Yunus Emre

Tasavvuf Şairi

Ölüm
-
-
Diğer İsimler
Tapduk Emre

Tasavvuf şairi. Hayatı hakkında kesin bilgilere sahip olamadığımız Yunus Emre’yle ilgili bildiklerimiz, din ve tasavvuf büyüklerinin rivayetlerinden oluşan menkıbelere dayanır. Risaletü’n-Nushiye adlı mesnevisini 1307 / 1308’de yazmış olmasından yola çıkarak XIV. yüzyılın başlarına kadar yaşadığı kabul edilir. Son araştırmalara göre 1240 / 1241’de, muhtemelen Eskişehir’de doğduğu, seksen iki yıl yaşayarak 1320 / 1321’de öldüğü tahmin ediliyor. İki defa evlendiği ve bu evliliklerden iki çocuğunun olduğu, Konya, Şam ve Azerbaycan’ı dolaştığı bilinmektedir. Âşık Çelebi, Rıza Tevfik, Bursalı Mehmet Tahir, Hüseyin Vassaf gibi araştırmacılar şairin okuma-yazma bilmediğini, medrese eğitiminden geçmediğini; İsmail Hakkı Bursevî, Abdülbaki Gölpınarlı, Faruk Kadri Timurtaş gibi araştırmacılar ise medrese eğitimi almış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yunus’un ümmiliğini Hz. Peygamber’den kinaye bir ümmilik kabul edenler de vardır. Aslında Yunus, ümmi olmadığını düşündürecek kadar ilim sahibidir. Onun ilmi, ilahi aşk ve güzel ahlakla elde edilmiş ledünni (ilham yoluyla elde edilmiş) bir ilimdir.

Menkıbeleri ve şiirlerinden anlaşıldığına göre Yunus Emre, tasavvuf yoluna girmeden önce güçlü bir medrese öğrenimi görerek yetişti. Yunus Emre’nin menkıbevî hayatı daha çok Hacı Bektaş-ı Veli “Velâyetnâme”sine dayanır. Rivayetlerden birine göre, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıkar ve “Ben bir fakir kişiyim, bu yıl ekinimden nasip alamadım. Ümittir ki bu yemişi alıp buğday verirsiniz” der. Birkaç gün bekledikten sonra ayrılacağı Hacı Bektaş’a haber verilir. O da, “Sorun bakalım buğday mı ister, nefes mi?” der. Yunus’un buğday cevabı bildirilince Hacı Bektaş-ı Veli, “Varın söyleyin alıcın her tanesi için bir (iki) nefes verelim” buyurur. Cevaben Yunus Emre “Ehlim var, nefes karın doyurmaz. Lütuf ederse buğday versinler, kifaf edelim” der. Hacı Bektaş-ı Veli bu defa “Alıcın her çekirdeğine on nefes verelim” dese de o kabul etmez. Kendisine istediği kadar buğday verilir. Yunus Emre yolda buğdayıyla giderken “ Vilâyet eri bana nasip sundu, alıcın her çekirdeğine karşı on nefes verdi, ne olmayacak iş ettim. Buğday sayılı günde tükenir, nefes bir ömür yeter. Ola ki himmet eder, nasibi verir” diye düşünür. Dergâha varıp halini arz eder. Hacı Bektaş’a isteği haber verilince, “O şimdiden sonra olmaz, biz onun kilidini Tapduk Emre’ye verdik” der. Yunus Emre bunun üzerine Tapduk Emre’ye gider. Tapduk Emre, “Hoş geldin, halin bize arz olundu. Hizmet et, emek yetir, nasibini al” buyurur. Bunun üzerine Yunus Emre, Tapduk dergâhına kırk yıl odun taşır. Bu kırk yıl boyunca Yunus Emre’deki istidat, tasavvufî eğitim yoluyla işlenir; teslimiyeti, samimi hizmetleri sonucu olgunluk mertebesine erer. Daha sonra şiirleriyle halkı irşat etmek üzere yeniden gurbete çıktı.

Yunus Emre, Konya, Şam ve Azerbaycan dahil geniş sayılabilecek bir coğrafyayı dolaştı. Çağdaşı büyük mutasavvıf Mevlâna Celaleddin’le görüştü. Yolculuğunu, doğduğu yer olan Porsuk çayının Sakarya’ya döküldüğü Sarıköy’e dönerek tamamladı. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de, gömüldüğü yere, 1970 yılında, yeni bir anıt-mezar yapıldı. Anadolu’nun birçok bölgesinde ona ait mezarın bulunması şaire duyulan büyük sevginin göstergesidir.

Kendisinden sonra gelen binlerce düşünce ve sanat adamını derinden etkileyen, şiirleri bugün de en az aydınlar kadar halk arasında da dillerden düşmeyen Yunus Emre’nin, Türkçe edebiyatın en büyük şairi olduğunu söylemek yanlış sayılmaz. Yunus Emre, şiirlerinde kullandığı süsten, gösterişten uzak temiz bir Türkçe ile şiirimizin en temiz ve berrak kaynaklarından birini oluşturdu. Allah ve insan sevgisini, dostluğu, kardeşliği, merhamet ve yardımlaşmayı öğütleyen İslâm tasavvufundan kaynaklanan ve güçlü bir lirizmle beslediği şiirleri yüzyılları aşıp geldi. Bazı şiirlerinde aruzu, büyük çoğunlukla hece ölçüsünü kullanan Yunus Emre’nin Divan’ında üç yüz altmış kadar ilahî ve nefes toplanmıştır. Şiirinin temel birimi beyit, biçimi ilâhidir. Müstezat ilâhiyi sever. Aruzla yazar, Türkçe hece ölçüsüne uygun olan “hezec” ve “recez” bahrlarını kullanır çoğunlukla. Dizelerini hece ölçüsünün (4+4) durağını tekrarlayarak kurar. Nadiren “remel” bahrını kullanır. Bir taraftan Türkçeye giren Farsça ad ve sıfat tamlamalarını Türkçe tamlamaya dönüştürürken, öte yandan Farsçadan yararlanarak Türkçe deyimler yaratır. Kusursuz bir kafiye yapısı vardır. Şiirleri lirik ve gizemcidir.

