Şair (D. 26 Ağustos 1914, İstanbul – Ö. 15 Ekim 2008, İstanbul). Süvari Yarbayı
Hasan Hüsnü Bey'in oğludur. İlk öğrenimini
babasının görevi nedeniyle Konya, Kayseri ve Adana / Kozan’da, ortaokul
öğrenimini Adana ve Tarsus ortaokullarında
yaptı. Kuleli Askeri Lisesini (1933) ve Kara Harp Okulunu (1935) bitirdikten
sonra piyade subayı olarak orduya katıldı. Doğu Anadolu, Orta Anadolu ve
Trakya'nın çeşitli yerlerinde görev yaptı. II. Dünya Savaşı yıllarını Trakya'da
bölük komutanı olarak geçirdi. Bu dönemde kendi deyimiyle "22 çocuğun
çeşitli nedenlerle mezarlıklara göçtüğünü" izledi. Orduda zorunlu hizmet
süresi olan 15 yılı doldurunca, önyüzbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrıldı
(1950). Bir yıl Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştıktan sonra, Çalışma
Bakanlığı İş Müfettişliği göreviyle İstanbul'da bulundu (1952-60) ve emekliye
ayrıldı. İstanbul Aksaray'da Kitap Kitabevi’ni kurdu (Aralık 1959), kitapçılık
ve yayıncılık yaptı. Bu arada Türkçe adında aylık bir dergi çıkardı (43
sayı, 1960-64). Horoz başlıklı şiiri nedeniyle hakkında dava açıldı, ancak bu
dava takipsizlik kararı ile sonuçlandı.1970'te sahibi bulunduğu yayınevini
kapattı. Bundan sonra herhangi bir işte çalışmadı.
Dağlarca'nın edebiyata olan ilgisi çok genç yaşlarda
başladı; henüz 13 yaşında bir ortaokul öğrencisiyken Yeni Adana
gazetesinin öğrenciler arasında açtığı bir hikâye yarışmasında birincilik
kazandı (1927). İlk yazısı sayılabilecek bu hikâye aynı gazetesinde yayımlandı.
İlk şiiri ise (Yavaşlayan Ömür) 1933'te İstanbul dergisinde
çıktı. 1934'te Harp Okulu öğrencisi iken Varlık dergisinde yayımlamaya
başladığı şiirleriyle edebiyat dünyasında adını duyurmaya başladı. Daha sonra
şiirleri İstanbul,
Varlık, Kültür Haftası, Aile, Türkçe, Edebiyat Dünyası, Yelken, Papirüs,
Militan, Sanat Emeği, Sanat Olayı, Milliyet Sanat, Gösteri, Yücel, İnkılapçı Gençlik,
Türk Dili, Yeditepe, Yenilik, Kültür Haftası, Çağrı, Devrim, Vatan, Ataç, Türk
Yurdu, Yön, Devrim ve Cumhuriyet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk
şiir kitabı Havaya Çizilen Dünya (30 Ağustos 1935) Harbiye'den subay
çıktığı gün yayımlandı. Bu kitaptan önce ise 1934’te Varlık dergilerinde
Sandallar, Göçsem, Bu Dağlar, Arkasından adlarını taşıyan dört şiiri yayımlanmıştı. Bu şiirlerde özgün
bir buluş ya da özellik olduğu pek söylenemez. Ancak bu şiirlerde, hece
ölçüsünü kullanma tekniği yönünden ve seçtiği sözcükler bağlamında Faruk Nafiz
Çamlıbel'in açık etkisi görülmektedir. Buna rağmen, ilk kitabını oluşturan
şiirlerinde Çamlıbel'in etkisinin giderek azaldığı ve şairin ölçülü, uyaklı,
âşık tarzı bir şiir denemesine giriştiği görülmektedir. Buradaki şiirlerinde o
yıllarda Varlık dergisinde sıkça görünen Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet
Hamdi Tanpınar ve bir ölçüde de Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirlerinde rastlanılan "ölüm, zaman, rüya,
şekil, kâinat" gibi kelimeler ve kavramların öne çıkmaya başladığı söylenebilir. Yine de bu kitapta yer alan şiirlerinin Türk
şiirine yeni bir duyarlık ve ses getirdiği genel olarak kabul edilmiştir. Çeşitli
konuları işlediği lirik ve epik şiirlerinde geliştirdiği kendine özgü şiir
diliyle kendinden sonraki birçok şairi, uzak çağrışımlar bağlamında da olsa
etkiledi.
Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın şair kişiliğini bulma yolunda büyük bir aşama
olduğu kabul edilen ikinci kitabı Çocuk ve Allah (1940) adını taşır. Bu
kitapta yer alan çoğu şiiri de 1935-36 yıllarında
yazılmıştır. Birçoğu ilk kez Varlık ve özellikle de Kültür Haftası dergilerinde (14 şiir) yayımlandıktan sonra kitaba alınmıştır. Bu şiirlerle ilgili olarak yaygın görüş; yirmili
yaşlarındaki çok genç bir şairin kendi şiir
dünyasını kurmaya yönelik çabalarının övgüye değer olduğudur. Bu kitap, dil ve yapı bütünlüğü bakımından Türk edebiyatının önemli
eserlerindendir. Ancak bu kitabındaki şiirlerinde, kaynağı özellikle Necip Fazıl Kısakürek ile Ahmet Hamdi
Tanpınar’a dayanan şiirsel etki ile metafizik, ruh ve
sezgi konularının tartışıldığı Ağaç ve Kültür Haftası dergisi
çevresinde yer alan Peyami Safa ve Mustafa Sekip Tunç gibi
yazarların düşünsel etkisi olduğu söylenebilir. Çünkü Dağlarca'nın Çocuk ve Allah kitabında yer alan ve Kültür
Haftası dergisinde de yayımlanmış olan şiirlerinde sıkça
karşılaşılan "sükûn, ruh, günah, ebediyet, ayna, ruh,
Allah" gibi kavramlar ve bazı tamlamalar, daha önce Necip Fazıl Kısakürek
ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinde de görülmektedir. Kitapta yer alan
diğer şiirlerde, genç şairin Necip Fazıl Kısakürek’in sözcükleriyle düşünerek, şiirini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tamlamaları ile zenginleştirmeye çalıştığı görülür. Cemal Süreya ise sözkonusu
benzerlikle ilgili olarak şöyle der:
“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın çıkışı hece şiirinin iyice
tıkandığı, olanaklarını yitirdiği bir sıraya raslıyor. Cahit Sıtkı Tarancı
gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ilk şiirlerinde Necip Fazıl etkisini
görüyoruz. Havaya Çizilen Dünya’da ki bazı şiirler buna tanıktır. Ne var ki bu
etki öyle büyük bir etki değildir; daha çok biçimde görülmektedir. Fazıl Hüsnü
Dağlarca ilk yazdıklarında bile şiirsel ağırlığı, çok ayrı ve kendine özgü bir
yöne yıkmayı bilmiştir. Geçenlerde Havaya Çizilen Dünya'yı yeniden okudum; etki
konusundaki eski kanım daha da zayıfladı. Havaya Çizilen Dünya'daki şiirle
Necip Fazıl'ın şiirleri arasında şöyle temel bir ayrım var: Necip Fazıl'ın
şiirinde mutlak değerlerin birbirleriyle, daha çok da insanla ilgileri söz konusudur;
şiiri anlatan biri vardır; kendim üstün-insan olarak görmeyi seven, güzel bir
karabasan içinde bulunan bir adamdır bu. Evrenin sonsuzluğundan, eşyadan ödü
kopan, ordan kendini alıp alıp insanların dünyasına çarpan, dünyada tükenen,
tükenirken de öğünen bir adam. (...) Fazıl Hüsnü'nün çıkışında ise apayrı bir
görünüm var; o evren içinde olmaktan çok doğa içindedir; eşyayı neşeye yaslı
bir çeşit gururla algılar; eşya karşısındaki ilk şaşkınlığının hemen
ayrıntıların somut ilişkileriyle doldurur. Eşya, Fazıl Hüsnü'de ‘beşerî bir
sıla gibidir’. Bu bakımdan Havaya Çizilen Dünya'daki şiirlerle Necip Fazıl'ın
şiirleri arasındaki benzerlik daha çok ele aldıkları konuların, temaların dış
benzerliği oluyor. Zaten o günlerdeki bütün yeni şairlerin ortak konuları,
temalarıydı bunlar.” .
Ahmet Kabaklı da, Dağlarca'nın tümüyle içe dönük bir rüya ve hayal şairi olmadığını belirtmektedir. Şair dış âlemi realist ya da nesnel bir gözle algılamamakla birlikte onunla ilgisini de hiçbir zaman kesmez. Tanpınar gibi o da ne büsbütün içe, ne de dışa dönük bir tiptir. Pek çok şiirinde de görüleceği üzere, onun temel duygusunu kozmik dünya ile insan arasındaki ilişki oluşturur. Yine Kabaklı'ya göre, Türk edebiyatında hiçbir şair, insanla kozmik âlem arasındaki ilişkiyi onun kadar derinden hissetmemiş, zengin ve muhteşem hayallerle anlatmamıştır. Fazıl
Hüsnü de bu şiirlerde "insanın dünya ve evrendeki yeri üzerine çocuksu
bir şaşkınlıkla eğildiğini" söylemektedir.
