esasen kaçınılması mümkün olmayan bir gelişme idi
ve öyle de olmuştu.
REFAH-YOL
Koalisyonu'nun kimi uygulamaları alışılmışın dışında idi.
Necmettin
Erbakan ve Refah Partisi'nin siyaset üslupları ve tarzları kamuoyunun önemli
bir kesiminden tepkiler alırken; aynı toplumun içinde üstelik Laiklik konusunda
Başbakan Erbakan ve Partisi'nden farklı bir duyarlılık içinde bulunan Ordu'nun
siyaset ve siviller ile ilgili alanda cereyan eden kimi olaylara kayıtsız bir
tutum sergilemeleri beklenemezdi.
Genelkurmay
Başkanlığı, doğrudan görev ve uzmanlık alanına girmeyen bu gelişmeleri
değerlendirmek amacıyla kendi bünyesinde "Batı Çalışma Grubu" (BÇG)
adıyla faaliyet gösteren bir bilgi toplama-değerlendirme birimi oluşturmuştu.
"28
Şubat" olgusunun mimarlarından dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Güven Erkaya, BÇG'nin oluşumu ve faaliyet alanı hakkında şu bilgileri
vermektedir:
"Yanlış
ve telafisi mümkün olmayan sonuçlara varılmasının önlenmesi, ancak doğru
bilgiler toplanması ve doğru değerlendirmeler yapılması ile mümkün olabilirdi.
Bunun için ciddi ve güvenilir bir istihbarat çalışmasına ihtiyaç vardı. Sadece
MİT'in vereceği bilgilerle yetinemezdik. Zamanın iktidar yapısı nedeniyle,
MİT'te, bu konuda yeterli ve güvenilir bilgiler bulunmayabilirdi. Bu amaçla
Genelkurmay'da bir grup kurulmasını, Genelkurmay Başkanımıza ben teklif ettim
ve Genelkurmay Başkanımızın talimatıyla, bu grup, 'Batı Çalışma Grubu' olarak
Genelkurmay'da kuruldu. (.) Gruba, Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri ve Jandarma
Komutanlığı'ndan üyeler katıldı. Gruptaki Deniz Kuvvetleri temsilcimiz bu grubun
faaliyetleri ve neler yapacağı hakkında, bana muntazaman bilgiler
verirdi."122
1997
yılının ilk altı ayında; Genelkurmay Karargahında, BÇG'nin topladığı bilgiler
ışığında yapılan değerlendirmelerin devletin yetkili makamlarına ve özellikle
sivil bürokrasiye, üniversite ve yargı oranları mensuplarına ve medyaya
sistemli bir şekilde brifinglerle aktarılması; Ordu tarafından REFAH-YOL
Hükümeti'ne karşı açılan psikolojik savaşın belki en önemli unsuru idi.
11
Ocak 1997 günü, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e, Genelkurmay Başkanlığı'nda
"irtica" brifingi verilmişti.123
Türkiye
siyaset tarihinde 28 Şubat kararları diye bilinen özel durum ve sonradan -büyük
tartışmalara yol açmış gözükse bile -Erbakan- Çiller liderliğindeki REFAH-YOL
Koalisyonu'nun görevden ayrılmak zorunda bırakılma olgusu kimse için sürpriz
olmamıştı. Siyasetin bir askeri müdahaleye doğru adım-adım sürüklendiği
gözlemlenebiliyordu.
Askeri
yetkililer ile Refah Partili kimi yöneticiler veya Bakanlar arasında kamuoyu
önünde şiddetli tartışmalar yaşanıyordu.
9
Ocak 1997'de, Genelkurmay Başkanlığı ile RP arasında Tuğgeneral Doğu
Silahçıoğlu'nun Sultanbeyli'ye Atatürk anıtı yaptırmasıyla başlayan gerginlik
doruğa tırmanmıştı. Genelkurmay Başkanlığı, RP'li Çalışma Bakanı Necati Çelik
için, "Silahlı Kuvvetlere hakaret" ettiği gerekçesiyle dava
açılmasını istemişti. Cumhuriyet'in tarihinde ilk kez Genelkurmay Başkanlığı
bir Bakan hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
12
Ocak 1997'de, Başbakan Necmettin Erbakan'ın, Tarikat ve Cemaat liderleri olarak
tanınan 51 kişiye Başbakanlık Konutu'nda iftar yemeği vermiş ve bu yemeğe
katılanların çizdiği, sarık, sakal ve cübbe görüntüsü kamuoyunda şiddetli
tartışmalara neden olmuştu.
1
Şubat 1997'de, Ankara'daki İran Büyükelçisi Mohammed Reza Bagheri, RP'li Sincan
Belediyesi'nin düzenlediği Kudüs Gecesi'ne onur konuğu olarak katılmıştı.
Cumhuriyet Savcılığı'nın soruşturma başlatması üzerine Büyükelçi ile İstanbul
Başkonsolosu İran'a dönmek zorunda kalmışlardı.
4
Şubat 1997 günü, asker tatbikat gerekçesiyle Sincan caddelerinden 20 tank ve 15
zırhlı taşıyıcı geçirilmesi; kamuoyunda, RP'li Sincan Belediyesi ile REFAH-YOL
Koalisyonu'na uyarı olarak yorumlanmıştı.
13
Şubat 1997 günü, Kudüs Gecesi'ni düzenleyen RP'li Sincan Belediye Başkanı ve 9
kişi DGM'ce tutuklanmıştı.
28
Şubat MGK Kararları
Milli
Güvenlik Kurulu (MGK)'nın 28 Şubat 1997 günü 9 saat süren toplantısında varılan
sonuç "28 Şubat Kararları" diye ünlenmiştir ve Türkiye'nin siyaset
tarihinde özel bir yere sahiptir.
28
Şubat 1997 toplantısında alınan kararların daha sonra Başbakan Erbakan ve
Hükümet üyeleri tarafından imzalanmak istenmemesi Ordu ve Hükümet arasında
ciddi bir kriz oluşturmuştur.
Başbakan,
Hükümet içinden ve dışardan gelen baskılar üzerine 28 Şubat 1997 günlü MGK
Kararlarını, 5 Mart'ta imzalamak zorunda kalmıştır. 13 Mart 1997 günü,
kamuoyuna MGK'ce alınan tavsiye kararlarının Bakanlar Kurulu'nca benimsendiği
açıklanmıştır.
28
Şubat 1997 günü, MGK Toplantısı'nda alınan ve gecikmeli de olsa tüm üyelerin
imzaladığı kararlar şunlardır:
⦁ TCK 163. maddesinin kaldırılmasından
doğan boşluk yasal düzenlemelerle giderilmeli.
⦁ Anayasanın 174. maddesinde koruma
altına alınan Devrim Yasaları ödünsüz uygulanmalı.
⦁ Tevhid-i Tedrisat Kanunu her yerde
uygulanmalıdır.
⦁ Temel eğitim 8 yıl olmalı.
⦁ Rejim aleyhtarı faaliyetlere ödün
verilmemeli.
⦁ İmam-Hatip Okulları meslek okullarına
dönüştürülmeli.
⦁ Radyo ve televizyonların laiklik
karşıtı yayınları izlenmeli ve Anayasaya uygun hale getirilmeli.
⦁ Dini konular siyasete alet edilmemeli.
⦁ Tarikatların güdümündeki finans
çevreleri ve vakıflar aracılığıyla ekonomik güç olmamalarına dikkat edilmeli.
⦁ Hükümet, kökten dinci kadrolaşmanın
önüne geçmeli.
⦁ Milli Görüş Teşkilatı'nın Belediyelere
para yardımları durdurulmalı.