Türk tasavvuf edebiyatının ilk büyük şairi olan Yunus Emre, bir ozan yahut bir saz şairi değil, dinî-tasavvufî Türk edebiyatı alanında kendine özgü bir tarzın temsilcisidir. Kur’an ve Sünnet esaslarından hareketle bütün insanlığı Allah’ı zikre ve kardeşliğe davet eden şair, şiirlerinde ölüm, fânilik, gurbet ve dervişlik konularını işledi. Yine de onun şiirlerinde en çok işlediği konu ilahî aşktır. Ona göre “aşk makamı” yüce bir makamdır. “Vahdet-i Vücud” (varlığın birliği) düşüncesine sahip olan şair, evrendeki her zerrenin Allah’ın ad ve sıfatlarının birer tecellisi olduğuna ve O’nun adını kendi diliyle terennüm ettiğine inanır. Yine Yunus Emre’ye göre, “kalbi Rahman için atmayan kişi, mamur hale gelmemiş belde gibidir. Aşk, nefsin nice süflî isteğinin yerine, ruhun aslına, Rabbine olan meylidir. Aşk olgunlaştırır, insanı korkulardan kurtarır, nefsi etkisiz hale getirerek ‘öteler âlemine’ uçmayı sağlar.” Yunus Emre, ne dünya ne de ahiret hesabındadır. O, hasret ile doludur. İlahî aşktan sonra, Yunus Emre’nin düşüncesinde, en köklü yere sahip olan fikir, ölüm fikridir. Şaire göre ölüm “sevgiliyle buluşmaktan” başka bir şey değildir. Ancak, Beylikler döneminin karışık Anadolu’unda yaşamış olan Yunus Emre, dünya ile tümüyle bağlarını koparmamıştır. Bu nedenle de gündelik olaylar şu dörtlüğünde olduğu gibi şiirlerine yansır:

 

“Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi”

 

Yunus Emre’nin dili ortak İslâm medeniyeti içinde öteden beri gelişmeye başlamış ve bu ortak medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle zengin bir İslâmî Türk dilidir. İdeali gereği geniş halk topluluklarına sesini duyurmaya çalışan şairin dili sade, temiz ve içten bir halk Türkçesidir. Ayrıca Anadolu Türkçesine o çağlara kadar pek görülmemiş bir ahenk işlediği de söylenmektedir. Bugün bestelenen birçok ilahisi Türk halkının yaşayan dilinden derlenmiştir. Onda dil ve üslûp dışında nazım şekilleri, nakaratlı dörtlükler ve kafiyeler de ulusaldır.

Orta Asya’da Ahmed Yesevi ile başlayan tasavvuf şiirinin doruk noktasına Yunus Emre ile çıktığı, Anadolu erenlerinin en büyüğünün Yunus olduğu kabul edilir. Coşkun bir lirizm ile yazan Yunus Emre’nin sade söyleyişine rağmen doğru anlaşılmasının güç olabileceğini ortaya koyan şu rivayet çok ilginçtir: Yunus Emre’nin üç bin şiir söylediği, fakat bu şiirlerin Molla Kasım adlı bir zahid tarafından şeraite aykırı bulunduğu için tahrip edildiği söylenir. Molla Kasım onun şiirlerini ele geçirip bir su kenarına oturur. Bin tanesini yakar, bin tanesini de suya verir. Üçüncü bindeki şiirleri okumaya başlayınca şu dizelerle karşılaşır:

 

“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelir” 

 

Bu beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tövbeye gelir ve Yunus Emre’nin ermiş bir kişi olduğuna inanır. Ne var ki iş işten geçmiştir. Elde sadece bin tane şiir kalmıştır.

Yunus Emre’nin iki eseri vardır. Bunlardan Risaletü’n Nushiyye olarak bilineni 1307 yılında mesnevi şeklinde yazılmış, tasavvufî bir nasihatnamedir. Yunus Emre’nin bu eserinde âhenk ve âşıkanelik olmamakla birlikte, sembolizmi mükemmeldir. Eserde kavramlar soyut olup teşhis sanatıyla işlenmiştir. Didaktik bir eser olan bu risale, insanın kâmil olma yolunda yaşadığı manevî yolculuğu anlatır. Yunus’un öteki asıl eseri ise düşünce dünyasını da ortaya koyduğu Divân’ıdır. “Yunus olduysa adım pes ne aceb / Okuyalar defter ü divânımı” beytinden anlaşıldığı kadarıyla, Yunus Emre hayattayken Divân’ı biliniyordu. Divan’da son kısım hariç bütün ilahiler “gazel” şeklinde yazılmıştır.

