Dramaturg
/ Yönetmen - Tiyatro, sinema ve dizi film oyuncusu. 24 Eylül 1961, Ankara doğumlu.
Liseden sonra İstanbul Belediye Konservatuarında Şan ve Tiyatro eğitimi aldı.
1979’da Ankara Devlet Konservatuarı Şan Bölümüne yatay geçiş yaptı.
Mezun
olduktan sonra 1982'de İstanbul Devlet Tiyatroları’nın kadrosuna geçen
Yavrucuk, bugün aynı çatı altında tiyatro oyunculuğunu sürdürmektedir.
Rol
aldığı tiyatro oyunları arasında Bahar Noktası, Fay Hattı, Leenane'in Güzellik
Kraliçesi, Yalnız Kadın, Kadınlardan Konuşalım, Kırmızı Pabuçlar, Olmayan
Kadın, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Gılgameş, Yedi Kocalı Hürmüz, Tohum ve
Toprak, Abdülcambaz ve Macbeth eserleri yer almaktadır.
Ekran
önüne ilk adımını 1988 yılında Önce Canan adlı dizi ile attı. Ardından pek çok
dizi ve filmde rol almaya devam etti. 2004 yılında yayınlanmaya başlayan
Yabancı Damat dizisi ile büyük bir çıkış yakaladı ve bu dizide Feride
Baklavacıoğlu karakterini canlandırarak izleyenlerin gönlünde taht kurdu.
Sumru
Yavrucuk, işitme ve konuşma engellilerin işaret dili olan Gestuno’ya hakimdir
ve engelliler için Susuz Yaz oyununun yönetmenliğini üstlenerek sahnelemiştir.
Birçok
ödül sahibi olan Sumru Yavrucuk, yeni film ve dizi projelerinde yer almaya
devam etmektedir.
Tiyatro
Ödülleri:
Kimsenin
Ölmediği Bir Günün Ertesiydi / Afife Tiyatro Ödülleri 2013 - "Yılın En
Başarılı Kadın Oyuncusu"
Kimsenin
Ölmediği Bir Günün Ertesiydi / Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri 2013 - "Yılın
En Başarılı Kadın Oyuncusu"
Kimsenin
Ölmediği Bir Günün Ertesiydi / Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı Ödülleri
2013 - "Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu"
Sinema
Ödülleri:
Avni
Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü- 1997
Afife
Jale En İyi Komedi – Müzikal Kadın Oyuncu Ödülü- 1997
Avni
Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü - 1994
Altın
Portakal: Seni Seviyorum Rosa- 1992
Altın
Koza: Seni Seviyorum Rosa - 1992
Avni
Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü- 1988
Türkiye
Sağır Dilsizler Mim Festivali – En İyi Yönetmen : Susuz Yaz-1986
Barselona
Dünya II. Pandomim Festivali – En İyi Yönetmen : Kurban-1985
Umut
Veren Oyuncu: Gılgamış-1984
Görev
Aldığı Bazı Tiyatro Oyunları:
Leenane'in
Güzellik Kraliçesi / Oyuncu -
2018
Shirley
Valentine / Shirley Valentine / Yönetmen -
2015
Kimsenin
Ölmediği Bir Günün Ertesiydi / Umut / Dramaturg / Yönetmen / Yönetmen &
Dramaturji -
2012
Fay
Hattı / Sibel -
2003
Leenane'in
Güzellik Kraliçesi / Oyuncu - 2000
Altı
Kişi Yazarını Arıyor / Nedime - 1989
Rol
Aldığı Film ve Diziler:
Şahane Hayatım (TV Dizisi 2023)
Evlilik Hakkında Her Şey (Çolpan, TV
Dizisi 2021)
Ayrılık
(The Split) (TV
Dizisi 2021)
Baraj
(Zerrin, 2020)
Annem
(Ayşe, TV
Dizisi 2019)
Bizi
Hatırla (Leman, Sinema Filmi 2018)
No: 309
(Songül, TV
Dizisi 2016)
Acil
Aşk Aranıyor (TV
Dizisi 2015)
Tamam
mıyız? (Temmuzun Annesi, Sinema Filmi 2013)
Ağır
Roman Yeni Dünya (Tina, TV
Dizisi 2012)
Kara
Cumartesi (TV
Dizisi 2010)
Fatmagül’ün
Suçu Ne? (Meryem, TV
Dizisi 2010)
Luks
Glück (Luks Mutter, Sinema Filmi 2010)
Bahar
Dalları (Güzide, TV
Dizisi 2009)
Sevgili
Dünürüm (Yıldız Öğretmen, TV Dizisi 2007)
Yabancı
Damat (Feride Baklavacıoğlu, TV Dizisi 2004)
Mars
Kapıdan Baktırır (Yıldız, TV Dizisi 2004)
Patroniçe
(TV Filmi 2004)
Halk
Düşmanı (Gönül, TV Filmi 2004)
Bizim
Otel (Eva, TV
Dizisi 2001)
Parça
Pinçik (TV
Dizisi 2000)
Akasya
Pasajı (Hülya, TV
Dizisi 2000)
Akşam
Güneşi (Şükran, TV
Dizisi 1999)
Meleğin
Selamı (Kısa Film 1999)
Direklerarası
(Sinema Filmi 1999)
Sır
(Kısa Film 1997)
Dostlar
Pasajı (Hülya, TV
Dizisi 1997)
Tutkular
(TV Dizisi 1995)
Yer
Çekimli Aşklar (Sinema Filmi 1995)
İş
(Sinema Filmi 1992)
Çıplak
(Ayla, Sinema Filmi 1992)
Seni
Seviyorum Rosa (Rosa, Sinema Filmi 1992)
Yol
Palas Cinayeti (Ümmühan TV
Dizisi, 1991)
İki
Kadın (Müeyyet, TV Filmi 1991)
Yorum
Yok (Sinema Filmi 1990)
Ayaşlı
ve Kiracıları (İffet, TV Dizisi 1989)
Önce
Canan (TV
Dizisi 1988)
KAYNAKÇA:
Songül: Sumru Yavrucuk Kimdir? (no309izle.com, 26.04.2016), Sumru Yavrucuk
(imdb.com, 08.10.2023), Sumru Yavrucuk (sinematurk.com, 08.10.2023), Sumru