Kimi eleştirmenlerce Dağlarca'nın şiirinin üç devre geçirdiği
belirtilmektedir: "Sezgisel dönem" (1935-45), "geçiş dönemi" (1945-55) ve bugüne uzanan "akılcı dönem." Şükran
Kurdakul ise, Fazıl Hüsnü'nün değişik dönemlerinde şiirine kaynak olan
duyarlıkların üç yönde geliştiğini belirtmektedir. Birincisi, tek olarak
insanın evren karşısındaki şaşkınlığını,
yalnızlığını, korkularını ölüm gerçeğine karşın yaşarken duyduğu bunalımları,
doğasal görkemin yansımalarını işlemeye çalıştığı daha çok içe dönük
şiirler; ikincisi, insanın doğa ve aykırı toplum güçleri, kurulu düzenin
görünen, görünmeyen yasaları içinde günlük yaşamlarını
saran sıkıntı ve acıları, yoksulluk ve yoksunlukları, buhran
ve patlamaları işlediği dışa açık, toplumsal şiirler;
üçüncüsü ise destanlar ve çocuk şiirleri.
Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Aç
Yazı (1951) ve
Asû'daki (1955) şiirlerde genel görünüşleriyle insan-doğa, insan-evren
ilgilerinin ağır bastığı temalar işlenmektedir. Daha'da doğayla birlikte
toprağın üzerinde yaşayanlar, yaşanan dönemin yanı sıra geçmiş zaman da şiire
girmeye başlamıştır. Kişi, doğa ve evren karşısında yine "meçhul"ün
baskısını duymaktadır. Doğa, dağ, yeşil, kuş, karınca, ağaç, evren, gök,
yıldız, sonsuzluk, insan halleri çoğu defa yine rüya ve uyku sözcükleri ile
karşılanır. Bu anlamda Çocuk ve Allah’ta karşılaşılan sözcükler ve
tanımlar Daha'da yine temel öğeler halinde görülmektedir.
Çakırın Destanı'nda yaklaşık olarak her yedi sekiz dizeden birinde ağaç, rüya, gece, uyku, ölüm, dağ, kuş ve yıldız sözcüklerinden birinin bulunması rastlantı değildir. Kendisinin de "Ağaçlar, dağlar, denizler / Yani her gün yazdıklarım" diye nitelediği ortamdan çıktığı ya da bu öğelere asıl araç gözüyle bakmadığı yerde, şiir imgelerle zenginleşmektedir.
Asû'da "ölüm, ölüm düşüncesi, korkusu, ölüler,
ölümden sonra yok olmayı sindirememek, Tanrı'ya sığınmak zorunluluğu"
birbiriyle iç içe girmiş temalar halinde görünmektedir. Asû’yu oluşturan
şiirlerde "zaman" gece, çağ, vakit, gün; "uzay" evren,
uzaklık, boşluklar, sonrasızlık; "ölüm" varlık, uyku;
"doğa" yeşil, yeşillik, dağ, kuş, ağaç sözcükleriyle anlatılır. Diğer
şiirlerinde de büyük oranda rastlanan sözcüklerdir bunlar. Bu anlamda Asû'da
şairin alışılmış şiirleri ile yenileri yan yanadır. Bu kitapta yer alan Merihliye
Sesleniş, Asû, Asû'nun Oğlu gibi şiirleri alışılmışın dışında, özgün ve
etkili şiirlerdir.
Dağlarca'nın Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), Dışardan Gazel (1965), Yeryağ (1965), Kazmalama (1965) kitaplarında insan-toplum, insan-doğa ilişkilerine dayanan temalar işlenmektedir. İnsanların acıları, yalnız bırakılmışlıkları, yoksullukları daha çok saptama düzeyinde girer şiirlerine. Soyut sözcükleri hemen hemen terk eder, halkın dilini aramayı amaçlar. Köy insanının yaşamını o yörenin insanlarının kullandığı sözcüklere başvurarak yerel anlatımlarla zenginleştirmeye çabalar. Bu dönem şiirlerinde genel olarak söyleyiş olanaklarını zenginleştirmek için folklora başvurduğu söylenemez; şairin halkın dilini kullanma çabalarına karşın, geleneksel halk biçimi şiirlerinden yalnızca türküye yaklaştığı görülmektedir... 1960'lara kadar "saptama gerçekçiliği" düzeyindeki şiirine hikâye etme tekniği egemendir. Özellikle Toprak Ana'da sıkça gözlemlenebilen bir tutumdur bu. Şair dizedeki değişik ses olanaklarını deneyerek, çizimler yaparak, çevre tasvirlerine özen göstererek konusunun zorunlu kıldığı ayrıntılarla şiir öğeleri arasındaki uyumu yitirme tehlikesini önlemeye çalışır. Bunu başardığı yerde yeni bir toplumsal şiirin yetkin, unutulmaz örneklerine ulaşır.