Yunus Emre’yi ilim ve edebiyat dünyasına ciddi anlamda tanıtan ilk kişi Fuad Köprülü olmuştur. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918) adlı eserinde Ahmed Yesevi ve Yunus Emre etrafında gelişen Türk tasavvuf edebiyatı tarihini geniş şekilde incelemiştir. Cumhuriyet döneminde Yunus Emre üzerine ilk ciddi araştırmayı ise Burhan Toprak yaptı ve Yunus’un şiirlerini Yunus Emre Divanı (1933-34) adıyla yayımladı.

 “Yunus Emre bir bakıma Mevlâna ile adeta aynı inancı ve aynı dünya ve hayat görüşünü paylaşmıştır. Mevlâna’nın Farsça terennüm ettiklerini, çok uzun ve geniş bir ufukta bize aydınlığı gösterdiklerini Yunus çok daha kısa, tesirli bir Türkçe ile şakımıştır. Konularının bu halkın malı olduğu kadar, bütün beşeriyetin kıyamete kadar sürecek en önemli ve hayati olanlardan seçilmiş olması, yurtdışında da sevilip tanınmasına yolaçmıştır.” (Prof. Abdulkadir Karahan)

HAKKINDA: Fuat Köprülü / Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1919), Burhan Toprak / Yunus Emre Divanı (1933-34, 5. bas., 1972), Sezai Karakoç / Yunus Emre (1965), Türk Yurdu Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı (Ocak 1966), Abdülbaki Gölpınarlı / Yunus Emre (6. bas., 1968), Necip Fazıl Kısakürek / Yunus Emre (oyun, 1969), Memet Fuat / Yunus Emre (1976), Abdullah Rıza Ergüven / Bütün Yönleriyle Yunus Emre (1982), İlhan Başgöz / Yunus Emre, (1990), Mustafa Tatçı / Yunus Emre Divanı-İnceleme-I (l990), Murat Yüksel / Yunus Emre’de İslâm Tasavvuf ve Ahlâkı (1991), Abdulkadir Karahan/ Türk Şiirinden Portreler (Haz. Mehmet Nuri Yardım, 2001).

 

ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL

Canım kurban olsun senin yoluna

Adı güzel, kendi güzel Muhamnıed.

Şefaat eyle, bu kemter kuluna

Adı güzel, kendi güzel Muhamnıed.

 

Mümin olanların çoktur cefası;

Âhirette olur zevk-ü sefası

On sekiz bin âlemin Mustafası,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

 

Yedi gökleri seyran eyleyen,

Kürsinin üstünde cevlan eyleyen,

Miraçta ümmetini dileyen,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

 

Âşık Yunus neder dünyayı sensiz.

Sen hak peygamberisin seksiz gümansız.

Sana uymayanlar gider imansız.

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

 

BALLAR BALI

Canlar canını buldum,

Bu canım yağma olsun;

Issı, ziyandan geçtim,

Dükkânım yağma olsun.

 

Ben benliğimden geçtim,

Gözüm hicabın açtım,

Dost vaslma eriştim,

Gümanım yağma olsun.

 

İkilikten usandım,

Birlik hânına kandım,

Derd-i şarabın içtim,

Dermanım yağma olsun.

 

Varlık çün sefer kıldı

Dost andan bize geldi

Viran gönül nur doldu

Cihanım yağma olsun.

 

Yunus, ne hoş demişsin,

Bal ü şeker yemişsin,

Ballar balını buldum,

Kovanım yağma olsun.

 

BANA SENİ GEREK SENİ

Aşkın aldı benden beni,

Bana seni gerek seni;

Ben yanarım dün ü günü,

Bana seni gerek seni!

 

Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum,

Bana seni gerek seni!

 

Aşkın âşıklar öldürür,

Aşk denizine daldırır,

Tecelli ile doldurur,

Bana seni gerek seni!

 

Aşkın şarabından içem,

Mecnun olup dağa düşem,

Sensin dün ü gün endişem,

Bana seni gerek seni!

 

Eğer beni öldüreler,

Külüm göğe savuralar,

Toprağım anda çağıra:

Bana seni gerek seni!

 

"Cennet, cennet" dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri.

İsteyene ver anları,

Bana seni gerek seni!

 

Yunus'dürür benim adım,

Gün geçtikçe artar odum,

İki cihanda maksûdum,

Bana seni gerek seni!

 

BAŞTAN AYAĞA YÂREYİM

Gönlüm düştü bu sevdaya;

Gel gör beni aşk neyledi.

Başımı verdim kavgaya;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Ben ağlarım yana yana;

Aşk boyadı beni kana.

Ne âkilim, ne divâne.

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Mecnun oluben yürürüm;

Dostu düşümde görürüm;

Uyanır melûl olurum;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Aşkın beni mest eyledi;  

Aldı gönlüm hasteyledi;

Öldürmeğe kasteyledi;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Gâh eserim yeller gibi;

Gâh tozarım yollar gibi;

Gâh akarım seller gibi;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Akan sulayın çağlarım;

Dertli yüreğim dağlarım;

Yârim anuben ağlarım;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Benzim sarı, gözlerim yaş;

Bağrım pare, ciğerim taş;

Hâlden bilen dertli kardaş;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Ya elim al kaldır beni;

Ya vaslına erdir beni;

Çok ağlattın güldür beni;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Ben Yunus-u bîçareyim;

Baştan ayağa yâreyim;

Aşk elinden âvâreyim;

Gel gör beni aşk neyledi.

 

Beni Bende Demen

Severim ben seni candan içeri;

Yolum vardır bu erkândan içeri.