Yavrucuk (dizioyuncu.com, diziseti.tv, diziler.com, 08.10.2023), Sumru Yavrucuk
(beyazperde.com, sinemalar.com, 08.10.2023).
Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı..
Şevk akşamında Endülüs üç def’a kırmızı..
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir.
Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş açılış örtünüşleri..
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır:
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.
Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü..
Altın kadeh her elde güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.
Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi..
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi.
Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü sürmeli.
Şeytan diyor ki sarmalı yüz kerre öpmeli.
Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sineden: “Ole!”
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Sana dün bir tepeden baktım azîz
İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim
hiç bir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma
keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir
ömre değer.
Nice revnaklı
şehirler görülür dünyâda,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin
yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun
rü'yâda
Sende çok yıl yaşıyan, sende ölen,
sende yatan.
Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,
Bir sâhile hem şerefti hem şan,
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi'ri hatırlatan kadındı.
Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyle harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.
Mevsim iyi, kâinat iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.
İstanbul'un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinalık...
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü'nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.
Birçok
günlerimi Ziya Gökalp'le konuşarak geçirdim. Diyarbekir'in bir hârika olan bu
oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını kuran dev gibi bir mîmâra
benzerdi; ilk müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bânî idi; mâzîye
arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbâle bakardı. Mâzîye karşı dâüssılamı
hararetle söylediğim bir gün dedi ki:
Harâbîsin harâbâtî değilsin
Gözün mâzîdedir âtî değilsin
Ben
de mâzînin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim:
Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan âtîyim.
dedim. Bir cevaptan başka
ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış.
Mütârekeden sonra mâzîye karşı dâüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma
İstanbul'da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayâtımızın safhalarını
birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti. Fâtih'in Edirne'den İstanbul üzerine
yürüdüğü 857 senesinin bahârını hissettim Edirne'den İstanbul üzerine o yürüyüş;
yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fâtih Kostantaniyye fethine dâir bir
hadîs'in müjdesini hisseden o asker; târihin en büyük faslını açmağa gelmiş
olan o ejder gibi toplar. Gelibolu'dan gelen o binbir yelkenli beyaz donanma;
hâsılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi gün süren muhâsarada ihtiyar Ak Şemseddin'in kocamış bir kartal gibi
kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle "Yâ
Müfettihü'l-ebvâb!" diye bağırdığı tepelerden surlara baktım, ihtiyar Karaca Bey'in Rumeli askerlerini
yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Sarayı burçlarının üstünde
oturdum. Zağanos Paşa'nın elli yedi
gün Türk hamlesiyle yıkmağa çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim.
Yedikule'den Eyüb'e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda
yürüdüm. Topkapı'dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük sûrun orta kapısından
şehre girdim. Rûmî Mayısın Yirmi dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih
askeri ilk defa buradan girmiştiler. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857
seneden beri İslâm'ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu,
o sevinci bütün kalbimle hissettim.