Aç Yazı'daysa bireysel düşünce ve duyarlıkların toplumsal
düzeye çıkması daha değişiktir. Toplumsal olaylardan, sorunlardan çok, kişisel
duyarlıklar yol verir şiirlere. Tekilden çoğula doğru gelişen şiirler ile
bireysel durumları yansıtanlar kesin çizgilerle ayrılmaz. Etkisini içerik-biçim
bütünlüğünden alan, evrenselin uğultusunun duyulduğu çok sesli şiirlerin
yanında, gücü yine uyaklara ve alışılmış Dağlarca sözcüklerine dayanan şiirler
de bulunmaktadır.
Dağlarca, 1960'lardan sonraki şiirlerinde ise ülkede
ve dünyada yaşanan toplumsal değişime paralel olarak, iç ve dış sorunlara daha duyarlı,
ulusal çıkarlara sahip çıkma bilincinin geliştirildiği, sömürüye ve ezilen
halkların mücadelesine yakınlık duyan ve emperyalist baskıya karşı çıkan
şiirler kaleme almıştır. Vietnam Savaşımız (1966) adlı kitabında ise
savaşan Vietnam halkına duyduğu yakınlığı dile getirir. Bu dönemde ülkeyi ve
hatta dünyayı ilgilendiren her türlü toplumsal olay şiirlerine girer. Güncel
yurt ve dünya sorunları karşısındaki tepkilerini yansıtan bu şiirlerinde, Kıbrıs
olaylarından ulusal petrol sorununa, seçim ve grevlere kadar değişik konuları
işlerken, küçük bürokratlardan Almanya'ya göç eden emekçilere kadar geniş bir
kesimdeki insanların şiirini yazar. Aylam / Uzay Çağında Olmak (1962)
kitabında, dünyada görülen uzay çalışmalarının, insanın yeni dünyalar
aramasının verdiği heyecanı, kendince oluşturduğu bir “uzay dilinin” yabansı
sözcükleriyle anlatmayı tercih eder.
Dağlarca'nın başka bir özelliği de destan şiirini
yeniden gündeme getirmesidir. Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ve elbette Mustafa
Kemal'i eylemi içinde şiirleştirerek değerlendirmesi, topluma uzanan gür bir
sesin yankısını sağlamasıdır. Bir toplumu ulus yapan bütün acıların yaşıyla
zaferlerinin sevincine şiirinin kanatlarıyla konar (R. Mutluay). Önce Çakır'ın
Destanı (1945) ve Üç Şehitler Destanı’nda {1949} Kurtuluş Savaşı
konusuna bağlı temaları işleyen şair, daha sonra İstiklal Savaşı /
Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı / İnönüler (1951), Yedi
Memetler (1964), 19 Mayıs Destanı (1969), Gazi Mustafa Kemal
Atatürk (1973) gibi kitaplarında aynı konuyu tarihsel gelişimi içinde ele
alarak, başlangıç ve zafer arasındaki önemli olaylar, savaşlar çizgisi
düzeyinde sürdürmüştür. Mustafa Kemal'in kongreler evresindeki girişimleri,
örgütlenme aşaması, İnönü ve Sakarya savaşları, cepheler, cephe gerisi,
askerler, savaşa gönüllü olarak katılan vatanseverler genellikle özerk parçalar
halinde görünen şiirlerle verilmek istenmiştir. Olayları ve tarihsel bilgileri
sergileme kaygısının ağır bastığı kesimlerde, savaşan insanın varlığını
belirleyecek bölümlerin zayıflığı ve bazen de bu anlamda yapaylığı destanın
özünü de yaralar. Bu nedenle ne kadar geniş olursa olsun, parça-bütün
birlikteliği için gereken bağlamların zayıflığı, özerk parçalarda şairin başka ürünlerinde
de sık rastlanan buluşlar, deyişler, benzetmeler, sözcükler, destanları
oluşturan parçaların ortak özellikleri gibi görünür.
Dağlarca'nın önemli bir özelliği de, şiirlerinde
çocuğu en çok konu edinen şair ve çocuklar için çok sayıda şiir yazmış olmasıdır.