 

Şeriat, tarikat yoldur varana;

Hakikat, marifet andan içeri.

 

Beni bende demen, bende değilim;

Bir ben vardır bende benden içeri.

 

"Süleyman kuş dilin bilir" dediler;

Süleyman var Süleyman'dan içeri.

 

Tecelliden nasib erdi kimine,

Kiminin maksûdu bundan içeri.

 

Senin aşkın beni benden alıptır,

Ne şirin dert bu dermandan içeri.

 

Miskin Yunus gözü tuş oldu sana;

Kapında kuldur sultandan içeri.

 

DAĞLAR İLE TAŞLAR İLE

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni.

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Gökyüzünde İsa ile,

Tur dağında Musa ile,

Elimdeki âsâ ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Derdi ökküş Eyyûb ile,

Gözü yaşlı Yakub ile,

Ol Muhammed Mahbub ile

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Hamd-ü şükrullah ile,

Vasf-ı kulhüvallah ile,

Daim zikrullah ile

Çağırayım Mevlâm seni

 

Bilmişem dünya hâlini,

Terkettim kıylü kalini.

Baş açık, ayak yalını

Çağırayım mevlâm seni.

 

Yunus okur diller ile;

Ol kumru bülbüller ile,

Hakkı sever kullar ile

Çağırayım Mevlâm seni.

 

GÖK EKİNİ

Geldi geçti ömrüm benim.

Şol yel esip geçmiş gibi.

Hele bana şöyle gelir:

Şol göz yumup açmış gibi.

 

İşbu söze Hak tanıktır.

Bu can gövdeye konuktur.

Bir gün ola çıka gide:

Kafesten kuş uçmuş gibi.

 

Miskin âdem oğlanını

Benzetmişler ekinciğe:

Kimi biter, kimi yiter,

Yere tohum saçmış gibi.

 

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim, göynür özüm:

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi.

 

Bir hastaya vardın ise,

Bir içim su verdin ise,

Yarın anda karşı gele,

Hak şarabın içmiş gibi.

 

Bir miskini gördün ise,

Bir eskice verdin ise,

Yarın anda karşı gele,

Hülle donun biçmiş gibi.

 

Yunus Emre! Bu dünyada

İki kişi kalır derler:

Meğer Hızır, İlyas ola,

Âb-ı hayat içmiş gibi.

 

KABRE VARDIĞIM GECE

Ya Rab! nola benim hâlim

Kabre vardığım gece;

Eyi olmazsa amelim

Kabre vardığım gece

 

Ya Rabbena yandırma.

Günahlara bandırma.

Çerağımı söndürme

Kabre vardığım gece.

 

Ya Rabbena! hayr eyle.

Muhammed'e yâr eyle.

Kabrimizi nur eyle

Kabre vardığım gece.

 

Ya Rabbena! tuş eyle;

İmânı yoldaş eyle.

Muhammed'e eş eyle

Kabre vardığım gece.

 

Ya Rabbena! şaşırtma;

Yüzüm üzre düşürme.

Zebaniler üşürme

Kabre vardığım gece.

 

Ya Rabbena! eşimden,

Eşimden, yoldaşımdan.

Aklım alma başımdan

Kabre vardığım gece.

 

Derviş Yunus'un sözü:

Kan ağlar iki gözü.

Mahrum eyleme bizi

Kabre vardığım gece.

 

ŞOL CENNETİN IRMAKLARI

Şol cennetin ırmakları

Akar "Allah!" deyu deyu;

Çıkmış islâm bülbülleri,

Öter "Allah!" deyu deyu.

 

Salınır Tûbâ dalları,

Kur'an okur hem dilleri,

Cennet bağının gülleri,

Kokar "Allah!" deyu deyu.

 

Kimi yiyip kimi içer,

Hep melekler rahmet saçar,

İdris nebi hülle biçer,

Diker "Allah!" deyu deyu.

 

Altındandır direkleri,

Gümüştendir yaprakları,

 Uzadıkça budakları

Biter "Allah!" deyu deyu.

 

Aydan aydındır yüzleri,

Misk ü amberdir sözleri,

Cennette huri kızları

Gezer "Allah!" deyu deyu.

 

Hakka âşık olan kişi,

Akar gözlerinin yaşı,

Pür- nûr olur içi dışı,

Söyler "Allah!" deyu deyu.

 

Ne dilersen Haktan dile,

Kılavuzla gir doğru yola,

Bülbül âşık olmuş güle,

Öter "Allah!" deyu deyu.

 

Açıldı gökler kapısı,

Rahmetle doldu hepisi,

Sekiz cennetin kapısı,

Açılır "Allah!" deyu deyu.

 

Rıdvan'dürür kapı açan,

İdris dürür hülle biçen,

Kevser şarabım içen

Kanar "Allah!" deyu deyu.

 

Miskin Yunus! Var yârına,

Koma bugünü yarına,

Yarın Hakkın Divanına,

Varam "Allah!" deyu deyu.

 

ŞÖYLE GARİB BENCİLEYİN

Aceb şu yerde var m'ola

Şöyle garip bencileyin?

Bağrı başlı, gözü yaşlı,

Şöyle garib bencileyin.

 

Gezdim Urum ile Şam'ı,

Yukarı illeri kamu.

Çok istedim, bulamadım

Şöyle garib bencileyin.

 

Bendeler garib olmasın,

Firkat oduna yanmasın,

Hocam! Kimseler kalmasın

Şöyle garib bencileyin.

 

Bir garib ölmüş deyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar

Şöyle garib bencileyin.