Fâtih'in büyük tabutunun cephesinde duran destârı, Bellini'nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvîrin vehmini veriyordu.
Fakat bu gördüğüm ru'yâ mâziydi. Birgün Ayasofya minâresinden ezan okunduğunu
işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defâ okunmuş olan
bu ezan,
hâl-i vâki'di. Bu ezanı
dinlerken Fâtih'i asıl mânâsıyle ilk
defâ idrâk ettim!
*
Yine
bir gün pâdişâhlarımızın Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur'an okunuyordu, yavaş
yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyâretimde rehber olan zâta
sordum. Dedi ki: "Hırka-i Saâdet Dâiresi'nden
geliyor."
Peygamberimizin
hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkârî penceresi önünde durduk.
İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu,
diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum:
"Hırka-i Saâdet önünde Kur'an ne zaman okunur?" dedi ki: "Dört
asırdan beri her saat! geceli gündüzlü."
Yavuz
Sultan Selim'in Hırka-i Saâdet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine
koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur'an okur. Türk târihinde bir dakîka bile
buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde
bir hakîkat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu
ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu
Kur'an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir'in,
Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!1
---------------------------
1-
Bu yazı, ilk
defa 30
Mart 1922 de
Tevhîd-i Efkâr gazetesinde
neşrolunmuştur.
aaaa
2008
Yahya Kemal yılıydı. Bitmesine sadece bir ay kaldı ama ünlü
şair hala çeşitli etkinliklerle anılıyor. Bu Pazar Bilim Sanat Vakfı’nın
düzenlediği sempozyum da bunlardan biriydi. Uzun Sürmüş Bir Akşam: Ölümünün
50.yılında Yahya Kemal Beyatlı adıyla gerçekleşen sempozyum şaire dair
ilginç ayrıntılar sundu.
Ben
de ne zamandır Yahya Kemal ve özellikle de onun tarihle edebiyat arasına
kurduğu köprü üzerine yazmak istiyordum. Beyatlı’yı anlatmak da yazmak da zor
ama, belki bu vesileyle bir süredir zihnimde gezdirdiklerimi aktarmayı
başarabilirim.
Edebiyat
ile Tarih arasında gözle görülür bir ilişki var. Tarih en basit anlamıyla
tecrübe demek. Tecrübe de insanla başlayan bir olgu. Hz. Adem’den öncesi
yaratılış serüvenine dair bilgimiz, tarih değil inanç kapsamındadır bu yüzden.
İnsanlık tarihi, dolayısıyla da dünya tarihi, dinler tarihi, ekonomi tarihi vs.
ilk insanla başlar ve bugünlere kadar uzanır. Tarih bu haliyle akışı hiç
durmayan bir ırmağı andırır.
Edebiyat
da tıpkı tarih gibi insanı hikaye eder. Tarih gibi olayları saymaz, sıralamaz,
zaman, mekan, kişi isimlerini önemsemez, kısacası hesaplamaz. Ama onun saydığı,
sıraladığı “insan işini” anlatır durur. Mesela hatıratlar, biyografiler
edebiyat ve tarih türlerinin aynı anlatıda buluştuğu edebi türlerdir. Edebiyat,
tarihin kör noktalarını aydınlatır çoğu zaman, küçük insan hikayeleri
boşlukları doldurur. Tarih, edebiyatın duygu ve düşünce yüklü derin
aforizmalarının hal dilindeki tercümesidir.
Yahya
Kemal bu iki tür arasındaki ortaklıkları kalemine dolamış bir edebiyatçı.
Toplumların tarihsel sürekliliğinin devam etmesi gerektiğine inanmış, kendisini
“kökü mazide olan ati” olarak tanımlamış. Onun anladığı tarih
üretken bir memba. Ona göre modernizmin etkileriyle toplumların yaşadığı
kırılma, köklerinden kopma durumu ileride büyük sorunlar yaratacak, insanları
mutsuz edecektir. Yahya Kemal daha çok kültür ve gelenek bağlamında ele aldığı
tarihinden beslenir. Köklerini referans alan soylu bir edebiyat üretir. Tarihi
edebiyatın evrensel diliyle anlatır.
Tarihten
ilham aldığı gibi okuyucusunu da tarihle ilhamlandırır. Ebedi bir ırmağın
üzerine oturur ve geçmişten aldığı okları geleceğe fırlatır hafifçe. Kendini
tüm zamanlarla ilişkilendiren bu bakış bugün için dimağ açıcı özelliktedir.
Nereden bakılırsa bakılsın kusurlu Türk modernleşmesinin en sancılı
zamanlarında dilin sınırlarına karşı cesur bir müdahaledir Yahya Kemal’in yaptığı.
