Mizancı Mehmed Murad

Gazeteci, Tarihçi, Siyasetçi, Yazar

Ölüm
Eğitim
Sivastapol İdadisi (Lise)
Diğer İsimler
Mizancı Murat, Mizancı Murad

Gazeteci, siyaset adamı, tarihçi ve yazar (D. 1854, Huraki köyü / Dağıstan - Ö. 1917, İstanbul). Mizancı Murat olarak da bilinir. Tanzimat ve İkinci Meşrutiyet döneminin önemli bir fikir adamıdır. Babası, Hacı Mustafa Efendi’dir. Dağıstan’ın özgürlük savaşçısı Hacı Murat’a atfen kendisine Murat adı verildi. 1864’te rüştiye (ortaokul) öğrenimini bitirdikten sonra lise öğrenimini için Sivastopol’a gönderildi. 1873’te Sivastapol İdadisi (Lisesi)’ni bitirdi ve İstanbul’a geldi. Maliye Nazırı Dağıstanlı Şirvanizade Rüştü Paşa’nın konağına yerleşerek, onun tarafından korundu. Şirvanizade Halep valiliğine atanınca onunla birlikte Halep’e gitti. Şirvanizade’nin ölümü üzerine de İstanbul’a dönerek Sait Molla’nın oğullarına ders vermek üzere onun yalısına yerleşti.

Rusça ve Fransızca’yı bilen Mehmet Murat, Hariciye Nezareti Matbuat Kalemi’nde (Dışişleri Bakanlığı Basın-Yayın Müşavirliği) çevirmen olarak iş buldu. 1877’de Hilmi Molla’nın kızı Hasibe Hanım ile evlendi. 1877’de Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Okulu)’nde tarih ve coğrafya dersleri; 1880’de Darülmuallimin (Öğretmen Okulu)’de tarih dersleri vermeye başladı ve bu okulda müdürlük de yaptı. 1882 yılında da Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) Teftiş ve Muayene Heyeti üyeliğine atandı.

Murat Bey, 1876-77’de “Vakit” ve “İttihad” gazetelerinde siyasi konularla ilgili olarak düzenli olarak yazılar yayımladı. 1886 yılından sonra “Mizan” gazetesini çıkarmaya başladı. Yazılarında özgürlük ve meşrutiyet konularını işledi. Yönetime eleştiriler yöneltmesi, izlenmeye alınmasına ve şiddetli olarak baskı görmesine sebep oldu, gazetesi sansüre uğradı ve sık sık kapatıldı. 1890’da “Mizan”ın yayınını durdurdu. 1891’de Düyun-u Umumiye (Osmanlı Devleti dış borçlarını denetleyen kurum) komiserliği görevine getirildi ve dört yıl bu görevi sürdürdü. Memleketin kalkınması amacıyla hazırladığı reform önerisi padişahtan ilgi görmeyince, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Düyun-u Umumiye’deki yabancıların yönlendirmesiyle Avrupa’ya kaçtı.

Kasım 1895 yılının sonlarında Sivastopol üzerinden Dağıstan’a ve oradan da Kiev-Viyana yoluyla Paris’e giden Mehmet Murat, sürgün ya da değişik nedenlerle yurt dışında bulunan Jön Türkler ile ilişki kurdu. Ardından Ermeni sorununa bir çözüm bulmak umuduyla Londra’da Başbakan Lord Salisbury ve Ermeni komitacılarla görüştüyse de bir sonuç elde edemedi. Paris’e döndüğünde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris şubesi başkanlığını yürüten Ahmet Rıza’dan ilgi görmeyince Kahire’ye gitti ve “Mizan” gazetesini orada çıkarmaya devam etti. Bu dönemdeki yazılarında II. Abdülhamit’e ağır eleştirilerde bulundu. Bir makalesinde Sultan’ı tahttan ayrılmaya davet ettiği için idama mahkûm edildi.