⦁ Pompalı tüfek sahiplerinin dökümleri
çıkarılmalı ve kontrol altına alınmalı.
⦁ İran'ın Türkiye'yi rejim
istikrarsızlığına itecek girişimleri izlenmeli.
⦁ Yargının bağımsızlığı ve etkinliği
sağlanmalı; Hükümet tasarrufundan koruyacak önlemler alınmalı.
⦁ TSK'ye yönelik tahrikler rahatsızlık
yaratmaktadır.
⦁ TSK'den irticai faaliyetlere girdikleri
için ihraç edilen subaylar, belediyelerde istihdam edilmemeli.
⦁ Kur'an kursları, cemaatlerden alınarak
doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı denetimine
devredilmeli.
⦁ Parti yöneticileri ve Belediye
Başkanları, Siyasi Partiler Yasası'nın sorumluluk alanına sokulmalı.
⦁ Kılık-kıyafet kanunundan ödün
verilmemeli.
⦁ Camilerde siyaset yapılması önlenmeli.
⦁ Siyasi partilerin, sol terör örgütleri
gibi, dinsel terör örgütlerine yönelik üstü kapalı da olsa destekleri
önlenmeli.
⦁ Dinsel terör örgütlerinin faaliyetleri
denetlenmeli.
⦁ Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden
yapılandırılarak toplumun her kesimini temsil edecek şekilde personel
politikası izlenmeli.
⦁ Mülki amirler, demokrasiyi ve laikliği
benimsemiş kişilerden atanmalı.
⦁ TRT ve RTÜK işbirliği ile, laiklik
konusunda halk aydınlatılmalı.
⦁ Laikliğin dinsizlik olmadığı basın ve
yayın kurumlarınca halka anlatılmalı.
⦁ Devlet memurları laiklik ve irticai
faaliyetler konusunda hizmet içi eğitim programlarıyla aydınlatılmalı.124
28
Şubat kararları, Türkiye siyasetinde yeni bir dönemin başlangıcı bir diğer
söyleyişle siyasi milat anlamında yeni bir süreç olarak kabul edilmektedir ve
bu doğrudur.
28
Şubat kararlarının uygulanması için Genelkurmay Karargahı ve MGK; adeta sivil
seferberlik ilan etmiş; kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler, dernekler,
vakıflar ve yazılı ve görsel medya bu amaçla izlemeye alınmıştır.
Genelkurmay
Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 14 Mayıs 1997'de Hava Şehitlerini Anma
Günü mesajında; "Her türlü iç ve dış tehdide karşı laik ve demokratik
Türkiye Cumhuriyeti'nin korunması görevini gerektiğinde canımız pahasına ifa
etme azim ve kararlılığında olduğumuzdan kimsenin şüphesi olmasın," diye
konuşmuştur.
21
Mayıs 1997 günü, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Hükümetin büyük ortağı RP'nin
Anayasaya aykırı eylemleri nedeniyle kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde
dava açmıştı.
26
Mayıs 1997, Başbakan Necmettin Erbakan Başkanlık ettiği Yüksek Askeri Şura
Toplantısı'nda çoğunluğunun irticai faaliyetlere karıştıkları iddiasıyla toplam
161 Subay ve Astsubayın Ordu'dan ihracı onaylandı.
11
Haziran 1997, Genelkurmay Başkanlığı'nda, ülkenin üst düzey yöneticileri, yargı
mensupları ve gazeteciler için "irtica brifingleri" veriliyordu. İlki
terör, PKK ve uyuşturucu trafiği gibi konulara yönelen brifingin ikincisi
irtica üzerine idi. 11 Haziran günü aynı brifing gazeteciler için verilmişti.
Genelkurmay
Başkanlığı açısından gelişmeler şöyle gözüküyordu:
"Türkiye'de
ivme kazanan, devletin sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki temel nizamlarını
tamamen veya kısmen değiştirerek şer'i esaslara dayalı bir düzen kurmayı
amaçlayan irticai faaliyetler, TSK tarafından değerlendirilerek, 28 Şubat 1997
tarihinde toplanan MGK'de başlıca gündem maddesi olmuştur."
"
(.) TSK, irticai faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani
birinci önceliğe yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak, yeni bir teşkilatlanma
içinde Batı Çalışma Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir. İşte bu
teşkilatın oluşturulması ile TSK tarafından siyasal İslam'ın ülke genelinde
resmi çıkartılarak, irticai faaliyetlere ilişkin ülke boyutundaki genel
görüntü, tüm yönleriyle yakından takip ve kontrol altında
izlenmektedir."125
18
Haziran 1997, Başbakan RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, DYP ve BBP
liderleriyle görüşmeleri ardından, Çankaya Köşkü'ne çıkarak, Hükümetin
istifasını ve üç partinin DYP Lideri Tansu Çiller Başkanlığında bir hükümet
kurulması için anlaştıklarını bildiren bir deklarasyonu Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'e sundu.
Mesut
Yılmaz'ın (ANAP+DSP+DTP) Koalisyon Hükümeti
20
Haziran 1997, Erbakan ve Çiller'in farklı beklentileri vardı, fakat,
Cumhurbaşkanı Demirel, Ordu'nun isteği ile ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ı
"Ülkedeki gerginliği giderecek bir Hükümet kurmakla
görevlendirdiğini" açıkladı.126
30
Haziran 1997, Mesut Yılmaz Başkanlığındaki Hükümet listesi Cumhurbaşkanı'nca
onaylandı.
Hükümet,
21 ANAP'lı, 11 DSP'li, 5 DTP'li ve 1 Bağımsız, toplam 38 Bakandan oluşuyordu.
12
Temmuz 1997, Mesut Yılmaz Başkanlığındaki 55. hükümet, 281 oyla güvenoyu aldı.
Red oyları 256'da kaldı.
28
Temmuz 1997, sekiz yıllık zorunlu eğitime ve İmam-Hatip Okullarının orta
kısımlarının kapatılmasına karşı çıkan gruplar, Ankara'da büyük bir protesto
yürüyüşü yapmışlardı.
1
Ağustos 1997, Yüksek Askeri Şura'da 231 subay ve 45 astsubayın irticai
faaliyetler, disiplinsizlik vb. sebeplerle Ordu'yla ilişikleri kesildi.
16
Ağustos 1997, Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim Kanunu 242 red oyuna karşı 277
oyla kabul edildi. Meclis'te tasarının görüşülmesi aralıksız 23 gün sürdü ve
büyük tartışmalar yaşandı.
28
Şubat 1997 ve sonrasındaki gelişmeler, Ordu'nun siyasetle doğrudan ve aktif
olarak ilgilendiğinin açık bir örneği idi.
Ordu'nun
bu defaki ilgisi, 1960, 1971 ve 1980 gibi bir askeri müdahale veya doğrudan
askeri yönetime dönüşmemişti. Ancak dönemin şartları, üstü kapalı bir
müdahalenin olduğunu ve ordunun ülke yönetimdeki etkisini hissettiriyordu.
16
Ocak 1998'de, Anayasa Mahkemesi'nin 2'ye karşı 9 oyla Necmettin Erbakan'ın
RP'yi kapatma kararı vermesi; 21 Nisan 1998'de, İstanbul'un FP'li Belediye
Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Siirt'te yaptığı bir konuşma nedeniyle hakkında
açılan davada 10 ay hapis cezasına çarptırılması ve bir kısım liberal demokrat
aydınlar üzerindeki baskılar, dönemin olağanüstü şartlarının bir göstergesi
olarak görülmekteydi.