 

Söyler dilim, ağlar gözüm,

Gariblere göynür özüm,

Meğer ki gökte yıldızım

Ola garib bencileyin.

 

Nice bu derd ile yanam,

Ecel ere, bir gün ölem,

Meğer ki sinimde bulam

Şöyle garib bencileyin.

 

Hey Emrem Yunus bîçâre!

Bulunmaz derdine çâre,

Var imdi gez şardan sara

Şöyle garib bencileyin

 

YUNUS EMRE’NİN ALTIN DESTANI

Hacı Bektaş, Rum diyarına geldiği sırada ora­da “Seyyit Mahmut Hayranî, Celâleddin-i Rumî, Hacı İbrahim Sultan” gibi bir takım büyük muta­savvıflar arasında bir de “Emre” adlı kuvvetli ve­layet sahibi bir şeyh vardı. Hacı Bektaş'ın dave­ti üzerine Rum erenleri onun nezdine geldikleri halde, bu şeyh her nedense davete gelmedi. Öbür Rum erenleri. Onun gelmediğini Hacı Bektaş’a ha­ber verdiler. O da; Sarı İsmail adındaki dervişi­ni gönderdi. Emre'yi yanına çağırttı. Gelmemesindeki hikmeti sordu. Emre, “Perde arkasından çı­kan bir elin kendisine nasip verdiğini, hazır bu­lunduğu o erenler bezminde Hacı Bektaş adlı hiç kimesne görmediğini” söyledi. Hacı Bektaş “O elin bir işareti olup olmadığını” sorunca, “Ayasında yeşil bir ben” gördüğünü anlattı. O vakit Hacı Bek­taş elini uzattı, Ayasındaki yeşil beni hayretle gö­ren “Emre”, kendisine evvelce el-veren mürşit kar­şısında bulunduğunu anlayınca üç kere heyecanla “Taptuk Padişahım” dedi. Ve adı o zamandan son­ra Taptuk Emre oldu.

O bölge köylerinden birinde, Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı. Biryıl kıtlık oldu. Yunus'un fakirliği büsbütün arttı. Nihayet birçok kehanet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım istemeyi düşündü. Sı­ğırının üstüne bir miktar alıç -yabanî elma- koyup dergâha gitti. Pirin ayağına yüz sürerken hediyesi­ni verdi; bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş ona lûtufla muamele ederek, birkaç gün dergahta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyor­du. Dervişler Pir'e, Yunus'un acelesini anlattılar, O da: “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?” diye haber gönderdi, gafil Yunus, buğday is­tedi. Bunu duyan Hacı Bektaş! tekrar haber gön­derdi : “isterse o alıcın her tanesince nefes ede­yim!” dedi. Yunus buğdayda ısrar ediyordu. Hacı Bektaşt üçüncü defa haber gönderdi. “İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim” dedi. Yunus yine buğdayda ısrar edince; emretti, buğdayı ver­diler. Yunus dergâhtan uzaklaştı. Yolda, yaptığı ku­surun büyüklüğünü anladı. Pişman oldu. Geri dö­nerek kusurunu itiraf etti. O vakit Hacı Bektaş, onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus, bu cevabı alır almaz he­men Taptuk Dergahına koşarak başına geleni an­lattı. O da Yunus'u dergâhın odunculuğuna tâyin etti. Yunus kırk yıl bu hizmette bulunduğu halde, dergâha eğri ve yaş odun getirmedi. Uzun yıllardan sonra bir erenler meclisi kuruldu. Orada şeyhi ile beraber oduncu Yunus hazır olduğu gibi,- Yunus-i Gûyende adlı tanınmış bir ilâhici de vardı. Mecliste Taptuk Emre'ye coşkunluk geldi, “Şevkimiz var, haydi sen de biraz terennüm et!” diye Yunus'i Gû-yende'ye seslendi. Ama bunu birkaç defa söylediği halde Yunus-i Gûyende'den hiç ses çıkmadı. Nihayet oduncu Yunus'a dönerek; “Haydi, dedi, artık za­manı geldi, kilidin açıldı. Hacı Bektaş sözü yerine geldi, durma söyle!” Bunun üzerine Yunus'un per­desi yırtılarak, kilidi açıldı ve arifane nefesler, ilâ­hiler söylemeğe başladı.

Hakikate varmak için geçirdiği çilekeşlik devrinde Yûnus Emre'nin dergâha hiç eğri ve yaş odun getirmediğini farkeden Taptuk Emre, bir gün Yunus'a, “Dağda hiç eğri odun kalmadı mı?” diye sor­muştu. Yunus: “Dağda eğri odun çok, lâkin senin kapına odunun bile eğrisi yakışmaz” diye cevap verdi.

Rivayet ederler ki, her nedense, Yunus'a, şeyhi, kırk yıl seyahat etmesini emretmiş. O da tam kırk yıl gezip dolaştıktan sonra tekrar şeyhinin dergâ­hına gelmiş, “Ana Bacı” yı bularak şeyhin kendi hakkındaki düşüncesini sormuş. Ana Bacı da demiş ki:

 “Yarın, sabah namazında, şeyhinin yolu üzerine yat, şeyh senin kim olduğunu elbette bana soracak, ben de ona Yunus diyeceğim. Eğer, bizim Yunus mu diyecek olursa anla ki, artık çilen dolmuştur.”