Temmuz 1896 ayında tekrar Paris’e giden Mehmet Murat Bey, Kasım 1896’da yapılan kongrede Ahmet Rıza karşıtlarının desteğiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başına geçti. Cemiyetin merkezi Cenevre’ye taşınınca “Mizan” gazetesinin yayınını orada sürdürdü. İttihat ve Terakki bundan sonra, Mizancı Murat’ın başında olduğu Cenevre ve Ahmet Rıza’nın önderlik ettiği Paris kolu olmak üzere ikiye bölünmüştü. Mizancı Murat’ın cemiyet başkanlığı, 1897’de istifa etmesiyle sona erdi… O yıl, İstanbul’da ileri gelen bütün Jön Türkleri toplayıp Trablusgarp’a sürgüne gönderen padişah, Avrupa’daki Jön Türklerin İstanbul’a dönmesini ve tüm Jön Türk gazetelerinin kapatılmasını sağlamak için serhafiye (baş hafiye) Ahmet Celalettin Paşa’yı görevlendirdi. Mizancı Murat da İstanbul’a dönmeye ikna olan Jön Türkler arasındaydı. Gazetesinin yayınını durdurarak İstanbul’a döndü, ancak Ahmet Celalettin Paşa’nın padişah adına verdiği reform vaatlerini yapmadığını gördü. Bu cümleden olarak talep ettiği düşünce özgürlüğü sağlanmadığı gibi, Mizancı Murat göz hapsine alındı. 1899’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Maliye Dairesi üyeliğine getirildi ve1908’e kadar bu görevde kaldı.

İkinci Meşrutiyet (1908)’in ilanıyla birlikte bu görevinden ayrıldı ve “Mizan” gazetesini yeniden çıkarmaya başladı. Bu kez İslami bir çizgiye kaymış olarak, iktidardaki İttihat ve Terakki mensuplarına muhalefet etmeye başladı. Bu nedenle bir süre sonra gazetesi kapatıldı, kendisi gözaltına alındı. İttihat ve Terakki yönetimine karşı başlatılan 31 Mart İsyanı (13 Nisan 2009)’na karıştığı öne sürüldü. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra ömür boyu kalebentlik (uzak bir yerdeki kaleye kapatılma) cezası ile sürüldüğü Rodos ve Midilli’de yaklaşıl dört yıl kadar kaldı. Bu sırada on iki cilt olarak tasarladığı, “Tarih-i Ebülfaruk” adlı Osmanlı tarihinin, Köprülüler bölümü bölümünü de içine alan yedi ciltlik bölümünü yayımladı.

Mehmet Murat Bey, Tanzimat ve İkinci Meşrutiyet döneminin önemli bir fikir adamlarındandı. Adı, 1886 yılında yayımlamaya başladığı “Mizan” gazetesi ile özdeşleşmiş olduğundan hemen hemen tüm kaynaklarda “Mizancı Murat” olarak anılır. İkinci Meşrutiyetin ilan edilmesi için mücadele verdi. Kısa bir süre önderliğini bile yapmış olmasına karşın Jön Türklerle farklı düşüncelere sahip olduğundan, sonradan İttihat ve Terakki yönetimine muhalefet etmeye başlamıştı. Devletin resmi ideolojisinin Osmanlılık, kültürel ideolojisinin ise İslam birliği olması gerektiğini savundu. Kendi döneminde yetişen yeni kuşaklara tarih bilinci aşılamada etkili oldu.Mizan” başka “Terakki”, “Va­kit”, “İttihad” ve “Meşveret  gibi gazete ve dergilerde yazdı. Fikirleri, siyasî ve edebî hayatı, gazeteciliği ile önemli bir kişiliktir. Eleştiri alanında zel örnekler verdi. “Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu adlı dört perdelik oyunda, gençlerin evlendirilmeleri konusunu işledi. “Tarih-i Ebulfarukadlı eserinde Osmanlı ta­rihini felsefî açıdan işledi.

Mizancı Murat, 1912’de çıkarılan genel aftan yararlanarak sürgünden İstanbul’a dönmüştü. Sağaltım (tedavi olmak) için bir süre İsviçre ve Fransa’da bulunduktan sonra yine İstanbul’a döndü. Bundan sonra da kimi gazete ve dergiler yayımlamayı, İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmeyi sürdürdü. 15 Nisan 1917’de Anadolu Hisarı’ndaki yalısında yaşama gözlerini yumdu. Anılarını 1908’de “Mücahede-i Milliye” adı altında yayınlamıştı. Ayrıca 1892’de kaleme aldığı tek romanı “Turfanda mı Yoksa Turfa Mı?” da otobiyografik özellikler taşır.

