Şair.
1 Ocak 1975, Iğdır / Aralık / Aşağı Çamurlu Köyü doğumlu. İlkokulu köyünde,
ortaokulu Aralık ilçesinde okudu. Lise öğrenimine Iğdır’da başladı, İstanbul /
Eminönü Vefa Anadolu Lisesi’nde bitirdi. 1999 yılında Marmara Üniversitesi Atatürk
Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. 1999 yılında Muş’un
Malazgirt ilçesi Konakkuran İlköğretim Okulu’nda öğretmenlik mesleğine başladı,
mesleğini Iğdır’da coğrafya öğretmeni olarak sürdürdü.
Mustafa Alagöz, yazı hayatına, okumanın yanı sıra şiir ve öyküler yazarak başladı. İlk şiiri 2008 yılında “Beyaz Gemi” dergisinde çıktı. Ayrıca birçok Internet dergisi ile “Türk Edebiyatı”, “Tercüman-ı Ahval”, “Defter K”, “Dergilik”, “Mavi Yeşil” gibi edebiyat-sanat dergilerinde eserlerini yayımlanmayı sürdürdü. 2012 yılında yayın hayatına Iğdır’da başlayan altı aylık “Mesel Dergisi”nin kurucuları arasında yer aldı, yayın kurulu üyeliğini yaptı. İlk şiir kitabı “Şehirler Çaldı Beni” 2010 yılında yayımlandı.
Alagöz’ün, şiirlerinde bireyin yaşadığı kültürel
değişim ve bu değişimin birey üzerindeki yansımalarını işlediği görülmektedir.
Şairin kendi yaşamında derin izler oluşmasına yol açan İstanbul’un tarihsel, kültürel
ve toplumsal yapısının özelde şairin, genelde ise toplumun belleğinde bıraktığı
izler imgelere yaslanan bir yoğunlukla ele alınır. Taşra ile büyük kent kültürü
arasında sıkışıp kalmış olan bireyin açmazlarının simgesel yansıtmalarla işlendiği
şiirlerinde, şairin, bilinçaltında iz bırakan baba, yayla, köy ve taşra algısının,
yıllar sonra bilinç düzeyine yansıması sonucu ortaya çıkan olgunun, bireysel ve
toplumsal belleğin çöküşüne dizeleriyle açıklık getirdiği söylenebilir.
Şiirlerinde; Mevlana, Hayyam, Ahmed Arif, Ece Ayhan,
Yılmaz Odabaşı, Cemal Süreya, Müştehir Karakaya gibi birçok eski ve çağdaş şairin
şiirlerinden izler bulunmaktadır.
KAYNAKÇA: Mustafa Okçul / “Şehirler Çaldı
Beni” (Beyaz Gemi dergisi, Mart-Nisan 2011), bf- Kendisinden alınan bilgiler
(2013), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).
bir huzme
zamanı, süzüşümde mitolojiden
ki teslim
anı ölümdür
sağır bir
anının sonu
taze bir
sevdanın başlangıcı kadar ölüm
zamanın
cıngılında başlayınca
hep senin
gözlerinde sonlanır yolculuk
saatin
sarkacına asılı kalmış
mazinin
derinliklerine sarkmış
nostaljik
hüzünlerden sessiz bir yolculuk
sal sal,
kayık kayık denizler aştım
esir
düştüm, köle oldum, sağ kaldım gene
gecenin
bir vakti, gizemli nargile sırrında erimek
yağmurda
taş savaklar altında bir duvar dibinde
sırılsıklam
olmak
ve bir
sabah güneşiyle seninle göz göze gelebilmek için
firar
ettim, kendimden kaçtım sadece
bir
gölgenin sokaktan geçişini görebilmek için
köşe
başlarında bekledim
sadece
sana sığındım sabahçı kahvesinde yarı uykuluyken
son
bulacak bakışlarında bir fırtına kaçışı
yani
surlarla çevrili müstahkem bir liman şehri
kale
içinde kale yani akrapolde son
ve geçmişi
