Gazeteci, siyaset adamı, tarihçi ve yazar (D. 1854, Huraki köyü / Dağıstan - Ö. 1917, İstanbul). Mizancı Murat olarak da bilinir. Tanzimat ve İkinci Meşrutiyet döneminin önemli bir fikir adamıdır. Babası, Hacı Mustafa Efendi’dir. Dağıstan’ın özgürlük savaşçısı Hacı Murat’a atfen kendisine Murat adı verildi. 1864’te rüştiye (ortaokul) öğrenimini bitirdikten sonra lise öğrenimini için Sivastopol’a gönderildi. 1873’te Sivastapol İdadisi (Lisesi)’ni bitirdi ve İstanbul’a geldi. Maliye Nazırı Dağıstanlı Şirvanizade Rüştü Paşa’nın konağına yerleşerek, onun tarafından korundu. Şirvanizade Halep valiliğine atanınca onunla birlikte Halep’e gitti. Şirvanizade’nin ölümü üzerine de İstanbul’a dönerek Sait Molla’nın oğullarına ders vermek üzere onun yalısına yerleşti.
Rusça ve Fransızca’yı bilen Mehmet Murat, Hariciye Nezareti Matbuat Kalemi’nde (Dışişleri Bakanlığı Basın-Yayın Müşavirliği) çevirmen olarak iş buldu. 1877’de Hilmi Molla’nın kızı Hasibe Hanım ile evlendi. 1877’de Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Okulu)’nde tarih ve coğrafya dersleri; 1880’de Darülmuallimin (Öğretmen Okulu)’de tarih dersleri vermeye başladı ve bu okulda müdürlük de yaptı. 1882 yılında da Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) Teftiş ve Muayene Heyeti üyeliğine atandı.
Murat Bey, 1876-77’de “Vakit” ve “İttihad” gazetelerinde siyasi konularla ilgili olarak düzenli olarak yazılar yayımladı. 1886 yılından sonra “Mizan” gazetesini çıkarmaya başladı. Yazılarında özgürlük ve meşrutiyet konularını işledi. Yönetime eleştiriler yöneltmesi, izlenmeye alınmasına ve şiddetli olarak baskı görmesine sebep oldu, gazetesi sansüre uğradı ve sık sık kapatıldı. 1890’da “Mizan”ın yayınını durdurdu. 1891’de Düyun-u Umumiye (Osmanlı Devleti dış borçlarını denetleyen kurum) komiserliği görevine getirildi ve dört yıl bu görevi sürdürdü. Memleketin kalkınması amacıyla hazırladığı reform önerisi padişahtan ilgi görmeyince, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Düyun-u Umumiye’deki yabancıların yönlendirmesiyle Avrupa’ya kaçtı.
Kasım 1895 yılının sonlarında Sivastopol üzerinden Dağıstan’a ve oradan da Kiev-Viyana yoluyla Paris’e giden Mehmet Murat, sürgün ya da değişik nedenlerle yurt dışında bulunan Jön Türkler ile ilişki kurdu. Ardından Ermeni sorununa bir çözüm bulmak umuduyla Londra’da Başbakan Lord Salisbury ve Ermeni komitacılarla görüştüyse de bir sonuç elde edemedi. Paris’e döndüğünde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris şubesi başkanlığını yürüten Ahmet Rıza’dan ilgi görmeyince Kahire’ye gitti ve “Mizan” gazetesini orada çıkarmaya devam etti. Bu dönemdeki yazılarında II. Abdülhamit’e ağır eleştirilerde bulundu. Bir makalesinde Sultan’ı tahttan ayrılmaya davet ettiği için idama mahkûm edildi.
Temmuz 1896 ayında tekrar Paris’e giden Mehmet Murat Bey, Kasım 1896’da yapılan kongrede Ahmet Rıza karşıtlarının desteğiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başına geçti. Cemiyetin merkezi Cenevre’ye taşınınca “Mizan” gazetesinin yayınını orada sürdürdü. İttihat ve Terakki bundan sonra, Mizancı Murat’ın başında olduğu Cenevre ve Ahmet Rıza’nın önderlik ettiği Paris kolu olmak üzere ikiye bölünmüştü. Mizancı Murat’ın cemiyet başkanlığı, 1897’de istifa etmesiyle sona erdi… O yıl, İstanbul’da ileri gelen bütün Jön Türkleri toplayıp Trablusgarp’a sürgüne gönderen padişah, Avrupa’daki Jön Türklerin İstanbul’a dönmesini ve tüm Jön Türk gazetelerinin kapatılmasını sağlamak için serhafiye (baş hafiye) Ahmet Celalettin Paşa’yı görevlendirdi. Mizancı Murat da İstanbul’a dönmeye ikna olan Jön Türkler arasındaydı. Gazetesinin yayınını durdurarak İstanbul’a döndü, ancak Ahmet Celalettin Paşa’nın padişah adına verdiği reform vaatlerini yapmadığını gördü. Bu cümleden olarak talep ettiği düşünce özgürlüğü sağlanmadığı gibi, Mizancı Murat göz hapsine alındı. 1899’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Maliye Dairesi üyeliğine getirildi ve1908’e kadar bu görevde kaldı.