Ertesi sabah Yunus, bu nasihate uyarak yola usandı. Şeyhi merak edip de, “Bizim Yunus mu?” diye sorunca, Taptuğun ayaklarına kapandı. Ve o günden başlıyarak şeyhin müsaadesiyle hayata yeniden doğarak ilâhî şiirlerini söylemeğe başladı.

Salihli kazası civarında “Emre” adlı, yetmiş ev­lik bir köyde, taştan bir türbenin içinde, Taptuk Em­re ve çocukları ile torunları yatmaktadır. Türbenin eşiğinde de, bir başka mezar vardır. Bu, Yunus'un bir çok mezarlarından biridir. Yunus Emre, kapı eşiğime kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş... Şey­hini ziyaret edecekler, kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye.

Miskin Yunus, içinden geldiği gibi, durmadan ilâhiler ve nefesler söylermiş. Onun ilâhileri o ka­dar çokmuş ki, bir kısmını hayvanlar, bir kısmını insanlar, bir kısmını da melekler söyleyip dururlarmış.

                                                                            (Yunus Emre, 1972)

 

 

Yazar: BURHAN TOPRAK

YUNUS SAN’ATKÂR

Yunus Emre'nin san'atı tamamiyle «Millî» yâni «Türk» bir san'attır ki, bunu tahlil edecek olursak, başlıca iki unsura tesâdüf ederiz: Evvelâ ona ahlâkî-sûfîyâne esaslarını veren «İslâmî-Nev-Eflâtûnî» unsur; ikinci olarak; lisanın, edasını, şeklini, veznini veren millî unsur. Birisi «Esâs»ı diğeri «Şekl»i teşkil eden bu iki unsur, Yunus'un şahsiyetinde birbiriyle o suretle kaynaşmıştaki, ondan vücûde gelen o yeni san'at şekli, zevk itibâriyle, tamamiyle «Türk»tür. «Yunusa, bu iki ayrı unsuru, şahsiyetinin, ruhunun hararet ve heyecâniyle eriterek, ortaya, tamamiyle başka ve hususî vasıflara mâlik yepyeni bir mahsûl çıkarmıştır. İşte onun kudreti, hattâ «Dehâ» sı buradadır ki, biz umumiyetle Türk san' atında bu «Terkib» kabiliyetini görebiliyoruz. Yunus'un yaratarak üzerine şahsiyetinin damgasını vurduğu ve tespit ettiği bu milli san'at şeklinin husûsî seciyeleri şunlardır: Safvet ve samimiyet, dilde basit ve serbest söyleyiş, vuzuh (açıklık). Onu okurken karşımızda, sâde, ma'sum, ruhu şefkat dolu bir dervişin ilâhî bir lisanla terennümünü duyarız; ruhunu pek eski bir âşinâ gibi bize açan bu derviş, Hakk'a karşı feryadlarında, hitablarında da dâimâ en tabiî bir sâdelik ve temizlikle bağırır, ağlar, itiraz eder. Onda tasannu, merasim ve âdâba riayetkârlık yoktur. Engin ruhunun  basit ve  rahat söyleyişleri ilahilerinde berrak bir surette görülür.

İşte bu büyük kudretinden dolayı, «Yunus» un sûfîyâne şiirleri Anadolu'da sür'atle yayılarak az zamanda birçok takibçileri yetişti. XV. yüzyıla kadar, İran Tasavvuf Edebiyatının şiddetli te'siri altında kalan Anadolu Edebiyâtı, bir taraftan «Mevlânâ, Sultan Veled, Attâr, Senâî, Sa'dî» nüfûzuna kapılarak Acem vezin ve şekillerini hergün artan bir muvaffakiyetle kabul ederken, diğer taraftan da Yunus'un kuvvetli şahsiyetiyle canlandırdığı Millî tarzı bırakamayarak ona da uyuyordu. Aynı kaynaktan gelen sûfiyâne ilhamın böyle iki muhtelif mecra ta'kib etmesinde, «Yunus» un şüphesiz büyük bir rolü vardır; eğer o, bu millî tarzı kendi dehasıyla ihyâ ve tespit etmeseydi, büyük İran sûfîlerinin kuvvetli te'siri ile edebiyatımız belki yalnızca diğer mecrayı tâkibedecekti. Nitekim, «Dindışı» edebiyatta «Yunus» ayânnda millî bir dâhî yetişmediği için o yol asırlarca terk edilmiş ve o vadide hiçbir zaman «Yunus Tarzı» dediğimiz tasavvuf edebiyatı asliyet ve kıymetinde «Millî» bir şey meydana çıkamamıştır.

«Yunus»un san'at şekli hakkında verdiğimiz İzahat, onun eserlerinin halk arasında asırlarca yaşamasının sebebini de bize anlatabilir. Onun san'atını teşkil eden iki unsurdan birincisi yâni «İslâmi-Nev-Eflâtunî» unsur Anadolu'da altı asırdan beri azalmak şöyle dursun, son zamanlara kadar artan bir kudretle devam etti durdu. Medreseler, tekkeler vasıtasiyle yukarı tabakalardan yavaş yavaş halk arasına da yayılan bu telâkkiler ortada hüküm sürerken Yunus ilâhîlerinin unutulması elbette imkânsızdı. Bilhassa, bu unsurun halktan alınmış şekillerle ve halk zevkine uygun bir tarzda te'lif edilerek, ortaya konulması, böylece en yüksek metafizik telâkkilerin çok basit ve milli bir şekilde ifâde olunması «Yunus» ilâhilerine her tabakada mevki' veriyordu. Böyle olmakla beraber, diğer yüzlerce tâkibçiye rağmen, onun asırlardan beri süren muvaffakiyetini, sadece hitab ettiği muhitin fikrî bir inkılâba erişmesinde değil, daha ziyâde onun şahsiyetinde, dehâsında aramalıdır. <Yunus»u, şüphesiz kuvvetli te'siri altında kaldığı «Ahmed Yesevi> ile mukayese edecek olursak, san'atkâr olmak bakımından ona her surette üstün olduğunu itiraf mecburiyetindeyiz.