alaya alan, zamanı çarka saran felek
en
sevgili, bir semazenin gölgesi ile gene o gelecek
kaçır beni
şeytan
ey eski
zaman tellalı
asırlardır
kaçırdığın gibi
balatlı
cifitin göğsü
nasıl da
yaralı hayfa’da şimdi
istanbul
hatırası
safarad
şarkısı gibi
haliç’in
gerdanı
yıkıldı
evin
kırıldı
kalbin
sabah
ezanları okundu
martılar
bağrıştı çarşının iki yakasında
eminönü
iskelesinde
balıkçı
kayığında
iki
sevgili, ekmek arası balık yemekte
kedilerin
miskin bakışlarında
uykusu
olmayan aşüfte şehrin
neon
aldatmacası akşamında
istanbul
hatırası
haydi
gelin
harut ile
marut falıma bakın
babilden
kör bir
kuyunun dibinden
iki
sevgili, ekmek arası balık yemekte
artık
gözlerine mil çekmede
imkânsız
bütün arzularımın
ey dertli
kâşif
ey sabır
timsali
şimdi
haliç’te
haliç’in
gerdanı
aldat beni
gene
yarala beni
gene kaçır
beni şeytan
isfahan
rüyası
umut
yolcusu esmer çocuklar
taş
savaklar asırlardır istanbullu
bekâr
odaları İstanbullu
lalelide
bir bavul satın aldı yüreğim
toparlayıp
yine doldurdu hayatımı
bekâr
odasının rutubetli duvarında
birkaç
fotoğraflık yer kadar hususiyetimi
künyemi ve
muskamı
ey bavul
al ve taşı beni
bir
kaldırım taşıydım vefa’da
yağmur
yağdığında şiir okuyan ağır ve sakin,
kediler
tüner ve geçerdi
tüyleri
sinerdi ıslak ve salya
kaldırım
taşıydım ayağının altında
şiir
dinlerdin beni görmezdin.
al ve taşı
beni istanbul’dan
kedileri
unut
kaldırım
taşlarını unut
taş
savakları unut
yağmur
yağsın ve yıkasın
İstanbul’u
unut
Kim
diyebilir “ben gözümü kırpmadan veda edebilirim”… Sanmam bunu iddia eden demek ki içinden veda
etmiyor. Yalandan veda ediyor. Ağlasa bile yalan ağlıyordur. Sevdiği birisini, birilerini
uğurlarken insan hüzünlenir hüzünlenir, bir gider bir gelir, ayaklarını sürer
ve uzaklaşamaz. Birkaç güzel cümle yetmez sevdiklerimizden ayrılmaya efendim…
Yoksa ya giden yürekten değil ya da uğurlayan yürekten değil efendim…
Hastasıyız ağlarız, su dökeriz, iyi adamdı deriz, şakşaklar, tufan kıyamet,
veda yemekleri bilmem falan inan hepsi yalan… Bir iki bayram mesajı, peşinden
hemen telefonunu sileriz. Sonra da bahsi geçince ismi neydi ya bizim filan kes
ya, hani, bir defasında beraber falan yere gitmiştik ya, ha işte o, adam iyiydi
ya… Ama ne yapalım ‘gözden ırak gönülden ırak’ diye hemen bahanemizi
yapıştırırız… Hastasıyız yalanın, yapıştırırız…
Maarif
müdürü, ben gidiyorum. Ama belki şehre bir film gelir. Mevsim Akdeniz olur
demişti… Kemal Burkay’ın kulaklarını çınlatmıştık… Şehrimize bir film gelmesi
neyse de mevsimin Akdeniz olması bize, bu şehre XL galiba… Bu şehir küçük, bu
şehir uzak, bu şehir adamı öğütür. Kendine benzemeyeni oyar da oyar, içten yer
kemirir, sonunda bozar, fırlatıp kenara atar, dönüp bakmaz bile. Bu şehre çok
filmler geldi, ama mevsim bir türlü Akdeniz olmuyor be şeyhim… İsa’nın son
yemeğinden bahsi vedalaşmaya getirdik bir de… Hay vedalaşmayı icat edenin…
Yazarken bile zorlanır insan.