ESERLERİ:

Tarih-i Umumî (4 cilt, 1880-82), Muhtasar Tarih-i İslâm (1885), Muhtasar Târîh-i İslâm (1890), Turfanda mı Turfa mı? (1891, M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilerek Mansur Bey adıyla, 1972), Devr-i Hamîdî Âsârı (1891), Le Palais de Yıldız et la Sublime Port (Paris, 1896; Yıldız Saray-ı Hümayunu ve Babıali adıyla, Kahire, 1895), Müdafaa Niyetine Bir Tecavüz (Paris, 1896), La Force et la Faiblesse de la Turquie (Türkiye’nin Kuvvet ve Zaafı, Cenevre, 1897), Hürriyet Vadisinde Bir Pençe-i İstibdat (1908), Mücahede-i Milliye (1908), Tarih-i Ebul-Faruk (Osmanlı tarihi, 7 cilt, 1909-14), Akıldan Bela (çeviri oyun, Griboyedov’dan, 1883), Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu (komedi, 1909), Enkaz-ı İstibdat İçinde Züğürdün Tesellisi (1911), Meskenet Mazeret Teşkil Eder mi? (1911), Taharrî-yi İstikbal (2 cilt, 1913-14), Tatlı Emeller Acı Hakikatler (1912).

KAYNAKÇA: İsmail Habib / Edebi Yeniliğimiz (1932), Selim Nüzhet Gerçek / Türk Gazeteciliği 1831-1931 (1931), Ahmet Bedevi Kuran / İnkılâb Tarihi­miz ve İttihad ve Terakki (1948), Şerif Mardin / Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri (1964), Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (c. II, 1968), Kenan Akyüz / Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1969), Hilmi Ziya Ülken / Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (1979), Birol Emil / Mizancı Murad Bey - Hayatı ve Eserleri (1979), Arslan Tekin / Edebiyatımızda İsimler ve Terimler (2. bas. 1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), İsmail Parlatır / Büyük Türk Klâsikleri (c. 9, 2004), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). 

TURFANDA MI TURFA MI?’dan

Mansur Bey'in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet girmeyeceği tabiiydi. O günkü duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için meydan bulamamıştı. Hattâ bundan dolayı kendisi­ne bir nevi şaşkınlık gelmiş ve bazı yerlerde, sanki yaban­cı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.

Şimdi o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lâzımdı. Her biri hakkında enine boyuna zihnini yormak­la lezzet almak gerekiyordu.

Aklının ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.

Çünkü «dün» ile «yarın» arasında çok büyük fark olacaktı.

Çocukluk çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Ya­rın başka bir âlemin kapısından içeriye girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.

Ayakta yürümeğe güç kazandığı günden itibaren ebe­dî istirahat gününe kadar vâka insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat Mansur Bey'in yarından itibaren yükleneceği vazife dünkü vazifesine katiyen ben­zemeyecekti.

Ömrünün en büyük bir inkılâbında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek üzere kapıya kadar gelmişti.

Bu halde bir kere geriye dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak, başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulu­nan varlığı temize çıktığına inanmış bir vicdan ile kuv­vetlendirmek tabiî idi.

Zihni evvelâ hayatının başlangıcına, anavatanı bulu­nan Cezayir çöllerine kadar uzandı. Fransız istilâsının kendi ailesinin başına getirdiği felâketi düşündü.

Mala, mülke, paraya, büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan bir çeşit teba'aya bile sahip köklü bir sülâle mahvolmuş, ocak sönmüş, aile fertlerin­den kimi vatanı korumak için şehadet şerbetini içmiş, kimi esir olarak düşman elinde kalmış, kimi de başka diyara göç etmişti. «İbn-i Galib» namıyla ün salmış olan ecdadı Büyük Sahra'ya yakın bir bölgede kurdukları bey­liği, iki asırdan ziyade etrafın taarruzlarından koruyabil­mişlerdir. Fransızların ilk tecavüzleri, kendi menfaatle­rine doğrudan doğruya dokunmamışken, «İbn-i Galib»ler, komşularını birlik ve ittifaka davet ederek ve kendilerini herkes için örnek göstererek vatanı korumak uğrunda hayatlarını feda etmişlerdi. Kahramanlık ve vatansever­likleri Cezayir halkı arasında saygı uyandırmış, Fransız­ların ise aksine hırs ve düşmanlığına sebep olduğu gibi, şöhretleri Cezayir sınırları içinde kalmayıp daha da uzak­lara yayılmış, hayranlıkla bahsedilir olmuştu.