İkinci Meşrutiyet (1908)’in ilanıyla birlikte bu görevinden ayrıldı ve “Mizan” gazetesini yeniden çıkarmaya başladı. Bu kez İslami bir çizgiye kaymış olarak, iktidardaki İttihat ve Terakki mensuplarına muhalefet etmeye başladı. Bu nedenle bir süre sonra gazetesi kapatıldı, kendisi gözaltına alındı. İttihat ve Terakki yönetimine karşı başlatılan 31 Mart İsyanı (13 Nisan 2009)’na karıştığı öne sürüldü. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra ömür boyu kalebentlik (uzak bir yerdeki kaleye kapatılma) cezası ile sürüldüğü Rodos ve Midilli’de yaklaşıl dört yıl kadar kaldı. Bu sırada on iki cilt olarak tasarladığı, “Tarih-i Ebülfaruk” adlı Osmanlı tarihinin, Köprülüler bölümü bölümünü de içine alan yedi ciltlik bölümünü yayımladı.
Mehmet Murat Bey, Tanzimat ve İkinci Meşrutiyet döneminin önemli bir fikir adamlarındandı. Adı, 1886 yılında yayımlamaya başladığı “Mizan” gazetesi ile özdeşleşmiş olduğundan hemen hemen tüm kaynaklarda “Mizancı Murat” olarak anılır. İkinci Meşrutiyetin ilan edilmesi için mücadele verdi. Kısa bir süre önderliğini bile yapmış olmasına karşın Jön Türklerle farklı düşüncelere sahip olduğundan, sonradan İttihat ve Terakki yönetimine muhalefet etmeye başlamıştı. Devletin resmi ideolojisinin Osmanlılık, kültürel ideolojisinin ise İslam birliği olması gerektiğini savundu. Kendi döneminde yetişen yeni kuşaklara tarih bilinci aşılamada etkili oldu. “Mizan” başka “Terakki”, “Vakit”, “İttihad” ve “Meşveret” gibi gazete ve dergilerde yazdı. Fikirleri, siyasî ve edebî hayatı, gazeteciliği ile önemli bir kişiliktir. Eleştiri alanında güzel örnekler verdi. “Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu” adlı dört perdelik oyunda, gençlerin evlendirilmeleri konusunu işledi. “Tarih-i Ebulfaruk” adlı eserinde Osmanlı tarihini felsefî açıdan işledi.
Mizancı Murat, 1912’de çıkarılan genel aftan yararlanarak sürgünden İstanbul’a dönmüştü. Sağaltım (tedavi olmak) için bir süre İsviçre ve Fransa’da bulunduktan sonra yine İstanbul’a döndü. Bundan sonra da kimi gazete ve dergiler yayımlamayı, İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmeyi sürdürdü. 15 Nisan 1917’de Anadolu Hisarı’ndaki yalısında yaşama gözlerini yumdu. Anılarını 1908’de “Mücahede-i Milliye” adı altında yayınlamıştı. Ayrıca 1892’de kaleme aldığı tek romanı “Turfanda mı Yoksa Turfa Mı?” da otobiyografik özellikler taşır.
ESERLERİ:
Tarih-i
Umumî (4 cilt, 1880-82), Muhtasar
Tarih-i İslâm (1885), Muhtasar
Târîh-i İslâm (1890), Turfanda mı Turfa mı? (1891, M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilerek Mansur
Bey adıyla, 1972), Devr-i Hamîdî Âsârı (1891), Le Palais de
Yıldız et
KAYNAKÇA: İsmail Habib / Edebi Yeniliğimiz (1932), Selim Nüzhet
Gerçek / Türk Gazeteciliği 1831-1931 (1931), Ahmet Bedevi Kuran / İnkılâb
Tarihimiz ve İttihad ve Terakki (1948), Şerif Mardin / Jön Türklerin Siyâsi
Fikirleri (1964), Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve
Mülkiyeliler (c. II, 1968), Kenan Akyüz / Modern Türk Edebiyatının Ana
Çizgileri (1969), Hilmi Ziya Ülken / Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (1979),
Birol Emil / Mizancı Murad Bey - Hayatı ve Eserleri (1979), Arslan Tekin /
Edebiyatımızda İsimler ve Terimler (2. bas. 1999), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve
Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), İsmail Parlatır / Büyük Türk Klâsikleri
(c. 9, 2004), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4,
2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Mansur
Bey'in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet girmeyeceği tabiiydi. O günkü
duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için
meydan bulamamıştı. Hattâ bundan dolayı kendisine bir nevi şaşkınlık gelmiş ve
bazı yerlerde, sanki yabancı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.
Şimdi
o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lâzımdı. Her biri hakkında
enine boyuna zihnini yormakla lezzet almak gerekiyordu.
Aklının
ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha
nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.
Çünkü
«dün» ile «yarın» arasında çok büyük fark olacaktı.
Çocukluk
çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Yarın başka bir âlemin kapısından içeriye
girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.
Ayakta
yürümeğe güç kazandığı günden itibaren ebedî istirahat gününe kadar vâka
insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat
Mansur Bey'in yarından itibaren yükleneceği
vazife dünkü vazifesine katiyen benzemeyecekti.
