Eğitimci, şair ve yazar. 14 Haziran 1958’de Ankara’da doğdu.
İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1979’da Gazi Eğitim Fakültesi
Matematik Bölümünü bitirdi. Bir süre İş ve İşçi Bulma Kurumunda memurluk
(1977-80) yaptı. 1987 yılında lisans eğitimini tamamlayarak Ankara
liselerinde matematik öğretmenliği yaptı. Özel eğitim kurumlarında çalıştı.
Ülkemizi şair olarak temsil etmek üzere, 2010 yılında İran’a,
2012 yılında Kazakistan’a, 2013 yılında Kosova’ya, 2014 yılında Azerbaycan’a
2015 yılında Tataristan’a gitmiştir. Halen, üyesi olduğu Türkiye Yazarlar
Birliği Genel Sekreterlik görevini yürütmektedir.
İlk şiiri, Aylık Dergi’de
yayımlandı(1983). 1998 yılından itibaren, arkadaşlarıyla beraber aylık Ayane dergisini çıkardı (36 sayı).
1992–2000 yılları arasında İktibas
dergisinin Sanat-Edebiyat sayfalarını hazırladı. Ayrıca, İbrahim Kurşunlu
imzasıyla çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar ve öyküler yazdı. Mehmet Akif
Ersoy, Sezai Karakoç, Yahya Kemal, Atasoy Müftüoğlu ve Cahit Zarifoğlu üzerine
inceleme-araştırma yazıları yazdı. Tüm matematik konularını dörtlükler halinde
şiir olarak yazmıştır. Matematik felsefesi ve matematik-şiir bağlamında
makaleler yazmaktadır.
Şiir ve şiir üzerine yazıları, Aylık Dergi, Yönelişler, Dergâh, Yedi İklim,
Kayıtlar, İkindi Yazıları, İktibas, Edebi Pankart, Kardelen, Kırağı, Ayane,
Albatros, Düş Çınarı, Ünlem, Edebiyat Ortamı, Hece, Ardıç, Edep, İstanbul Bir
Nokta, Yolcu, Aşkın E-Hali, Tasfiye, Ayna, Kardeş Kalemler, Edebiyat Yaprağı
ve Türk Dili dergilerinde yayımlandı.
ESERLERİ:
ŞİİR: Kayıtsız Sevdalar (1990, 2.bas.1995), Eylülde Su (1998), Hurûfât
(2012).
ROMAN: Kur’ân’la
Konuşan Şair (2011).
DERLEME: Vahap Akbaş
Kitabı (2015).
KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Mehmet Aycı / İki
Yüz (2015).
Zaman
donar
Gönlümün
şifresi kaybolur
Kırılır
yürek fanusumun sırlı camı
Acıların
kristal hali kaplar yeryüzünü
Buzdan
sarnıçlar geçit vermez yollara
Titrerim
bir mücrim gibi üşümekten değil
Düşünürüm
hayalinle eşleşen her ânı
Nazar
dualarıyla sarılır yüzün yansır semaya
Secdelerde
fısıldadıklarım çıkar arşı âlâya
Perde
kapanır.
Geçen hafta salı günü Tahran’da Sanat Evi
(Hovze-yi Hunerî) tarafından düzenlenen “Ehli Beyt Şiirleri” programını kısmen de olsa
izledim. Daha önce Mahmelbaf’ın İran Halıları isimli pastoral filmini izlemiştim bu kurumun muhteşem binasının
bir salonunda. İran mimarisinin tipik çizgilerini taşıyan Hafız Caddesi
süreğinde yer alan güzel yapı, devrimin başından bu yana sanat faaliyetleri
için kullanılıyor. Sanat Evi tarafından yayınlanan Sure adlı dergi özellikle sinema
alanında teorik meselelere dönük tartışma ve yorumlara zemin olmuştu bir
dönem. Adı bu kurumla özdeşleşen Hüccetülislam Zem, sinema alanında
sürdürülen teorik tartışmalara büyük katkı sunmuş bir mütefekkir. Yeni İran
sinemasının ana dalgasının gelişmesinde Sure etrafında geliştirilen teorik
altyapı önemli bir rol oynadı denebilir.