"Çocuklarda" dizisi olarak yayımlanmış yirmiden fazla kitabı
bulunmaktadır. Bu şiirlerinde yıldızları, kuşları, okulu, doğayı, ama asıl
olarak hiçbir şeye indirgenemeyecek sonsuz bir evreni anlatır. Bu şiirlerinde
çocuklar arası bir dünyanın içtenliğini yansıtmaya çalışmıştır.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaşadığı dönemde yurtta ve
dünyada olup bitenleri izlemiş, şiirle “tarihsiz bir dünya tarihi” tutmuştur
denilebilir. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en verimli şairlerinden biri
olan Dağlarca'nın bir özelliği de şair/birey olarak bütün yaşamını şiire
adaması, kendisini anlatmak için başka hiçbir türe atlamayışı, şiir dışında bir
yol düşünmeyişidir. Başka sanatçıların başka türlerde yapmayı yeğledikleri
birçok çalışmayı o hep şiirinde yapmayı istemiştir. Böylece zayıf ürünlerle
dolu dönemler de yaşar, ama vazgeçilmez ısrarı ve birikimiyle düzeyini aşar.
Düş gücüyle kendine özgü alegoriler, semboller yaratır, tasarılar atar ortaya.
Ama ayağı hep yurdunun, insanlığın yaşadığı ortamın toprağındadır. Dağlarca'nın
şiirleri pek çok dile çevrilmiş, ayrıca Alman Türkolog Giselle Kraft tarafından
şair üzerine Dağlarca'da Hayvan Sembolü adlı bir doktora tezi
hazırlanmıştır.
Çakırın Destanı kitabında yer alan bir şiiri ile 1946 CHP Şiir Yarışması’nda üçüncülük ödülünü, Asû ile 1956 Yeditepe Şiir Armağanını, Deli Böcek ile 1958 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, 1966 Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turan Emeksiz Armağanı, 1973 Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması Üstün Onur Ödülünü, 1974 Struga / Yugoslavya 13. Şiir Festivali Altın Çelenk Ödülünü, Milliyet Sanat Dergisi 1974 Yılın Sanatçısı Ödülünü, Horoz kitabıyla ile 1977 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyasını ve Türkiye Yazarlar Sendikası Onur Madalyasını aldı. 1967'de International Poetry Forum / Uluslararası Şiir Forumu (Pittsburg / Amerika) tarafından "Yaşayan En İyi Türk Şairi" ve TÜYAP 1987 İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008 günü İstanbul’da vefat etti. 20 Ekim 2008'de Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi. Kadıköy'de yaşadığı Mühürdar Caddesi'ndeki evini Kadıköy Belediyesi'ne bağışlayarak ölümünden sonra müze haline getirilmesini vasiyet etmişti.
“Öteki şairlerimizin arasında bir şair değil, öteki
şairlerimize benzer bir şair değil, hepsinden ayrılıyor. Eskilere uymadığı
gibi, yenilere de uymuyor, konuları başka, aradığı başka, dili başka. Bunların
hepsini de kendi yaptı, daha doğrusu durmadan yapıyor, her kitabında yapının
biraz daha belirdiğini, ışığa çıktığını görüyoruz."
(Nurullah Ataç)
“Dağlarca’nın son iki başyapıtı ‘Uzaklarla
Giyinmek’ (Sığmazlık Gerçeği, 1990) ile ‘İmin Yürüyüşü’ (Biçimlerle Soyunmak,
1999), bu fenomenolojik (genèse’i) vurgulamaktadır. Madde-öncesi varlık, madde,
duyumsayan canlı, imge, imgelem boyutlarının art arda gelmesinden ve iç içe
geçmesinden oluşan bir türemeyi söz konusu etmektedir. Yaşamın şairi Dağlarca,
tam da yaşamın şairi olduğu için, yaşamın bağlantıda olduğu bütün varlık
katmanlarının da şairidir. ‘İmin Yürüyüşü’nde belirgin bir biçimde söz konusu
olan im, imge, imgesel, imgelem boyutları, bütün varlık katmanlarının birliğini
dile getirme işlevine sahiptir.
