Divan şairi (D. ?, Maraş - Ö. 29 Nisan 1809, İstanbul). Asıl adı
Mehmed’dir. Sünbülzâdeler adıyla ünlü bir aileye mensup olduğu için Sünbülzâde
diye tanındı. Babası Maraş’ta bilgin ve şair olarak bilinen Raşit Efendi’dir.
Bir söylentiye göre, mahlâsını kendisine Seyyid Vehbî vermişti. Maraş’ta iyi
bir medrese öğrenimi gördü. Ardından İstanbul’a giderek devlet büyüklerine
kasideler sundu ve kendini tanıttı. Yaş, Bükreş, Eflak ve Boğdan bölgelerinde
kadılık yaptı. Hacegânlık (memuriyette bir makam) rütbesine yükseltildi (1768).
İran elçiliği (1775) ve Rodos (1787), Silistre, Zağra (1788) kadılıklarında
bulundu. İranda Zend Kerim Han’ın dostluğunu kazandı. 1776 yılında Bağdad’a
dönüşünde vali Ömer Paşa ile arası açıldı. Devletin çıkarlarını gözetmediği ve
elçiye yakışmayacak hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle idamı için ferman
(padişah buyruğu) çıktı. İstanbul’da saklandı ve itibarını yitirdiği için bir
köşeye çekildi. Yedi yıl yoksul bir hayat yaşadı.
Yazdığı Tannâne adlı kasidesini Sultan I. Abdülhamid’e sunarak kendisini
bağışlattı. 1788’de Avusturya seferine çıkan ordunun kadı nâibliğine (vekil)
atandı, 1790’da İstanbul’a döndü. Son olarak Manisa, Siroz, Bolu ve Manastır
kadılıklarında bulundu. Hayatının son yıllarını kendine bağlanan gelirlerle
refah içerisinde geçirdi. Mezarı Edirnekapı dışındadır. Yakın arkadaşı Sürûrî
ölümüne tarih düşürdü:
“Cennet olsun rûhuna Vehbî Efendi’nin makam ile,
Gülşen-i cenneti me’vâ kıla Sünbülzâde ve
Oldu nâbûd reisü’ş-şu’ara Vehbî-yi Pîr”.
XIII. yüzyılın ünlü şairlerinden olan Sünbülzade Vehbî,
şiirlerinde halk deyimlerine de yer vermiş, Tanzimat şairleri tarafından
lirizmi eksik bulunan şiirleri soğuk karşılanmıştı. Döneminin klâsik Dîvân
şiirini en iyi temsil eden şairdi. Daha çok şekle, dışa ve klâsik estetiğe önem
verdi. Sağlam ve açık, kuru bir anlatımı vardır. Bâkî, Nâbî, Sâbit ve Nedim’in mazmunlarını tekrarladı. Divan şiirinin söz
ve mânâ sanatlarını hemen her beytinde kullandı. Zevk ve eğlenceye düşkün olan
Vehbi, bu özelliğini şiirlerine yansıttı. Şiirleri devrin toplumsal hayatını
yansıtması bakımından önem taşır. Teknik ve biçim bakımından sağlamdır. Edebî
değerden yoksun pek çok kasidesi olmasına rağmen bazı kasideleri çok ünlendi. Lûtfiyye
adlı eserinde Nâbî’nin Hayriyye adlı eserini örnek aldı. Ahlâkî ve
didaktik bu eserde, Vehbi, dönemin sahte şairlerini eleştirdi, Yunus’a karşı
olumsuz bir tavır takındı.
“Bazı araştırıcıların zannına göre Vehbî ‘şiir söylemek’ te son
tabaka ricali meyânında görünmüş ise de, ‘mevzûn söz söylemek’te birincilerden
sayılmağa hak kazanmıştır. Kendisi bu görünüşte mazurdur. Çünkü, tabiatın
vergisi olan şairane hissiyattan hissesine pek az bir şey isabet etmiştir.
Elbette hissiyat başka, malumat yine başka! ikisi birleşirse bir kâmil şair
teşkil eder. Vehbî yaratılışında olan kişiler, her sözü mevzûn söyleme
kuvvetine sahip olsalar da, ekseriya:
‘Gitti başundan gönül ol serv-kaddün sâyesi
Ağla kim idbâra tebdîl oldı ikbâlün senün’ gibi bir beyit söylemek
bahtiyarlığına nâil olmadan hayatı bitirirler. Vehbi’nin göz diktiği şey
ekser-i şairler gibi orijinal sanatlı söyleyiştir.” (Muallim Naci)
ESERLERİ:
Divan (Bulak, 1837),
Lutfiyye-i Vehbî (Manzum, didaktik, 1837), Şevk-engîz (kadın ve
erkek güzelliğini karşılıklı olarak öven iki kişinin sonunda ilahî aşkta karar
kılışını anlatır, 1837; Enderunlu Fazıl’ın Defter-i Aşk ve Zenannâmesi ile
bas., 1869), Münşeat (Yazarın ifadesine göre bu eser, yangın sırasında
yandı, bazı parçalarına Letâ’if-i İnşâ ve Münşeât-ı Aziziye gibi
kitaplarda rastlanır), Tuhfe (58 kıtadan oluşmuş Farsça-Türkçe sözlük, Tuhfe’nin
altmışa yakın eski harflerle baskısı vardır), Nuhbe (Arapça-Türkçe
sözlük, eski harflerle İstanbul’da sekiz, Mısır Bulak Matbaası’nda bir kez
basıldı), Nuhbe (sözlük).
KAYNAK: Yayaköylü Ahmet Râşit / Şerh-i Nuhbe-i Vehbî (1843),
Sürûrî / Hezeliyât (tsz.), Ziya Paşa / Harâbât (1874, c. 1, s. 17), Muallim
Naci / Esâmî (1890) - Osmanlı Şâirleri (2004), Mehmet Süreyya / Sicill-i Osmani
(1893), Şemsettin Sami / Kâmûsu’l-âlam (1910), Şehabettin Süleyman / Tarih-i
Edebiyat-ı Osmaniye (1910), İbrahim Necmi / Tarih-i Edebiyat Dersleri (1919),
İbrahim Alaattin Gövsa / Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsil
(Tedrisat mecmuası, 1922, sayı: 66), Ali Canib Yöntem / Sünbülzâde Vehbî (Türk
Dili ve Edebiyatı dergisi, 1940, sayı: 2) - Hayriye-i Lütfiye (İstanbul
mecmuası, 1970, sayı: 31), Recai Karaca / Hayriye ve Lütfiye Arasında Bir
Mukayese (Bitirme Tezi, 1945, Türkiyat Enstitüsü), Faik Reşat Unat / Osmanlı
Sefirleri ve Sefaret-nâmeler (1968), Vasfı Mahir Kocatürk / Türk Edebiyatı
Tarihi (2. bas. 1970), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri I (1972),
Ömer Faruk Akün / İslâm Ansiklopedisi (2. bas. 1979, c. 2), Nihat Sami Banarlı
/ Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (c. 2, 1983), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü
(gen. 6. bas. 1999), Halûk İpekten - Mustafa İsen - Turgut Karabey - Metin
Akkuş / Büyük Türk Klâsikleri (c. 7, 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Arakçîninde olmuş turre-i dildâr pîçâpîç
Yatur elbet derûn-ı lânesinde bâr pîçâpîç
Miyanı haddeden geçmiş diyü ser-rişte virmekden
O şûh-ı sîmkeş destinde oldı târ pîçâpîç
Düşer ejder gibi gûyâ ki genc-i şâyagân üzre
Tılsım-ı muhkem olmuş ukde-i şalvar pîçâpîç
Ne mümkün togrı çıkmak zerre-i çâh-ı muallaya
Tarîkin resmi mânend-i reh-i kûhsar pîçâpîç
Ricâlün başı baglu oldugından emr-i şâhîye
Horâsânî de olmuş hey'et-i destâr pîçâpîç
Menâr-âsâ egerçi istikâmet gösterir zâhid
Derunun yokladım amma o nâ hem-vâr pîçâpîç
Bu cism-i nâtüvânım nâr-ı hecr-i yârla Vehbî
Misâl-i mu-yı âteş-dîdedir her bâr pîçâpîç
Uşşakı ıyd-i vasluna kurban alur mısın
Cânâ bu demde bûse virüb cân alur mısın
Ber-dûş idüb o pâ-yı muhennayı gizlece
Zâhid bu gûne boynuna sen kan alur mısın
Aldım haber bahâsını kim nakd-i can imiş
Kâlâ-yı vasl-ı dilberi erzân alur mısın
Ehl-i hünerle dad u sited itme ey felek
Bir pula virse cevher-i irfan alur mısın
Vehbî garîb düşdi ser-i kûyuna yine
Halvet-sera-yı vuslata mihman alur mısın
(….)