İstilâdan sonra Fransa hükümeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok yaranmalar göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.

Mansur Bey'in babası Ebulmansur, güney diyarına sı­ğınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz doldurma­mıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten çerkes cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel tu­tardı.

İbn-i Galib'ler, Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıydı­lar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed Ağa'yı, hizmeti­ne mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları, Ceza­yir ile haberleşme ve mektuplaşmayı zorlaştırdığı için ço­cukken Macaristan'dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir fırsattan istifadeyle o zaman he­nüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk ile sözde devlet adına olarak idaresi altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeğe başlamıştı.

Ahmed Ağa'ya «mütegallib» (zorba) dedikleri gibi ev­lâtlarına «İbn-i Mütegallib» (zorba - oğulları) demişlerdi. Lâkin bu lâkabdan hoşlanmadıkları için onu «İbn-i Galib»e değiştirmeğe muvaffak olmuşlardı. Mansur Bey'in dedesi bulunan İbn-i Galib'in dört oğ­lundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey'in en kü­çük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra babası gibi şehit olmuştu. Onun da, Mansur Bey'den bir sene sonra doğmuş Zehra adında bir kızdan başka neslinden kimse kalmamıştı.

Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası Şeyh Salih el-Magribî, istilânın ilk zamanında Cezayir'i terk ederek ailesiyle beraber Hilâfet merkezine sığınmıştı.

Yalnız büyük amcası Ahmed-el Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü memleketi terk etmek istememiş ve ilk mağlûbiyetin ertesinden itibaren Fransız­lara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransız­ların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice yüksele­rek Cezayir şehrinin içine yerleşmişti. Saray gibi konağı ve debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve alçak gönüllülük göstermesin­den dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nef­ret etmeleri hususuydu. Hattâ bazı tabir meraklıları, Ahmed el-Nâsır yerine «Ahmed-el Nasranî» lâkabını işittir­meğe çalışırlardı.

Sülâlenin diğer emekdarları gibi Mansur ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed el-Nâsır'ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına el koymuş­lar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nâsır'ın aracılığıyla Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten maaşlar bağlanmıştı. Ahmed el-Nâsır tek koruyucuları bulunmak iddiasıy­la onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.

Konağına gelen giden çok bulunurdu. Bilhassa Fran­sız subaylarıyla madamları eksik olmazdı. Ahmed el-Nâsır da madamlarla görüşmeğe pek arzulu bulunduğundan bi­raz Fransızca ile kâğıt oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selâmlık salonunda piyano sesiyle eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada da oyuncularla çevrili kumar masası eksik olmazdı.

Bundan dolayı Ahmed el-Nâsır tabu olarak gelen gi­denle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığı­nı göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra'yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasın­dan başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın bir köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış bulunuyordu.

Mansur o vakit yedi, Zehra da altı yaşlarındaydılar.

Ahmed el-Nâsır'ın dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı yaradılıştan sevimli ço­cuklardı. Olmasalar bile «efendizâde» olmak dolayısıyla tabii sevilecek, hürmet edilecek, huysuzluklarına varınca­ya kadar her şeylerine katlanılacaktı.