“İmgelem, evrensel birlik ile örtüşüyor. Burada,
hemen ‘idealist’ bir bakış açısı sezinlemek yanlış olur. Dağlarca’nın imge
anlayışı ‘maddesel’dir (özdeksel). Bunu ‘İmin Yürüyüşü’ belirgin bir biçimde
ortaya koyacaktır. İmgede, yine kaynağı özdeksel olan bir zorunluluk ve bir
özgürlük vardır.” (Ahmet Soysal)
“Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en
verimli şairlerinden olan Dağlarca, şiirinin tematik olarak çok yönlü eğilimi
içinde engin bir duyarlığa yaslanarak lirik, epik, metafizik, haması, mistik,
politik, dramatik, epigramatik, satirik türlerde ürünler verdi. Bireyselle
toplumsalı iç içe verirken, ulusallıktan evrenselliğe ulaşan şiir çizgisinde
sağlam bir tema, dil, imgelem örgüsü kurdu. Yoğun duyarlığı, sezgi ve usa
dayalı yalın, içten bir söyleyişle geliştirdi şiirini. Düş ve imgelem gücü,
yurt ve insanlığın gerçekliklerini dile getirmede şiirini zenginleştiren en
önemli öğelerden sayıldı. Us, sezgi ve gözlem bileşimiyle kurduğu şiirinin
söyleyiş ve çağrışım gücü, onun özgün yanını oluşturdu. Son dönem şiirlerinde,
günceli evrensel boyutlarda toplumsal eleştiri düzeyinde işledi. Türkçeyi
kullanmadaki yetkinliği, dilin zengin olanaklarından yararlanarak genişlettiği
şiir evreninin yanı sıra Türk dilinin gelişmesinde bilinçli bir dil işçiliği
yaptı. Türk şiirine yeni bir duyarlık, biçim ve öz anlayışı getirdi. Kendine
özgü bir dil ve şiir evreni kurdu.” (Feridun Andaç)
ESERLERİ:
ŞİİR: Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taş
Devri (1945), Üç Şehitler Destanı
(1949), Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı-İnönüler (1951), Sivaslı Karınca (1951), İstanbul
Fetih Destanı (1953), Anıtkabir
(1953), Asû (1955), Delice Böcek (1957), Batı Acısı (1958), Mevlânâ'da Olmak: Gezi (1958), Hoo'lar
(1960), Özgürlük Alanı (1960), Cezayir Türküsü (Fransızca, İngilizce,
Arapça çevirileriyle, 1961), Aylam
(1962), Türk Olmak (1963), Yedi Memetler (koçaklama, 1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışardan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yeryağ (1965), Vietnam
Savaşımız (İngilizce çevirisiyle 1966), Kubilay
Destanı (1968), Haydi (1968), 19 Mayıs Destanı (1969), Vietnam Körü (destan oyun, 1970), Hiroşima: Atom Bombasının 25. Yılı
(Fransızca, İngilizce çevirileriyle, 1970), Malazgirt
Ululaması: 26 Ağustos 1071-1971 (1971), Kınalı
Kuzu Ağıdı (1972), Bağımsızlık Savaşı
(1973), Gazi Mustafa Kemal Atatürk
(1973), Horoz (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Çukurova Koçaklaması (1979), Çıplak (1981), Kaçan Uykular Ülkesinde (1981), Yunus
Emre'de Olmak (1981), Nötron Bombası
(1981), İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler
(1985), Dişiboy (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986), Uzaklarla Giyinmek (1990), Dildeki Bilgisayar (1992), Gazi Mustafa Kemal - Eylemlerde - 10
Kasımlarda (1998), O'1923 - Tapınağa
Asılmış Gövdeler (1998), Seviştilerken (1999), İmin Yürüyüşü / Biçimlerle Soyunmak (1999),
Ötekinde Olmak (2000), Dün Geceki / En Sevmek (2000, Şeyh
Galib’e Çiçekler).
ÇOCUK ŞİİRİ: Açıl Susam (Üsküp 1967), Dört Kanatlı Kuş (şiirlerinden seçmeler, 1970), Kuş Ayak (1971), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1974), Yanık Çocuklar Koçaklaması (1976), Balina ile Mandalina (1977), Yaramaz Sözcükler (1979), Göz Masalı (1979), Yazıları Seven Ayı (1980), Şeker Yiyen Resimler (1980), Yazıları Seven Ayı (1980), Cinoğlan (Nasrettin Hoca'nın çocukluğu, 1981), Hin ve Hincik (1981), Güneş Doğduran (1981), Kaçan Ayılar Ülkesinde (1982), Dolar Biriktiren Çocuk (1999), Başparmak (1999), Bitkiler Okulu (1999), Orta Parmak (1999), Serçe Parmak (1999), Yüzük Parmağı (1999), Gösterme Parmağı (1999), Oyun Okulu (1999), Okulumuz 1’deki (1999), Okulumuz 2’deki / Kanatlarda (1999), Okulumuz 3’teki (1999), Cin ile Cincik (2000), Cincik (2000).
SÖYLEŞİ: Yapıtlarımla Konuşmalar I (1999), Yapıtlarımla Konuşmalar II (2000).