Cumhuriyet döneminin daraltılmış lisanına direnen, evrensel bir dil ihtiyacını
haykıran bir başkaldırış. Beyatlı’nın Tarihi referans alan bakış açısı, dilin
malzemesini ve dolayısıyla hareket alanını genişletme çabasıdır.
Edebiyat
sözü latifleştirir, böylelikle sıkı sıkıya kilitlenmiş bile olsa her kapının
arasından, duvarların içinden sızabilir hale gelir kelimeler. Bu yüzden bir
edebiyatçı herkesçe farklı farklı anlaşılıp yorumlanabilir, edebi eserler
farklı okumalar için en elverişli metinlerdir. Bu durum, edebiyatçıların ve
eserlerinin yıllar geçtikçe çoğalmasını sağlar. Onları okuyan, takip eden,
yorumlayan insanlar edebiyatçıları ve eserlerini çoğaltırlar. Yahya Kemal de
pek çok farklı yüzde görülebilir ama bu yüzler aynı renk kartelâsı üzerindeki farklı
tonlar gibidir.
Edebiyatçılıktan kaynaklanan apolitik imaj ve
söyleminin eskilere (tarihe) dayanan güçlü bir fikri barındırıyor olması Yahya
Kemal’i bu yüzlerin hiçbirinden ayıramamamıza neden olur. Şair bu farklı
tonların hepsidir, kimilerine göre ise hiçbiri. Ama önemli olan şu ki, Yahya
Kemal yılı önceki yıllara nazaran daha fazla fark edilir, hissedilir geçti.
(25.11.2008,
www.10yazar.com)
Yahyâ Kemal'in sanatını
şahlandıran heyecan, Balkan şehirlerinde geçen bir çocukluk çağında başladı.
Her yaz, şimale doğru asırlarca koşan eski Türk akıncılarının öksüz
bıraktıkları vatan toprağında tüten engin bir mâzi hasreti, bu sanatın ilk
ürperişlerini yarattı. «Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan» yarının
büyük sanatkârı hep o fetihler devrinin rüyasını görüyordu.
Fransa'da şiir, onu «Parnasse» cı
şâirlerin mükemmel manzumeleriyle ve «Symbolysme» in derûnî mûsikîsi ile
karşıladı. O devirde Fransız mazisine karşı fazla hasret duyulmayan bu ülkede
sanat, sanat için yapılıyordu. Ve geçmişin sanatkâr ruhlarını aydınlatan büyük
meş'alesi yine eski Yunan şiiri idi. Orada, eski Yunan mısrâlarını «Fransızca
bir mısrâ» hâlinde söyledikleri zaman, kendilerini sanatın en ileri saflarına
ulaşmış gören sanatkârlar vardı.
Yahyâ Kemal, bir mısrâın
«kelimelerin yan yana dizilmesiyle örülen bir mûsikî cümlesi» oluşundaki sırrı,
bu tarz Fransız şiirlerindeki başarının düğümlerini çözerek tanıdı. Böylelikle
yeni Türk edebiyatında bir şâir, ritmin lisan hâline gelmesi demek olan bir
mısrâın şiirdeki hayâtî kıymetine dikkat ediyor ve böyle bir mısrâı Türkçede
hangi dil ve sanat unsurlarıyle örebileceğim araştırıyordu. Çünkü:
Aldım Rakofça kırlarının hür
havâsını,
Duydum akıncı cedlerimin
ihtirâsını.
Mısrâlarının şâiri, şiir
iklimlerine ancak bu akıncı cedlerin at sürüşlerindeki her şeyden çok Türk olan
bir üslûpla girebilirdi. Bunun içindir ki Yahyâ Kemal, Servet-i Fünûn şâirleri
gibi Osmanlı diliyle Avrupalı şiir söylemek hatâsına düşmedi. Bilâkis tam bir
Avrupalı şâir anlayışıyle «Türk'ün şiiri» ni söyliyebilmenin sırlarını
araştırdı. Sanatlarının mâzisi eski Yunan'da olan Fransız şâirlerinden
ayrılarak ve ilk anda gözlerini alan eski Yunan'dan sıyrılarak, şiirimizin
kendi millî mâzisine döndü. Türk dili ile Avrupa şiiri ölçüsünde eserler
vermenin yollarını aydınlattı ve Türk şiirinde «kökü mazide olan âti» böyle
parladı.