Bir
gün bir adam bu şehre maarif müdürü olarak ta Anakara’dan çıkıp geldi. Kimi
genç dedi, kimi bu şehirde adam yok muydu dedi, kimi iyi adam dedi. Herkes
başladı yeni geleni kendilerine benzetmeye, haydi kolay gelsin... Hastasıyız,
başkalarına kendimizin de aslında inanmadığımız bir şeyleri inandırmaya…
Ağabeyimizi,
sevdiğim üç arkadaşımla ziyaret ettik odasında… Bu ücra şehrin kasvetli, soğuk,
yağmurlu, yorgun bir sonbahar gününde… Niye gelirsin, biz ne bulduk sen de
bulasın dedik ama içimizden tabi, hastasıyız yapmacıklara… Akademik kariyerini
yarıda bırakmış, üzüntüsü yüzünden besbelli, okuyan yazan bir ağabey… Yanımda
getirdiğim, âcizane şiir kitabımı sıkılarak uzatıp verdim. Ama imzasız olmaz
dedi… Üstat Müştehir Karakaya bir gün bana; “kitap hediye ederken muhakkak
imzala öyle ver” demişti… Ama ben ar ederim, gerçek bir okuryazarın yanında
imza atmak, kelime almak, kelime vermek... Haddime mi düşmüş… Maarif müdürü
imzala dedi, ben de imzaladım tabi…
Maarif
müdürü; “arkadaş bu şehrin okuryazar takımını bana getir” dedi… Hayhay dedim
hastasıyız okumanın ve de yazmanın, beş güzel adam topladım şeyhime vardım. Beş
güzel adamı takdim ettim… Okuyalım yazalım künhüne varalım dedi, haydi bakalım.
Bu şehrin tarihinde yapmadığı bir şey yapalım dedi… Edebiyat dergisi çıkaralım
dedi… Hayhay, kolay mı? Kolay dedi. Tabi onlarca edebiyat dergisinde yazmış,
editörlük yapmış, kısacası yazmış okumuş adam, ona kolay… Beş güzel adam,
derginin adını düşündük “doğu kültürü mesel kültürüdür” dedi şeyh ve dergimizin
adını mesel koyduk…
Yine
bir sonbahar günü, melankoli yüklü bulutlar, Ağrı Dağı’ndan aşağıya doğru
bazalt kayalıkların üstüne, yamaçlardaki köylerin üstüne inmeye başlamışlar.
Hatta akşamları vadileri takip ederek şehre taciz yağışlarına başlamışlar bile,
benim ise mecalim yok konuşmaya, kaldı ki şiir okumak, şiir yazmak, şiir
söylemek falan ben sadece içime yazıyorum… Bir ara filan anahtar kelimeden
filan imgeden yola çıkarım, aklımdaki şeyleri, içime yazdığım, içime
fısıldadığım o cümle şiirleri yazarım ama birkaç hafta oldu bir türlü
yazamadım… Hepsi uçtu, nankör güvercinler gibi gittiler başka kubbelere
vardılar tünediler, gelmiyorlar… Gel diyorum, eyleme diyorum, yorgunsam
sanadır, kızgınsam sanadır, hırçınsan sanadır diyorum. Yok yok yazamıyorum…
İçim doldu, yürürken başımı kaldıramıyorum, ağır mı geldi bu öğle yemeği
diyorum, yok yok ondan değil… Melankoli, ah benim bahtsız başım, adam gibi
gidemedim kendimden, gidemedin senden, gidemedim buralardan, gidemedim bu
şehirden… Alamadım kendimi kendimden, alamadım kendimi senin derdinden ey
melankoli, ey hüzünlü sonbahar, ey hüzünbaz neyzen, ey sisli Ağrı Dağı, ey beni
kovalayan bozkırım, ey yaprak yüklü Aras nehri, ey sazlıklı göl, ey kurbağa
zelzelesi, ey uğultulu sivrisinek bulutu…
Milli
eğitim binasının önünde birkaç ağaç… Milli eğitim önünde bir avuç yaprak…
Yılardır bu daireye her sonbahar gelişinde… Bu şehre her sonbahar gelişinde, bu
ağaçlar hüzünlenir yapraklarını döker ama bu sonbahar maarif müdürü ayrılıyor…
Ondan olacak yapraklarda bir hal var, apayrı bir hüzün var… Yıllardır ne zaman
dairenin önünde, temizlikçinin yaprakları süpürdüğünü görsem ona “süpürme,
örseleme şu yaprakları, hüzünlerini iyice yaşasınlar” diyorum. Bu gün
temizlikçi bana; “hocam senden başka bir tek maarif müdürü bu yaprakları
toplama dedi şimdiye kadar” diyor…
Şöyle
göz göze gelerek iki hüzünlü cümle ile dost yolcu edilmez… Buna yürek ister.