                                                                                                                                       (Türk Edebiyatı Tarihi, 1986)  

Yazar: FUAD KÖPRÜLÜ

YUNUS EMRE

Bir İslâm şairi olduğunun iyice şuurunda bulunan Yunus, İslâm metafiziğine uygun olarak, ölüme, hayata, hayattan ölüme geçişteki çetinliğe ayrı ayrı değer verir. Hayatı bir Tanrı nimeti olarak bütün sevinçli ve güzel yönlerinden yakalar. «Her nefs ölümü tadıcıdır» ilâhî kaidesinin ışığında ölüme geçişin trajiğini çizer. Ve bütün bir İslâm mistisizmi açısından ölüm ötesine ışık tutar. Gerek hayatın güzel yüzü, gerek ölüme geçişin asık ve buruşuk suratı, gerek ölüm ötesinin ebedî yeşil çehresi için insanın daima aşkla, ilâhî sevgiyle ayakta durması gerektiğini kabul edelim ister; tek aşktır ki, bizi bu değişik şartlarda bir birlik içinde ve varlık halinde tutabilir. Bunun için :

«Bir dem aşksız olmıyayım» duasıyla Allah'a yalvarır. Bir de hayat temlerinden örnekler verelim :

 

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış;

Kişi yeni geline bakar bakar doyamaz

 

Bu dünya, insanın bakıp bakıp doyamadığı kızıl, yeşil donanmış pırıl pırıl bir gelindir. Ölümü en sâkin ve soyut çizgilerle anlatan Yunus, ölüme geçiş acılarını en dehşetli imajlarla, hayatı da, bir çocuğun dünyaya bakışı kadar taze, renkli ve parlak, canlı kelimelerle anlatıyor. Bu dünya imajı, Lorca'nın şiirleri kadar canlı ve renklidir.

 Aynı şekilde, çocuğun gençliğe geçişini anlatırken, Yunus,

 

Bu çağ ile sakal biter

Görenin gülmesi tutar

 

diyor. Sakalı yeni bitmiş bir insanın, kimsenin büyüdüğüne inanamamasını, bu psikolojik realizmi yakalarken Yunus insanı şaşırtır. Ve insanın doğuşu imajı da hep aynı hayat güçleriyle canlandırılır :

 

İlk yaz güneşi gibi

Mevc urup doğa geldim

 

Bunlar, Yunus'un ayrıntılara bile müthiş dikkatleridir. Yaz başlangıcı güneşinin, bahar güneşinin dağın ucundan çıkarken, adetâ hoplıya hoplıya, sıçrıya sıçrıya çıkışı, döne döne yükselişi duygumuz, yeni sakalı biten bir insana güler gibi oluşumuz, yeni geline bakıp bakıp doyamayışımız gibi psikolojik nüanslara bu dikkat, şairimizin günlük yaşayış duygularında bile ne kadar sıhhatli ve canlı, uyanık ve çevik olduğunu, gözün ve duyguların, gönül ve akıl gibi nice ayakta durduğunu, şairin her yönüyle eşyaya ve eşyanın gerisindeki gerçeklere çevrik beklediğini gösterir bize. Metafizik düşünceler ve ölüm ötesine bakış, onun günlük idrak akışını iptal edememiş, felce uğratamamış, gölgelememiş, karartmamıştır. Tersine, eşyadaki, içteki ve dıştaki her kıpırdayış, o ebedî fonun ışığında önemli ve değerli, dikkate yarar ve yaraşır bir pırıltıdır. Sabah güneşin bir çocuk gibi bir dağ ucundan zıplaya zıplaya çıkışı, sekerek yükselişi, sakalı biten bir çocuğa insanın gülesinin tutması, baka baka doyulmayan kızıl, yeşil bir yeni geline benzeyen bütünüyle bu dünya, bütün güzel bir nîmetsi akışıyla bu dış hayata karşılık içteki sürüp giden aşk, yani iç hayat akışı birleşerek, ebedî kaynağa doğru akıp giderler, İçteki aşk, dışın faniliğini ötenin ebediliğine çeviren, dönüştüren bir köprüdür. Veya dış hayatı bir ırmak yükü gibi sırtına alıp denize götüren bir ırmaktır.

Hayatla Ölüm arasındaki ilişkiyi :

 

Senin ömrün ok gibi yay içinde dopdolu

Dolmuş oka ne durmak ha sen anı attın tut

 

beytinde kısaca anlatıyor. Ömür, yani hayat, yay içinde dopdolu bir oktur. Yaşayış gerginliğini, her an ölümün çatabileceğini bu DOLMUŞ OK, yay içinde bu dopdolu oluş açıklar. Fakat bu ok, sonsuza kadar duramaz. Bir gün atılacaktır. Hedefse ölümdür. Matematik bir kesinlikle bu böyle olduğuna göre, insanın ölüme ayarlanması sağduyuya elverişli olan tek iştir. İnsana ok hedef için gereklidir, yoksa hedef ok için değildir ve ok hedef değildir.