23
Şubat 1998'de, RP milletvekillerinden büyük çoğunluğu Fazilet Partisi'ne üye
olmuşlardı.
Bülent
Ecevit'in DSP Azınlık Hükümeti
Merkez
sağı iki partisi ANAP ve DYP'nin aralarındaki şiddetli rekabet yüzünden ortak
hükümet kuramayışları ve başka türlü istikrarlı bir hükümet formülünün
işletilemeyişi üzerine; 11 Ocak 1999'da, aritmetik olarak gerekli şartları
taşımamasına karşılık Parlamentonun en deneyimli siyaset ve devlet adamı olarak
kendisine Başbakanlık görevi verilen Bülent Ecevit'in DSP Azınlık Hükümeti'nin
listesi Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylanmıştı.
17
Ocak 1999 günü, Ecevit'in azınlık hükümeti Meclis'ten 188 red oyuna karşı 306
oyla güvenoyu almıştı. DSP Azınlık Hükümeti'ni ANAP ve DYP dışardan
destekliyordu.
Ecevit'in
DSP azınlık hükümetinin görev süresi birkaç ay sonraki seçimlere kadar
sınırlandırılmıştı.
18
Nisan 1999 Seçimleri / DSP ve MHP'nin Yükselişi
18
Nisan 1999 günü yapılan genel seçimlerin en anlamlı sonucu; siyasi krizin
çözümünde halka (seçmene) başvurmanın en doğru yol olduğu şeklindeki demokratik
tezi doğrulamasıdır. Büyük seçmen kitlesi, "temiz siyaset" ve
"temiz toplum" özlemlerini gerçekleştirmek için daha önce
denemedikleri iki partiyi ve liderlerini öne çıkarmış ve adeta diğer partileri
ve liderlerini cezalandırmışlardır. 1995 seçimlerine göre; 1999'da, toplam
oylarında ciddi bir azalma bulunan ANAP ve DYP ve Fazilet Partisi'ne (FP)
verilen mesajın anlamı budur. Bülent Ecevit'in Demokratik Sol Parti'si (DSP)
ile, Devlet Bahçeli'nin Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) en kazançlı
partiler olarak çıkmaları bu şekilde açıklanabilir.
Kayıtlı
Seçmen Sayısı : 37.429.120
Kullanılan
Oy Sayısı : 32.656.070
Geçerli
Oy Sayısı : 31.119.242 Seçime Katılma Oranı : 87.07 DSP : 6.900.322 (yüzde
22.17)
oyla
136 milletvekili. MHP : 5.594.375 (yüzde 17.98)
oyla
129 milletvekili. FP : 4.790.430 (yüzde 15.41)
oyla
111 milletvekili.
ANAP
: 4.114.705 (yüzde 13.2)
oyla
86 milletvekili.
DYP
: 3.742.317 (yüzde 12.8)
oyla
85 milletvekili.
CHP
2.712.051 (yüzde 8.71) oyla; HADEP 1.481.117 (yüzde 4.75) oyla ülke barajını
aşamamış; Bağımsızlar 3 sandalye kazanmışlardır.
Bülent
Ecevit'in yakın çevresi tarafından 14 Kasım 1985 günü kurulan DSP'nin ilk Genel
Başkanlığına Bülent Ecevit siyasi yasaklı olduğu için, eşi Rahşan Ecevit
getirilmişti. 1987'de, siyasi yasakların kaldırılmasından hemen sonra, 13 Eylül
1987'de Bülent Ecevit, eşi Rahşan Ecevit'in çekilmesiyle boşalan Genel
Başkanlığa seçilmiştir. 29 Kasım 1987'de seçim yenilgisi ardından, yerinde bir
ilke olarak DSP Genel Başkanlığından istifa eden Bülent Ecevit, eşi Rahşan
Ecevit ile birlikte aktif siyasetten çekilme kararı almıştır.
2001
yılında Bülent Ecevit, Gazeteci Fikret Bila'ya 1987 seçim yenilgisi ardından
eşiyle birlikte aldıkları aktif siyasetten çekilme kararını şöyle anlatmıştır:
"Sürekli
olarak, 'DSP'ye oy vermeyin, oyunuz boşa gider, oylarınızı bölmeyin,
Ecevit'e
kanmayın' propagandası yapılmıştı. Etkili çevreler SHP'den yana tavır alıp,
DSP'yi silmeye uğraşmışlardı. Basın SHP'ye destek olmuş, DSP'ye ise köstek
olmaya çalışmıştı. Bu durumda DSP'nin başında kalmanın partiye yapılacak hücumları
artıracak, gelişmesini engelleyecek, halkı doğrudan yönetime taşıyacak bir
model olarak kurulan DSP'nin kendine güvenini zedeleyecekti. "
Rahşan
ve Bülent Ecevit'in aktif siyasetten çekilme kararını açıkladıkları 30 Kasım
1987 gününden bir gün sonra İstanbul'dan gelen 60 kadar DSP'li, Ankara'daki
Genel Merkez binası önünde "ölüm orucu" eylemine başlamıştır.
Ecevit'in, eşi ile birlikte eylemcileri ikna etmek ve istifasını iletmek için
Genel Merkez'e geldiğinde, partililere hitaben yaptığı konuşma gerçekten
ilginçtir:
"Aktif
siyasetten ayrılmak siyaseti bırakmak değildir. Perikles, 'Hiçbir şeye
karışmayan yurttaş, zararsız değil, yararsız yurttaştır; demiştir. Allah beni
yararsız yurttaş olmaktan korusun. Perikles demokrasi uğruna ölen arkadaşlarına
ağıt yakmadı. Artık yeterince ağladınız, şimdi demokrasi için görev başına.
Ağlamak yok, ölüm orucu yok, herkes görev başına. Şimdi görev halkın."127
12
Eylül 1980 rejiminin yasakladığı bir liderin, yaklaşık yirmi yıl sonra 1999
ilkbaharında, yeniden doğuşunda; 1987'deki ağır seçim yenilgisi ardından aktif
siyaseti bırakma kararı ve yandaşlarının ısrarıyla en baştan ve bir derviş
sabrıyla sarf ettiği emeğin ve kendisine inananların rolü çok büyüktür.
1987-1999
yıllarında Bülent Ecevit'in DSP'sinin mucizevi tırmanışı şu şekilde
izlenmektedir: 1987'de 2 milyon 44 bin 576 1991'de 2 milyon 624 bin 301
1995'te
4 milyon 118 bin 025 1999'da 6 milyon 900 bin 322 1999 seçimlerinin diğer
kazananı MHP'nin durumuna gelince; hareketin karizmatik lideri Alpaslan Türkeş'in
vefatından sonraki lideri Devlet Bahçeli ile gösterdiği büyük performansın
kaynağı ve hareketin hayli dramatik olan serüveni şöyledir:
12
Eylül 1980 askeri yönetimince açılan MHP Davası, 5 yıldan fazla sürmüş ve 7
Nisan 1987'de, MHP Lideri Alpaslan Türkeş 11 yıl hapse; 5 arkadaşı idama, 9
arkadaşı ömür boyu hapse, 219 arkadaşı çeşitli hapis cezalarına
çarptırılmıştır. 150 kişi, beraat etmiştir.
Hapishanedeki
Lider Alpaslan Türkeş'in dışarıdaki taraftarlarınca, önce, Milliyetçi Çalışma
Partisi (MÇP) adıyla yeni bir parti kurulmuştur.
1987
Anayasa Referandumu ardından 4 Ekim 1987 günü yapılan MÇP İkinci Olağanüstü
Kongresi'nde Parti'nin Genel Başkanlığına Alpaslan Türkeş getirilmiştir.