Yolun açık olsun okuyan yazan ağabey… Maarif müdürü; İsa’nın son yemeği dedi
ya, bu anı ölümsüzleştirelim dedik birkaç fotoğraf çekildik benim telefonumla.
Maarif müdürü; “bunları istiyorum” dedi. Hayhay, hastasıyız, iletişim
çağındayız, bin bir yolla iletiriz… İlk ziyarette ki gibi yine sonbahar, yine
aynı arkadaşlarımla maarif müdürünü son bir kez görüp helalleşmek için girdik
odaya… İki yıl nasıl da geçmiş, gelip son kahvesini içtik… Şeyh bir cigara
yakarak söz aldı tabi; “haydi Abbas vakit tamam, akşam
diyordum işte oldu akşam, kur bakalım çilingir soframızı, dinsin artık bu kalp
ağrısı… Ben ekledim “aya haber sal çıksın bu gece, görünsün şöyle gönlümce,
katıp tozu dumana, var git, böyle ferman etti Cahit, al getir ilk sevgiliyi
Beşiktaş’dan” …
Mesel
dedik, yola devam dedik, şiir dedik, hüzün dedik, bırakmak olmaz dedik, Mesel
ağlar dedik, borç bildik ahde vefa dedik… Hayhay dedik hastasıyız, emaneti
bakalım nasıl taşıyacağız…
Sarıldık
yolun açık olsun güzel maarif müdürü dedik, yüzünde o gülümsemen hiç eksik
olmasın dedik, bırak, gitme dedik ama içimizden tabi, hastasıyız hüznümüzü
saklamaya, yapmacıklara…
(01.10.2013-Iğdır)
dün
gittim,
daha
önce aştığım denizlerin ötesinden seni izledim
ardarda
usulca yükselen sıradağların maviliğinde
erisin
ki gölgem
yemin
ediyorum şehirler çaldı beni
ama
haberim yoktu benden
aştım
gittim tepelerden
dün
seni sordum ebegümecinden, kelebeğin toz kanadından
doğrudur
yıllardır kaçtım senden
kaçtım
külümden
kaçtım
yaşlı babamdan
geri
attı öteberimi, valizimi
yıllar
boyu dökülmüş olan saçlarımı
uzamış
tırnaklarımı
kesilmiş
sakalımı
geri
attı incinmiş onurumu
geri
attı kaçmış uykularımı
yemin
ediyorum şehirler çaldı beni
ama
haberim yoktu benden
şimdi
seni özlüyorum
dönüp
baktığımda ayak izlerime
masal
kahramanları gibi takip edebilseydim ekmek kırıntılarını
kurtulabilir
miydim kaybolmaktan
burcundayım
otuz yıl durmadan tırmandığım kayalık yamacın
burcundayım
gece ile gündüzün kesiştiği yerde uykusuzum
burcundayım
binlerce tövbe ile pişmanlığın
burcundayım
bir ömür hayal kırıklığının
geri
döndüm
seni
sordum belki bir bilen vardır diye
eski
köylerim yanmış, hani nerededir
yemin
ediyorum şehirler çaldı beni
ama haberim yoktu benden
(Şehirler Çaldı Beni, 2010, s. 53)
eskiden çok
eskiden,
revan ovasında,
beslediği inekleri ile ün kazanmış bir kadın vardı,
zühre kadın…
kocası da çok
güzel kaval çalan “ince uzun parmaklı” bir çobandı,
ağrı dağı
eteklerinde…
zühre kadın,
komşu köydeki
feki’ye muska yaptırdı bir yayla dönüşü
ineklerine nazar
değmesin diye
feki,
muskaları
ineklerin boynuna asarsın dedi, okudu üfledi,
aradan epey
zaman geçti
zühre kadın,
duaya karşılık
hediyesini vermek için gitti komşu köye,
feki’nin köyüne
iran’dan gelmiş
ipek bir yazma aldı ayrıca
feki’nin küçük
karısına hediye olsun diye…
feki’yi evde
bulamayınca
feki’nin daha
önce tembih etmesine rağmen parayı ve yazmayı feki’nin büyük karısına verdi.
akşam feki’nin
büyük karısı, küçük karısına hediyeyi vermedi.
muska parasının
da bir kısmını kendisine sakladı.
belli ki feki
buna çok kızdı.