                                                       (Turfanda mı Turfa mı?, 1980)

MİZANCI MEHMED MURAD BEY VE ROMANINA DAİR

Murad Bey bir edebiyatçı olmaktan ziyade politikacı bir fikir adamıdır. O itibarla asıl şöhretini yapan Mizan, devrin diğer gazeteleri gibi bir havadis gazetesi değil, bir fikir politikacılığı organıdır. Bu gazetenin sütunlarında ele alınan her mesele, günlük şartlar ve ihtiyaçlardan değil, muayyen bir ana fikirden hareket edilerek tetkik, muha¬keme ve mukayese edilir. Tutulan yol ve varılan sonuç hep aynıdır : Osmanlı Türkiyesi'nin siyasî ve coğrafî bü-tünlüğünü muhafaza edecek, dayandığı dinî, ahlâkî, kül¬türel değerleri koruyacak, onu çağdaş bir cemiyet halinde yeniden «Devlet-i edeb-müddet» yapacak çareler, kalkın¬ma tedbirleri, reform teklifleri... Dış politikadan kültür meselesine, maliyeden dine kadar her problem yalnız bu adeseden görülür ve Osmanlı Türkiyesi hakkındaki tenkid ve teklifler hep bu fikrin etrafında döner. 
Murad Bey'in eserlerinde bugün içinde değerli ve geçerli sayılabilecek fikirler vardır. Fakat bir iki ilmî araştırmanın dışında Türk okuyucusu onlardan habersizdir. Edebiyatta devir, şahsiyet ve eser bir bütün olduğuna göre, Murad Bey'i böyle bir bütün içinde görmek ve romanın da devre bağlı sosyal ve ideolojik zeminini daha iyi anlamak için fikirlerini geniş okuyucu kitlesine tanıtmakta fayda vardır.  (…)
Murad Bey'de de, devrin diğer aydınları gibi ideolojik bir tavır vardır. Bu tavır, siyasî planda Osmanlıcılık, kültür planında İslâmcılıktır. Osmanlıcılık, devletin de resmî ideolojisi olarak, azınlıkların istiklâl dâvâlarını ve onlara verilmiş hakları durmadan istismar eden Avrupa’nın müdahalesini önleyecektir. İslamcılık, dine olduğu kadar kültür birliğine dayanan bir ideolojidir : Dünyada¬ki bütün Müslümanların, İslâm hilâfetinin temsilcisi Os¬manlı hanedanı etrafında, ortak bir inanç ve kültür birli¬ği kurmaları gayesini güder Murad Bey, bu konuda, çok dikkate değer bir fikir ileri   sürer : Osmanlı ülkesinde Hıristiyanların kurdukları «Ruhban Cemiyetleri», «İncil Cemiyetleri», «Misyoner Mektepleri» gibi aslında Müslü¬man çocukların kafalarını zehirleyen ve Hıristiyanlığın
propaganda merkezlerinden başka bir şey olmayan kuru¬luşlara karşı, «Cemiyeti Hamidiye» adıyla dînî ve millî müesseseler açılmalıdır. Bu müesseseler, ayni zamanda Müslümanlar arasında sosyal ve manevî dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayacaktır. Ayrıca kurulacak bir Îslâm kültür sitesinde, dünyanın her tarafından gelecek Müslü¬man gençler ayni iman ve kültür içinde yoğrularak, çağ¬daş ilimleri de öğrenmek suretiyle hem kendi ülkelerini, hem de topyekûn İslâm dünyasını yükselteceklerdir. Böy¬lece yüzyıllardır İslâm'a karşı daima Haçlı zihniyetiyle hareket etmiş olan Avrupa karşısında «Hilâl» kurtarıl¬mış ve yüceltilmiş olacaktır. (…)