1980
sonrasında Hapishane koşullarında Türkeş'in liderliğine yönelik başlayan iç
tartışma; 7 Temmuz 1992 günü, Sivas Milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu ve 5
milletvekilinin, MÇP'den istifa etmeleri ile sonuçlanmış; ayrılanlar Büyük
Birlik Partisi (BBP) adıyla yeni bir parti kurmuşlardır.
5
Nisan 1997 günü, Türkçü hareketin efsaneleşen kurucusu ve lideri Alpaslan
Türkeş öldüğünde; Cenazesi üç gün sonra yurdun dört yanından ve yurt dışından
gelen "Bozkurtlar"ı tarafından ağırbaşlılıkla kaldırılmış ve
Ankara'da yandaşı gençlerin 24 saat nöbet tuttukları bir anıtmezara defnedilmiştir.
3
Temmuz 1997 günü toplanan MHP Kongresi'nde liderlik sorunu çözülemediği için 6
Temmuz 1997 gününe ertelenen seçimde büyük yarışı Devlet Bahçeli 487'ye karşı
697 oyla kazanmıştır.
23
Kasım 1997'de yapılan MHP'nin 5. Olağan Kongresi'nde de Genel Başkanlığa
yeniden Devlet Bahçeli seçilmiş ve liderliğini tartışılmaz bir şekilde
kesinleştirmiştir.
1995'te
2 milyon 301 bin 343 oyla ülke barajını aşamayan bir partinin; yaklaşık 4 yıl
içinde, 1999 ilkbaharında 5 milyon 594 375 oy toplaması büyük bir başarıdır.
Ecevit+Bahçeli+Yılmaz
Koalisyonu
1
Mayıs 1999 günü açılan TBMM'nin ilk toplantısı olaylı başlamış; yemin törenine
türbanıyla katılan FP'li İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı, Bülent Ecevit ve
DSP'li Milletvekilleri tarafından şiddetle protesto edildiğince yemin edememiş
ve Genel Kurul'dan ayrılmak zorunda kalmıştır. FP listesinden seçilen türbanlı
Milletvekili ve Parti yönetimince ona sağlanan destek; daha sonra bu partinin
Anayasa Mahkemesi'nce kapatılma gerekçesini oluşturmuştur.
Anayasa
Mahkemesi bu partiyi kapatma gerekçesini; "laiklik temeline dayalı çağdaş
demokratik toplum modelini benimsemediği" şeklinde açıklamıştır. 26 Ocak
2000 günlü Genelkurmay Başkanlığı açıklamasında kapatılan Fazilet Partisi
liderinin bir konuşması kastedilerek yapılan değerlendirme; Ordu'nun, 28 Şubat
1997 MGK kararları ile ilgili diğer devlet birimlerini ve bu arada Anayasa
Mahkemesi kararlarını dikkatle izlediği şeklinde yorumlanmalıdır.
Genelkurmay
Başkanlığı'nın söz konusu açıklaması şöyledir:
"Bu
zihniyetin temsilcileri Türkiye'deki irticaın kaynağı ve bu seviyeye
ulaşmasında en büyük pay sahibi olanlardır. Bu siyasi zihniyetin irticaa
sağladığı, onun yeşermesine ve gelişmesine imkan verdiği Anayasa Mahkemesi
tarafından da tescil edilmiştir."
Anayasa
Mahkemesi tarafından Necmettin Erbakan'ın Refah Partisi gibi Fazilet
Partisi'nin de kapatılması üzerine bu partinin milletvekilleri ve taraftarları
Saadet Partisi (SP) ve AK Parti adıyla iki ayrı partide örgütlenmişlerdir.
2
Mayıs 1999'da, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, yeni hükümeti
kurmayla görevlendirilen DSP Lideri Bülent Ecevit'in 35 kişilik Kabinesi'nde
MHP Lideri Devlet Bahçeli ve birkaç 2 ay sonra da diğer ortak ANAP'ın Lideri
Mesut Yılmaz Başbakan Yardımcısı olarak görev üstlenmişlerdir.
9
Haziran 1999'da Meclis'te yapılan oylamada, Bülent Ecevit Hükümeti büyük farkla
güvenoyu almıştır.
Ecevit+Bahçeli+Yılmaz
Koalisyonu'nun ilk önemli icraatı, 1 Ağustos 1999 günü, 4422 Sayılı Çıkar
Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nu yayınlamalarıdır.
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer
Ecevit+Bahçeli+Yılmaz
Koalisyonu döneminde bir diğer ilginç gelişme; 5 Nisan 2000 günü, Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel'in görev süresinin uzatılması yolunu açmak için hazırlanan
Anayasa değişikliği önerisinin yeterli çoğunluğu sağlayamayışı ve
reddedilmesidir. 24 Nisan 2000 günü, Koalisyonu oluşturan Liderler, Anayasa
Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı adaylığında
anlaştıklarını açıklamış; 5 Mayıs 2000 günü, Ahmet Necdet Sezer, TBMM
tarafından 330 oyla Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş ve and içerek
görevine başlamıştır.
Unutulmaz
Acılar
Türkiye
Devleti ve toplumu, 20. yüzyılın son çeyreğinde unutulması imkansız derin
acılarla sarsılmıştır.
Bunlar,
dört başlık altında incelenebilir:
⦁ Diplomat Cinayetleri;
⦁ Aydın Cinayetleri;
⦁ Büyük Kazalar-Doğal Afetler;
⦁ PKK Terörü
Diplomat
Cinayetleri
1973
yılından itibaren ASALA adlı Ermeni terör örgütü tarafından Türk diplomatlarına
ve onların yakınlarına yönelik kanlı saldırıların başlatılması son derece
önemli bir dış gelişmedir.
Ermeni
terör örgütlerince gerçekleştirilen bu hain saldırıların yıllara ve ülkelere
göre şöyledir:
1973
yılında Los Angeles (ABD); 1975 yılında Viyana (Avusturya) ve Paris (Fransa);
1976 yılında Beyrut (Lübnan); 1977 yılında Vatikan (Vatikan); 1978 yılında
Madrid (İspanya); 1979 yılında Lahey (Hollanda) ve Paris (Fransa); 1980 yılında
Atina (Yunanistan), Bern (İsviçre), Vatikan (Vatikan), Paris (Fransa) ve Sydney
(Avustralya); 1981 yılında üç kez Paris (Fransa) ve Cenevre (İsviçre); 1982
yılında Los Angeles (ABD), Lizbon (Portekiz), Ottawa (Kanada) ve Burgaz
(Bulgaristan); 1983 yılında Belgrad (Yugoslavya), Brüksel (Belçika) ve Lizbon
(Portekiz); 1984 yılında Tahran (İran) ve Viyana (Avusturya); 1985 yılında
Ottowa (Kanada); 1991 yılında Atina (Yunanistan); 1993 yılında Bağdat (Irak);
1994 yılında Atina (Yunanistan).
1973-1994
yıllarında gözü dönmüş fanatik Ermeni militanların kanlı saldırılarına maruz
kalan, terör kurbanı ve görev şehidi Türk diplomatları ve yakınlarının sayısı
46'dır.
Aydın
Cinayetleri
Yurt
dışı temsilciliklerine yönelik fanatik Ermeni militanların saldırılarına maruz
kalan Türkiye Devleti ve toplumu; yurt içinde de seçkin evlatlarını kanlı terör
örgütlerinin saldırılarında kaybetmiş; birbiri ardı sıra karşılaşılan her
"aydın cinayeti" bütün ülkeyi derin acılarla günlerce
kıvrandırmıştır. 1990-2001 yıllarında öğretim üyesi, gazeteci, yazar-şair,
asker, işadamı, sanatçı, politikacı, polis olup terör örgütlerince acımasızca
katledilen tanınmış şahsiyetlerin isimleri şöyledir:
Prof.
Muammer Aksoy (31 Ocak 1990), Çetin Emeç (7 Mart 1990), Tarık Dursun (4 Eylül
1990), Prof. Bahriye Üçok (6 Ekim 1990), Emekli Korgeneral Hulusi Sayın (30
Ocak 1991), Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan (29 Temmuz 1992),
Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Sıvas'ta Madımak Oteli'nde 37 Sanatçı ve Aydın (2
Temmuz 1993), Mardin Milletvekili Mehmet Sancar (4 Eylül 1993), Diyarbakır
Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın (22 Ekim 1993), Eski Adalet
Bakanı Mehmet Topaç (29 Eylül 1994), Onat Kutlar (11 Ocak 1995), Özdemir
Sabancı ve iki arkadaşı (9 Ocak 1996), Prof. Ahmet Taner Kışlalı (22 Ekim
1999), Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan (24 Ocak 2001).
Büyük
Kazalar-Doğal Afetler
20.
yüzyıl biterken Türkiye'nin bir diğer şiddetli ve unutulmaz acısı; maden
kazaları ile şiddetli deprem felaketlerinde kaybedilen veya yaralanan
yurttaşlar; yıkılan kentler, kasabalar veya yok olan köyler, mezralardır. 3
Mart 1992 günü, Zonguldak-Kozlu kömür ocağında grizu patlaması olmuş; patlamada
hemen ölen 122 madenci dışında, gömülü kalan ve yangın nedeniyle ulaşılamayan
147 madencinin cesetleri, aylar sonra yangın sönünce çıkarılabilmiştir.
13
Mart 1992 günü, Erzincan'da 653 kişinin can verdiği bir deprem faciası
yaşanmıştı.
1
Ekim 1995'te, Dinar 6.1 şiddetinde bir deprem felaketiyle baş başa kalmış; 94
kişi can vermiş 250 kişi ağır yaralanmıştır.
27
Haziran 1997'de, Adana ve Ceyhan'da 6.3 şiddetinde bir deprem olmuş; 100'den
fazla kişi ölmüş, 1500 kişi yaralanmıştır.
17
Ağustos 1999'da, merkez üssü Gölcük olan 7.4 şiddetinde bir deprem Marmara
Denizi çevresinde geniş bir alanda büyük tahribat yapmıştır. On binlerce bina,
işyeri ve fabrika yıkılmıştır. 17 bin 424 kişi ölmüş, 43 bin 953 kişi
yaralanmıştır.
12
Kasım 1999'de, merkez üssü Düzce olan 6.3 şiddetinde bir deprem çevrede büyük
tahribat yapmıştır. 832 kişi hayatını yitirmiş, 4 bin 952 kişi yaralanmıştır.
PKK
Terörü
Türkiye
Devleti ve toplumu, 1980'li yılların ikinci yarısı ve 1990'lı yıllar boyunca
bir terör örgütünün kanlı saldırılarına hedef olmuştur.
PKK
adlı terör örgütü, bazı yabancı devletlerden aldığı destek ve yardımlarla,
önceleri yer altı faaliyetleriyle örgütlenme ve silahlanma hazırlıklarını
belirli bir düzeye getirdikten sonra, 1984 yılında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin
Şemdinli'deki garnizon lojmanlarına saldırarak sesini duyurmak ve varlığını
kanıtlamak istemiştir. Bu terör örgütünün Şemdinli olayından sonraki eylemleri
farklı hedeflere yönelmiştir. Başlangıçta, bölgedeki güvenlik kuvvetlerine birkaç
pusu kurmuş, bekledikleri ölçüde sonuç alamayınca ve süratle karşılık görünce
bu defa ücra ve ıssız yörelerdeki savunmasız mezra ve köylere saldırılar
düzenleyerek Kürt kökenli masum yurttaşları katletmeye başlamıştır. PKK
eylemleri daha sonraları karayolu ve demiryolu ulaşım ve haberleşme
sistemlerine yöneltilmiş, okullardaki öğretim ve eğitimin durdurulması hedef
alınarak ve böylece yurttaşla devlet arasındaki milli bilinç ve inanç bağı
kopartılarak halkın Örgüt saflarına çekilmesine çalışılmıştır. Mücadelelerine
ekonomik ve psikolojik hedefleri de dahil ederek turistik tesislere, büyük
şehirlerdeki alışveriş merkezlerine canice saldırılar düzenlemişlerdir.
Böylelikle bir yandan yol açtıkları korku ve dehşetin etkisiyle bölge halkı
zorla kendi saflarına çekilmeye çalışılırken, diğer yandan, sansasyonel bir
havada dünya kamuoyuna "Kürt davası"nın duyurulması hedeflenmiştir.
Batı kamuoyu ve hükümetleri, bu kanlı propagandaya kısmen de olsa kanmış ve
kendi ülkelerinde PKK'nın örgütlenmesine ve destek bulmasına göz yummuştur.128
1987-1999
yıllarında Türk toplumunun hafızasına kazınan PKK terör örgütünün acımasız
katliamları ve bu örgütle mücadele için Hükümet tarafından alınan kimi
önlemlerin kronolojisi şöyledir:
24
Ocak 1987 günü, Hakkari'de 8 kişi, Mardin'de 7'si çocuk 10 kişi kurşuna
dizilmiştir.
Mardin'de
Pınarcık Köyü'nde 20 Haziran 1987'de, 16'sı çocuk 30 kişi katletmiştir.
9
Temmuz 1987 günü, Başbakan Turgut Özal, PKK'lılara teslim olmaları çağrısında
bulunmuş, fakat, Örgüt bu çağrıya, Mardin'in Peçenek Köyü'nde 16'sı çocuk 31
kişiyi öldürerek karşılık vermiştir.
Hükümet,
PKK saldırılarına karşı daha etkin mücadele için, 14 Temmuz 1987 gün ve 285
Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Hükümet Olağanüstü Hal Valililiği düzenini
başlatmıştır.
29
Mart 1988'de, Siirt'in Yağızoymak Köyü'nde 9 kişi öldürülmüştür.
4
Mayıs 1988'de, Uludere'de PKK tarafından kaçırılan 8 kişiden 6'sı kurşuna
dizilmiştir.
6
Eylül 1988'de, Erzincan-Derealan'da PKK, bir askeri devriyenin 9 mensubunu
şehit etmiştir.
25
Kasım 1989'da, Yüksekova'da 13 çocuk, 6 kadın ve 1 Köy Korucusu PKK'lılarca
öldürülmüştür.
22
Mart 1990'da Elazığ'da 7'si mühendis 9 kişi PKK'lılarca öldürülmüştür.
2
Nisan 1990 günü Çankaya Köşkü'nde, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın daveti ile
Başbakan Yıldırım Akbulut ve muhalefet liderleri Erdal İnönü ve Süleyman
Demirel'in katıldıkları "terör zirvesi" yapılmıştır.
10
Mayıs 1990'da, "Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi
Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak
İlave Tedbirlere İlişkin 424 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname"
yayınlanmıştır.
28
Nisan 1991 günü, Bingöl'ün Solhan ilçesine yapılan baskında Kaymakam, Savcı ve
Orman İşletmesi Müdürü PKK tarafından öldürülmüştür.
7
Ekim 1991 günü, Çukurca'da pusuya düşürülen 11 Jandarma eri PKK'lılarca şehit
edilmiştir.
25
Ekim'de yine Çukurca'da bir askeri karakolu basan PKK, 17 eri; 25 Aralık günü
de bir karakol baskınında 9 eri şehit etmiştir. Aynı gün, İstanbul'da bir
mağazaya atılan bombayla 11 kişi öldürülmüştür.
20
Ocak 1992'de PKK'ya yönelik geniş kapsamlı bir askeri harekat başlatılmıştır.
23
Ocak 1992'de PKK'nın askeri kanadı ERNK tarafından yapılan açıklamada sürgünde
bir Kürt Parlamentosu oluşturulacağı ve uzun vadeli amaçlarının Türkiye'de bir
Türk-Kürt Federasyonu kurmak olduğu açıklanmıştır.
25
Ocak 1992'de, İstanbul'da Galleria ve Kapalı Çarşı'da patlamalarda 1 kişi
ölmüş, 16 kişi yaralanmıştır. Patlamaları PKK üstlenmiştir.
21
Mart 1992'de Güneydoğu'daki Nevruz gösterilerinde çıkan olaylarda 57 kişi
ölmüştür.
26
Mart 1992, Almanya, Türkiye'nin Kürtlere savaş açtığı iddiasıyla Türkiye'ye
silah satışını durdurduğunu açıklamıştır.
30
Ağustos 1992, İran sınırından Türkiye'ye giren kalabalık bir PKK grubu, Alan
Sınır Karakolu'na saldırmış; 100 PKK militanı öldürülmüş; 10 güvenlik görevlisi
şehit olmuştur.
11
Eylül 1992, Batman'ın Sason ilçesinde petrol dolum tesislerini basan PKK'lılar,
3 mühendisi öldürmüş ve dolum tesislerini ateşe vermiştir.
16
Ekim 1992'de, Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK ile mücadelenin bir devamı olarak
Kuzey Irak'ta bir ay süreyle büyük bir askeri operasyon başlatmıştır.
10
Kasım 1992 günü, Diyarbakır'ın Hani ilçesine baskın düzenleyen PKK, 12 kişiyi
öldürmüştür.
3
Temmuz 1993, Mardin'in Dargeçit ilçesine baskın yapan PKK, 16 askeri şehit
etmiştir.
6
Temmuz 1993, Erzincan, Başbağlar Köyü'ne baskın yapan PKK, 28 kişiyi
öldürmüştür.
1
Ağustos 1993, PKK'nın çeşitli yerlerdeki baskınlarında 17 asker şehit
edilmiştir.
22
Ekim 1993, Diyarbakır'ın Lice ilçesine bir gece baskını düzenleyen 500 PKK
militanı, kamu binalarını kurşun ateşine tutmuştur. Diyarbakır Bölge Jandarma
Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın çatışmada şehit olmuştur.
25
Ekim 1993, Erzurum'da bir beldeyi basan PKK 35 kişiyi öldürmüştür.
14
Ocak 1994, PKK tarafından bazı şehirlerarası otobüslere konan bombalar 3
kişinin ölümüne, 17 kişinin yaralanmasına neden olmuştur.
5
Kasım 1994, Mardin yakınında bir öğretmen minibüsünü çeviren PKK, 4 öğretmeni
kurşuna dizmiştir.
30
Mart 1995, PKK'nın yayın organı MED-TV İngiltere'den uydu aracılığıyla
faaliyetine başlamıştır.
16
Ocak 1996, Şırnak-Güçlükonak'ta minibüs taranmış 11 kişi öldürülmüştür.
6
Nisan 1996, Güneydoğu'da gerçekleştirilen operasyonlarda, 104 PKK'lı
öldürülmüş, 27 asker şehit olmuştur.
20
Nisan 1996, Bingöl'de PKK tarafından düzenlenen bir karakol baskınında 3 asker
şehit olmuş, 18 PKK militanı öldürülmüştür.
15
Haziran 1996, Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak'ta bir askeri operasyon
düzenlemiş; 147 PKK'lı öldürülmüştür.
30
Haziran 1996, Tunceli'de yapılan bir törende PKK militanı bir kadın intihar
eyleminde bulunmuş; eylemci kadın ve 6 asker şehit olmuştur.
14
Ocak 1997, Ankara'da Kuzey Irak'ta Barzani ile Talabani arasında barışı
sağlamaya yönelik 3. Kuzey Irak Zirvesi yapılmıştır.
4
Haziran 1997, Kuzey Irak'ta Türk Silahlı Kuvvetlerine ait bir helikopter
PKK'lılarca füzelerle düşürülmüştür. 29 Mayıs günü de aynı bölgede bir başka
helikopter düşürülmüştü. Bu iki olayda toplam 12 subay ve astsubay ile 1 er
şehit olmuştur.
27
Temmuz 1997, PKK'nın Bodrum'a yolladığı bir kadın militan, bombalı eyleme
hazırlanırken parçalanarak ölmüştür.
9
Temmuz 1998, Mısır Çarşısı girişindeki patlamada 7 kişi ölmüş, 100'den fazla
kişi yaralanmıştır.
19
Ekim 1998, Suriye'yi terke mecbur kalan Abdullah Öcalan, uçakla gittiği Roma
Havaalanı'nda İtalyan polisi tarafından gözaltına alınmıştır.
21
Ekim 1998, Adana'da imzalanan "Türkiye-Suriye Antlaşması" ile Suriye
20 yıldır PKK'ya verdiği desteği çekme taahhüdü altına girmiştir.
15
Kasım 1998, Türkiye, Abdullah Öcalan'ı iade etmeyen İtalya'ya karşı ekonomik
boykota başlamıştır.
4
Şubat 1999, Cumhurbaşkanlığında yapılan toplantıda Abdullah Öcalan'ın
Türkiye'ye getirilmesi kararı alınmıştır.16 Şubat 1999, Abdullah Öcalan
Kenya'nın başkenti Nairobi'den Türk Güvenlik Kuvvetlerince alınıp uçakla
Türkiye'ye getirilmiştir. Öcalan'ın, İtalya'dan ayrılışından sonra Yunanistan'a
gittiği, oradan Nairobi'de Yunanistan Elçiliği'nde iki hafta süreyle misafir
edildiğinin açıklanması gerek Türkiye, gerek Yunanistan'da büyük yankı uyandırmıştır.
5
Mart 1999, Çankırı Valisi Ayhan Çevik'e yönelik bombalı-silahlı saldırıda 3
kişi ölmüş, 10 kişi yaralanmıştır.
13
Mart 1999, Göztepe'de Mavi Çarşı'ya atılan bomba sonucu çıkan yangında 13 kişi
ölmüştür.
Genelkurmay
Eski Başkanı Orgeneral Necip Torumtay'ın aktardığına göre PKK eylemlerinin
görülebilen sonuçları şunlar olmuştur:
⦁ Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da genel
olarak bir güvenlik sorunu ortaya çıkmıştır.
⦁ Bu bölgelerde yaşayan Kürt kökenli
yurttaşlar, PKK'nın önemli bir hedefi olarak can kaybına uğramış ve bir kısmı
yerlerini terk ederek Batı Anadolu'daki büyük yerleşim merkezlerine göç
etmişlerdir.
⦁ Yöre halkının bir kısım aileleri de
bazı gençlerin zorla veya kandırılarak PKK saflarına geçmiş olmaları nedeniyle,
terör örgütü ile Devlet güçleri arasında bir tercih yapmak zorunda
bırakılmışlardır.
⦁ Yöre halkı yasal siyasi hakları
konusunda yanlış bilgilendirilerek ve tahrik edilerek Devlet aleyhine
yönlendirilmeye çalışılmıştır.
⦁ Bölge ve dolayısıyla ülke ekonomisi,
öncelikle hayvancılık ve tarım, sınır ticareti ve zorunlu göçlerin neden olduğu
yardımlar ve konut sorunlarının çözümü için yapılmakta olan ilave masraflarla
ağır yük altına girmiştir.
⦁ İlk ve orta eğitim ve öğretim
aksamıştır.
⦁ Karayolu ve bir süre için de demiryolu
ulaşımı aksamıştır.
⦁ Bölgede can güvenliği olmadığı için
geçici bir süre yabancı turistlerin gelişlerinde bir azalma olmuştur.
⦁ Yaygın terör eylemleri büyük oranda
Türk Silahlı Kuvvetlerini meşgul etmiş ve askeri harekat masrafları artmıştır.
129
1984-2001
yıllarında Türkiye Devleti PKK terör örgütüne karşı mücadelesinde 272 subay,
251 astsubay, 308 uzman erbaş, 3607 er olmak üzere toplam 4438 şehit
verilmiştir. Bütün rütbelerden yaralı toplamı 9672'dir.
Bu
dönemde olay ve kayıp sayısı en yüksek olan yıl, 1994'tür.
1992-1997
arasında olaylar ve kayıplar diğer yıllara göre oldukça yüksek rakamlara
ulaşmıştır.
Türk
Silahlı Kuvvetleri dışında, PKK terör örgütü ile mücadelede görev alanlardan
1984-2001 yılları arasında 173 polis, 1262 geçici güvenlik görevlisi olmak
üzere toplam 1435 şehit verilmiştir; yaralı toplamı 2337'dir.
Olaylarda
5415 sivil yurttaş yaşamını yitirmiş; 6068 yurttaş yaralanmıştır.
1984-2001
yıllarında PKK'nın kayıpları 32.451 ölü, 814 yaralı, 9084 sağ, 2555 teslim
toplam 44.904'tür.
21.
Yüzyıl Başlarken
Soğuk
Savaş'ın sona ermesi, geçen yüzyılın bütün tezlerini tartışılır hale getirdiği
gibi, uluslararası sistemin yapısında da ciddi değişikliğe yol açmaktadır. İki
kutuplu sistemin daraltıcı ve sınırlayıcı baskısı ortadan kalkarken, geride
kalan yüzyılın süper güçlerinin kısmen denetiminden kurtulan devletler yeni
arayışlar içine girmektedir. Soğuk Savaş'a dayalı eski stratejik tezler,
savunma ve güvenlik anlayışları bir anlamda geçerliliğini yitirmektedir. Bu
gelişme yalnız süper güçleri değil, diğer devletleri, uluslararası örgütleri de
etkilemektedir. Anti-Batı veya anti-Sovyet politikalara göre şekillenmiş
stratejiler yeniden gözden geçirilmektedir. 130
1989'da,
Varşova Paktı'nın çökmesi, Körfez Savaşı ve Orta Doğu'da süren kanlı olaylar,
terör eylemleri ve istikrarsızlık, Türkiye'nin de içinde yer aldığı bölgenin
geleceğini belirsizleştirmiştir.
20.
yüzyıl biterken Avrupa'da ve Orta Doğu'da hızla gelişen olaylar Balkanlar'a da
sıçramış; Bosna Hersek'te Sırplar, dünyada az rastlanan bir vahşetle savunmasız
insanları katlederek Yarımada'yı kana bulamışlardır. Ardından, Sovyet
İmparatorluğu'nun parçalanması ve onu izleyen yıllarda Rusya'nın yeniden
toparlanması gerçekleşmiş; fakat, bu arada Kafkaslar ve Orta Asya'da dünya
güvenliğini ilgilendirecek ve etkileyebilecek siyasi ve ekonomik kıpırdanmalar başlamıştır.
Doğal olarak barışın korunması için önemli olan "Teyakkuz" ve
"Caydırma" politikalarına ek olarak; ülkelerin kendi bünyelerinde ve
çevrelerinde istikrarın korunması ön planda bir ihtiyaç halini almıştır.131
11
Eylül 2001 günü, New York'ta ikiz kulelere yapılan terörist saldırı, Türkiye
modelini yeniden dikkatle incelenmesi gereken bir örnek konumuna yükseltmiş ve
Türkiye'nin dünyadaki saygınlığını ve önemini arttırmıştır.
Türkiye
Başbakanı Bülent Ecevit'in 2002 Ocak ayında ABD'ye yaptığı ziyaret ardından
Amerikan AP Ajansı şu yorumu yapmıştır:
"Bir
zamanlar Avrupa'nın günah keçisi olan, kırılgan ekonomisini canlandırmak için
ihtiyaç duyduğu borcu alma konusunda uluslararası kuruluşları ikna etmekte
güçlük çeken Türkiye, artık daha rahattır ve kendisini İslam dünyası için bir
model olarak sunmuştur. Türkiye Başbakanı, 4 günlük ABD gezisinin son gününde,
'Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, Batı tarzı bir
demokrasinin kurulabileceğinin ve geliştirilebileceğinin bir kanıtıyız,' diye konuşmuştur."132
KAYNAK:
Prof. Dr. Hikmet Özdemir / 1980 ve Sonrası Parlamentonun Performansı
(tarihtarih.com, erişim 11.10.2019).
Makalenin
Kaynakçası:
1
Turan Güneş, Araba Devrilmeden Önce, (İstanbul, Kaynak Y., 1983), s. 31.
2
Kamran İnan, Siyasetin İçinden, (İstanbul, Milliyet Y., 1995), s. 92-3.
3
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, (İstanbul, Karacan Y., 11. baskı,
1984), s. 196.
4
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 194-95.
5
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 197.
6
Cüneyt Arcayürek, Müdahalenin Ayak Sesleri, 1978-1979, (Ankara, Bilgi Y.,
1985), s. 19596.
7
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, (İstanbul, Sabah K., 1994), s. 20-1.
8
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, s. 20.
9
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, s. 20.
10
Kenneth Mackenzie, Turkey Under The Generals, (London, The Institute For The
Study of Conflict, Number 126, January 1981), s. 13.
11
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylüle Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, (Ankara,
Bilgi Y., 1986), s. 333-34.
12
Süleyman Demirel, Anı Değil İtiraf, (Ankara, Ayyıldız M., 1990), s. 45.
13
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s.
291-94.
14
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s.
302-303.
15
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s. 312.
16
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, s. 8.
17
Süleyman Demirel, Anı Değil İtiraf, s. 47.
18
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s.
315-16.
19
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s. 318.
20
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s. 320.
21
Cüneyt Arcayürek, Demokrasi Dur, 12 Eylül 1980, (Ankara, Bilgi Y., 1986), s.
285-86.
22
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s. 321.
23
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s.
342-43.
24
Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım, Kasım 1979-Nisan 1980, s. 321.
25
Cüneyt Arcayürek, Demokrasi Dur, 12 Eylül 1980, s. 48.
26
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 160-61.
27
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 165-67.
28
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 168-69.
29
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 170.
30
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 170.
31
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 172-73.
32
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 173.
33
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 180-81.
34
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, s. 21.
35
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 195.
36
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 181-82.
37
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 184-85.
38
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 186.
39
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 188.
40
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 189-96.
41
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 196.
42
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 209-12.
43
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 214-15.
44
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 216-17.
45
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 218.
46
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 218.
47
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 245-47.
48
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 218.
49
Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset, 1980-1983, (İstanbul, Tekin Y., 3. basım
1985), s. 189.
