Romancı. 2 Nisan 1953, Killik köyü / Hacıbektaş / Nevşehir
doğumlu. Asıl adı Mustafa Şakir Çetin’dir. Köyünde açılan ilkokulun ilk
mezunlarındandır. Ortaokulu Nar kasabasında okudu ve Kırşehir İlköğretmen
Okulunu (1970) bitirdi. Ayhanlar köyü / Avanos ve Kozaklı’da bir süre ilkokul
öğretmenliği (1970-75) yaptı. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesinde yarım
bıraktığı yüksek öğrenimini Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde (1992)
tamamladı. Bir süre Emekli Sandığında memurluk (1977-94) yaptıktan sonra, yeniden
Ankara / Sincan Endüstri ve Teknik Lisesinde öğretmenliğe (1994) başladı.
Öğretmenlik görevini Ankara Mimar Sinan Lisesinde sürdürdü.
İlk hikâyesi Türk Edebiyatı dergisinde (Eylül 1982)
yayımlandı. Yazıları daha sonra çeşitli gazete ve dergilerde yer aldı. Türk
Dünyası Genç Şairler Fuzuli Şiir Yarışmasında birincilik ödülünü (2001)
kazandı. Türkiye Çocuk Edebiyatçıları ve Sanatçıları Birliği kurucuları
arasında yer aldı. TÜRKSAV ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir.
ESERLERİ (Roman):
Hasret İklimi (1996;
sonradan Yaralı Kuşlar adıyla basıldı), Gurbet Sürgünü (2000),
Vuslat Köprüsü (2002; sonran Kudüs Yüzlü Leyla adıyla basıldı),
Dağlar Duman Olmadan Gel (2004), Yüzüncü Bahar Düşü (2004).
KAYNAK: Yılmaz Erdoğan (Kümbet dergisi, Nisan-Mayıs 2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Sabah salâsında gönlünü kaptıranlar Hay ismine
Kaygusuz uykuda gafil avlandık, feryâd figan gitti.
Sular ısındı, güneş tutuldu, bu ne hâl anlamadık,
Görünmez bir acayip hâl üzre acıyı duyan gitti.
Sabır tespihimiz koptu, dağıldık çil yavrusu gibi,
Yediden yetmişe hıçkırıklar ardından şivan gitti.
Yıkıntılar içinden kefensiz dost yoluna çıktınız,
Alıp götürdü melekler üstünüzden asuman gitti.
Kaynar Kaynarca, yandı Tüpraş, Sakarya hüzünlü akar;
Yalova mahzun, Bolu yol vermez, dizden derman gitti.
Demir almadan gemiler Gölcük, İzmit’ten yan yan gitti.
Ordu milletle yardıma koştu acıların üstüne,
Apartılmış toplanan iaşe, duyduk ki talan gitti.
El emeği göz nuru hatıralar, umutlar yok oldu
Toprağa verdik seni gülüm, cennete armağan gitti.
Vuslat bayramına hazır delikanlı, gelinlik kızlar
İbrişim yüzlü Elifler, bebekler, sayılmaz can gitti.
Sıralarda öğrenciler ilim tarlasında büyürken
Damla damla dökülen sel oldu, yüreklerden kan gitti.
Enkazı tanıdık akutla, yarınlar yok oldu,
Vay gülüm vay! Bak sevdamız öksüz, gönlüm ardından gitti.
Gözyaşı selindeki paylaşılan bir kaşık çorbaya
Sabır dağının doruklarından çadırlara nan gitti.
Teselli pınarı kurudu, gurbete yükler yüklendi.
Köy kent acıya boğulduk, meledi nice hayvan gitti.
Gökyüzünden yıldızlar kaydı, canevinden canan gitti.
Bülbül terk etti gülü, sonra gülşene baykuşlar kondu.
Yandı sevdalı güzel, geride kül kaldı, duman gitti.
Kayıp listesinde adın yazıldı, gözde yaş bekledik
Ansızın gelmediniz diye gönüllerden güman gitti.
BURAK, emri Hak vaki oldu; mahşeri gördük yaşadık
İsimsiz mezarlar vakitsiz yaktı bizi, tufan gitti.
Ya ilahi hikmetinden sual olmaz, haddimiz değil
Rahman, Rahim hürmetine acı, binlerce civan gitti.
Ben, Basralı Zeynep,
Tomurcuk gülüm çölün ortasında
Kızgın kumların üstündeyim çıplak ayaklarımla.
Sabah Ezanıyla uyanırım,
Uykusuzluğa alıştım, acılara dayanırım,
Gel gör ki içim daralıyor aney.
Umutlarım her gün büyürken
Oyuncaklarımı aldı füzeler.
