Yazar,
çevirmen (D. 1951, İstanbul - Ö. 31 Ocak 2021, İstanbul). 56. İlkokul, Zeyrek
Ortaokulu, Vefa Lisesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Denemeler
yazdı ve İngilizceden çeviriler yaptı.
Ünlü
düşünür Cemil Meriç’in yakın dostu, kâtip ve talebelerinden olan İzzet Tanju, çalışmalarını
başlangıçtan itibaren İstanbul’da sürdürdü. René Grousset’ten Cengiz Han
çevirisiyle Türkiye Yazarlar Birliği 2001 yılı Çeviri Ödülünü kazandı.
Vefatı:
İzzet
Tanju, 31 Ocak 2021, İstanbul’da hayatını kaybetti. Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığında
toprağa verildi. Vefatını Prof. Dr. Ümit Meriç, şu mesajla duyurdu:
“İzzet Tanju bugün vefat etti. Şenlikköy’deki
yeni evinde oğlu ile yaşayacaktı. Rabbim 24 saat müsaade buyurmuş. Bu ülkenin
kültür ve irfan hayatına Hind Edebiyatı ve Jurnaller onun hasbi gayretleri
sayesinde kazandırılmıştı. Rabbim taksiratını affeyleye.”
ESERLERİ:
Deneme- İnceleme: Endülüste
Raks - Aşk Üstüne Aşıklar Üstüne (2006), Felsefe, Tarih, Edebiyat Üzerine
(2008), Başımda Esen Kitap Yelleri 1 Felsefe - Tarih – Edebiyat, Başımda Esen Kitap Yelleri, Tarih
Üzerine Düşünceler (2009), İslam’dan
Batı’ya Düşüncenin Yol Alışı (2012), Batı Karşısında Milli Düşünce (2017).
Monografi: Dostoyevski
(2007), İbn Rüşd - Bir Erken Aydının Yaşam Öyküsü (2013),
Çeviri: Aydınların Afyonu (Raymond Aron’dan),
Afrika’da İslâm (Vincent
Mansour Monteil’den, 1992), 19.Yüzyıl
başlarında Rusya’da Batıcılık, Ulusçuluk ve Felsefe (Alexandre Koyré’den,
2000), Cihan Fatihi Cengiz Han (René
Grousset’ten, Reşat Uzmen ile, 2001, 2014), İslam
ve Tarih - Epistemoloji Denemesi (Abdullah Laroui’den, 2019).
KAYNAKÇA: İhsan Işık /
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, 2007), Meriç’in katibi İzzet Tanju'dan anlamlı sözler (Röportaj: Halime Kökçe - timeturk.com, 24.11.2008),
İzzet Tanju İle Söyleşi - Asım ÖZ (Umran dergisi, Ocak 2009, Sayı:173, Sayfa:66- umrandergisi.com, erişim
02.02.2021), Prof. Dr. Ümit Meriç
(Bilgi teyidi, 01.02.2021), İzzet Tanju kitapları (1000kitap.com, kidega.com, idefix.com,
02.02.2021).
MERİÇ’İN KATİBİ İZZET TANJU'DAN ANLAMLI
SÖZLER
Röportaj: Halime KÖKÇE
Cemil
Meriç'in talebesi ve katibi, gizli entelektüel İzzet Tanju, Star'a verdiği
röportajda Meriç'in gerektiği gibi takdir edilemeyen kıymetini ve Üstad'a dair
düşüncelerini anlattı.
İzzet
Tanju 32 sene Cemil Meriç’le çalıştı. Onun eli ve gözü oldu. Onun için okudu,
onun için yazdı. Meriç’in ölümü ailesi kadar onu da sarstı. Hissettiği şeyi ‘eksiklik’
olarak ifade ediyor, sorularına güveneceği yanıtlar alabileceği kişiyi
kaybetmişti. Sonra o da yazmaya başladı. Belki bir alışkanlıktı yazmak ama
ortaya birbirinden güzel eserler çıktı. İzzet Tanju saklı kalmış bir
entelektüel. Kitapları birer kırkambar. Cemil Meriç hakkında başlayan
söyleşimiz, tarihe, Doğu Batı sorununa, milliyetçiliğin alameti farikalarına
kadar uzandı.