Lirik dediğimiz şiirler, halk duyuşlarıyla da ilgili olarak, tabiatla insanın yalnızlığı arasındaki ilişki veya tezadı ana tema olarak alır. İnsanla tabiat arasındaki gerginlik, yabancılık, insanî duyuşla tabiî oluş arasındaki şiddet farkı, yön değişmesi, çatışma ve bağdaşmazlık söz konusudur. Tabiat çılgınca güzelse, insan ondan bir anlamda mutlak mahrumdur. Sanki kendisiyle onun arasında bir engel vardır. Atılan her bağ tutmaz, her köprü düşer, konan her tas devrilir. Mezar taşları bile hep devrilir. Dağ insanın karşısına bir harâmi gibi çıkar. Tabiat, bütün bir güzellikle donanıksa, tam o anda insanın içi üşür, içine kar yağar kişinin,

 

Harami  gibi yoluma

Arkım düşen karlı dağ

 

şiirinde de görüldüğü gibi, Yunus, tabiatı «karlı dağ» sözüyle sembolleştirir. Haram ile harâmi arasındaki kelime benzerliği, nefsle tabiat arasındaki keyfiyet benzerliğine denktir. Tabiatın isteklerine cevap veren, dolayısıyla içteki bir gerçekleşmesi, toplanması ve tohumlaşması olan nefs, insanın yolunu, eşkıya gibi kesen bir karlı dağdır sanki. Yine :

 

Karlı dağların başında

Salkım salkım olan bulut

Saçın çözüp benim için

Yaşın yaşın ağlar mısın

 

beytinde olduğu gibi, bir yanda tabiatın ihtişamlı ve parlak çizgisi, öte yanda bulutlardan bile kendisine ağlamasını isteyen bir iç yalnızlık. Ama tabiat ağlamaz. Nefse cevap verse de, daha doğrusu nefsi kamçılasa da, ruha cevap vermez. Arada bir perde vardır, delinemiyen bir zar vardır. İnsan, tabiat içinde ona yabancı, dolaşır durur.

Gurbeti anlatan şiirlerinde de, Yunus, gittikçe artan bir şiddetle, gariplik duygusunu, en uç noktaya kadar götürür. Bir garibin öldü denilmesi, ölümün üç günden sonra duyulması ve soğuk su ile yıkanılması bu merhaleleri anlatır.  Bu sefer, «Karlı  Dağ»,  «Soğuk  Su» olmuştur.

Buradan, Yunus'un insan ve şair anlayışına çıkılabilir. «Dertli Dolap» şiiri bir bakıma, Yunus'un poetikasıdır. İnsan, Dağdan «yâni tabiattan» hezeni (yâni nefsi, vücudu, bedeni) getirilen, buraya uymadığı için «türlü düzeni bozulan», bir türlü bu dünyaya alışamıyan, bu şartlarla uyuşamıyan, ona daima yabancı, dertli bir dolaptır. İnleyen bir dolaptır. İnsan ve şair bir dertli dolaptır. Dolabın iniltisi de şiir.

 

Suyum alçaktan çekerim

Dönüp yükseğe dökerim

 

beytinde de, insanın toprakla, gökle, süfli ve ulvî âlemle, nefs ve ruh dünyasıyla olan alâkası, bir çırpıda en güzel bir örnek bir benzetiş içinde canlanıveriyor.

 

Ben bir usanmaz ozanım

Derdim vardır imlerim

 

beytinde de, insanın bu dünyaya uymazlığı, yabancılığı yüzünden nasıl inlediği ve «usanmaz ozan» haline geldiği açıkça söylenerek insanla tabiat ve şiirle tabiat, sanatla tabiat arasındaki çelişki îmâ edilmiş oluyor. Şairin oluşumu, tabiat parça ve unsurlarını kullandığı halde, ona nasıl karşı çıktığı, ondan nasıl yakındığı, insan, sanal ve şiir için çilenin birinci şart olduğu, su dolabı ve yaptığı iş, sesi düşünülünce anlaşılıyor. Dolap, ayrıca biçimin (şekil)in sembolüdür. Su ise muhtevadır (öz). Su, dolaba gelip çıkıp gidiyor ve dolaptan bir ses çıkıyor. Sürekli bîr inilti.

 

Derdim vardır inilerim

 

mısraının her kıta sonunda tekrarlanısı ile gittikçe artan ve kuvvetlenen bu şikâyet sesi, ritmdir. Şiirin sesidir. Su akıp faydalı oluyor. Böylece, muhtevanın verimli ve faydalı olması gerekiyor. Biçimse sairin şahsiyetinden, iç biçimden, mizacından, kopup gelen kalıptır. Yani dolap hem şairin kişiliği, hem o kişiliğin tek şiire yansıması olan biçim. Çıkan ses, şiirin eksilmemesi gereken sesidir. Dolapların belli biçimi, vezne, sesin hep aynı şekilde oluşu kafiye ve iç ritme denk alınabilir. Şüphesiz, Yunus bu şiirde insanı, insanın bu dünyadaki konumunu, kendi öz yalnızlığını anlatıyor. Ama, şuuraltı itmeleriyle ve sembolizasyonu ile de, aynı şiir, şairin poetikası için bir çıkış noktası olmuştur denebilir. Ya da şiirin gücü, çok taraflığıyla bunu da çıkarmağa elverir.

                                                                                  (Yunus Emre, 1989)

Yazar: SEZAİ KARAKOÇ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör