Gazeteci-yazar.
1 Ocak 1966, Çorum doğumlu. İş adamı Mehmet
Ali Yalçın ve ev hanımı Cemile Yalçın'ın oğulları olarak dünyaya geldi. Anne tarafı
Tercanlı, baba tarafı ise Horasanlıdır. Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi
Yüksek Okulu mezunudur.
Gazeteciliğe
1987 yılında 2000’e Doğru dergisinde başladı. Uzun süre Ankara bürosunda
muhabirlik yaptı. 6 Mayıs 1990'da derginin Ankara İstihbarat Şefliğine
getirildi. 1993-94 yılları arasında günlük gazete olarak çıkan Aydınlık'ta
çalışmaya başladı. 1995'te haber araştırma müdürü iken ayrıldı. Bir ara Doğan
Yurdakul'un Siyah – Beyaz gazetesinde çalıştı.
1996 yılında televizyonculuğa geçiş
yapıp Show TV, Star TV (haber müdürü), CNN Türk gibi
televizyon kuruluşlarında görev aldı. Bir süre Sabah gazetesinin yazı
işleri müdürlüğünü yaptı. CNN Türk'te Cüneyt Özdemir'le birlikte 5N 1K adlı
programı hazırladı. Kurtlar Vadisi adlı dizinin ilk iki yılında konsept
danışmanlığını üstlendi. CNN Türk'te yayınlanan Oradaydım adlı politik
belgeselin hazırladı. 4 Şubat 2007 tarihinden itibaren Hürriyet gazetesinde,
pazar günleri “Not Defteri” adlı köşesinde yazmaya başladı, Mart 2012'de işine
son verildi. Yabancı gazetelerde makaleleri yayımlandı, çeşitli yerli ve
yabancı belgesel ve televizyon programına katkıda bulundu.
Odatv davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanan Soner Yalçın, yaklaşık 22 ay sonra 27 Aralık 2012'de tahliye oldu. Halen Sözcü gazetesi ve Odatv İnternet sitesinde yazılarına devam etmektedir. Soner Yalçın'ın, avukat Feza Kutanoğlu ile evliliği 10 yıl sürdü ve bu evlilikten Aren Soner (d. 2000) adında oğlu vardır.
ESERLERİ:
Binbaşı Ersever’in İtirafları (1994, 10. bas. 2005), Millî Nizam'dan Fazilet'e: Hangi Erbakan? (1994), Behçet Cantürk’ün Anıları (1996), Reis: Gladio'nun Türk Tetikçisi (1997), Bay Pipo - Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas (1999), The Özal - Bir Davanın Öyküsü (Mehmet Ali Birand ile, 2001), Teşkilat’ın İki Silahşoru - Biri Meşrutiyet’in Silahşoru Dede Yakub Cemil Diğeri Cumhuriyet’in Silahşoru Torun “Yakub Cemil“ (2001), Reis - Gladio’nun Türk Tetikçisi (Doğan Yurdakul ile, 2003), Efendi - Beyaz Türklerin Büyük Sırrı (2004; 57. bas. 2005), Efendi 2 - Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı (2006), Siz Kimi Kandırıyorsunuz! (2008), Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor (2009), Samizdat (2012), Erbakan: Eziyet Edilerek Yalnızlığa Yükseltilen İnatçı Bir Siyasal Liderin Portresi (2012), Kayıp Sicil: Erdoğan'ın Çalınan Dosyası (2014), Galat-ı Meşhur: Doğru Bildiğiniz Yanlışlar (2016).
KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009), "Babamla birlikte uyumayı özledim" (Hürriyet.
14 Kasım 2012).
Mehdi Zana, Mehmed
Uzun, Canip Yıldırım, Musa Anter, Şivan Perver gibi sosyalist Kürt aydınlarının
evlilikleriyle, son dönemde dinci şeyhlere, toprak ağalarına, gerici
yönetimlere methiye düzülmesi arasında nasıl bir ilişki olduğunu irdelemek
istiyorum. Evet işin sırrı evlilikte...
BİR dönemdir kafamda yer
“Açılım” sürecini yaşadığımız bugünlerde bu soru
çok önemlidir.
Çünkü
entelektüel birikimin yaratılamaması çözümsüzlük kaynağıdır.
Bugün
ne yazık ki bazı DTP’lilerin sözleri ve tavırları bunun göstergesidir. Yeni
düşünsel oluşumlar yaratamayanlar, “mahalli
dili” aşamayan milliyetçi
tavırlarla, sorunu içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Bu
durum “Kürt kimliğinin” oluşumuna da zarar veriyor.
Ve...
Bu
nedenle aşiret yapısını aşamıyorlar.
Bu
nedenle feodal dinci ilişkileri sürekli yüceltiyorlar. Bugün “Kemalist Cumhuriyet’i gerici” bulan bazı Kürt aydınlarının, toprak
ağalarına, dinci şeyhlere-şıhlara övgüler düzmesinin sebebi nedir?
Bu
nedenle kurtuluşu Batı hegemonyasında arıyorlar. Bugün “Türkiye’yi emperyalist” gören bazı Kürt aydınlarının,
İsrail’in, ABD’nin himayesi altına girme istekleri nasıl açıklanabilir?
“Kürt
milliyetçiliği” yanıtı tek başına pek ikna edici değildir.
En
iyisi bu soruyu somut bir örnekle biraz açayım...
Sosyalist
Kürtlerin evlilikleri
Üç Kürt
aydınının; Mehdi Zana, Canip Yıldırım ve Mehmet Uzun’un hayatından minik
bir kesit sunayım:
Sosyalist Mehdi Zana, 1963’te Türkiye İşçi Partisi’nin
Diyarbakır kuruluşunda öncü rol aldı. Silvan İlçe Başkanlığı yaptı. Doğu
Mitingleri’nin organizasyonunda görev aldı. 12 Mart 1971 darbesinde cezaevine
atıldı. 1977’de
Böylesine
donanımlı sosyalist bilinçte biri kiminle evlendi; dayısının 14 yaşındaki kızı Leyla Zana’yla! Aralarında 21
yaş fark vardı!..
Sosyalist
Canip Yıldırım, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Fransa’da master yaptı.
Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda yer aldı. Cezaevinde bile papyon takanCanip
Yıldırım kiminle evlendi;
dayısının kızı Selma’yla!
Sosyalist Mehmed Uzun, 1977’de zorunlu olarak Türkiye’den
ayrılıp göç dönemi yaşadı. Yıllarca İsveç Yazarlar Birliği üyeliği yaptı.
Uluslararası Pen Kulüp’te çalıştı. Romanlar yazdı. Uzun yıllar Avrupa’da
yaşayan Mehmed Uzunkiminle
evlendi dersiniz; amcasının kızı Zozan’la!
Aralarında 20 yaş fark vardı...
Sayının
üç kişiyle sınırlı olduğunu düşünmeyiniz.
Liste
kabarık... Sosyalist Şivan
Perver akrabası Gülistan ile dünya evine girdi. Vs. vs...
Sosyalist Musa Anter akraba evliliği yapmadı. Ama bakın “Hatıralarım-1”kitabında
evliliğe bakışını nasıl yazıyor: “İstiyordum
ki evleneceğim hanımın ailesi Kürt kökenli olsun; örf ve âdetlerimize uysun.”
Sosyalist Musa Anter bu nedenle İslamcı-yazar Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun
Avusturya Saint George Okulu’nda okuyan kızı Ayşe
Hale ile evlendi!
Tıp
doktoru, Sağlık Bakanı, Kürt aydını Yusuf
Azizoğlu ölen amcasının
eşiyle evlendi.
Bucak
Aşireti’nin en “okumuşu”;
İstanbul Üniversitesi ve Belçika’da hukuk tahsili gören Mustafa Remzi Bucak amcasının kızı Zehra ile evlendi.
Uzatmayayım...
Sebep
Kürt milliyetçiliği mi?
Anlatmak-vurgulamak
istediğim bölgedeki akraba evlilikleri değil. Geçen hafta toprağa verilen Şeyh Said’in torunu Abdulmelik Fırat’ın amcasının
kızıyla evlenmesi gibi örnekler konumuz dışı.
Benim
anlamadığım; sosyalist bilince sahip, Avrupa görmüş, önemli üniversitelerde
okumuş insanların bile bu feodal/gerici kültüre boyun eğip akraba evliliği
yapmalarıdır!
Bakınız
sayı bir-iki kişiyle sınırlı değildir. Çoktur.
Burada “Niye” sorusu önemlidir. Niye bu tür
evlilikler yaptılar, yapıyorlar?
Bu soru
bugün yaşadığımız süreci anlamamıza yardım edecektir.
Çünkü...
Bu
evlilikler sonucu mudur ki, bugün Kürt aydınları bölgedeki gerici/feodal yapıya
hiçbir itiraz/eleştiri getirmemektedir?
Örneğin...
Kuzey
Irak’ta bir erkeğin dört kadını almasına izin veren yasayı onaylayanMesut
Barzani’ye niye hiçbir Kürt aydını karşı çıkmamaktadır?
Sebep
sadece Kürt milliyetçiliği ile açıklanabilir mi?
Kavramsal
tartışmalara girerek kafa karışıklığı yaratmak istemem ama, tarihsel sürece
baktığınızda milliyetçilik ilerici bir düşünce olarak doğmuştur. Anımsayınız ki
feodalizmi tasfiye etmiştir. Kürt aydını bu noktadan daha geridedir.
Bölgedeki
feodalizmle iç içedir; birbirini beslemektedirler.
Baksanıza...
Bölgenin
dini şeyhlerini “uçurtmak” için adeta birbirleriyle yarışıyorlar!
Toprak
ağalarına methiyeler düzüyorlar. Kürt derebeylerine kahraman gözüyle
bakıyorlar.
Aydınlanmacı
Cumhuriyet’e düşman yapıp, Kuzey Irak’taki gerici/feodal yönetimi elleri
kızarırcasına alkışlıyorlar.
Tüm
bunların sebebi nedir? Tartışmamız gereken budur. Bunlar konuşulmadan“açılım” olmaz.
Şaşırtıcı
gelebilir ama bunun üzerine kafa yoran tek kişi İmralı’daki Abdullah Öcalan’dır!
Kürt
aydını ise ucuz bir popülizmin peşinde koşup durmaktadır.
Bu
halleri Engels’in “İnsanlar yaşadıkları gibi
düşünürler” tezini; Marks’ın“Sosyal ilişkiler iktisadi
ilişkileri belirler” tezini
doğrulamaktadır.
Israrla
sormalıyız: Akraba evliliği yapan sosyalistler bu nedenle mi; bugün toprak
reformunu hiç ağızlarına almıyorlar?
Özgürleşme sorunu
Görünen
o ki; Kürt aydını kendi rönesansına koşmuyor; ortaçağını güçlendirmeye
çalışıyor.
Temmuz
Devrimi’nden Cumhuriyet Devrimi’ne kadar tüm modernist kazanımları
kötülemelerinin başka türlü açıklaması olamaz.
Soğuk
Savaş döneminde dondurulan-gericileştirilen ilerici Kemalist Cumhuriyet
sürecini, Kürt aydınının daha da geriye döndürmek için değil, aksine ileriye
taşımak için mücadele vermesi gerekiyor.
Ama ne
yazık ki Kürtler umudunu; dinci şeyhlere/şıhlara, toprak ağalarına, köhnemiş
düzeni sürdürmek isteyen siyaset bezirgânlarına ve emperyalist güçlere bağlamış
görünüyor.
Şeyhlerle,
ağalarla bir toplum özgürleşebilir mi?
Böyle
ilericilik, sosyalistlik, çağdaşlık olur mu?
Diğer
yanda kendilerinden yana “taraf” olanlara çok inanmaktadırlar.
Sadece
şu soruyu sormamaları bile olayın uluslararası karanlık boyutunu göstermektedir:
Türk
Solu’nu ulusalcılıkla/milliyetçilikle suçlayanlar; şeyh uçuran, toprak
ağalarına boyun eğen, Batı’nın himayesini isteyen Kürt Solu’nu niye
yüceltiyorlar?
Ne
ilginç değil mi bu “taraf” yazarları en büyük desteği dinci
çevrelerden görmektedir.
Bilinmelidir
ki, Türkler ve Kürtler her türlü gericilikle mücadele ederek kardeşliklerini
koruyabilir ve özgürleşebilirler.
Bunun
ilk adımı ise, dil ile düğümlenenin diş ile çözümlenemeyeceğine olan
inançtır...
Milliyetçi yazarın
Ermeni yengeleri
TÜRK Sağı’nın önemli yazarlarından Ergun Göze geçen hafta toprağa verildi.
Ergun
Göze 1969 yılından itibaren Tercüman
Gazetesi’nin sembol isimlerinden biriydi.
Solcu
yazarlarla sık sık polemiğe giren Ergun
Göze’nin yazıları hayli sertti.
Hassas
olduğu konu Türk milliyetçiliği idi.
1931
İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tanışıp evlendiler.
Hicran
Göze de eşi gibi yazar. Çeşitli yayın
organlarında makaleler kaleme aldı; kitaplar yazdı: “Türk Kadını”, “Maveradan Gelen
Ses”, “Kılıcın Hakkı”, “Sulh Peygamberi”, “Ayetler ve Kadınlar”, “Zor Yılların
Zor Kadını Halide Edip Adıvar”gibi...
Hicran
Göze’nin “Kadıköylü Yıllarım” adlı kitabını 2007 yılında çıktığında
bir çırpıda okudum.
Tiyatro
tarihi denince ilk akla gelen isim olan Prof. Dr. Özdemir Nutku ile kuzen olmalarına şaşırmıştım.
Keza yine kitapta beni şaşırtan bir diğer bilgi ise, ressamMehmet Güleryüz ile Hicran Göze’nin üvey kardeş
olmalarıydı. Biri solcu diğeri sağcı iki kardeşin birlikte yaşadıkları yıllar
şaşırtıcıydı. (Mehmet Güleryüz’ün“Güldüğüme Bakma” adlı kitabında anlattığı çocukluk
anılarına Hicran Göze bu kitabında sert yanıt verdi. Ama
konumuz bu değil. Geçelim.)
Hicran
Göze’nin de
eşi Ergun Göze gibi, Ermeni meselesi konusunda
radikal tavırları vardı.
Keza Hicran Göze’nin kitabını
yayınlayan Kubbealtı Neşriyat Rıfai Dergâhı’na aitti. Hicran Göze’nin kuzeni Şaziye Berrin Kurt dergâhın önde gelen kadınlarından
biriydi.
Ve bu
dergâhın Samiha Ayverdi gibi yazar kadınları Ermeni
meselesine çok hassastılar.
Bu
bilgileri vermemin bir nedeni var.
Rıfai
Dergâhı’na bağlı Hicran Göze’nin
yengeleri arasında iki Ermeni vardı.
Biri;
kuzeni Kemali Bey’in eşi Fehime.
Diğeri;
kuzeni Nuri Bey’in eşi Fitnat.
İki
yengesini de çok sevdiğini yazan Hicran
Göze’nin Türk milliyetçiliğinin sembol ismi Ergun Göze ile evliliğinde bu yengeler “sorun” yaratmış mıydı?
Çok
kişi bu soruyu anlamsız bulacaktır. Haklıdırlar.
Yengelerin
Ermeni kökeni ailede hiç sorun olmamıştı.
Fitnat yengesi uzun yıllar boynunda haç ile
dolaşmış kimse bir şey dememişti.
Keza
terzileri Matmazel Zabel de Ermeni’ydi.
Kadıköy
İbrahim Ağa Mahallesi’ndeki komşuları arasında çok Ermeni vardı.
Demem o
ki...
Ermenilerden
hep iyi niyetli duygularla bahseden kişi Türk milliyetçiliğinin sembol adı Ergun Göze’nin eşi Hicran Göze.
Eşi
gibi radikal milliyetçi olan Hicran
Göze’nin bile Ermeni vatandaşlarımız hakkında bu kadar sıcak duygular
beslediği bu ülkede, hâlâ içimizden birilerinin soykırım iddialarında
bulunmalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Bu
iddia bu toprakların tarihine haksızlık değil mi?
Aziz Nesin’e ödül kazandıran sağcı sanatçı
CİNUÇEN
Tanrıkorur’a sağcı
denilebilir mi?
Bilemedim.
Bilemediğim
onu siyasal kimliğiyle tanıtmanın haksızlık olup olmayacağı.
Cinuçen
Tanrıkorur’un
siyasal kimliğinden çok sanatçı kişiliği hep ön planda oldu. Bestekârdı ve
tabii Türkiye’nin en önemli udilerinden biriydi.
Tanrıkorur 1938 senesinde İstanbul Fatih’te dünyaya
geldi.
Babası Zaferşan Tanrıkorur oğluna, kendi isminin Türkçedeki
tam karşılığı olarak “Cinuçen” ismini koydu.
Cinuçen
Tanrıkorur daha çocuk yaşlarında
ilk müzik derslerini annesi Adalet
Hanım’dan aldı.
Gümrük
müdürlüğünde ayakkabıcılığa kadar birçok işe girip çıkan Zaferşan Beyoğlunun,
Kendisi
on dört yaşında Beyoğlu’nda dans hocalığı yapmıştı. O dönemin moda dansları
çarliston, fokstrot, tango, vals hepsini öğrenmiş, öğretmişti. Ancak babası her
kadar oğluna Batı müziği aşılamaya çalışsa da Cinuçen
Tanrıkorurklasik Türk müziğinden vazgeçmedi.
Neyse
yazmak istediğim Cinuçen
Tanrıkorur’un sanat hayatı değil. Aziz
Nesin’i dünyaya tanıtan bir ödülle ilgisinin olmasıydı.
Yıl
1955.
İtalya’nın
Genova yakınlarındaki Bordighera kasabasında Uluslararası Altın Palmiye
Karikatür ve Mizah Yarışması yapılacak.
Aziz
Nesin yarışmaya “Fil Hamdi” adlı öyküsüyle katılmak istiyordu.
İstiyordu
ama bir engel vardı. Eserler İtalyancaya çevrilip gönderilmek zorundaydı.
Aziz
Nesin Türkçe-İtalyanca bilen
birini aradı.
Aklına
Kuleli Askeri Okulu’dan arkadaşı Zaferşan
Tanrıkorur’un oğlu geldi.
İtalyan
Lisesi 12’nci sınıf öğrencisi Cinuçen
Tanrıkorur, çeviriyi yapmamak
için epey direndi. Çünkü korkuyordu. Okuldan öğrendiği İtalyanca ile bir
edebiyat eserinin çevrilemeyeceğini söyledi.
Aziz
Nesin, “İstediğin kadar kötü çevirebilirsin, hiç
merak etme benim eserim birinci olacak” diye moral verdi.
Cinuçen
Tanrıkorur çeviriyi yaptı.
Ve “Fil Hamdi” dünya birincisi oldu.
Aziz
Nesin’e
hikâyeyi kimin çevirdiğini sorduklarında hep “Bir
Türk genci”yanıtını verdi.
Bu “Türk gencinin” kim olduğunu ben yıllar sonra, Cinuçen Tanrıkorur’un
hatıralarını kaleme aldığı “Saz
Ü Söz Arasında” adlı kitaptan
öğrendim.
Peki Aziz Nesin neden “Türk gencinin” adını açıklamamıştı?
Aziz
Nesin o yıllarda (ve
hayatının tabii sonuna kadar) devlet tarafından fişlendiğinden, genç Cinuçen Tanrıkorur’un başına
bir şey gelmemesi içinCinuçen Tanrıkorur’un adını saklamıştı.
Yine
hatıratta yazdığına göre, Aziz
Nesin de tıpkı Zaferşan Tanrıkorur gibiCinuçen’i müzik
konusunda etkilemek istemişti.
“Aziz
Ağabey ile birkaç yıl sonra Cağaloğlu’nda çalıştığı yayınevinde karşılaştık.
Merhaba der demez başladı bana müzik konferansı vermeye (babam tarafından
doldurulmuş olduğu belliydi). Alaturka müzik, Arap-Acem-Bizans karması bir
saray artığıymış. Müzikle uğraşacaksam piyano filan çalmalıymışım; ancak böyle
dünyaya açılabilirmişim. Ud çalarak Türkiye’nin dışına çıkamazmışım. Eğer bir
daha karşılaştığımızda da beni yine alaturkayla meşgul görürse, sadece merhaba
der, çayımı söyler, benimle konuşmaz, işine devam edermiş.
Ayrıldık
ve bir daha hiç görüşmedik.”
Aslında
bu hatırada çıkarılacak ne çok dersler var değil mi?
Aziz
Nesin gibi büyük bir yazarın
bu tavrını nasıl yorumlamak gerekiyor?
Batı’nın
kültürünü “ilerici” bulup kendi tarihsel mirasını “gerici” görüp sırt çevirmenin sebebi salt kaba
pozitivizm mi?
Solcular
için klasik Türk müziği neden “gericiliğin” sembolü sayıldı? “Eskiyi”devam ettirdiğinden mi?
Osmanlı “ilericiliğinin” sembolü Mehter Takımı’na bile tavır
alınması tarihimizi bilmemekten mi kaynaklanıyor? Ya da geriye dönüş
korkusundan mı?
Soru
çok.
Tüm
bunları serinkanlılıkla tartışmalıyız.
Ama tüm
bunları konuşurken ortak bir paydamızın olması şart:
Aziz
Nesin de bizimdir, Cinuçen Tanrıkorur da...
KAYNAK: Soner Yalçın / Kürt Açılımı’nın
Leyla Zana’nın Evliliğiyle Ne İlgisi Var? (hurriyet.com.tr, 18 Ekim 2009).
AKİF EMRE
SONER YALÇIN
Akif Emre vicdanlı bir entelektüel idi. Aslında mahallemiz aynıydı,iyi bilirdik. “Mahallesindeki” yalnızlığını sanırım anlıyorsunuz. İYİ BİLİRDİK.Evet…Akif Emre'nin evi, “Bizim Mahalle”ye sınırdı.Bir el mesafesindeydi.uzaklığımız. Makalelerini Odatv'de yayınlardık kimi zaman.Son alıntıyı 9 Şubat 2017'de yaptık.Yeni Şafak'taki köşesinde savruk FETÖ operasyonlarını eleştiriyordu:– Her şeyi müesses nizamın gerekleri açısından meşrulaştırılan uygulamaların; adalet ilkesini de, maşeri vicdanı da yaralama potansiyeli her zaman vardır. Kaldı ki kimi uygulamaların şimdiden toplumsal yaralar açtığı söylenebilir.
– Devlet aklının pratik zekası bu uygulamada da devreye girmiş, bu arada FETÖ ilişkilerinden bağımsız muhalif görülenlere yönelmiştir. Açıktan başka terör örgütlerine destek verenler bir yana, düşünsel anlamda muhalif olanlar, İslamcılar da bu tasfiyeden nasibini almaktadır.– Vicdan ve adalet duygusunu yaralayan uygulamalarda farklı bir kaç nüfuz alanı devreye giriyor:– Şahsi hesap ve kariyeri açısında rakip gördüğünü FETÖ üyesi olarak ihbar eden ahlak yoksunluğu.– Kripto tiplerin kendi konumlarını garantiye almak için yaptıkları ihbarlar. Bu şekilde hem aktif mücadele eden bir yetkili devre dışı bırakılmış oluyor, hem kendi konumunu güçlendiriyor.– Olur olmaz her ihbarı araştırmadan işlem yapan bürokratların risk almaktan kaçınan uygulamaları. ‘Suçsuzsa nasıl olsa ortaya çıkar' mantığı ile, işlem yapılan insanların toplum nezdinde düştükleri durum ve mağduriyetlerin bakiyesi sanılandan çok fazla.
– Bir sistemde ‘devlet aklı ve devlet maslahatı'nın üstünde değerler yoksa despotizme yol açar. Önce adalet, ahlak ve toplumsal sorumluluk. Siyasilerin, bürokratların yanlışlarını frenleyecek başka ne var elimizde?
KAYNAK: Soner Yalçın / Akif Emre (sozcu.com.tr, 25.05.2017).
İŞTE
SAVARONA’NIN BİLİNMEYEN HİKAYESİ
Soner YALÇIN
Savarona’nın
hikayesi pek bilinmiyor: İlk sahibi “Okyanus Ötesi” Pennsylvania’dan!
Savarona’nın ikinci sahibi Hitler miydi? Atatürk Savarona’yı niye çok istedi?
Yatta kaç gün kalabildi? Savarona hangi krallara peşkeş çekildi? Gemiyi turizm
amaçlı ilk kimler kiraladı? İran Kraliçesi Süreyya’nın Savarona’ya getirdiği
son umudu Fatma Bacı kimdi? Trabzonlu Mehmet Şeber Savarona’ya niye talip oldu?
Savarona’yı kimler yaktı; kimler antikalarını çaldı? İşte soruların yanıtları…
Sizi Önce New
York’a Götüreyim…
Alman
kökenli mühendis John A. Roebling tel kablonun mucidiydi. Bu nedenle göç ettiği
Amerika’da dünyanın en büyük tel kablo üreticilerinden biri oldu. Telgraf
telleri, elektrik telleri, köprü telleri, gemi ve asansör telleri üretip sattı.
Amerikalı
zengin mühendisin bir hayali vardı; Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine
bağlayacak köprü yapmak.
1865’te
kolları sıvadı; köprü projesini kendi çizdi. Gerekli girişimleri yapıp
teklifini kabul ettirdi. Fakat talihsizlik; köprünün yerini tespit çalışmaları
sırasında geçirdiği kaza sonucu 1869’da öldü.
Oğlu
Washington Roebling, babasının hayalini hayata geçirmek için inşaatın başına
geçti. Yine bir talihsizlik, köprü kulelerinin inşa edileceği su altı
odalarında çalışırken vurgun yedi ve yatalak oldu. Ancak babasının hayalini
gerçekleştirmek için inşaatı bırakmadı; eşi Emily Warren Roebling yardımıyla
köprüyü 1883’te bitirdi.
Savarona’nın
ilk sahibi Emily Margaret Roebling, işte Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden bu
çiftin kızıydı…
İlk Sahibi “Okyanusya
Ötesi”
Pennsylvanıa’dan
Pennsylvanialı
Richard McCall Cadwalader, Princeton Üniversitesi mezunu başarılı bir
bankacıydı. Müziğe kabiliyetliydi ama onu asıl merakı denizcilikti.
Roebleingler’in
kızı Emily Margaret ile evliydi.
Emily
Margaret Cadwalader da kocası gibi denizi seviyordu. Yatlara düşkündüler.
Yatlarıyla dünyanın birçok yerini gezdiler. O yıllar Amerikalı zenginler
arasında dünyayı turist olarak gezmek modaydı.
Cadwalader
çiftinin 1926’da yaptırdıkları yatlarının adı, Savarona’ydı.
Savarona;
Hint Okyanusu’nda yaşayan bir Afrika kuğusunun adıydı.
Cadwalader
çifti ikinci yatlarını 2 yıl sonra, 1928’de inşa ettirdi. İlginçtir, ona da
Savarona adını verdiler.
Ve
üç yıl sonra 1931’de yaptırdıkları, dünyanın en büyük özel yatına da Savarona
adını koydular.
İşte
bugün gündemimize -ne yazık ki fuhuş baskınıyla gelen- Savarona bu
Savarona’ydı!
Almanya’nın
ünlü Blohm und Voss tersanesinde inşa edilen ve Hamburg’ta denize indirilen
Savarona, 124.3 metre gövde uzunluğuyla dünyanın en büyük yatıydı.
Savarona’nın
denize indirilişi hayli görkemli oldu. Time, The New York Times, Chicago
Tribune gibi dünya basını Savarona’ya çok ilgi gösterdi.
Ancak
Savarona’nın ABD’ye girişi sorunlu oldu. Amerika yatın yapım gideri kadar
gümrük ve kayıt parası istedi. Bu da yaklaşık 3 milyon dolar tutarındaydı.
Cadwalader
çifti parayı ödemek istemedi. Savarona geldiği yolu izleyerek tekrar Hamburg’a
döndü.
Savanora
Almanya’ya dönmüştü ama kurtuluşu yoktu. Çünkü Amerikan vergi memurları
Savarona’nın peşini bırakmadı. Cadwalader çiftini vergi kaçırmakla itham
ettiler. İddiaya göre çift, daha az vergi vermek için Savarona’yı şirket malı
gibi göstermişti.
Dava
sürerken, yetmezmiş gibi Emily Margaret Cadwalader geminin çarkçı başına aşık
oldu. Yatın en üst katındaki odasından, üç kat aşağıdaki çarkçı başının odasına
giden özel bir merdiven yaptırdı. Gizlice buluşuyorlardı. Ve sanıyorlardı ki 80
küsur personelin bu aşktan haberleri yok. Olay, Richard McCall Cadwalader’ın
kulağına gitti. Aile faciası son anda önlendi.
Savarona
Cladwalader ailesine uğurlu gelmemişti. Şubat 1937’de gemiyi satılığa
çıkardılar.
Atatürk Çok
Kızdı
Tarih
4 Eylül 1936.
Yer
İstanbul.
Atatürk’ün
canı bir olaya çok sıkkındı.
O
gün, İstanbul’a gelen İngiliz Kralı 8’inci Edward’ın şerefine Moda koyunda
yelken yarışı düzenlendi.
Atatürk
yarışı Kral Edward’la birlikte yaşlı Ertuğrul yatında izledi. Fakat Ertuğrul
manevra yaptıkça etrafa yağlı kurum yağdırdı. Edward, beyaz elbisesine konan
kurumu üfledikçe elbisesi daha da berbat oldu. Atatürk’ün canı sıkıldı; durumu
kurtarmak için, “Majeste bu yat epey zamandır çalışmadığı için, kazanları
ısınıncaya kadar bu kurumlar bizi rahatsız edecektir” dedi ve Kral’ın koluna
girerek bitişikteki İngilizlerin görkemli kraliyet yatına geçtiler.
Atatürk
akşam yemeğinde yanındakilere, “Efendim medeniyet iddiası lafla olmaz, Bu
iddiaya girenlerin her malzemesi her hususta tamam olmalıdır. Yoksa insan işte
böyle kepaze olur.”
Kuşkusuz…
Bir
tek bu olay Savarona’nın alınma sebebi değildi.
Bir
başka neden de Atatürk’ün sağlığıyla ilgiliydi. Atatürk’ün hastalığı
ağırlaşıyordu. Doktorları, deniz havasının Atatürk’e iyi geleceğini
söylüyorlardı.
Savarona
bir umuttu; umudun adıydı.
Ama
tek başına bu da Savarona’nın alınmasının nedeni değildi.
Gözden
kaçan bir olgu var:
Atatürk
hayatının son döneminde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin deniz işleriyle çok
alakalıydı. O dönemde neredeyse sadece Denizbank’ı kurdurmak, Türk deniz
ticaret filosu oluşturmak, Deniz kuvvetlerini güçlendirmek gibi projeler
üzerinde çalışıyordu. O yıllarda Almanya’ya Sus, Trak, Marakaz, Etrüsk
gemilerinin sipariş edilmesinin sebebi de buydu.
Bunların
tümü Savarona’nın alım nedeniydi.
Hitler,
Savarona’yı Satın Aldı mı?
Atatürk
Savarona’nın fotoğraflarını görünce çok beğendi. Berlin Büyükelçisi Haydar Apak
Cadwalader ailesiyle temasa geçti. Ardından Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü
Hasan Rıza Soyak başkanlığında bir komisyon kuruldu. Heyet Almanya’ya gitti.
Tercümanları ise Atatürk’ün manevi evladı Abdurrahim Tunçak idi.
Ayrıca
incelemeler yapması için de Sakarya gemisi motor makinisti Adil Aşıroğlu
görevlendirildi. Çünkü Savarona 5 yıldır Hamburg limanına demirliydi. Bazı
tamiratların yapılması elzemdi.
Fakat
Türk heyetini bekleyen bir sürpriz vardı.