Sanatkâr atalarımızın, üzerinde
yedi yüz yıldan fazla işledikleri «Türkiye Türkçesi» Yahyâ Kemal'in büyük bir
zevk ve ihtimamla işlenen mısrâlarında tam ve pürüzsüz bir «mûsikî cümlesi»
olmak derecesine ulaştı; modern ve târihî Türk dilinin dehâsı, bu mısralarda
eşsiz bir başarı ile terennüm edildi.
Aruz vezni ile Fikret, kuvvetli
bir «dış mûsikîsi» ve ustalıklı bir «manzume lisânı» yaratmıştı. Bu vezni daha
temiz, daha sâde bir Türkçe ile dillendirmek kudretini de Mehmet Âkif
göstermişti. Fakat tam on asırlık bir atalar mirâsı olan bu güzel vezinle
«Yalnız şiir söyleyen» ilk büyük şâir, Yahyâ Kemal oldu. Atalar mirâsı her
güzel şeyi sevecek bir ruh asâleti ile yaratılan şâir, Türk dilini:
Bu dil ağzımda annemin sütüdür
diyerek seviyor ve onunla en güzel «Türkçe mısrâ»ı söylemeği, sanatı
için en asil bir ülkü olarak kabul ediyordu. Edebiyâtımızda Yahyâ Kemal
imzasını taşıyan o güzel şiirler, işte bu çeşit mısralarla örüldü.
Yahyâ Kemal, Türk edebiyatında bu
büyük milletin mâzîsindeki bütün hâtıraları, bütün kıymetleri derin bir
kavrayışla toplayarak ve bunları kendi zamanının zevk ve ihtiyaçlarıyle birleştirip
güzelleştirerek terennüm edebilen şâirdir. Türk ve Avrupa şiirleri hakkındaki
geniş kültürü, milli târihimiz, millî miraslarımız üzerindeki engin bilgisi ve
heyecânıyle gerek Türk lisânına, gerek aruz veznine en kuvvetli mızrabı vuran
şâir de odur.
Ziyâ Gökalp'ın «Türkçülüğün
Esasları» isimli eserinde; «Başka milletler, asrî medeniyete girmek için kendi
mazîlerinden uzaklaşmağa mecburdurlar. Halbuki Türklerin asrî medeniyete
girmeleri için, kendi eski mâzilerine dönüp bakmaları kâfidir,» diye çok
yerinde söylenilmiş bir söz vardır. Yahyâ Kemal'in şiirlerindeki bugünden çok
yarının malı olan o ileri yeniliği, işte böyle bir bakışın ışıklarında
aramalıdır. O kadar ki:
Tâ Budin'den Irak'a, Mısr'a kadar
Fethedilmiş uzak diyarlardan
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsikîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan Boğaz, o şehrâyin;
Mâvi Tunca'yla gür Fırat akmış.
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
mısrâları büyük mûsikî üstadı «Itrî» nin mûsiki sanatı için olduğu
kadar, Yahyâ Kemal'in kendi şiir sanatı için de emsalsiz bir târif olmuştur.
Türk dili edebiyatında, Yahyâ
Kemal'in şiiierindeki güzelliğe ulaşanlar; akınlarda çocuklar gibi şen
atlıların Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle uçtuklarını dile gelmiş bir mûsikî
hâlinde duyarlar; ve:
Baktım konuşurken daha bir kerre
güzeldin,
İstanbul'u duydum daha bir kerre
sesinde.
diye sevilen güzele:
Târihini aksettirebilsin diye
çehren
Kaç fâtihin altın kanı mermerle
karışmış.
dedirten şanlı zaferlerin ilâhî temposunu kendi nabızlarında sayarlar.
Onun «Eski şiirin rüzgârıyle» söylediği şiirlerinde yedi yüz yılın süzgecinden
geçirilmiş bir Osmanlı - Türk sesi, ve belki onlardan daha ibdâî olan yeni
şiirlerinde ideal bir «Türkiye Türkçesi» seslenir. «Vuslat» da aşkımızı, «Uçuş»
da şevkimizi, «Itrî» de mûsikîmizi, «Deniz Türküsü» nde türkümüzü dile getiren
zevk ve heyecan akışlarında hep bu sesleniş vardır.
İmparatorluk devrinin hayat ve
hayâl dolu iklimlerinden süzülüp gelen bir rüzgâr gibi; ihtişamlı bir mâzinin
zevkli ve saltanatlı hâtıralarıyle yüklü gazellerinde terkib-i bend'lerınde,
rubâî ve şarkılarında; «Dîvan şiiri» nin tılsımlı bir sanat inbiğinden
geçirilmiş diri, canlı ve hattâ «öz ve bütün şiir» anlayışı bakımından eskileri
eşsiz bir kudretle bütünleyip ebedîleştiren terennümleri duyulur. Yahyâ
Kemal'in şiirlerinde «vatan sevgisi» :
Günler kısaldı, gönlüm ölümden
sakınmıyor . .