50
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 219-20.
51
Resmi Gazete, sayı 17103 mükerrer (12 Eylül 1980).
52
Resmi Gazete, sayı 17188 mükerrer (12 Aralık 1980).
53
Resmi Gazete, sayı 17119 (25 Eylül 1980).
54
Resmi Gazete, sayı 17188 mükerrer (12 Aralık 1980).
55
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 233.
56
Coşkun Kırca, "Emin Paksüt," Yeni Yüzyıl, (31 Ağustos 1995).
57
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 306-307.
58
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 280.
59
Nail Güreli, Gerçek Tanık: Korkut Özal Anlatıyor, (İstanbul, Milliyet Y.,
1994), s. 137-39.
60
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 307-308.
61
Kenneth Mackenzie, Turkey Under The Generals, s. 18.
62
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 309-310.
63
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 311-12.
64
Hasan Cemal, Tank Sesiyle Uyanmak, (Ankara, Bilgi Y., 1986), s. 67.
65
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 246.
66
Türker Sanal, Türkiye Cumhuriyeti ve 50 Hükümeti, (Ankara, Sim M., 1995), s.
209-10.
67
Kenneth Mackenzie, Turkey Under The Generals, s. 20.
68
Resmi Gazete, sayı 17188 mükerrer (12 Aralık 1980).
69
James W. Spain, American Diplomacy in Turkey, (New York, Praeger Publishers,
1984), s. 23.
70
Resmi Gazete, sayı 17486 mükerrer (16 Ekim 1981).
71
Cumhuriyet Senatosu için bkz: Cem Eroğul, Türk Anayasa Düzeninde Cumhuriyet
Senatosu'nun Yeri, (Ankara, AÜSBF Y., 1977).
72
Mümtaz Soysal, Demokrasiye Giderken, (İstanbul, Hil Y., 1982), s. 68-9.
73
Resmi Gazete, sayı 17386 mükerrer (30 Haziran 1980).
74
Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, (Ankara, Yetkin Y., 2. baskı 1989), s. 35.
75
Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s. 36-8.
76
Kemal Dal, Türk Esas Teşkilat Hukuku (Ankara, Bilim Y., 1986), s. 111-12.
77
Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset, 1980-1983, s. 187-88.
78
Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset, 1980-1983, s. 191-92.
79
Resmi Gazete, sayı 17772, (5 Ağustos 1982).
80
Resmi Gazete, sayı 17845, (21 Ekim 1982).
81
Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in Türk Devleti Adına Anayasayı Tanıtma
Konuşmaları (Bursa, UÜİİBFD, cilt 4, sayı 1'in ekidir), s. 32.
82
Resmi Gazete, sayı 17863, (9 Kasım 1982).
83
Nurkut İnan-Cüneyt Ozansoy "Yasama Faaliyeti Açısından 12 Eylül" ve
Bülent Tanör "1980 Sonrasının Anayasal Bilançosu" Yapıt, sayı 14
(Ocak-Şubat 1986), s. 3-42 ve 43-74.
84
Ersin Kalaycıoğlu, "1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına Bir Bakış:
Demokrasi, Neo-Patrimonyalizm ve İstikrar," Tarih ve Demokrasi, (İstanbul,
Cem Y., 1992) içinde, s. 112.
85
Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset, 1980-1983, s. 68.
86
Hulusi Turgut, 12 Eylül Partileri, (İstanbul, ABC Y., 2. bs., 1986), s. 17.
87
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 1, s. 64-6.
88
Nail Güreli, Gerçek Tanık: Korkut Özal Anlatıyor, s. 140.
89
Hasan Cemal, Demokrasi Korkusu, (Ankara, Bilgi Y., 4. basım 1986), s. 337.
90
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 2, s. 68-70.
91
Muammer Yaşar, Zincirbozan Günleri, (İstanbul, Tekin Y., 1986), s. 102-4.
92
Türkiye İstatistik Yıllığı, 1994, s. 206.
93
Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 2, s. 114.
94
Mehmet Barlas, Turgut Özal'ın Anıları, s. 54.
95
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 319.
96
Resmi Gazete, sayı 17354 (29 Mayıs 1981).
97
Resmi Gazete, sayı 17391 (10 Temmuz 1981).
98
Resmi Gazete, sayı 17416 (30 Temmuz 1981).
99
Resmi Gazete, sayı 17480 (6 Kasım 1981).
100
Mehmet Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, s. 320.
101
Emil Galip Sandalcıya Armağan, (Ankara, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Y., 1995),
s. 27.
102
Bülent Tanör, "Siyasal Tarih (1980-1995)", Sina Akşin, Bugünkü
Türkiye 1980-1995, s. 912.
103
Hasan Cemal, Tank Sesiyle Uyanmak, s. 498.
104
Kamran İnan, Siyasetin İçinden, s. 97-8.
105
Türker Sanal, Türkiye Cumhuriyeti ve 50 Hükümeti, s. 211-12.
106
Resmi Gazete, sayı 18221 (14 Kasım 1983).
107
Bülent Tanör, "Siyasal Tarih (1980-1995)", Sina Akşin, Bugünkü
Türkiye 1980-1995, s. 58.
108
Resmi Gazete, sayı 19528 (25 Temmuz 1987).
109
Resmi Gazete, sayı 19572 (12 Eylül 1987).
110
Bülent Tanör, "Siyasal Tarih (1980-1995)", Sina Akşin, Bugünkü Türkiye
1980-1995, s. 69.
111
Resmi Gazete, sayı 19659 (9 Aralık 1987).
112
Resmi Gazete, sayı 19681 (31 Aralık 1987).
113
Resmi Gazete, sayı 20329 (1 Ekim 1989).
114
Necip Torumtay, Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye, (İstanbul, Milliyet Y.,
2. baskı 1997), s. 45-6.
115
Resmi Gazete, sayı 20921 (6 Temmuz 1991).
116
Resmi Gazete, sayı 20972 (26 Ağustos 1991).
117
Resmi Gazete, sayı 21054 (17 Kasım 1991).
118
Resmi Gazete, sayı 21044 (7 Kasım 1991).
119
Resmi Gazete, sayı 21068 (1 Aralık 1991).
120
Haluk Şahin, "Kar, Kars, Türkiye, Amerika", Radikal, (25 Ocak 2002).
121
Resmi Gazete, sayı 21583 (16 Mayıs 1993).
122
Güven Erkaya-Taner Baytok, Bir Asker Bir Diplomat, (İstanbul, Doğan K., 4.
baskı 2001), s. 260.
123
Hulki Cevizoğlu, Generalinden 28 Şubat İtirafı "Postmodern Darbe",
(Ankara, Cevizkabuğu Y., 2001), s. 62.
124
Nevzat Bölügiray, 28 Şubat Süreci 1, (İstanbul, Tekin Y., 1999), s. 367.
125
Muzaffer Şahin, MGK, 28 Şubat Önerisi ve Sonrası, (Ankara, Ufuk k., 1997), s.
111-24.
126
Güven Erkaya-Taner Baytok, Bir Asker Bir Diplomat, s. 257.
127
Fikret Bila, Phoenix/Ecevit'in Yeniden Doğuşu, (İstanbul, Doğan K., 2. baskı
2001), s. 209, 214 ve 216.
128
Necip Torumtay, Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye, s. 227 vd.
129
Necip Torumtay, Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye, s. 233.
130
Yavuz Gökalp Yıldız, Stratejik Vizyon Arayışları ve Türkiye, (İstanbul, Der Y.,
2001), s. 2.
131
Necip Torumtay, Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye, s. 14.
132
Sabah, (18 Ocak 2002)