Eserleri hakkında verilen
bilgilerden de anlaşıldığı gibi Sümbül-zade Vehbî oldukça velûd ve çok yönlü
bir yazardır. Kendisinin pek çok yerde bize göstermiş olduğu gibi zamanının
ilimlerinde oldukça mesafe katetmişti. Şevkengiz'de mantık bilgisini,
Lutfîyye'de böyle bir konuyu işlemek için zamane ilimlerinin çoğuna hakimiyetini
Tuhfe ve Nuhbe'de ise İslâm'ın klâsik dillerinde hiç de küçümsenemeyecek
derecede üstad olduğunu göstermiştir. Ayrıca Türk ve İran şiiri üzerinde
çalışan gayretli bir kişidir. İranlı üstadlar içerisinde en beğendiği kişinin
Hafız olduğu görülmektedir ki bu kişiden alıntılar yapmış ve bazan da onu
taklit etmiştir. İran şairlerinden Sâib, Şevket ve Sadi, Türk şairlerinden Nef’î,
Bakî, Sabit, Nâbî, Nedim ve Sami'nin şiirlerine yazdığı pek çok nazire, tahmis
ve benzeri şiirleri bulunmaktadır.
Vehbî, Türk şairleri arasında
gözlemlerine dayalı şiirler yazan ilk şairlerdendir; mesela caddede yürüyen bir
kız onun şiirinin konusu olur ve o bu durum dolayısıyla aklına gelen düşünce ve
hayalleri şiirleştirir. Sara adında bir v kadın Sırbistan'ın Nisse
yakınlarındaki Türk kampına bir istekte bulunmak üzere gelir; Vehbî bu kadını
görür, beğenir ve bu olayı hemen şiirleştirerek Divan'ına alır. Vehbî'nin bu
tarz şiirleri pek fazla değildir, fakat oldukça yüksek karakterde şiirlerdir;
hemen hemen çoğu mizahîdir ve şiirin konusu olan kadınlarla ilgili kendi his ve
düşüncelerinden ibarettir.
Vehbî'nin, şiir sanatının teknik
yönleriyle ilgili oldukça bilgi sahibi olduğu görülmektedir; şiiri meydana
getiren geleneksel kaideleri fazla ihlal etmediği, hatta kendisinden çok daha
büyük şairlerin şiir sanatında düştüğü yanlışlara bile düşmediği görülür. Şiir
için fazla ümit verici olmayan bir malzemeyle güzel olmasa da en azından
bunları şiir çerçevesi içerisine sokmaktaki ustalığı ve becerikliliği
dolayısıyla bu şairi takdir etmemek mümkün değildir. Bilgelik ve üslup
güzelliği gibi kendisine seçme ve ayıklama iktidarı verecek olan bir tenkit
melekesine de sahip olmuş olsaydı üretkenliği ve kabiliyeti dolayısıyla
herhalde çok daha değerli bir miras bırakacaktı. Bu itibarladır ki Naci, onun
eserlerinin, kendisine isim veren Seyyid Vehbî'nin eserlerinden daha aşağıda
olduğunu söylemek zorunda kalmıştır.
(….)
(Osmanlı Şiir Tarihi, 1999)