Katıldığım toplantı bir bakıma Kerbela
hadisesinin yıldönümüne bir karşılama niyeti taşıyor, bu vesileyle İslam
dünyasının belli ülkelerinden Ehli Beyt ve Kerbala kıyamı üzerine şiirler yazan
şairleri biraraya getiriyordu.
Cevat Akkanat’ın Milli Gazete’de yayımlanan bir yazısıyla
haberdar olduğum Kur’an’la Konuşan Şair’in yazarı şair İbrahim Eryiğit ve şair Bünyamin Doğruer programa şiirleriyle katıldılar. İbrahim Bey’in eşi Esen Hanım
eşine ait bir Kerbela ilahisi okudu.
Kur’an ve tabiatın iç içe okunmalarının
hakikate götüren bir anlamayı ancak mümkün kılacağına dair sürükleyici bir
anlatı olan Kur’an’la Konuşan Şair yazarının imzasıyla elimde
şimdi. Anlatıcımız karlı bir kış akşamı arabasıyla giderken bir kaza geçiriyor.
Kendine geldiğinde ormanın derinliklerinde bir kulübede olduğunu görüyor.
Kulübenin her sorusunu ayetlerle cevaplayan yaşlı sahibi iyileşmesi için
elinden geleni yapmaktadır. Pozitivist gelişme ideolojinin tabiatı ve insan
tabiatını tahribi, ayetlerle sürdürülen bir söyleşide mercek altına
yatırılıyor. Giderek topraktan kopuyor, yürümeyi hatta doğru nefes almayı
unutuyoruz, bir an durup da adımlarımızı nereye doğru attığımız üzerine düşünmemize
izin vermeyen hızlı gelişme çarkının dışına düşmeme telaşıyla. (Pınar;
2011)
Tabiata değilse de insana zulmeden mizaç
modern zamanlara özgü değil ancak, Kerbela bu açıdan hep atıfta bulunulan bir
trajedi. Zillete boyun eğene yazıklar olsun, dedi Hüseyin ve insana bahşedilmiş
ölüm saatini bilememe imtiyazını bir kenara iterek ilerledi Kerbela yolunda.
Üstlendiği eylem bir bakıma “vicdani ret”ti, değerler dizgesini onaylamadığı
bir sistemin parçası olmayı reddediyordu. Uluslararası sistemin zulme kapı açan
tutarsızlıklarına katkıda bulunmanın reddiyle başlayan İran Devrimi’nde
Hüseyin’in direnişinin bıraktığı mirasın rolü yadsınamaz.
Şimdilerde ise İran muhafazakâr hükümetler
döneminde politik alanda yaşadığı daralmayı doğal bağları canlandırmaya dönük
kültürel etkinliklerle aşmaya çalışıyor gibi geliyor bana. Pakistan, Hindistan,
Afganistan, Lübnan, Tunus ve Türkiye’den şairler davet edilmişti yukarıda
sözünü ettiğim toplantıya. Lübnanlı şair Abdullah Terenini’nin Kerbela trajedisini
günümüze taşıyan mısraları gözyaşlarıyla karşılandı salonda. Toplantı
yöneticisi Müçteba Rahmandost’un konuklarla paylaştığı Ali sevgisinin sınır ve köken hatta din
farkı tanımadan yeryüzünde nasıl dolaştığını gösteren Londra hatırası ilginç:
Hindistan asıllı şoförün kasetinden Urdu dilinde bir Zeynep mersiyesi
yükseliyor. Taksinin penceresinde “Ya Ali” yazılı saçaklı bir süsleme hareket
ediyor taksi ilerlerken. Ön koltukta oturan alkol almış Hıristiyan yolcu,
taksiyi durdurup arka koltuğa geçmek istiyor, “alkollü nefesim Ali adını
mustarip etmesin” diye bir endişeyle...
İbrahim Eryiğit’in Yüce Ali Gazeli, epigraf olarak aldığı Hz.
Ali’ye ait “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha besmeleden/ Besmele be harfinden
ibarettir/ Bense o Be harfinin altındaki noktayım” şeklindeki rivayetle başlıyordu.
Ali’yi niye sevdiğimizi anlatan iki
mısrası şöyle gazelin:
Kaybolmasın diye direncimiz hayata karşı
İnsani yanımızı dillendiren bir tek
sensin...
Bünyamin Doğruer’in Bağrıma Şehadetler Eken Kerbela başlıklı şiiri Kerbela sahnesini yeniden canlandırdı sanki. Orada
işte Hüseyin, kanayan dudağıyla kızgın kumlara direnişin resmini çiziyor:
Kerbela çöllerinde yalnız ölsek de
Yürüyelim üstüne üstüne zulmün
Boyun eğmeyen Hüseyin’in sesiyle yürüyelim
yezitlere...
Toplantı sırasında ayak üstü sohbet
ettiğim gazeteci Mehmet Ali Akbulut, Van depreminin hemen ardından
Tahran’da Türkiyeli öğrenciler ve işadamlarının katılımıyla oluşturdukları
platform üzerine bilgi verdi. Bayram günlerinde bir kamyon battaniye, kış
çadırı ve gıdayla gittiler Van’a, bugünlerde bir TIR ve bir kamyon dolusu eşya
götürmek üzere ikinci seferlerine hazırlanıyorlar.
Ders verdiğim üniversitenin öğrencileri
Vanlı depremzedelere Türkçe mektuplar yazdılar, kış başlangıcında yaşanan
felaketle ilgili dayanışma dileklerini ve dualarını bildirmek üzere. Bu
mektupları platform konvoyuyla Van’a gönderme konusunda konuştuk Mehmet Ali
Akbulut’la.
KAYNAK: 24 Kasım 2011 Perşembe / Taraf
Gazetesi
Hayır, teori üzerinden gitmeyeceğiz. Elimizde somut bir örnek var, onu
takdim edip değerlendireceğiz. Romanımızın adı, Kur'an'la Konuşan Şair...
İbrahim Eryiğit'in kaleme aldığı bir eser... Kayıtsız Sevdalar ve Eylülde Su
adlı iki şiir kitabından sonra, bir romanla okur karşısına çıktı Eryiğit.
İlginç bir roman Kur'an'la Konuşan Şair. Hatta birkaç yönüyle ilginç.
Sözgelimi, yazılış ve yayınlanış süreci bakımından... Bu süreç hayli aşamalı
oldu. Daha önce, geniş aralıklarla, bir nevi tefrika diyebiliriz biz buna,
İktibas dergisinde bölüm bölüm yayınlandı. Bu doğrultuda eserin okurla ilk
karşılaşmasının İktibas dergisinin 1996 yılı Aralık sayısı olduğunu belirtelim.
Bundan sonra beş yıl kadar bir süre, deyim yerindeyse, demleniyor. Sonra,
Ağustos 2001'den başlayarak aynı dergide neşre devam ediliyor. Fakat dikkat
edin, eser nihayet 2008 Ekim ayında tamamlanıyor...
Bütün bunlardan sonra, şunu söylememe gerek var mı bilmem: Bu kitabı, belki
parça parça, ama daha İktibas'ta yayınlanmaktayken okudu, benim gibi, pek çok
okur.
Kur'an'la Konuşan Şair'in bir başka ilginç yönü, kadim bir geleneği
çağımıza taşıması. Bu, eserin tertibiyle ilgili bir husustur. İbrahim Eryiğit,
İslâm anlatı geleneğinde çok önemli bir yeri olan ve günümüze Abdullah İbn-i
Mübarek'e yapılan atıflarla intikal eden Kur'an'la Konuşan Kadın başlıklı kısa
bir muhavereyi, eserinin temeline yerleştiriyor. Bu, bizim tespitimiz değil,
yazarımıza sorarsanız, eminim teyit edecektir. Söz konusu temel metinde,
ağzından Allah'ın gazabını çekecek bir laf çıkar korkusuyla kırk yıl boyunca
sadece Kur'an'la konuşan kadını İbn-i Mübarek, farklı bir bağlamla yorumlar:
Kur'an hayatın tamamına dairdir...
Kahraman anlatıcının bakış açısı ile sunulan Kur'an'la Konuşan Şair'in olay
örgüsü oldukça sadedir. Kendisini dünyanın bitmez tükenmez işleri arasında
tüketip duran, bu bağlamda sıradan yahut tekdüze diyebileceğimiz bir hayatı
yaşayıp gitmekte olan anlatıcımız, karlı, tipili bir gecede, nasıl olduysa
girilmemesi gereken bir yola girer. Çağın alâmet-i farikalarından olan cep
telefonu, araba radyosu gibi teknik nimetler de iflas etmiştir. Baş ağrısı,
arabanın bitmekte olan benzini, sol yandaki uçurum derken, kahramanımız
gözlerini ahşap bir kulübenin içindeki yatakta açar...
Bu sahneden hemen sonra, romanın ikinci kişisini takdim eder anlatıcı.
Dünya kelamı etmeyen bu kahramanımız, pek tabii olarak idealize bir kişiliktir,
bir tiptir. Duruşuyla, oturuş kalkışıyla, sesi ve bakışıyla, velhasıl hemen her
bir hal ve hareketiyle sağaltıcı bir kimliktir. Öyle ki, bu sağaltıcılık, zaman
içinde ve kimi tehlikeler karşısında, hayat kurtarıcılık şeklinde tezahür
etmektedir. Ağzından, o da kendisine sorulan sorularla bağlantılı olarak,
Kur'an ayetleri dışında bir söz çıkmayan (ki adını telaffuz ederken bile
değişmez bu: Yasin!) bir roman kahramanının, başka hangi kimlikte olmasını
bekleyebilirdik ki?
Bu çerçevede, romanın zaman ve mekân gibi unsurları da kendinden menkul bir
takım özellikler taşır. Şöyle ki, romanda ele alınan zaman dilimi,
bahsettiğimiz uçuruma yuvarlanma sahnesinin vuku bulduğu gece yarısı ile
anlatıcı kahramanımızın iyileşip tekrar hayatın içine girebilmek için yaptığı
otostop anıyla sınırlıdır. Bunun gibi, Kur'an'la Konuşan Şair'in ana
mekânı da sosyal hayatın çok çok dışında, adeta arındırılmış bir orman bölgesindeki
kulübe ve çevresidir.
Kuşkusuz bütün bunlar, eseri, o dört başı mamur klasik roman tarzlarından
ayrı bir sınıfa sokar. Esasen, farklı edebî türlerle oluşturulmuş romanlar
yazmayı denemiştir romancılar, biliyoruz. Mesela mektup, gezi yazısı, günlük,
hatıra gibi türlerle evlilik yapmış romanlardan haberdarız. İbrahim Eryiğit'in
bu eseri ise, az süslü olmakla birlikte edebî türlerden istifade anlamında, çok
sosludur. Fakat bütün bunlarla birlikte, teknik bakımdan bir sadelik söz
konusudur. Birileri bu sadeliği teknik bakımdan "zayıflık" olarak
algılayabilir. Lakin onlara söylenecek bir çift laf arasında şu da vardır:
Kur'an'la Konuşan Şair, adı üstünde, didaktik bir mesaj metnidir. Fakat başka
metinlerden farkı, çok yönlü bir okumaya fırsat tanımasıdır. İster roman olarak
oku bu kitabı, ister söyleşi, ister bir günlük, ister pastoral hayata kazara
yapılmış bir yolculuğun anlatımı, isterse kendisine sorular sorulan bir insanın
vahye müstenit hitabetleri...
Bizim kanaatimiz, İbrahim Eryiğit en çok sonuncusunu önemsedi bu kitabı
yazarken. Bu tespiti dile getirdikten sonra, Kur'an'la Konuşan Şair'in
teşrihini yapmak, bu doğrultuda adlandırmalarda bulunmak, yazarının başarılı
yahut başarısız yönlerini sorgulamak ve dahi araştırmanlık veya eleştirmenlik
fiyakasına mahsus bir takım çalışmalara girip çıkmak, lüzumsuzdur deriz.
Kur'an'la Konuşan Şair, varoluşunun merkezine Kur'an'ı alan bir yazarın
esaslı bir davetidir. Bizde, esaslı davetlere icabet esastır.
(Kur'an'la Konuşan Şair, İbrahim Eryiğit, Pınar Yay. 2011, İstanbul)
20.10.2011
Milli Gazete
Üç bariz hususiyeti var; ikisi şu: Anasından
doğduğunda ağlamak yerine kıkırdamış, o dişsiz damaklarıyla uzun uzun gülmüş,
birincisi… İkincisi, ilk eylem olarak iki elinin parmaklarını saymış,
başparmağıyla işaret parmağı arasındaki açıyı hesaplamış… Zafer işaretinin
matematik değeri hakkında bile kanaati olanlardan…
Matematikçi… Gündelik hayatında, kendine özgü
bir matematik hesabı var. Günü nasıl kullanılacağı hesaplı ve kitapsızdır. Yüz
yıkama mesafesi, yüz yıkama süresince musluk kaç defa dönerse akan suyun ne
kadar olacağının, yürürken sarf edeceği, gülerken yahut kaş çatarken kaç kalori
harcayacağı, kaç yüz kasının hareket ettiği, bütün bunlardan tutun da, derste
geçirilecek vakit, arabada, çayhanede, masada ve yatakta geçirilecek vakti
önceden hesaplanmıştır. İyi bir zaman planlama ustasıdır.
Ölçüyü kaçırdığı görülmemiştir, çünkü ölçü
kendisini kaçırıp hapsetmiştir.
Hafızasında sayılar formüller sayısınca fıkra
bulunur, nükte dolaşır. Belleği, bin beş yüz Temel fıkrasının da içinde
bulunduğu Türkiye’nin en zengin fıkra repertuarına sahiptir. Anlatırken de
hesaplıdır. Birbiriyle akraba olanlardan başlar, fıkra anlatma süresi ve fıkra
anlatırken vereceği nefes sayısı da önceden hesaplanmıştır.
Geç kalmaz. Genç kalmasını gülmeye borçludur.
Esasında gülmekle kendisi arasında bir alacak verecek hesabı olmayanlardandır.
Gülmek parayla olmadığı için çok güler dense abartı olmaz.
Bütün talebelerinin kendisinden memnun kaldığı
nadir öğretmenlerden biridir.
Öğrencisi olsa, bütün hocaların da memnun
kalacağı bir mizacı vardır.
İyi olan her şeyi onaylar. Eylem adamlığından
ziyade “eğlem” ve enlem adamıdır.
Bir zamanlar İktibas Mecmuasının sanat sayfasını
hazırladı. Rahmetli Ercüment Özkan’ın sofrasından nasiplenmiştir. Ondan, çıkan
bütün mealleri iki defa okumuştur.
Evde Kuran’la dışarıda herkesle konuşur.
Rivayet değildir; sonradan Hurufi olmuştur.
Şiirle matematik arasında şiirden çok matematiğe
yakın bağlar bahçeler inşa eder.
İbrahim Eryiğit bu, matematikçi şairimiz.
Eylülde Su, Hurufat, Kuran’la Konuşan şair
gülümsemeyi bıraktığı zamanların ürünüdür.
İyi dinler. İyiyi dinler.
Tarihin ve coğrafyanın eskitemediği,
değiştiremediği bir yüzü vardır.
Yaratıldığı iklimin gölgesini taşır. Böyle
biliriz.
KAYNAK: Mehmet Aycı / İki Yüz (2015, Sayfa:
163).
Okunmuş
ve fakat paylaşılmayı bekleyen kitaplar arasından seçip aldığım üç kitap… Ortak
bağlamları var: Harflere yaslanmışlar.
Harflere
yaslanmadık kitap mı var; nihayet bütün kitaplar harf ordularının yatağıdır.
Hayır, o değil söylediğim; bu kitaplar harfleri konu almışlar…
Terk
ettirilen “Elifba”nın hüzünlü hikâyelerini ihtiva ediyor birisi…
Bir
diğeri hâlâ unutulmayan ve hâlâ gündemimizde olan o “Elifba”nın harflerine
şiirler mırıldanıyor…
Sonuncusu,
mevcut alfabenin harflerini dillendiriyor; onları masum çocuk dünyası içinde
anlamlandırmaya çalışıyor…
Harflere
yaslanmış kitaplardan ilki Cemal Şakar’ın editörlüğünde hazırlanmış olan bir
hikâye antolojisi: Sessiz Harfler (Okur Kitaplığı, 2013).
Kitaba
yazdığı önsözde gerekli izahatları yapıyor Cemal Şakar. Mesela şunları
söylüyor: “Bu kitap sadece; bir dönem ecdadımızın Osmanlıca okuyup yazdıklarını
'tatlı bir hatıra’ olarak gelecek nesillere aktarmak için yapılmadı. Duvarın
öte yakasında nelerin kaldığını, hangi acıların, sevinçlerin nasıl bir
sessizliğe gömüldüğünü, edebiyatın o diriltici, umut aşılayıcı diliyle
yoklamak, sorgulamak, hatırlamak ve hatırlatmak öncelikliydi bizim için.”
Bu
öncelikli durum için öykücülerimiz harekete geçer. Uzun bir süre çalışırlar.
Aralarından yirmi dört yazarın metni, işte bu kitaptadır. Sessiz Harfler
kitabı, Harf Devrimi’nden sonra bu cidden sorunlu hamleye yönelik soylu bir
eleştiri kitabı değildir. Daha da ötede, onun oluşturduğu faciaları yıllar
sonra edebî bir dil ile ve elbette mana âleminde sorgulama çalışmasıdır…
İkinci
kitap bir şiir kitabıdır. İbrahim Eryiğit’in Hurûfât’ı (Hece Yay., 2012). Şair
Eryiğit, bu kitaptaki şiirlerini birkaç yıldan beri dergilerde peyderpey
yayınlamıştı. Doğrusu farklı dergilerde yayımlanan bu şiirlerin iki kapak
arasında bir araya gelmesi gerekiyordu. Gereken oldu.
Hurûfât,
Elif’ten Ye’ye Elifba harflerinin adını taşıyan şiirlerden oluşuyor. Şair, o
harflerin kendi ruhundaki çağrışımlarını anlatıyor şiirler boyunca. Hemen her
bir şiir bir harfin dile gelmesi. Mesela şöyle der “Cim”de:
“Karındaki
noktası ceninidir güzelliğin
Görkemini
andırır doğum bekleyen annenin
İçindeki
çocuğa titreyen bir annedir Cim
Coşkulu
canları sicimleştiren ilahi seçim.
(…)
Sevgilinin
saçlarına benzer zülfü hilâldir
Noktası
mâşûkun al yanağındaki benidir.”
Hurûfât’taki
şiirleriyle soylu bir geleneği tekrar dirilten İbrahim Eryiğit, bunu hemen her
bir şiirin başına eski üstatlardan seçtiği iktibaslarla da pekiştirir. Bâkî’den
Muhibbî’ye, Nev’î’den Sümbülzade Vehbî’ye, Enverî’den Nedim’e, Hz. Ali’den
Fuzulî’ye pek çok zirve isimden yapılan bu iktibaslar İbrahim Eryiğit’in sağlam
temellere yaslandığını gösteriyor. Kitapta “Sin Şın’a Girdiğinde” başlığıyla
Yavuz Sultan Selim etrafında geçen bir olayla ilgili anlatıma ve akademisyen
Emine Terzioğlu’na ait kısa bir makaleye de yer verilmiş…
İbrahim
Eryiğit’in Hurûfât’ta yaptığının bir benzerini Gökhan Akçiçek Her Harfin Bir
Şiiri Var (Kumdan Yazılar, 2012) ile uyguluyor. Fakat bu kez kitapta şiirsel
takdimi yapılan harfler Latin harfleridir. Yani ilk iki kitapla aynı potada
buluşmayacak bir mahiyeti var Gökhan Akçiçek’in kitabının. Fakat onu o potaya
sokan unsurları öncelersek, mesele biter. Nihayet, Gökhan Akçiçek bir şair
olarak harfler aracılığıyla ince duyguları, çileyi yansıtan sızıları anlatıyor.
Bu
arada Akçiçek’in kitabının sadece ilk bölümü bu konuya ayrılmış. 95 sayfalık
kitabın 46 sayfasında A’dan Z’ye harfler konuşturulmuş, anlatılmış. Kitabın
sonraki bölümleri daha farklı bir forma sahip…
Yazımız
bağlamında bir örnek almamak olmaz. Bölümün son şiiri, Z/ Mahcup Zerdali’yi
alıyorum:
“Aramızda
kalsın
Küçük
zerdali
Kimselere
söyleme
İnanmıyorsan
eğil bak
Sabah
akşam mendilime
Bir
rüzgâr dadandı.
Çevirme
yüzünü
Hep
öyle kalsın,
Anne
öpücüğüne
Ayarlı.”
19.04.2013
Milli Gazete