Savarona’nın
alımında karşılarına bir engel çıktı: Adolf Hitler!
Hitler,
Savarona’yı Alman denizaltıları için ana gemi olarak kullanmak istiyordu. Kimi
iddialara göre Savarona’yı satın almışlardı. Sadece devir işlemleri
yapılmamıştı.
İşte
tam bu sırada Türkiye teklifini vermişti. Yani araya giren Hitler değil,
Türkiye idi.
Almanya
ile Türkiye Savarona yüzünden karşı karşıya geldi. Atatürk geri adım atmaya
yanaşmadı. Sonunda Hitler Savarona’dan vazgeçti. Niye?
Bir
iddia; Hitler, Savarona’yı Atatürk’ün çok istediğini duyunca almaktan vazgeçti.
Çünkü Atatürk’ün askerliğine hayrandı ve Atatürk’ün hastalığını biliyordu. Kim
bilir belki de, Avrupa’yı işgale hazırlanırken Atatürk gibi bir askeri
karşısına almak istemiyordu.
İkinci
iddia ise, Cadwalader ailesi, Hitler’in Savarona’yı hangi amaçla istediğini
anladılar ve kuşkusuz ABD’nin dayatmasıyla satmaktan vazgeçtiler.
Neyse,
Türkiye sonunda Savarona’yı 23 Şubat 1938’de resmen aldı. Ödenen para 1 milyon
200 bin dolar idi.
Ve
Savarona 1 Haziran 1938’de Dolmabahçe önüne demirledi. Atatürk çok heyecanlandı
ve hemen Dolmabahçe’den Acar motoruyla yata gitti. Çok beğendi. Yata “Güneşdil”
adının verilmesine karşı çıktı; Savarona adı güzeldi; “öyle kalsın” dedi.
Savarona’da
ilk emrini Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’ya verdi; “Nuri oğlum,
kitaplarımı getirdin mi? Hepsini kamarama muntazam koy, herhalde pek dışarı
çıkmayacağım için bol bol okuma fırsatım olacak.”
Savarona’yı
görünce sevinci ve heyecanını saklayamayan Atatürk, Savarona’da sadece 56 gün
yaşadı. Evet, iki ay bile değil.
İlk
günler rahatsızlığı hafifler gibi oldu. Fakat daha sonraki günler, -kendisine o
kadar iyi bakmasına, perhizlerine harfiyen uymasına rağmen- iki kez kriz
geçirdi.
Hastalığı
artınca, 25 Temmuz gece yarısı saat 01.00’de Dolmabahçe’ye nakledildi. Bir daha
Savarona’ya hiç gidemedi.
Ve
ne yazık ki Savarona, Atatürk’e derman olmadı; uğurlu gelmedi.
Savarona Hep
Gündemde Kaldı
Atatürk
Savarona’da 56 gün kaldı.
Ama
Savarona Atatürk’le özdeşleşti. Ata’nın emanetiydi.
Buna
rağmen hep politik tartışmaların odağında oldu.
1946
seçimleriyle TBMM’ye Demokrat Parti’nin meclis oturumlarında en çok
eleştirdikleri konuların başında, “Cumhurbaşkanlığı yatı” Savarona vardı.
Sadece
Savarona değil Atatürk’ün “Beyaz Treni” de polemik konusuydu.
Savarona’nın
masrafları CHP’ye yük olmuştu. Aslında DP’lilerin iddia ettikleri gibi “Milli
Şef” İsmet İnönü yatı pek kullanmıyordu. Hatta Savarona’nın Deniz
Kuvvetleri’nin hastanesi olmasını önermiş; ancak bu dönüşüm çok masraflı
bulunduğu için vazgeçilmişti.
Keza
İnönü, II. Dünya Savaşı’ndan sonra; 1948’de “bütçeye yararı olur” diye
Savarona’nın satılmasını gündeme getirdi. Bu nedenle yurtdışındaki Türk
büyükelçilerine haberler gönderildi.
Savaş
sonrasının yoksulluğuna rağmen bir İngiliz firması Savarona’ya talip oldu.
Satış gerçekleşmedi. Çünkü Türk basınında “Savarona bize Atatürk’ün emanetidir,
satılamaz” yazıları çıktı. Bu işin öncüsü ise Ulus Gazetesi’nden Nurettin
Artam’dı.
“Kamuoyu
baskısı var, madem satamıyoruz, o halde turizm amaçlı kiraya verelim” fikri
ortaya atıldı. Trabzonlu denizci Mehmet Şeber Savarona’yı kiralamak için
Ulaştırma Bakanlığı’yla masaya oturdu. Anlaşma olmadı. Basın tepkiliydi.
Peki,
ne yapılacaktı?
Diğer
yanda Savarona masraflıydı; bu nedenle senelerdir İstanbul/Küçüksu sahilinde
demirlemiş duruyordu.
Mısırlı
Zenginlere Kiralandı
1950’de
iktidar el değiştirdi.
DP
iktidar olunca Savarona tartışması bitmedi.
Liberal
piyasa ekonomisine inanan DP, Savarona’yı atıl durumdan kurtarmak için kolları
sıvadı.
1951’de
bir Mısır acentası aracılığıyla Savarona’yı bir aylığı 300 bin liradan Mısırlı
zenginlere kiraya verdi. Mısırlı zenginlerin Akdeniz’deki maceralı gezileri
Türk basınından tepki aldı.
Atatürk’ün
emanetinde Mısırlıların oturmasına bazı çevreler sert tepki gösterdi.