UZUN
yıllar Cemil Meriç’le beraberdiniz. Onun için okudunuz ve yazdınız. İsminiz hep
Meriç’le birlikte anıldı. Bu sizi hiç rahatsız etti mi?
Niye
etsin ki? Cemil Meriç’in gördüğü yıllarda -ki bu çok kısa sürdü- ilişkimiz
öğretmen-öğrenci ilişkisiydi. Gözlerini kaybettikten sonra yazı arkadaşlığına
dönüştü. 32 yıl sürdü bu. ‘Hint Edebiyatı’, ‘Hint ve Batı’, ‘Jurnal’, ‘Mağaradakiler’,
‘Kırk Ambar’ bu süre içinde ortaya çıktı. Birlikte çalışırken çok şey
öğreniyorsunuz. Bunun rahatsız edici bir yanı yok. Tabii, öğrenmek hoşunuza
gidiyorsa. Öğrenmeden yazmayı hiç düşünmedim zaten.
Siz de
pek çok kitap yazdınız, aralarında Cemil Meriç üzerine bir eser yok. Sizden bir
Cemil Meriç biyografisi okuyabilecek miyiz?
Biz çok
yakındık. Bir kişi hakkında hele de biyografi yazabilmek için biraz uzaktan
görmek gerekir. Ayrıca yaşam öyküsü ‘Jurnal’de var. Onu yazdırmış olmam yetmez
mi? Herkesin kaynağı o kitap. Cemil Meriç hakkında kitaplar yazılıyor, hem de
cilt cilt. Benim yazmama gerek yok diye düşünüyorum. Fransız tarihçisi Augustin
Thierry de Saint-Simon’un sekreteri di. Ama Saint-Simon hakkında kitap yazmadı.
Auguste Comte da öyle. Bacon’ın da sekreteri Hobbes’muş, o da yazmadı. Neden
bana bunu sorup ünlülerden örnek verdiriyorsunuz. Duyan da yanlış anlam
verecek.
Estağfurullah.
Kastınızın ne olduğu apaçık.
Aman bir
yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermeyelim. Kendimi Bacon’la Comte’la bir tuttuğum
sanılmasın.
Asaletli
düşünce
Cemil
Meriç hakkında yazılanları yakından takip ediyorsunuzdur. Sizce Cemil Meriç’e
hakettiği önem veriliyor mu?
Cemil
Meriç’in bir yönü var ki bence bu çok ona has ve önemli. O bir sosyoloji
metninin, bir tarih metninin ya da bir düşünce yazısının tatlı tatlı, keyifle
okunabilir bir yazı olabileceğini göstermiştir. Birçok kitap çevriliyor,
yazılıyor. Ama içlerinde tatlı tatlı, keyifle okunanı var mı? Cemil Meriç’in bu
yönü örnek alınsa, Türk yazını için çok iyi olur. İyi söylenmemiş, insanın
beynini törpüleyen yazılar esin kaynağı olamıyor. Çevrilmiş, yazılmış metinler
bir kaç sayfa okunduktan sonra bırakılıyor. Keyif almadığınız bir yazı, esin
kaynağı olmadığı gibi, düşünceye önayak olamaz. Düşünceleri beslemez de.
Kıymeti
bilinmedi
Türk
düşünce hayatında Cemil Meriç bir ana akım oluşturdu mu? Düşünce dünyamızda,
onun izini takip eden isimler var mı?
Bırakın
ana akımı, uzun soluklu, kucaklayıcı bakışlarına dikkat bile edilmiyor. Bir tek
üslubu bile takdir edilse bu, düşünce dünyamız için çok faydalı olacaktır.
Kimler üzerinde etkisi olduğunu görmek için ise bence daha beklememiz
gerekiyor. Şunu da belirtelim; Cemil Meriç bir anlamda kamuya mal oldu.