Ömrünün en büyük bir
inkılâbında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek
üzere
kapıya kadar gelmişti.
Bu halde bir kere geriye
dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak,
başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulunan varlığı temize çıktığına inanmış bir
vicdan ile kuvvetlendirmek tabiî idi.
Zihni evvelâ hayatının başlangıcına, anavatanı
bulunan Cezayir çöllerine kadar uzandı.
Fransız istilâsının kendi ailesinin başına getirdiği felâketi düşündü.
Mala, mülke, paraya,
büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan bir çeşit teba'aya bile sahip köklü bir sülâle
mahvolmuş, ocak sönmüş, aile fertlerinden kimi vatanı korumak için şehadet şerbetini
içmiş, kimi esir olarak
düşman elinde kalmış, kimi de başka diyara
göç etmişti. «İbn-i Galib» namıyla ün salmış olan ecdadı Büyük Sahra'ya
yakın bir bölgede kurdukları beyliği, iki
asırdan ziyade etrafın taarruzlarından koruyabilmişlerdir. Fransızların ilk
tecavüzleri, kendi menfaatlerine doğrudan
doğruya dokunmamışken, «İbn-i Galib»ler, komşularını birlik ve ittifaka
davet ederek ve kendilerini herkes için örnek
göstererek vatanı korumak uğrunda hayatlarını
feda etmişlerdi. Kahramanlık ve vatanseverlikleri Cezayir halkı
arasında saygı uyandırmış, Fransızların ise
aksine hırs ve düşmanlığına sebep olduğu gibi, şöhretleri
Cezayir sınırları içinde kalmayıp daha da uzaklara yayılmış, hayranlıkla bahsedilir olmuştu.
İstilâdan sonra
Fransa hükümeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok
yaranmalar göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.
Mansur Bey'in babası Ebulmansur, güney
diyarına sığınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına
geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz
doldurmamıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten çerkes cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel
tutardı.
İbn-i Galib'ler, Araplaşmış
Türk ve Osmanlı asıllıydılar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed
Ağa'yı, hizmetine mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları,
Cezayir ile haberleşme ve mektuplaşmayı
zorlaştırdığı için çocukken
Macaristan'dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir
fırsattan istifadeyle o zaman henüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna
sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk
ile sözde devlet adına olarak idaresi
altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeğe başlamıştı.
Ahmed Ağa'ya
«mütegallib» (zorba) dedikleri gibi evlâtlarına «İbn-i Mütegallib» (zorba -
oğulları) demişlerdi. Lâkin bu lâkabdan hoşlanmadıkları için onu «İbn-i Galib»e değiştirmeğe muvaffak olmuşlardı. Mansur Bey'in dedesi bulunan İbn-i Galib'in dört oğlundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey'in en küçük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra
babası gibi şehit olmuştu. Onun da,
Mansur Bey'den bir sene sonra doğmuş
Zehra adında bir kızdan başka neslinden kimse kalmamıştı.
Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası
Şeyh Salih el-Magribî, istilânın ilk zamanında
Cezayir'i terk ederek ailesiyle
beraber Hilâfet merkezine sığınmıştı.
Yalnız büyük amcası
Ahmed-el Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü
memleketi terk etmek istememiş
ve ilk mağlûbiyetin ertesinden itibaren Fransızlara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransızların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice
yükselerek Cezayir şehrinin içine
yerleşmişti. Saray gibi konağı ve
debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin
diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı
olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve
alçak gönüllülük göstermesinden
dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nefret etmeleri hususuydu. Hattâ bazı tabir
meraklıları, Ahmed el-Nâsır yerine «Ahmed-el Nasranî» lâkabını işittirmeğe
çalışırlardı.
Sülâlenin diğer emekdarları gibi Mansur
ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed
el-Nâsır'ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına
el koymuşlar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nâsır'ın aracılığıyla
Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten
maaşlar bağlanmıştı. Ahmed el-Nâsır tek koruyucuları bulunmak iddiasıyla onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi
maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.
Konağına gelen giden çok bulunurdu.
Bilhassa Fransız subaylarıyla madamları
eksik olmazdı. Ahmed el-Nâsır da
madamlarla görüşmeğe pek arzulu bulunduğundan biraz Fransızca ile kâğıt
oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selâmlık salonunda piyano sesiyle
eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada
da oyuncularla çevrili kumar masası
eksik olmazdı.
Bundan dolayı Ahmed el-Nâsır tabu olarak
gelen gidenle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığını göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra'yı
şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu.
Bu suretle konağın bir köşesinde
sanki beş kişilik bir mektep sınıfı
açılmış bulunuyordu.
Mansur o vakit yedi,
Zehra da altı yaşlarındaydılar.
Ahmed el-Nâsır'ın
dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı
yaradılıştan sevimli çocuklardı.
Olmasalar bile «efendizâde» olmak dolayısıyla tabii sevilecek, hürmet edilecek,
huysuzluklarına varıncaya kadar her şeylerine
katlanılacaktı.
(Turfanda mı Turfa mı?, 1980)