Gülmek hangi mevsime ertelendi,
Bu ne gürültüsü kulaklarıma sığmayan!
“Misketim yok,” diye ağlamazdım
Attılar üstümüze avuç avuç
Koca dünya gönlümü hâralıyor aney.
Feryadım boğazıma düğümlendi,
Yorgunluğum haymelerin gölgesinde yatar.
Sevgi, Kafdağı’nın ardında;
Dumanlı dağlar bilmezdim boyumdan yüce
Gündüz zindan oldu, geceler bir başka gece.
Medeniler(!) defterimi karalıyor aney.
Her yanım ağrır şimdi,
Yatarım elim bağlı, söylemem dilim bağlı.
Ne rüya görürüm acılara karılmış,
Ne zılgıt sesi duyarım.
Ben Basralı Zeynep
Kurtuluşa gün sayarım.
B-52 ler çatımızda turalıyor aney.
Namlular iki yanımdan sarmış beni,
Saatler durmuş duvarda.
Paryalar kurtarmaya gelmiş, kurtulası ülkemi!..
Güneşe bakıp gülmek istiyorum hep,
Ben Basralı Zeynep.
Tutsaklık yüreğimi yaralıyor aney.
Elin yurdunda mor çiçekler açarken,
Orada güvercinler, üveyikler uçarken;
Tavanda açılacak deliklere bakarım sessiz.
Bağlamayın koluma serum bitti.
Kumların üstüne uzanmak istiyorum,
Özgürlük adına yanmak istiyorum.
Tanklar, ölü sıralıyor aney.
Sonbaharın
sıcağını kırlarda tek başıma soluklanırken ağaçların sararan yaprakları
ayaklarımın altında kırılıyor, gevrek simit gibi çıtırdıyordu. Tarlalardan
geçerken pantolonumun paçaları pıtrak doldu. Çalıların gri yaprakları henüz
toprağı kaplamamıştı. Zakkumların beyaz, mor çiçeklerinin kaçıncı baharı beklediklerini
bilmiyordum. Ot diplerindeki köstebek yuvaları toprağı kabartmıştı.
Köyden
uzaklaştım. Çevreyi kuş bakışı seyrettim. Dağların temiz, dingin havasını
ciğerlerime doldurdum. Makilerin gölgelerine oturdum. Dağ yavrularını aşarken
ayağımın dibinden bir çift bıldırcın uçtu. Sağılıp indi aşağılara. Böğürtlen,
zakkum diplerinde kayboldular. Dağın serin rüzgârı yüzümü yalayıp Akdeniz’e
doğru esti.
Meşelerin
serin gölgesinde oturup dinlendim. Karşı yamaçlarda bir sevda türküsü
yankılandı. Ardından koyun sürülerinin çan sesleri türkülere karıştı. Her yan
allara boyandı kan kırmızısı güneşin çıngılarıyla. Uzakta kümelenmiş bulutlar
beni takip eder gibi üstüme doğru geldi. Kaval sesleri yankı yaptı tepelerde.
Güneşte sırtı kavrulmuş bir kertenkele
ağzını açarak otların arasında kayboldu. Kırmızı ve büyük karıncalar yuvalarına
ot tohumlarını taşıma telâşında birbiriyle yolak boyu yarış ediyorlardı.
Bir
çift güzel keklik hemen yanımdaki yuvasından uçarak uzaklaştı. Avcıların
kurşunlarından arta kalan keklikler yavrularını yuvadan uçurduktan sonra
rahatlığın tadını çıkarıyorlardı.
Kıble,* esintisiyle hafif hafif yüzümü yaladı.
Toprağı kabartmış kevenin gölgesinde yatan kaplumbağa beni görünce dilini
çıkarıp kabuğuna gömüldü. Karşıma çıkan kayalıklardan uzun kanatlarını gererek uçan
gerdanı ak benekli kartal havalandı. Ben gittim o geldi ardım sıra. Kartal,
kavakların gölgeliklerinden uçan yabani ördek sürüsünün arasına daldı.
Kartaldan sakınan ördekler ağaçların arasından deli dolu can havliyle uçup
tepeyi aştılar.
Böğürtlenlerde
öten bülbül seslerine eşlik ettiğim şarkılarla dağa tırmandım. Yamaçlara
sıralanmış sarı sığırkuyruğu, kuru kenger, yavşan otlarının arasından yürüdüm.
Güz çiçeklerine konmuş mor, sarı, beyaz, kahverenginin her tonunu giyinmiş
kelebekler uçuştu. Uzun kuyruk da otların, çalıların üzerinde sanki dans
ediyordu küçük böcekleri toplarken. Koyun melemesi içime hazzı büyük sevinç
rüzgârları serpiştirdi.