Feki,
ayrıca zühre
kadının kızına,
güzel susan'a
iki muska yaptı, peşinden gönderdi
biri kapı üstüne
asılsın, diğeri de eşiğe gömülsün dedi
müjde verdi,
kızına arkadaş oldu biri, kısa zamanda evlenecek deyin dedi…
zühre kadın,
ayağım kırılsın
dedi sonraları anlatırken bu hikâyeyi
feki’nin
dediklerini yaptım.
kızımın çoban
babasından habersiz,
muskayı eşiğe
gömdüm dedi ağlayarak…
üç dağ üç siyah
ineği o kış zincire düştü zühre’nin
bilmem kaç inek
düşük yaptı
güzel susan’a
bir haller oldu
komşular, gözün
çıksın dediler
ineklerin yazın
yaylada şehitliklerde otlanmış dediler
yavrular
ondandır ölü doğuyor dediler
çoban kışlakta,
olan bitenden habersizdi…
zühre
gençliğinde çok güzel bir kızdı,
yaylaların gökçe
ceylanı, ığdır ovasının maralıydı…
gecikmiş bir
güzdü, sürüler evlerin yakınında gecelerdi.
ağanın çobanı
çok güzel kaval çalardı, ılgın ağaçlarının arasından sesi gelirdi akşamları…
komşu köyden bir
genç medrese eğitimi almak için köylerine gelmişti,
zühre’nin babası
varlıklıydı ve ayrıca köyün ağasıydı.
bu genç, her
akşam medrese hocasının yemeğini almak için zühre’lerin evine gelirdi.
her defasında
yemekleri zühre kapıdan verirdi…
gel zaman git
zaman
dökülmüş iki
avuç söğüt yaprağı çevrelerini sarmaladı, ayaklarının altından savruldu,
elleri denize
değmiş gibi gözleri dalgalandı dalgalandı,
gökte bir turna
sürüsünün göçünü izlediler, onları kendilerine paylaştılar,
zühre ile feki
birbirlerini çok sevdiler…
bir gün feki
askere çağrıldı, gitmeden sözleştiler, ağlaştılar,
sazlıklı aras
nehrinin kenarında, uzaklardan duyulan çoban kavalının eşliğinde…
fakat feki, rus
harbinde yaralandı dediler
uzun yıllar
haber alınamadı
öldü dediler…
zühre’nin yaşlı
babası öldü,
zühre babasının
çobanı ile evlendirildi.
zühre’nin
kalbinde, derinde bir yerde yaralı bir ceylan vardı.
çoban ancak kaç
ayda bir dağdan inerdi.
ama çok güzel
kaval çalardı, zühre ağlardı yaralı ceylan ağlardı…
uzun yıllar
sonra feki iyileşmiş olarak çıkageldi
komşu köye
yerleşti,
kısa zamanda,
bütün yörenin
duasına başvurduğu bir şeyh oldu.
serin bir güz
mevsimiydi, iğdeler toplanmıştı.
ılgın ağaçları
yapraklarını dökmüş üşümüştü.
hacı leylekler
çoktan göç etmiş gitmişti.
aras boyunda
yabani çivir ağaçları renklerini ekşitmişti.
susan akşam
dışarı çıkınca bir kedi sesi işitti.
ahırın yanında,
su kanalının kıyısındaki sazlıkta üşümüş siyah bir kedi yavrusu gördü.
annesinden
habersiz onu ahıra koydu üşümesin diye
susan kediyi
ahırın karanlık köşesinde bir kaç gün besledi
başka bir akşam
susan, doğmak
üzere olan ineği mercanı yoklamak için ahıra girince biri adı ile seslendi
ahırın dibinde,
altın tahtında oturmuş, ona seslenen bir genç gördü, bir sultan…
ince narin,
perçemi karakaşları üzerine inmiş, zeytun gözlü bir genç…
feki zühre’ye
ceza olsun diye kızını evlendirmişti
revan umum
cinleri şahının oğlu ile
cinler şahının
oğlu seslendi gel yanıma otur dedi.