Hakkında değişik kesimlerdi inceleme yapılıyor. 1979’un sonu, 1980’lerin
başında ona uzak duruluyordu. Bugün hayatta olmayan bir sahaf arkadaşımız, ‘ben
hocaya gitmek istiyorum ama ne derler’ kaygısı içindeydim demişti.
Cemil
Meriç’i ‘bizim Dosto’muz’ olarak niteleyenler var, ne diyorsunuz buna?
Cemil
Meriç kendisi gibi biriydi. Sonra ‘bizim Dosto’muz’ ne demek? Dostoyevski dünya
edebiyatına, dünya düşüncesine açık değildi. Rusya’yı Batı’ya karşı savunma
güdüsü içindeydi. Onun dünyayı kucaklamak istediğinden söz edemeyiz. Yine de
Dosto’yu kendi ortamında, kendi koşullarında ele almalıyız.
Dosto’dan
daha renkli
Cemil
Meriç’in daha renkli ve açık görüşlü olduğunu mu söylüyorsunuz?
Cemil
Meriç kimdir, sorusunu yanıtlarken onun çok yönlü oluşunu, her düşünceye açık
olduğunu göz önünde tutmak gerekir. O Batı’nın tek bir düşünürünü değil, birden
çok düşünürünü incelemiş ve konu etmiştir. Notaların birbiri ardına verilmesine
melodi, birden çok notanın aynı anda verilemesine de harmoni deniyor. Cemil
Meriç’te birden çok düşünce yan yana ve uyum içinde yer alıyor. Onu öbür Türk
düşünürlerinden ayıran özellik de budur zaten. Marx’dan taa İbn Haldun’a uzanan
bir merakı vardı. ‘Ölmeden önce mümkün olduğu kadar çok şey öğrenmek istiyorum’
demişti son yıllarında. Ayrıca, Dünya edebiyatını konu edinmiş başka biri var
mı ülkemizde’ Ben bilmiyorum, versa söyleyin lütfen...
Meriç
kendini ‘ezeli mağlup ve mağdur’ olarak tanımlıyor. Bununla ilgili ne söylemek
istersiniz, onu yakından tanıyan bir kişi olarak?
Bu
söylediğiniz, bu yıl çıkan bir kitaba konu oldu. Yazarı, Cemil Meriç’i
Dostoyevski ile karşılaştırıyor.
Jurnal’e
içini döktü
Nasıl
buldunuz o çalışmayı. İsmini zikredelim isterseniz. Nurdan Gürbilek’in ‘Mağdurun
Dili’ eseri.
İyi
buldum. Ama dikkat ediniz bütün bilinçaltı çözümlemeleri, hep Jurnal’e
dayanıyor. Başkaları da öyle yapıyor. Cemil Meriç düşüncelerini, bir hatıra
defterine içini döker gibi Jurnal’e boşaltmasaydı bu çözümlemeleri
yapabilecekler miydi’ Cemil Meriç’in renkli üslubu daha çarpıcı kılıyor.
Dostoyevski’yi inceleyenler renkli bir üslubundan söz etmiyorlar. İçini döken,
ama içini dökerken de güzel konuşan biri var karşınızda. Başka günlükleri
inceleyin. Bu kadar cesurca içini dökeni bulabilir misiniz? Şunu da belirtmek
isterim, Meriç istediği kitapları çeviremedi, istediği konularda kalem
oynatamadı. Hepsinden kötüsü de ilgi görmedi. Hint Edebiyatı’nın okunmaması
bunun bir göstergesi... Bu onu -bir anlamda- küstürdü.
Doğu-Batı
sorunu Cemil Meriç’in en çok üzerine kafa yorduğu sorunlardan biriydi. Siz
Türkiye ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Doğulu mu, Batılı mı, arafta mı?
1950’lilerin
başında Peyami Safa, bir konferansına, ‘Avrupalılaşmamız lazımdır,
Avrupalılaşabiliriz’ diye başlamıştı. Yirmi yıl sonra bir başka romancının,
Kemal Tahir’in başı çektiği akım -çığır diyebiliriz- Batı’ya, Batılılaşmaya
veryansın ediyordu. 1970’lerden 20 yıl sonra, 1990’ların hedefi Avrupa Birliği’ne
girmek oldu. Dikkat ederseniz 20 yılda bir hedef değişmesi olmuş. Bugün ufukta
yeni bir hedef görünmüyor. Saz eşliğinde dinleyip duruyoruz: ‘uzun ince bir
yoldayız.’
İnsan
var yürek yok
Anlamsız
mı bu soru’ Unutmayalım, Cemil Meriç’in, ‘Doğu ile Batı, insan beyninin iki
yarım küresi’ diye bir cümlesi vardır. Bu söz zihinlerde yankı bulmadı. Çünkü
siyasal kavgada kullanılacak bir malzeme değildi. Bugün Japonya için Doğulu mu,
Batılı mı sorusu soruluyor mu? Japon araştırmacılar, başka ülkelerin tarihini
de inceliyorlar -örneğin Çin tarihini- başka ülkelerin düşüncelerini de. Bir
Japon araştırmacı -tek bir örnek verelim- ?Kur?an?da Dînî ve Ahlákî Kavramlar?
diye kitap yazıyor.
Cemil
Meriç’in ilk kitabı da Hint Edebiyatı öyle değil mi?
Evet,
bunu anlatmaya çalışıyorum zaten. Dünya ölçüsünde bir sanayi olmasak da, kültür
alanında başka ülkeleri de inceleyen bir soluk edinebiliriz. Meriç?in soluğu
işte böyle bir soluktu. Türkçenin bugünkü durumu da elverişli bunun için. Bunu
yapacak yetişmiş kişilerimiz var. Yeter ki toplumda böyle bir istek doğsun. Hiç
yok denemez. Ama sürükleyici değil. Bir akım gerek. Çığır açılmalı. Cemil Meriç
Doğulu mu, Batılı mı? Bakış açınıza göre değişir. Tarihe ‘uzun süre’ olarak
bakarsanız, ne Doğu vardır ne de Batı. İnsan beyninin iki yarım küresi diyen
biri beynin hangi yarısında olabilir. Kavgada bir yanı tutanlar, Cemil Meriç’i
de o yana çekmek isterler.
O ölünce
eksik kaldım
Onun
kitaplarını yazarken, bir gün ben de böyle kitaplar yazacağım diyor muydunuz’
Hayır,
çünkü o kitapları yazıyorduk. Cemil Meriç görmediği için, onun bakmak istediği
sözlüklere bakıyorsunuz, okumak istediklerini okuyorsunuz. Alınan notları
tekrar tekrar onun istediği gibi düzeltiyorsunuz. Yazı bittikten sonra yeni
baştan okuyup daktiloya geçiriyorsunuz. Bu o kadar çok oluyor ki siz artık
yazmaya doymuş oluyorsunuz.
O halde
sizi yazmaya iten şey ne oldu?
Evet, şu
sorulabilir: tekrar tekrar bu çalışmaları yapmak bana o huyu geçirmiş olabilir
mi? Evet. Nitekim benim ‘Endülüs’te Raks’ adlı kitabım, Hint edebiyatı
çalışırken edindiğim alışkanlıklarla yazıldı diyebilirim. Elbette ki hiç bir
şey tıpatıp aynı değildir.
Cemil
Meriç öldüğünde ne hissettiniz?
Eksiklik.
Herhalde en belirgin hissettiğim şey bu oldu. Sorup da güvenebileceğim bir
yanıt alabileceğim o kişi yoktu. Oysa böyle bir varlık ne kadar rahatlık verir.
Ermeni
meselesini tarih de çözemez
20. yy
tarih ilminin yüzyılı. Aynı zamanda milliyetçiliklerin de. Milliyetçi tarih
okumalarında birinin ak dediğine öteki kara diyor...
Evet,
doğru, ama bu kendisinin varlık nedenini ortaya koyma kaygısından doğuyor.