Lâkin vatandan ayrılışın ıztırabı
zor.
diyecek kadar canlı ve;
Eğer mezarda, şafak sökmiyen o
zindanda
Ceset çürür ve tahayyül kalırsa
insanda,
— Cihan
vatandan ibârettir îtikadımca—
Budur ölümde benim çerçevem,
murâdımca;
Vatan şehirleri karşımda her saat
bir bir,
Fetihler ufku Tekirdağ ve
sevdiğim İzmir,
Şerefli kubbeler iklimi
Marmarayla Boğaz,
Üzerlerinde bulutsuz ve bitmiyen
bir yaz,
Bütün eserlerimiz, halkımız ve
askerimiz.
Birer birer görünen anlı şanlı
cedlerimiz,
İçimde dalgalı Tekbîr'i en güzel
dînin,
Zaman zaman da Nevâkar'ı doğsun
Itrî'nin,
Ölüm, yabancı bir âlemde bir
geceyse bile
Tahayyülümde vatan kalsın eski
hâliyle.
gibi emsalsiz bir cennet özliyecek kadar heyecanlıdır. Ve eğer hakîkî
Türk şiiri; sesinde bizim, rûhunda bizim, hâtıralarında bizim bulunduğumuz
şiirse, Yahyâ Kemal Türk şiir lisânına hakîkî formunu ve Türk milletinin
edebiyâtına «özlenen şiir» i vermeğe muvaffak olan şâirdir.
Hakkında: Nihat
Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler
Onun
birçok şiirinde bütün milletleri tatmin edecek genişlikler bulunması, her büyük
şâir gibi önce kendi milliyetinin dehasını dile getirmiş olmasındandır. (…)
Kendi Gök Kubbemiz’in sonuna bırakılan kısmen egzotik, kısmen fantastik
şiirler, şairin bir an evvel bitirip yine Hürriyet’de
neşretmek istediği ve listesini hazırladığı on bir şiiri bitirilseydi,
muhtemelen dördüncü bir başlık altında, daha başka bir şekil alacaktı. Yazık ki
buna imkân kalmadı. Bununla beraber, bu kitabın tertibinde şâirinin düşündüğü, vahdet içinde tenevvü okuyucuların
dikkatini çekecek güzelliktedir. O kadar ki bu kitapta her şiir, Kendi Gök Kubbemiz başlığı altında
sıralanmaya hak kazanmış, milli bir sema içinde rüzgarlıdır.
Bu
kitapta toplanan şiirlerin iki tanesi, Sicilya
Kızları ve Madrid’de Kahvehane,
şairi tarafından neşredilmemiş manzumelerdir. Bunlardan Sicilya Kızları; hatıralar arasındaki bir defterde yazılı son
şeklinden alınarak; Madrid’de Kahvehane
ise, kendi el yazısı ile kaleme aldığı son şekle uyularak buraya konulmuştur.
Şairin, Biblos Kadınları adı ile
tanınmış şiiri ile Britanya Sahilinde isimli
hürriyet şiiri ise, Bitmemiş Şiirler isimli
eserinde neşrolunacaktır.
Yahya
Kemal, şiirleri üzerinde yıllar yılı işleyerek, onlara dil ve söyleyiş
bakımından en mükemmel hâli vermeğe çalışan şâirdir. Her mısrasını halis şiir
anlayışına en uygun bir mûsiki cümlesi halinde söylemek için şiirlerini dünya
tarihinde nadir görülmüş bir sabırla işlemiştir. Bu işleyişin, bazı şiirlerde
10 yıl, 20 yıl, hatta 40 yıl sürdüğü olmuştur.
Süleymaniye’de Bayram Sabahı onun, en uzun zamanda bütünlenen şiirlerindendir.
Büyük
şair şiiri, önce birtakım sesler halinde duyuyor; sonra bu sesleri en iyi ifâde
edecek mısrâları söylüyor; böylelikle, onun şiirleri Türk dilinde, tam bir ses
ve söz anlaşması halinde terennüm ediliyordu. Bu şiirlerin büyük bir kısmının
bu yoldaki söylenişleri, bu gün, bir sinema şeridi gibi sözle görülecek bir
şekilde elimizdedir: Her şiirin nasıl başladığı, nasıl işlendiği ve en son
şekline nasıl vasıl olduğu, bu şiirlerin sıraya konulan çok sayıda
müsveddelerinde ayan beyan görülmektedir. Onun şiir tasarılarının mühim bir
kısmı, meydana gelişlerindeki diğer faktörlerin de izahları ile birlikte Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası I ve II’de fotokopiler halinde
neşredilmiştir.
Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Enstitüsü tarafından, titiz ve metotlu
bir çalışma ile hazırlanmıştır: Eser önce bir taslak halinde 12 nüsha olarak
bastırılmış; bu nüshalar, Vehbi Eralp, Hâlis Erginer, Abdülhak Şinasi Hisar,
Mehmed Kaplan, Necmeddin Halil Onan, Sait Nazif Ozankan, Ahmed Hamdi
Tanpınar’dan müteşekkil bir heyet tarafından incelenmiş ve varılan görüş
birliği sonunda kitap kesin şeklini almıştır.
Şiirlerin
yazılışında tâkip edilen imla, şâirin, kendi el yazısı ile belirterek bize
bıraktığı ve asılları Yahya Kemal Enstitüsü arşivinde bulunan şiirlerindeki
imladır. Bu imlâ, 1956-1957 yılında Hürriyet
gazetesinde neşredilen 65 şiirdeki imlânın da aynıdır.
(Kendi
Gök Kubbemiz, 1988)
Şair
bu şarkılarının, bu şiirlerinin kelimelerini nasıl intihap etmiş ve kullanmıştı
ki doğrudan doğruya aşkının dâüssılasını söyler gibi, bu mısralar emsâlsiz bir
gönül musikisi tesiri uyandırıyordu. Bu zâhiren pek sâde fakat pek içli
duyduğumuz bu mısralar ilânihâye canlı kalacak bir bal içinde avlanmış arılar
gibi, bu dilin tadında duyuluyordu.
Bunları
duyduğum zaman gönlümün ilelebet bu şiirin tesirinden kurtulamayacağını,
gençliğimin hatıraları gibi onları duyar duymaz aşınmaz ve ölmez duygular gibi
tekrar bulacağımı anlamıştım.
Yahya
Kemal’in bu tarzda şiirleri, dinlenmedik mûcizevi bir tesir ile büyük bir aşk
şiiri olmuştu. Şiirinde artık aşk bir çocuk oyuncağı değildir. Aşk bu şiirde
vekarlı, söz götürmez, fermânının önüne geçilmez eski büyük şairlerin bize
duyurmaya çalıştıkları bir nevi hummâ gibidir. Zira bir eski zaman aşkıdır. Sevilen
kadınlar birer Leylâ ve âşıklar biraz Mecnun gibidir. Burada ‘Ömrün bütün ikbâlini
vuslatta duyanlar’ duyulur.
(Yahya
Kemâl’e Vedâ)
Çağdaş Türk şiiri, Yahya Kemal'le başlar. Çünkü şiir
dilimizi, gerçek anlamda Türkçeleştirmeyi ilk o başarmıştır. Evde, sokakta,
çarşı-pazarda konuşulan dil onunla şiirimize girmiş, ışıklanmıştır. Ve modern
şiirimiz onunla birlikte halka malolmaya yüz tutmuştur.
Bugün, 108.
doğum yıldönümü olan büyük şairimizi saygı ve rahmetle anarken, geriye dönmek
ve gerçekleştirdiklerinin altını kalın çizgilerle çizmek istiyoruz. Yahya
Kemal, sadece bir şair değil, bir düşünür, elinde ihtişamlı günlerin
hatıralarıyla parıltılı tuğu, yeni ufuklara koşan bir önderdir. Sağlam bir
tarih şuuru, coşkun bir milliyet duygusu, zengin bir kültür ve bilgi
birikimiyle bütün hayatı boyunca bizim olanı aramış, bize lazım olanı
düşünmüştür. Özgün fikir ve tavırlarıyla daima dikkatleri üzerinde toplamış,
çevresinde giderek büyüyen sımsıcak, samimi bir dost halesi oluşturmuştur.
Şiirini milli temeller üzerinde yükseltmeye çalışmıştır.
Vatanın kâinatı
dışına çıkan edebiyatın orijinal olmasının imkansızlığı düşüncesindedir. O
yüzden Kendi Gökkubbemiz’in şairi olmak istemiştir. Türk toplumunun
ruhu, tarihi ve sezişi, her şeyden çok önemli olmuştur onun için. O kadar ki,
kendisini milletinin özü gibi duymuş, şiirlerinde ben değil, biz
zamirini kullanmıştır daha çok.
Yahya Kemal için, şiirini serseri ilhamların
yönlendirmesine asla izin vermemiştir hükmü rahatlıkla verilebilir. Her zaman
ne yapmak istediğinin farkında olmuş, belirlediği hedefe doğru adım adım
ilerlemiştir. 1903 yılında kaçtığı Paris'ten 9 yıl sonra geri dönerken şiirde
yapmak istedikleri çok kesin hatlarla olmasa da kafasında şekillenmiştir.
Zamanla bunları geliştirecek, düşündüğü yepyeni ve orijinal söyleyişe
ulaşacaktır.
Amaçlarından birincisi halkın konuştuğu dilde şiir
yazmak olmuştur. Şiirin ancak bu şekilde bütün toplumun malı olabileceği
görüşündedir:
Ben istiyordum ki Türk şiiri herkesin lisanıyla
yazılmış olsun. Türk'ün hançeresine uygun kelimelerle ve bir âhenk içinde
yaratılsın.
İstanbul Türkçesi'nin aradığı özellikleri kendisinde
topladığı inancındadır. Fakat uğraşmaya başlayınca anlar ki bu iş hiç de kolay
olmayacaktır. Tanzimat Edebiyatı'nın ortaya çıkışıyla Fransız tesiri yayılmış,
zevkimiz bozulmuş, Türkçemizin tavrı, hatta grameri farklılaşmıştır. Servet-i Fünûncular
da Türkçeyi yavaş yavaş bir tatlısu lehçesine dönüştürmüşlerdir. Kaldı ki, bu
alafranga dönemden önce de, yüksek tabaka edebiyatında Türkçe şiir dilimiz
olamamıştır. Divan şairleri genellikle halkın konuştuğu dile itibar
etmemişlerdir.
Yahya Kemal'in ikinci amacı, Türk şiirini
fazlalıklardan kurtarmak ve ona asıl unsur olan ritmi kazandırmak
olmuştur. Ona göre şiirin asıl maddesi mânâ değil, lafızdır. Burada
sembolistlere yaklaşmıştır:
Sembolistlerin en büyük hizmeti bu ikisi arasındaki
farkı anlatmak olmuştur. Sembolistler şiirin teşbih ve istiareden ibaret
olmadığını, bunların fazlalık unsurlar olduğunu da tesbit etmişlerdir. O zamana
kadar birçokları zannediyorlardı ki, şiir yazmak, muvaffakiyetli teşbihler
yapmaktır. Şiir bu değildir. Şairlik mânâyı lafıza tahvil etmek sanatıdır.
Kelimelerin hususi bir ahenk husule getiren terkibinden şiir doğar.
Şiirde sese, yani mısradaki ahenk dalgalanışlarına çok
önem vermiştir. Bir ritmi, bir müzikalitesi olan mısra, ancak öz mısradır.
Nedim'in ünlü;
Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun.
mısraında
mânânın ritm olup çıkması gibi.
Yahya Kemal'in şiirine yerleştirmeye çalıştığı mûsıkî
elbette Türk mûsıkîsidir. Şiirinin bu temel estetiğini bir beyitinde şöyle
ifade etmiştir:
Mızraba ses verir kelimatiyle tel gibi.
Çizdiği bu çerçeveye uygun olarak bir mısra için
günlerce, haftalarca uğraşmıştır. Bazı şiirlerinin tamamlanması uzun yıllar
almış, bu sebeple sağlığında hepsinin bir kitapta toplandığını görememiştir.
Sözgelimi, 1514 ve 1517'de doğuya ve güneye açılmış iki büyük Türk seferinin
aşamalarını, o asrın klasik şiir Türkçesiyle dilegetiren, bir Yavuz Sultan
Selim Destanı niteliğindeki Selimnameyi tam 39 yılda
sonuçlandırabilmiştir.
Yahya Kemal'in üçüncü amacı ise, sentetik şiir
yapmak olmuştur. Bunu da şöyle izah etmiştir:
"Bizim şiirde beyitler vardı, hakikî manzume
yoktu. Halbuki manzume, muhtelif kısımları birbirini tamamlayan bir bütündür.
Bir bestedir."
Yazılan
değil, söylenen şiirin peşinde ömür tüketmiştir kısacası:
Darülfünun'dan talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dikkat
çektiği üzere, Yahya Kemal yedi asırlık bir çalışmayla elde ettiğimiz sesi
tekrar bulan şairimizdir ve kendinden sonraya hakikaten çok şey bırakmıştır:
Şiirimize eski asaletini iade eden o olduğu gibi,
hecenin zaferini temin eden de o olmuştur. Neslimiz için onun sohbeti ve onun
eserleri en istifadeli mektepti. Biz, bugünün yazı yazanları ilk hızımızı hep
ondan aldık. Ve galiba da yaptığımız işte, iyi şeyler varsa çoğu ona aittir.
(Edebiyat ve
Hayat, 2005)