DP
bunun üzerine (ki Celal Bayar’ın bastırmasıyla) Savarona’yı öğrencilerin
eğitiminde kullanılmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “okul gemisi”
olarak verdi.
Geminin
komutanlığına atanan Deniz Kurmay Albay Vedat Burak, gemi demirbaş sayımını
inceden inceye yaparak, (ki şöminedeki yakılacak odunların bile) kaydını yaptı.
Bu
kadar özenli olmasının nedeni; Cadwalader çifti antikaya çok meraklıydı ve
Savarona’da çok değerli antikalar vardı. Örneğin yatın baş tarafındaki yemek
salonu tamamen orijinal Fransız Kralı XV’inci Louis’e aitti.
Kral Faysal’ın
Hizmetinde
1955’de
Savarona konusu yine meclis gündemine geldi.
Bu
kez konuyu meclise taşıyanlar CHP’lilerdi.
Savarona,
askeri eğitim amacıyla Akdeniz’de sefere çıkmıştı. Fakat yatta sadece askeri
öğrenciler yokmuş; Irak Kralı Faysal’ın ricası üzerine kendisi İtalya/ Capri’ye
götürülmüştü!
CHP’liler
kızgındı; Atatürk’ün emaneti Savarona ve askeri öğrenciler nasıl Kral’ın
emrine, hizmetine verilirdi.
DP’lilerin
yanıtı bir gerçeği ortaya çıkardı.
“Sizin
döneminiz 1946’da Kral Faysal, İskenderun’dan alınıp Marsilya’ya yine
Savarona’yla götürülmedi mi?” Götürülmüştü.
Kral
Faysal, Savarona’yı çok seviyordu. Bazı gezilerinde Türk Hükümeti’nden rica
ediyor, Savarona’yı kullanıyordu. Eh komşu hakkı bu olsa gerek!
Savarona
herkesin gözdesiydi.
Başbakan
Adnan Menderes de Savarona’yla mehtap gezisine çıkmaya bayılıyordu.
Ne
garip değil mi; Savarona’yı çok seven Kral Faysal da, Başbakan Menderes de idam
edildi.
Savarona
onlara da uğurlu gelmemişti.
Fatma Bacı Savarona’ya
Çağrıldı
Savarona,
İran Kraliçesi Süreyya’ya da uğurlu gelmedi.
Bilirsiniz
dünyalar güzeli Prenses Süreyya’nın çocuğu olmuyordu. Bu nedenle Şah Muhammed
Rıza Pehlevi eşini boşadı.
Fakat
boşanmadan kısa bir süre önce, 1956’da Şah ve Prenses İstanbul’a geldiler;
Savarona’da kaldılar.
İkisi
de Ata’nın emanetini çok beğendiler.
Bu
arada kimin aklına geldiyse, Prenses Süreyya’ya, yaptığı koca karı ilaçlarıyla
çocuğu olmayanların dertlerine derman olan 65 yaşındaki Fatma Bacı’dan
bahsetti. Süreyya heyecanlandı; görüşmek istedi.
Bunun
üzerine Fatma Bacı Yalova’dan bulunup Savarona’ya getirildi!
Fatma
Bacı ile Prenses Süreyya uzun müddet kamarada kaldılar. Sonra Yalova kaplıcalarına
gittiler.
Savarona’daki
herkes artık emindi; Prenses Süreyya nur topu gibi oğlan doğuracaktı.
Olmadı;
Fatma Bacı’nın ilaçları yeterli gelmemişti!
Özal Savarona’yı
Jilet Yapacaktı
Savarona
40 yıl önce büyük bir tehlike atlattı.
3
Ekim 1979’da İstanbul Heybeliada yakınlarında demirliyken makine dairesinde
çıkan yangınla büyük hasar gördü.
Kısa
sürede onarıldı ve 24 Ağustos 1980’de tekrar okul gemisi olarak kullanılmaya
başlandı.
Fakat…
Savarona,
27 Temmuz 1986’da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterinden çıkarıldı.
Savarona başıboş kaldı.
Bu
arada Çankaya Köşkü’nde oturan “Büyük Atatürkçü” Kenan Evren Savarona’nın
çürümesini seyrediyordu.
Ve
en hazin olay 1989’da yaşandı.
ANAP
Hükümeti Savarona’yı hurdaya çıkardı. Yani parçalanıp satılacaktı, jilet
olacaktı.
Haberin
basında çıkması üzerine devreye armatör Kahraman Sadıkoğlu girdi. Savarona’yı
49 yıllığına kiraladı.
Bu
arada, yatı teslim aldığında gördü ki, Savarona kapı tokmaklarına kadar
yağmalanmıştı. İşin acı yani, hırsızların Sadıkoğlu’na çaldıklarını
satmalarıydı.
Sadıkoğlu
Savarona’yı eski ihtişamlı haline dönüştürüp turizm amaçlı kullandı.
Ne
kadar çabalasa da Sadıkoğlu bu kiralama işinden para kazanamadı; Savarona’nın
giderleri çoktu.
Geçen
hafta Savarona’da yapılan fuhuş operasyonu geminin bundan sonraki hayatını
değiştirecek gibi görünüyor. Hükümet, Savarona’yı müze yapmayı düşünüyor.
Bakalım
bundan sonra Savarona’nın seyri nasıl olacak.
KAYNAK:
Soner Yalçın / İşte Savarona’nın Bilinmeyen Hikayesi (Odatv.com, 02.10.2010).