İzmir’i işgal eden Yunanistan’dır. ‘Düşmanı denize döken de’ Türkler. Resmi
tarihlerin bir olmasını nasıl beklersiniz?
O halde tarihin
bilimselliğinden çok siyasiliğinden mi söz edeceğiz?
20. yy
tarih biliminin yüzyılı. 1929?da başlayan Annales akımı tarihin gerçekten
bilimsel olması için uğraştı. Bir de, siyasete uzak durdu. 19. yy tarihçiliği
bir anlatı tarihçiliğidir, siyasal tarihtir. Sorunlara, Fernand Braudel’in ‘uzun
süre’ kavramıyla bakarsak bilimsel olduğunu görebiliriz. Tarihi bilimsel kılmak
için bunca çaba harcanmışken, tarihten söz ederken güncel politikanın dışına
çıkamayanlara bakıp tarih siyasaldır diyemeyiz.
Türkiye
Ermeni meselesini açıklığa kavuşturmak için bu işi tarihçilere bırakalım diyor.
Bu, mevcut yargıları, sonucu değiştirir mi?
Ön
yargıları demeniz daha doğru. İleri sürülen savlar bilimsel değil, siyasaldır.
Sanıyor musunuz ki tarihçilerin ortaya koyacaklarına bakıp ‘ha biz yanlış
yoldaymışız’ diyecekler. Çünkü savlar bilimsel kaynaklı değil. Beklentiler,
dahası düşlentiler yön veriyor onlara. Yine önyargılar, kalıp-sözler
kullanılacak.
Çanakkale
Savaşı bizim Pelepone’miz
Endülüs’te
Raks kitabınızda İslam’ın Endülüs’e yayılışını ‘bir fetih değil bir devrimdi
adeta’ diye tanımlıyorsunuz. Batı artık İslam’ı bütünüyle farklı algılıyor. Ne
zaman değişti, kırıldı bu yaklaşım?
Devrim
sözcüğü üzerinde duruyorsunuz ama dönüşüm sözcüğü dikkatinizden kaçmış. Endülüs
döneminde tam bir hoşgörü ortamında inançlar yan yana yaşıyordu. Sonra
Engizisyon geldi, dışlama başladı. Müslümanlar İspanya’dan sürüldükten sonra bu
tutum katılaştı. Ancak ‘doğuyu’ küçümsemek emperyalist dönemle başladı. Şunu da
göz ardı etmeyelim. 19. yüzyılın başlarına kadar Doğu, Batı’dan üstündü. John
M. Hobson’ın yerinde bulduğum deyimi ile ‘bayrak yarışının’ ilk üç aşamasını
Doğu önde bitirmişti. Dördüncü aşamayı Batı önde götürüyor. Ama yarış bitmedi.
Doğu olmasaydı, Batılıların o çok övündükleri atılım olamazdı.
Yani
bayrak tekrar Doğu’ya geçecek...
Neden
olmasın! 1100 yılından başlayarak, dünyanın büyük gücü Çin olmuştu. 19. yy?a
değin bu böyle sürüp gitti. Bu arada Müslüman Ortadoğu da dünya ekonomisinde
önemli bir yer ediniyordu. Son yıllarda Çin’in dünya ekonomisinde kendini
gösterdiğini anımsarsak, yukarda söylediğim bayrak yarışının bitmediğini daha
kolay anlarız. Tarih uzayıp gider. Tarihin sonu olmaz. 90’ların başında
inanılan ‘tarihin sonu’, bugün inandırıcı gelmiyor. Avrupalı kimliği
emperyalist eğilimlerle biçimlenmiştir. 1453’ten sonra başlayan bu eğilim 18.
ve 19. yüzyıllarda en uç noktasına ulaşmıştır. 1453’ten sonra Katolik
Avrupalılar sözde Türk tehdidinden büyük korku duydular. Avrupalılar daha
sonraları Doğu ile Batı arasına büyük bir ayırım koydular. ABD bu eğilimin
mirasçısı. Çıkarlarına uygun geliyor.