KAYNAK: Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1973), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973), Rauf Mutluay / Çağdaş Türk Edebiyatı 1908-72 (1973), Alpay Kabacalı / Dağlarca ile Söyleşi (Milliyet Sanat, 5 Nisan 1974), Cemal Süreya / Şapkam Dolu Çiçekle (1976), Mustafa Miyasoğlu / Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1977), Dağlarca'nın Dedikleri Demedikleri (Papirüs, 1980 Bahar, Sayı:1), Adnan Binyazar / Türk Dilinde 25 Ünlü Eser (1982), Atilla Özkınmlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi II (1982), Şükran Kıırdakul / Çağdaş Türk Edebiyatı II (Cumhuriyet Dönemi, 1987), Alpay Kabacalı / Fazıl Hüsnü Dağlarca (1987), Aziz Çalışlar / Türk ve Dünya Edebiyatçıları Ansiklopedisi (1987-88), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (1961-89), B. Tarık-N. Duruel /Her Çocuk Bir Dağlarca'dır (Cumhuriyet Kitap, 11 Kasım 1993), Dağlarca ve Çocuk Şiirleri (Cumhuriyet Kitap, 11 Kasım 1993), Alpay Kabacalı / Kültürümüzden İnsan Adaları (1995), Ahmet Soysal / Arzu ve Varlık "Dağlarca'ya Bakışlar" (1999), Feridun Andaç / Fazıl Hüsnü Dağlarca (Superonline.com, 2000), Vedat Yazıcı / Martıya Mektuplar (2000), Cemal Süreya / Fazıl Hüsnü Daglarca'nın Şiirinde İlk Dönem (Toplu Yazılar I, 2000), Tanzimattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi I (2001), Türk Şiiri’nden Portreler (Haz. Mehmet Nuri Yardım, 2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Anıl Meriçelli / Yalnızlık Mevsim Olur (2002), Birsen Pekçolak - Zeki Büyüktanır / Homeros'tan Günümüze Anadolu Destanları (2002), Nilay Yılmaz (Virgül, sayı: 64, Temmuz-Ağustos 2003), Ahmet Soysal / Yaşamın Şairi Dağlarca (Varlık, Şubat 2005).
Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri.
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir
yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle
görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.
Kardaş, senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak
değil.
Çık hele Anadolu'ya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel
gayrı,
O kadar uzak değil.
Çamı bitmiş, kavağı azalmış,
Gamla örtülü bayırlar, çıplak
değil.
Yedi ay kıştan sonra,
Yeşeren senin yaşamandır,
Yaprak değil.
Yersin, içersin sofrasından, üç
yüz senedir,
Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil.
Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir
cihan,
Mevsimler soğumuş, sular azalmış,
Buğday, Selçuklulardan kalan başak
değil.
Parça parça yarılmış öküz ardında.
Parmağı üç pare, tırnağı ak değil.
Utanır elin ayağın,
Korkarsın yakından görsen,
Eli el değil, ayağı ayak değil.
Gün doğar, tarla kuşları
uçuşurlar,
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak
değil.
Öyle dalmış ki yüzyıllar süren
uykusuna,
Uyandırmazsan,
Uyanacak değil.
Dertle, sefaletle yüklü,
Siyah leşlerle kararmış, berrak
değil.
Çağlayan ne,
Akan kim,
Kızılırmak değil.
Kardaş görmüyorum ama hâlâ
duyabiliyorum,
Geçmiş zamanlar geleceklerden
parlak değil.
Vakte şahadet edercesine
yükselmiş,
Akşam parıltısından, büyük
zaferler üzerine,
Dağlar dalgalanmakta, bayrak
değil.
Milyarları saysın çelik dev ne
çıkar
Yaşamam tek
Kocaman bir gözüm kocaman bir ağız
İşte akar düşüncemde gece su
İşte akar yüreğimde su çiçek.
Anlatır mı beni hayır
Mavi yeşil kırmızı sarı
Değiştirir görüntüsünü evrelerce
Söyler mi söylemez mi upuzun
Nereler oraları.
Hayır sığmaz ki acıkmış ağaçlarım
Kendi elmalarına portakallarına
dutlarına
Aydınlığın ağırlığını parlasa da
yıldızlar
Ölçülerim sığmaz ki
Sayı gerçeğinin boyutlarına.
Derinliklerde yeryağ özlemdir
Mavilikle çağdaşken deveyle kuzu
Kimin sessizliği soyutsa o evren
değil ha
Peki konuşa dursun
İkiyi sekiz üç dokuzu.
Ey bilgisayar'cığım ne gösterirsen
göster şimdi
Yaşayacak kımıldamamalar içinde
kımıldamalar
Sevgi uçsuz bucaksız
Ben olmasam da
Yokluğum var.
(...) Eskiden bir öz değeri taşıyan görüntüler yeni
şiirlerde bir biçim haline dönüşüyorlar. Yani Fazıl Hüsnü’nün şiiri temelde bir
değişime uğramıştır, ama araçları aşağı yukarı yine eski araçlardır. Burada
yeni bir soruyla karşılaşıyoruz. Şiir değiştikçe araçların kullanılış tarzı
değişmeli midir? Her halde olumlu bir cevap vermek gerekir bu soruya. Ancak
dikkat edilirse, şair değiştikçe demiyorum. Soylu bir şair nice değişirse
değişsin aynı adamdır, kendinden pek o kadar da uzaklaşamaz. Öte yandan Fazıl Hüsnü
kendi evrimini tamamlamış da değildir. Boyuna şiir yayımlıyor. Onun şiirini
yargılamak, hele bütününü gözönüne almadan parçalar üstünde kesin kararlara
varmak kolay iş değil.
Şiirimizin gelişim süreci karşısındaki grafiği çok ilginç.
Çıkışını yaptığı sıralar kendini tutkuyla ayırıyor öbür şairlerden.
1940'lardaki şiir devrimi aklın aydınlığını getirirken o sezgi döneminin
doruğunu yaşamaktadır. 1953-54 yıllarında şiirimiz genç kuşakla akla yan çizen
bir tutuma girince de bu kez o şiirini akla yaklaştırıyor. Kısaca: şiirin genel
gelişim çizgisi içinde hep karşı kutupta yer alıyor. Bu acaba doğrudan doğruya
kendi evriminden mi meydana gelmektedir? Yoksa karşı etkilerin Fazıl Hüsnü
üstünde uyandırdığı yankılardan mı doğmaktadır? Sorunun karşılığını burda eleştirmenlere
bırakarak bir noktaya daha değinmek isterim.
Fazıl Hüsnü'nün öbür şairlerden
etkilenmediğini
söylemiştim. Acaba öbür şairler Fazıl Hüsnü'nün şiirinden
etkilenmişler midir, etkilenmişlerse bu ne dereceye kadar olmuştur. Şiirimizin
evrelerini dikkatle izleyen bir okur kuşkusuz şu sonuca ulaşacaktır: Fazıl
Hüsnü'nün kelime dialektiğinden, uzak çağrışımlarından birçok arkadaş
yararlanmıştır, ama işlevini belkemiğine oturtacak şekilde kimse onun şiirini
üstlenmemiştir. Kendi kuşağındakileri sayalım: Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih
Cevdet Anday, Ahmet Muhip, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Salâh Birsel, Celâl
Sılay, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Berk, Necati Cumalı.. Daha
gençleri sayalım: Ahmed Arif, Attilâ İlhan, Metin Eloğlu, Can Yücel, Edip
Cansever, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Kemal Özer. Bu
sanatçılardan hiçbirinin Fazıl Hüsnü'yü görünür şekilde izlememeleri gerçeğini
nasıl açıklayacağız? Belki Behçet Necatigil'i biraz etkilemiş, ama o da çok
ufak bazı biçim kaygıları yönünden. Celâl Sılay üstündeki etkisinden de söz
eden eleştirmenler oldu. Belki. Yine de bence iki şairin arasındaki bağlantı
bir etki alışverişinden çok çıkış noktalarının birbirine yakın oluşundan ileri
gelmektedir. Bana kalırsa bunun bir nedenini Fazıl Hüsnü'nün getirdiği şiir
değerlerinin kendine özgü niteliğinde aramak gerekir. Fazıl Hüsnü'nün çıkışı
da, gelişmesi de şiirimizin genel dialektiğinden bağımsızdır. Bu yüzden
getirdiği değerler de salt kendine ilişkin bir nitelikte olmuştur. Öyle ki
Fazıl Hüsnü diye bir şair gelmeseydi o değerler de hiç gelmeyecekti. Hattâ
belki o değerlere yakın değerler de gelmeyecekti. Fazıl Hüsnü'nün şiiri
benzersiz bir yaratığın soluk alıp vermesi gibi bir şeydir. Başka bir özneye
geçirilemez. Geçirilince hiçbir değeri kalmaz. Ne Fazıl Hüsnü başka türlü şiir
yazabilir, ne başkası Fazıl Hüsnü gibi şiir yazabilir. Tek örnekten ibaret bir
tür söz konusudur burada. Varlık olarak tutarlılığını, değerini “tek” olmaktan
alıyor Fazıl Hüsnü. Öyle ki bir sahtesinin bile ortaya çıkması onun için büyük
tehlikedir. Peer Gynt ne diyordu: “Benim için asıl tehlike hiçbir şey olamamak
değil, kendimden başka bir şey olmaktır.” Bu söz biraz değiştirilip Fazıl
Hüsnü'nün şiirine uygulanabilir; “Fazıl Hüsnü için asıl tehlike bir benzerinin
ortaya çıkmasıdır.” Ama ortaya çıkamaz. O kadar ki, ortaya çıksa bile, o artık
yeni bir şair değil, Fazıl Hüsnü olacaktır. Fazıl Hüsnü böylesine yalnız, tek
bir adamdır. (Şapkam Dolu Çiçekle, 1976)