susan’ın gözleri
karardı,
ahır saray oldu,
inekler evcil
ceylanlar oldu,
yaba ve kürekler
altından yelpaze,
kapı pencere ne
varsa hepsi dile geldi alkış tuttu,
susan her akşam
sazlı sözlü eğlence meclislerine uçtu…
susan içine
kapanır, bazen ağlar bazen güler
çok talipleri
olur varmaz
gözleri,
gözleri
sonbaharın tenhasında dağılır gider
aradan çok zaman
geçer,
susan ölülerden
beter bir hal alır,
zühre kadın ve
kocası,
susan hastadır
derler şeyh, mela, hastane derken diyar diyar gezdirirler derman bulamazlar…
uzun yıllar
sonraları
karlı uzun bir kış
gecesiydi
zühre kadın,
kızının boğulma sesine uyandı,
kızı, beni
boğuyorlar diye bağırıyordu.
annesi ilkin,
boğsunlar diye başını yorganın altın sakladı
boğsunlar da
kurtulayım dedi yaşlı halimle…
sonunda
dayanamadı, ne var diye seslendi
kızı, anne beni
almaya geldiler
metruk ahırda
mahkeme kurulmuş bu gece dedi.
evlendiği cinler
şahının oğlu meğerse başı bağlıymış
isfahan cinleri
şahının güzel kızı zozan ile evliymiş
güzel karısı
arz-u hal etmiş, şikâyetçi olmuş…
zühre ağladı
cinlere, kızımı feki muska ile zorla evlendirdi dedi.
bildiği bütün
duaları okudu, çare etmedi.
ahırda elleri
bağlı oturdular, lorin lorin ağladılar.
isfahan’dan
gelmiş yaşlı cinler, evlilikleri üzerinden on üç yıl geçen kızı suçsuz
buldular.
revan cinler
şahının evli oğlundan susan’ı boşadılar.
yaşlı kadını ve
güzel kızı susan’ı azat ettiler,
metruk ahırın
damından, bir grup ehil güvercin olup kanat çırptılar
uzaktan uzaktan
gelen çoban köpeklerinin seslerine aldırış etmeden uçtular gittiler…
*feki; medrese
talebesi
Sakızağacı yayınlarınca 2010 yılında yayınlanan Şehirler Çaldı Beni adlı şiir kitabı, şair Mustafa ALAGÖZ’ün ilk şiir kitabı özelliğini taşır. Kendi içinde iki ana bölümden oluşan kitapta, bireyin yaşadığı kültürel değişim ve bu değişimin birey üzerindeki yansımalarının dizeler vasıtasıyla somutlanmasıdır denebilir.
Kitabın Bir Tutam Hüzün Yankısı ismini taşıyan ilk bölümünde, şairin yaşamında derin izleklerin oluşmasına sebep olan İstanbul’un tarih, kültür ve toplumsal olgularının özelde şair, genelde ise toplumsal bellekte bıraktığı izler imgesel bir üslupla ele alınır:
…
galata’da
gece karanlığında
eski bir kapı aralığında
başlar fasıllar
düğüm düğüm çözülür diller
boşalır yaşlar
dökülür mahrem itiraflar
…
Taşra ile kent kültürü arasında sıkışıp kalmış bireyin açmazlarının, simgesel bir üslupla işlendiği şiirlerin ikindi bölümü Bir Huzme Çaldım Zamandan adını taşır. Şairin, bilinçaltında iz bırakan baba, yayla, köy ve taşra unsurlarının, yıllar sonra bilinç düzeyine yansıması sonucu ortaya çıkan zaman olgusunun, bireysel ve toplumsal belleğin çöküşüne:
…
doğrudur yıllardır kaçtım senden
kaçtım külümden
kaçtım yaşlı babamdan
…
dizeleriyle şahit olunur denebilir.
Eserde Mevlana, Hayyam, Ahmed Arif, Ece Ayhan, Pevase, Müştehir Karakaya gibi birçok ünlü şairden epigrafların kullanılması, aslında eserdeki şiirlerin teması hakkında geniş bir yelpazenin olduğunu gösterse de kitaptaki şiirler, özelde doğu insanının son yıllarda yaşanılan sosyal, kültürel ve siyasi değişim atmosferine bağlı olarak geçirdiği değişimin psikolojik dönüşümleri ve bu dönüşümlerin bireyin algısı üzerindeki etkisinin şiir ile somutlanmasının yansımasıdır.
Beyaz Gemi Dergisi, Mart-Nisan, 2011, sayı: 26