Milliyetçiliğin
doğuşu ve gelişimi de bu süreçlerle paralel işledi. Türk milliyetçiliği en çok
Alman milliyetçiliğine mi benziyor? Yoksa bir yandan Batılılaşmaya çalışırken, diğer
yandan Rusluklarını yitirmeme kaygısı taşıyan Ruslarınkine mi? Yoksa çok bize
özgü bir milliyetçilik mi inşa ettik?
Alman ve
Rus milliyetçilikleri Napolyon işgaline kaşı direnişin sonucudur. Bizimki de
-Balkan bozgunundan sonraki direnişin. Tarihin babası Heredotos ile Tükidides
Peleponez Savaşını anlatırken bir halkın düşman ordular karşısında direnip
bilinçlenişini söylerler. Çanakkale Savaşı da bizim Peloponez’imizdir. Geleceğe
yönelik bilinçlenmeyi hazırlar. Bize özgü dersek yanlış yapmayız.
Alman
milliyetçiliğinin kökenleri büyük Alman filozoflarına dayanıyor. Bizde işler
çok da öyle olmadı ama değil mi? Ziya Gökalp’ler falan çıktı ama temelde
felsefi bir takım dayanaklar yok. Hegel gibi bir adamımız yok bu anlamda’....
Hegel’i
değil, Fichte’yi anmak daha doğru olur. Napolyon işgaline karşı bütün Almanya’yı
dolaşıp bilinçlendirmek isteyen odur. ‘Alman Milletine Nutuk’ adlı eseri bu
amaçla verdiği konferanslardan oluşur. Felsefe sonradan gelir. O duyguları ve
düşünceleri yaratacak ortam gerekir. Deyim yerinde ise istim sonradan gelir.
Rusya’da da Hegel gibi adam yoktu.
Milliyetçiliğin
bütün kötülüklerin anası olduğunu düşünenler de var. Siz nasıl algılıyorsunuz?
Milliyetçilik barışçı ve bir arada yaşamanın teminatı olan bir düşünce biçimi
neden olmadı? Olamaz mıydı?
Almanya’dan
örnek verelim. Napolyon işgaline karşı bilinçleniş ile 20. yüzyıldaki Hitler
olayı bir değil ki! 1930’larda Almanya işgal altında değildi. Emperyalist
emeller söz konusuydu. Yaşama alanı istiyordu Almanya. II. Dünya Savaşı bitince
Almanya işgal altında oldu. Ama 19. yy’daki gibi bir bilinçlenme görülmedi.
Koşullar değişikti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya da işgal altında oldu.
Ama orada da milliyetçi akım doğmadı. Tersine, savaş, yenilgi, atom bombası,
yabancı işgali, milliyetçi tarihi gözden düşürdü.
Alman
milliyetçiliği Ortaçağ’a Rus milliyetçiliği ise ‘geçmiş’e sığındı. Türkçülük
akımlarında bir damar da İslamlık dönemini es geçip İslam öncesi döneme sığınma
ihtiyacı duydu. Neden, İslam milliyet asabiyetine sıcak bakmadığı için mi?
Yoksa Ziya Gökalp’in teorileri yeterince ikna edici bulunmadığından mı?
Gerçeklik
düşünceden öncedir. Napolyon Rusları kastederek ‘bu barbar halkı Asya çöllerine
sürmek’ten söz ediyordu. Rusya seferi bu amaçla düzenlenmişti. I. Dünya Savaşı’ndan
sonra da Türkler için Avrupa, Amerika böyle düşünmüştü. Milliyetçi dikeliş buna
karşı bir davranıştı. İslam öncesi dediğiniz döneme sığınma, Türklerin Anadolu’daki
varlığının tarihte bir temeli olduğunu kanıtlamak içindi. Düşman güçlerce
yutulmamak toplumu dönüştürmekten önce gelir.
RÖPORTAJ:
HALİME KÖKÇE
Star
KAYNAK:
Meriç’in katibi İzzet Tanju'dan anlamlı sözler
(Röportaj: Halime Kökçe - timeturk.com, 24.11.2008).