Romancı. 12 Ağustos 1961, Elazığ doğumlu. Tam adı Hatice Sarıkamış Tıktık’tır. Solfasol İmam Hatip Lisesi (1981), Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü (2003) mezunu. Şiirleri 1977’den itibaren Hilâl dergisinde yer almaya başladı. 1980 yılında Genç Kalemler Makale Yarışmasında aldığı ödülle düzyazıya yöneldi. Sonraki yıllarda ürünleri Hilal, Bizim Aile ve çıkardığı Ahsen dergileri ile Akit ve Zaman gazetelerinde yayımlandı. Ankara’da bir yerel radyoda kadın ve aile konularında programlar yaptı. Türkiye Yazarlar Birliği ve Başkent Kadın Platformu üyesidir.
ESERLERİ (Roman):
Gül ve Diken (1990), Diyarbakır’da Hoyrat İstanbul’da Martı Sesleri
(2006).
KAYNAK: Keçiören gazetesi (Mart 1999), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Başı
önünde sessiz sessiz ilerliyordu. Niyeti seher havasını yine buralarda teneffüs
etmekti. Melik Ahmet semtinden geçip iç kaleye gelmişti. Buraya her geldiğinde
tarifsiz hislerle adeta alabora oluyordu.
Surların
önüne geldi, oymalı taştan kemerin altından geçecek iken durakladı. Başını
muhteşem surlara kaldırdı, sonra o muazzam taş işçiliğinin ortasındaki kocaman
demir kapıya indirdi bakışlarını. Yıllardır, belki asırlardır yerinden
oynatılmamış, adeta yerinde pas tutmuş, iki kanadıyla arkasına yaslı duruyordu
demir kapı. Koca tarih gibi onu da yerinden kıpırdatmak mümkün görünmüyordu!
Hayalleri
onu kucaklayıvermişti yeniden. Hz. Süleyman'ın şehre girişini yaşar gibi oldu.
Parke taşlarda at nallarının çıkardığı sesler, at kişnemeleri yankılanır gibi
oldu kulaklarında. Bir an kalakaldı orada.
Savrulan
hayallerini toplayıp taş kemerden içeri girdi. Loş bir aralıktan geçip ikinci
bir kapıyla aydınlık bir mahalleye çıkılıyordu... Eskiden han olarak kullanıldığı
anlaşılan bu karanlık loş aralıkta, o günlerden kalma karşılıklı odalar
duruyordu. Zamanında akıncıların istirahat yeri olan buralar, şimdi bakımsızlık
içinde, pis kokuların mekânı olmuştu. Bu manzaralar tarifsiz bir hüzne
salıyordu onu. Ata yadigarı bir çok tarihî yapı gibi buralar da kendi hâline
terkedilmiş durumdaydı. Şehri çevreleyen bu surlar yer yer yıkılmıştı. Oysa
buralar tarihti ve çok şey ifade ediyordu. Her şeyden önce vatan sevgisini,
özgürlüğü, bağımsızlık sevdasını, yayılmacı denemeyecek bir adalet ve hoşgörü
dağıtma idealini anlatıyordu...
1400
yıl önce Halid bin Velid gelip burayı kuşatıyor, oğlu Hz. Süleyman'sa şehri ele
geçiren kumandan oluyor. Mekke'den kalkıp Diyarbakır'a geliyor, hatta
İstanbul'a dayanıyorlar. İslâm'ın adalet ve hoşgörüsünü dört kıtaya yaymak için
at sırtından inmeyen cihan padişahları. Yapılanlar kuru bir taht kavgası
mıydıydı?
Ve
geriden gelenler... Bırakılan mirasın taşına bile sahip olamayanlar!
Hudutları
belli değil çapının.
Eşiğinde
diz çök büyük kapının
Sırlarla
örtülü büyük yapının
Çiçeklerle
nakışlı yolları vardır.
Düşünceler
içinde ara yerden geçip ikinci kapıdan çıktı. Sur'un dış mahallesine çıkmıştı.
Önünde upuzun parke taşlı bir yol uzanıyordu. Bir hayli ilerde adliye binası,
onun yan tarafında da ceza evi vardı. Yolun üst yanında sol tarafta şirin bir
kır kahvesi, sağ tarafta az ilerde Hz. Süleyman Camisi bulunuyordu. İlerisinde
de tek katlı evlerden oluşan bir mahalle uzanıyordu. Asıl güzellik mahallenin
aşağı tarafında Dicle'ye bakan kesimindeydi. Yeşillikler arasında akan Dicle
nehri manzarasıyla her daim gözleri, gönülleri okşardı.
Eski
evler, eski yapılar, eski sokaklar, eski bahçeler, eski mahalleler... Bütün
bunlar onun gönlünü okşadığı kadar, onu hüzünlendiriyordu. Her tarafı saran
değişime karşılık, o, eski güzellikleri özlüyordu.
Adımları
düşüncelerine denkti. Başı önünde yavaş yavaş yürüyordu. Hz. Süleyman Camisi
minaresinden yükselen ezan sesiyle toparlandı. Sabah ezanı okunuyordu. Yönünü
camiden yana çevirdi. Kapısına yaklaştı, ayakkabılarını çıkarıp eline aldı,
içeri yürüdü, raflara bırakıp ilerledi. Henüz kimse yoktu. Diz çöktü, oturup
ezanı dinlemeye başladı. Günde beş vakit yapılan bu çağrı ne önemli bir
hatırlatmaydı. "Allahu ekber! Allah büyüktür!" Başını ellerinin arasına
aldı. Omuzlarında taşıdığı ağır mesuliyeti hissetti yeniden. İliklerine kadar
titredi birden. Altında ezileceğini sandığı mesuliyetin ağır yükü bazen
omuzlarını çökertiyordu. O ebedî âlemi kazanıp kaybetme davasının sorumluluğunu
yüreğinde taşıyan bir ummandı. İnsanlığın derdiyle dertlenen, sıkıntısıyla
hemdem olan bir umman...
Cemaat
yavaş yavaş arttı, saf oldular. Namazlarını kılıp selam verdiler, sıra
kalplerden lisanlara dökülen gönüllerin tercümanı duadaydı. Başlar göğüste
eller semada, münacat uzadı. Uzadı.
Omuzuna
bir elin hafifçe dokunmasıyla irkilir gibi oldu.Başını kaldırınca yanıbaşında
genç gönüldaşlarından Abdurrahim ile göz göze geldi. Samimî bir tevazu ile,
"Ağabey, bize de dua et." diyordu. Ahsen Bey elini yüzüne sürüp
sessizce doğruldu.
—
Dualar karşılıklıdır inşallah, diyerek elini uzattı, "Ne zaman
geldin?"
—
Dün akşam geldim ağabey.
—
Hoş geldin safalar getirdin. Pederle valide nasıllar?
—
İyiler, selamları var.
Memleketinden
dönen Abdurrahim ile sohbet ederek çıkış kapısına yöneldiler.
—
Sizi burada bulacağım sanki içime doğmuştu. Hafta sonudur, belki orada
bulabilirim düşüncesiyle çıkmıştım evden. Her halde Rabbim arzumu dua olarak
kabul etmiş olmalı ki sizinle karşılaştırdı beni.
—
Allah'ın sevdiği kullarına böyle hususî ikramları olurmuş bazen.
Ahsen
Bey mühendisti. Genç yaşına rağmen Diyarbakır’da sevilen, sayılan, gençlik
üzerinde önemli etkisi ve hizmeti olan bir insandı. Buralı değildi, buralı
olmak onun için önemli de değildi. Yörenin gençlerine, özellikle de üniversite
gençliğine, imanlarını kurtaracak ve o imanı sağlamlaştıracak hakikatleri
anlatmak için çabalıyordu. Onun için önemli olan buydu. Mevsim kış ise evinde;
yaz ise sahrada, açık havada, çoğunlukla Dicle'nin kıyısındaki bahçelerde
toplanıyorlardı. Yalnız değildi. Gece gündüz onunla birlikte olmaya can atan
gönüldaşları vardı. Abdurrahim ve Mesut gibi yahut dişçi Kadri veya bir imam,
bir üniversite öğrencisi; bazen de o, göreve, arazi çalışmasına giderken onunla
birlikte olmaya can atan gençler... Asımın nesline namzet pırıl, pırıl
gençler...
"Bakalım
arkadaşlardan gelenler var mı?" Diyerek sık sık oturup sohbet yaptıkları
tarafa yöneldiler. Sultan Süleyman Camisini geçince karakolla adliye binasının
arasından toprak bir yol uzanıyordu. Adliye binasını dönünce halkın 'yatır'
dediği ziyaret yeri göründü. Sırt sırta yatan bacı kardeşin kabriydi bunlar.
Bulundukları yer yüksekçe bir yerdi ve buradan Dicle nehri çok güzel
görünüyordu. Genelde kabrin arkasında kalan duvarın üzerinde oturup bu hoş
manzara karşısında kitap okur ve sohbet ederlerdi.
(Diyarbakır’da Hoyrat İstanbul’da Martı
Sesleri, 2006)