Şimdi
yanımda yakınlarımın olmasını ne çok istiyordum. Bir çift keklik kadar bile
olamamanın acısını yüreğimin ta en ücra köşesinde hissederek ağaçların
gölgesinden kalktım. İçim doluktu. Köyden uzaklaştıkça garipliğim bir kat daha
artıyordu.
Meşelerin
gölgesinde oturup dinlendikten sonra tepelerin ardına aştım. İki tepenin
arasındaki kavaklığın çevrelediği göller ilgimi çekti. Bir kadınla bir erkek
yamaçlarda ot topluyorlardı. Yanlarına yaklaştım. Bizim köyden Kevenci Ali ile
hanımıydı.
Ellerimiz
havada selâmlaştık. Kevencinin ala köpeği kuyruğunun üstüne oturdu. Diliyle ön
ayaklarını yaladı.
-
Ooo muallim! dedi Kevenci Ali. Hoş safa geldin. Efkâr bastı, kendini dağlara
vurdun demek! İnsan dağlara çıkarsa rahatlar. Aşağıdaki kalabalıklar insanı bir
tuhaf ediyor canım. Ben hanımın yanında yazı yaban dolaşırım, hiç yorulduğum
görülmemiştir.
-
Bende severim dağları, dedim. Çiçek ve böceklerin, diğer büyük hayvanların
vatanıdır dağlar. “Sessizliği, huzuru burada tadarım,” diye şöyle çıktım
köyden.
-
İyi etmişin muallim. Sana ne ikram etsem? diye aklımdan geçiyor. Sanırım karnın
açtır. Temiz hava insanı çabuk acıktırır. Bekâr hayatı zordur bilirim. Hanım,
misafirimize sofra ser. Bende acıkır oldum.
Bana
döndü. Tebessümü içimdeki olumsuzlukları silip süpürüyordu:
-
Hanım sofra serinceye kadar taş üstüne sekilen, dedi.
Kırsal
kesimin kadını ait olduğu erkeğine destek adına onun peşinden koşturuyordu.
Kadının ayaklarında delikleri tozlanmış mavi naylon ayakkabı vardı. Şalvarını
dizlerinin altında kınalı yün iplerle boğumlamıştı. İnce, uzun boylu, kara
gözlü, tertip ve düzen ifade eden bir tavrı vardı.
Kadın,
utanır gibi Kevenci Ali’nin arkasına saklanıyordu. Kocasının isteklerine
gülerek boyun eğdi. Meşenin gölgesindeki bohçayı ve su kabını alıp yanımıza
getirdi. Kadının nazlanır, utanır tavrı hoşuma gitti. “Bana ait olacak kadın da
böyle nazlansa, işve yapsa, isteklerime hemen koşsa,” diye içimden geçirdim.
Kadın,
şalvarını topladı. Kolçaklı bileğini çemreleyip bohçayı çözdü. Bazlamaları
tuluk peynirinin etrafına dizdi. Kavunu kulp kısmından keserek delik açtı.
Çekirdeklerini boşalttı. İki adet şimşir kaşığı kavunun yanına koydu. Yine
bohçanın içindeki beze dürülmüş domatesleri de orta yerinden kesti. O bunları
yaparken, ben başka dünyalar kurmak adına dağlardan uzaklaştım. Kafamın içi toz
duman oldu. (…)
(Dağlar
Duman Olmadan Gel, 2004)
Trenler büklüm büklüm hasret hıçkırığı götürür,
Kırk yıldır dönmeyen umutlarım sılasında kaldı.
İnsan pazarlanıyor her gün bu çirkin sokaklarda
Toprağın bereketi fakirin selesinde kaldı.
Gül suyu serpilmiş bahçeye, taşlarda kan izleri
Afganlının mavzeri o Hayber Kalası’nda kaldı.
Türkülerin yarıda cana, gözlerin aşka gebe
Cümle huzur, Cuma Bayramının salâsında kaldı.
Kuzular mevsimsiz doğdu, sürünün çobanı yitik;
Yuva dağıtmış kuşlar, yetimler halasında kaldı.
Gurbet ellere gelin ettik bizim olan ne varsa,
Kopuzun namesi küheylanın yelesinde kaldı.
Gece lâmbaları parkın havuzunda
Efenin elleri kınındaki palasında kaldı.
Yâr ile yeminimiz de Kal-û Belâ’sında kaldı.
Tarih yapanlarımız şimdi utanır oldu bizden
Onlar, bilinmez bir serencamın çilesinde kaldı.
Eller kınalı, usul boylu, Elif yüzlü Gülüşan
Baharı pembe bilir, gözleri elâsında kaldı.
BURAK, bir tatlı tebessüme feda etti gençliği
Mutlak Hak uğruna Mansur, işin Fenâ’sında kaldı.