Murad Bey'in tefekkür tarzında tarih ön planda gelir. Hemen bütün eserlerinde görüldüğü üzere, tarih, onun için hem bir ders, hem bir şuur, hem de bir düşünce di¬siplinidir. Fikirlerinin, muhakeme ve mukayeselerinin da¬yandığı ana zemin tarihtir. Nihayet kendi fikrî gelişme¬sinde ve şahsiyetinin müessir olmasında tarihçiliğinin ro¬lü büyüktür. Bu itibarla devrinde ve sonradan çok müna¬kaşa edilmiş, bilhassa ilmî tarih görüşü zaviyesinden ten¬kit edilmiş olmasına rağmen, on beş cildi bulan tarih kitapları tarih bilginlerinin ihmal ettikleri, fakat kültür ta¬rihçilerinin önemle üzerinde durmaları gereken eserlerdir. Bilhassa yedi ciltlik «Tarih-i Ebul-faruk», —Yahya Kemal bu eseri «Murad Bey'in zekâsının son ışığı» diye vasıflan¬dırır— Osmanlı tarihinin felsefesini yapmak iddiasında olan bir kitaptır. Murad Bey'in hiç olmazsa hacim itibariyle bu son büyük tahlil ve terkip eseri, Tanzimat'tan sonra tarih sahasında nakiler ve vak'anüvisçi tarihçilikten tefekkür ve muhakemeye dayanan    ideolojik tarihçiliğe geçişte ihmal edilmemesi gereken bir örnektir. (…)
Çeşitli edebiyat görüşleri arasında bir tanesi vardır ki, ancak ona uymakla millî bir edebiyat   vücuda getirmek mümkündür. Bu «edebiyatı ahlâkiyye», ahlakî edebiyattır :
«Ahlâkî edebiyat, insandaki hayvanî temayüllerin tatmini için bir yol göstermek yahut cemiyetin hâlihazır manevî hayatını tasvir etmekle yetinmeyip, millî idealle¬re verdiği cazibeli şekil ve görünüşler sayesinde gelecek¬teki hayatına da tesir etmek ve millî gayreti bir takım yüksek gayelere doğru yöneltmek ve harekete geçirmekle mükelleftir. (Üdebâmızın Nümûne-i İmtisalleri, Mizan, 19 Kanun-i sâni 1888, nr. 40, s. 335).
Murad Bey, bu görüşle eski Türk edebiyatını, sun'i, hakikat ve tabiat dışı, İran edebiyatı taklidi sayar, «iki üç yüz senelik gaflet uykusu» olarak vasıflandırır. Yeni ede¬biyatı ise Avrupa taklidi addeder. Her ikisinin ortak zaafı, taklide düşkünlük ve ahlâkî edebiyata önem vermemiş olmalarıdır.
Gerçi edebiyat ile ahlâkı birleştiren ve «edeb»den gelen edebiyata kendi dışında bir terbiye ve sosyal fayda gayesi gösteren bu anlayışın bir kolu Şinasi'ye, diğer ko¬lu Namık Kemal'e giden geleneği mevcuttur. Fakat Mu¬rad Bey'in Türk tenkit tarihine getirdiği yenilik, edebî tenkitlerinde, roman ve piyesinde bunu bizzat uygulama¬sı, nazarîde kalmayarak tatbikî tenkit örnekleri verme-sidir. (…)
Murad Bey'in ahlâkî edebiyat telâkkisinden ve bu tenkitlerin başlığından da anlaşıldığı üzere edebiyatta, bilhassa roman ve tiyatroda esas, bir milletin bugünü ve geleceği için örnek teşkil edecek tipler yaratmaktır. Vakanın ehemmiyeti yoktur. Hakikat hissi vermek şartıyla vak'a uydurma olabilir. Fakat, roman ve tiyatro şahısları, ferdî özelliklerden ziyade bir milletin ortak vasıflarını, hâkim temayüllerini temsil eden, geniş kitlenin farkında olmadan vicdanında taşıdığı duygu, düşünce ve idealleri uyandıran tipler olmalıdır. Cemiyetteki rolleri bakımın¬dan Ziya Gökalp'ın «Mefkure» anlayışını hatırlatan bu tipler, bugünden ziyade geleceğin yaratıcısı, aktif, dina¬mik, sosyal şuuru, sorumluluk hissi, şahsiyet duygusu son derece kuvvetli «misyon» sahibi kahramanlardır. Bunlar roman veya piyes sayfalarından kopup hayata geçtikçe, cemiyette onları örnek alan canlı fertlerin sayısı çoğaldık¬ça bir millet her bakımdan mesut bir geleceğe namzet demektir. Hatta bu tiplerin azlık olması da önemli değil¬dir. Mühim olan geniş kitleyi sarsıcı ve uyandırıcı bu «numûne-i imtisaller»in önce edebiyatçılar tarafından tasav¬vur ve tasvir edilmesi ve sonra cemiyete mal olmasıdır. (…)
(Mizancı Mehmed Murad Bey / Turfanda mı Turfa mı?, Giriş’ten, Birol Emil, Mizancı Mehmed Murad Bey ve Romanına Dair, 1980).

Yazar: BİROL EMİL

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör