Şair
ve yazar, siyaset adamı (D. 7 Ocak 1869, Cesrimustafapaşa / Edirne - Ö. 30
Aralık 1949, İstanbul). Feylesof Rıza Tevfik olarak da bilinir. Babası, Hoca
Mehmet Efendi, annesi Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’a getirilen bir Çerkez
kızı olan Münire Hanım’dır. Dört buçuk yaşındayken doğduğu kasabada başladığı
ilköğrenimini, İstanbul’da bir Musevi okulu olan Sion’da tamamladı. Babasından
Türkçe dersleri aldı, ayrıca Fransızca ile İbranice öğrendi. Beylerbeyi ve
Davutpaşa rüştiyelerine (ortaokul) devam etti, ancak babası İzmit’e atanınca
okul yarım kaldı. İzmit’te iken annesini yitirince İstanbul’a döndüler. Ortaokulu
babasının yeni görev yeri olan Gelibolu’da bitirdi. Şiirle ilgisi Gelibolu’da
başlayan Rıza Tevfik, bir süre Galatasaray Lisesi’nde (1886-87) okuduktan sonra
Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Okulu)’ne geçti. Ancak öğrenci olaylarına
karıştığı gerekçesiyle Mülkiye Mektebi’nden çıkarıldı (1890). Kendi
gayretleriyle İngilizce, İspanyolca, Farsça, Rumca ve Ermenice öğrendi. Tıbbiye
Mektebi (Tıp Fakültesi)’nden mezun olduktan (1899) sonra Karantina İdaresinde hekimlik
yapmaya başladı.
Rıza
Tevfik henüz okuldayken Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) müdiresi Ayşe
Sıdıka Hanım’la evlenmişti. Hacca giden bir vapurla yurtdışına kaçmak isterken Çanakkale’den
geri dönmek zorunda kaldı. İstanbul Gümrüğü’ndeki Eczayı Tıbbiye’ye müfettişliğine
atandı ve bu görevi 1908 yılına kadar sürdü. 1907 yılında Manyasîzade Refik
Bey’in aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. 1908’de Edirne
Milletvekili seçilerek Meclis-i Mebusan’a girdi. İkinci seçimler sırasında
İttihat Fırkası’yla anlaşmazlığa düştü ve kovularak gönderildiği İstanbul’da
muhalif parti olan Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne geçti. Aynı yıl içinde yaptığı
bir konuşmadan ötürü bir ay hapis yattı. Gümülcine’de bir konuşma sırasında
partili arkadaşlarının hücumuna uğrayarak dövüldü. Meclis’in dağılmasından
sonra bir yıl boşta kaldı. Balkan Savaşı (1912-13) sonrasından Birinci Dünya
Savaşı (1914-18) sonuna kadar Karantina Meclisi üyeliği yaptı.
Aynı
yıllarda Darülfünun (İstanbul Üniversitesi)’da felsefe dersleri verdi. Tevfik
Paşa Hükümetinde Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı, 1918), Damat Ferit Paşa
Hükümetinde Şura-ı Devlet (Danıştay, 1919-20) Başkanı oldu. Millî Mücade’leye
karşı tutumu ve Sevr Antlaşması’nı imzalayan delegeler arasında yer almış
olması nedeniyle, “150’likler”le birlikte yurtdışına sürgün edildi (1922).
Yirmi bir yıl süren yurtdışı hayatını Hicaz, Amerika (1928), Amman ve en çok
Ürdün ile Lübnan’da geçirdi. Amman’da Emir Abdullah’ın divan tercümanlığını,
Sıhhiye ve Asâr-ı Atika (eski eserler) Müdürlüğü yaptı. 1934’te emekli olduktan
sonra Lübnan’ın Cünye kasabasına yerleşti. Sürgün yıllarında Arapçasını
ilerletti. 1939’da öteki “150’likler”le birlikte affedilmesinden dört yıl sonra
İstanbul’a döndü. Öldüğünde Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Çeşitli
konulardaki yazıları ile şiirleri, kurucularından olduğu Ulûm-i İktisadiyye
ve İçtimaiyye Mecmuası, Bahçe (Selanik), Bilgi Mecmuası, Düşünce, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası,
İçtihad, Mektep, Maarif, Hazine-i Fünûn, Resimli Gazete ve Çocuk
Bahçesi dergilerinde yayımlandı. Daha sonra da Atî, İleri, Muhibbân,
Türk Yurdu, Peyâm-ı Sabah, Peyâm-ı Edebî, Düşünce ve Bilgi gibi
çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Gelibolu’dayken
şiirle ilgilenmeye başladığı yılları şöyle anlatır: “Ben o zaman on beş
yaşımı ikmâl etmiştim. En güzel ve tamamıyla hür ve hemen her veçhile bahtiyar
geçen devr-i tufuliyetimî, o dilber ve mefahir-i tarihiye ile, an’anât-ı
zaferle dolu memlekette geçirdim ve bu yaşımda tabiatın her türlü cilve-i
hüsnüne meftun bir çocuktum. Bende biraz mizac-ı şairane varsa muhitin eser-i
feyzidir. Bu yaşımda şiir zevkinden hisse almağa başlamıştım. Tabiatla da pek
samimi bir münasebetim vardı.”
Başlangıçta
Tevfik Fikret ve Abdülhak Hamit (Tarhan) etkisinde aruzla, daha sonra büyük
başarı gösterdiği hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerde aşk ve tekke şiiri
geleneğinden ustalıkla yararlandı. Şairliğinin ilk yıllarında Servet-i Fünûn
topluluğuna yaklaştı, fakat belirli bir sanat akımına bağlanmadı. 1905 yılından
sonra bir süre, Mehmet Emin (Yurdakul)’in öncülüğünü yaptığı memleketçi şiir
akımına bağlı kaldı, hece vezniyle ve sade bir dille yazdı. Şairliği konusunda
şöyle demektedir:
“Bende
hassas mizacımdan başka sermâye yoktur ve katiyen itikadım şudur ki, benim
şairliğim kemâl-i sıdk u ihlâs ile gönlümün tercemanı olabilmek hünerinden
ibarettir. Benim kadar ihlâsı, terbiye-i fikriye ve kudret-i beyanı olan herkes
benim kadar şâir olabilir. Dünyanın bütün şâirlerine nispetle bizim mertebemiz
pek küçüktür.”
Feylesof
Rıza Tevfik diye anılmışsa da felsefe alanında filozofluk derecesinde önemli
bir adım atmış değildir. Mülkiye Mektebi’nde okurken felsefeyle ilgilenmeye
başlamış, özellikle Herbert Spencer ve Holtzendorff’un etkisinde kalarak
bireyci bir felsefe görüşünü benimsemiştir. Ancak Türk eğitim sisteminde
felsefe dersinin lise müfredatına alınması ve Darülfünun’da felsefe üzerine
konferansları gibi etkinlikleri olmuş ve felsefe hocalığı yapmıştır. Yakın
tarihimizle ilgili anılarını Yeni Sabah gazetesinde “Biraz da Ben Konuşayım” başlığı altında
yayımlamıştı. Kendisi adını Ömer Hayyam’ın Felsefesi (1919) belirttiği
eseri, A. Uçman Rübaiyat-ı Ömer Hayyam adıyla vermektedir. Bu kaynakta
baskı tarihi de 1922’dir. TDE Ansiklopedisi’nde de Ömer Hayyam’ın Felsefesi
olarak gösterilirken, 1927’de basıldığı belirtilir. Eserin 1945’te yapılan
baskısı Ömer Hayyam’ın Rubaileri adını taşımaktadır
“Geniş
bilgisi, hoşsohbetliği, şairliği ile sistemci filozoflara, kuru âlimlere hiç
benzemeyen Rıza Tevfik, felsefe kadar tarih, edebiyat ve şiir vadilerinde
dolaştığı halde dâima filozofluğu benimser, en çok bundan hoşlanırdı. Bu hiçbir
zaman heveskârlık değildi. İnsanlık tarihinde fikir çığırları açmış, sistem
kurmuş filozoflara bakıp da ondan bu sıfatı esirgeyenler haksızlık etmiştir.” (Prof. Hilmi Ziya Ülken)
ESERLERİ:
Les
Textes Houroufis (Clement Huart’la
birlikte Fransızcaya çevirisi, 1909), Mebhas-ı
Marifet (Felsefe Dersleri,1914),
Abdülhak Hamid ve Mülahazât-ı Felsefiyesi (1919), Ömer Hayyam’ın
Felsefesi (1919), Estetik (1920), Mabede’t Tabiiyat Dersleri (1920),
Madede’t Tabiyat Derslerine Vesâik (1919), Mufassal Kâmus-ı Felsefî
- 2 cilt, 1914, 1919), Tevfik Fikret (1943), Serâb-ı Ömrüm
(şiirler, İstanbul 1934), Rıza Tevfik (antoloji-inceleme, fıkra yazıları
ve şiirleri, Haz. Hilmi Yücebaş, 4. Basım 1968), Rıza Tevfik’in Tekke ve
Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri (Haz. Abdullah Uçman,1982).
KAYNAKÇA:
Hakkı Tarık Us / Elli Yıl (1943), Hilmi Ziya Ülken / Yeni Sabah (9.1.1950),
Hilmi Yücebaş / Filozof Rıza Tevfik (1950), Halit Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar
Geçiyor (1967), Kenan Akyüz / Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (3. bas.,
1970), Ruşen Eşref Ünaydın / Diyorlar ki (yeni bas. Haz: Şemseddin Kutlu,
1972), Peyami Safa / Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar (1976), Türk Ansiklopedisi
(c. 8, s. 37), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4,
2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), İbnülemin Mahmud Kemal
İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 4, 2002).
Hayâta hayretle,
Bu ömre nefretle,
Gecenin sînesinde, tek, tenhâ
Başka bir âlem-î feratı-bahşâ
Tahayyül eylerken,
Bir hayâl-î lâtif olur peydâ
Fikrimin cevve in'ikâsından.
Mâh-tâbın soluk ziyâsından
Teşekkül eylerken,
Bir sehâb-î hafîf ile
bürünür,
Sevdiğim kız kadar güzel
görünür.
Bilemem;
Belki bir sânihadır,
Belki bir nâzenîn hâtıradır
Beni meftûn eden o dilberden.
Nazar-î infiâli âlîdir,
Cebhesi matla'-î meâlîdir.
Handesi lûtf-ı nâgehânîdir,
Kendi bir hüsn-i câvidânîdir:
Bir peridir!..
Bir peridir ki yurdu, lânesi
yok!..
Mâi bir kuştur âşiyânesi yok.
Tıpkı âvâre fıtratım gibidir,
Hür mizâc-î sabâvetim
gibidir:
Serserîdir!
(Serâb-ı Ömrüm, 1887)
Ne için bir meâl-i rikkat var
Lâne-î şevk olan şu
meşcerede?
Neye bilmem!.. melâl-i hasret
var
Eskiden şen olan bu
yerlerde?!.
Kalmamış sanki hiç hayât
eseri!
Nev-bahâr olmadan hazân
olmuş!..
Kuşların âşıkaane nağmeleri
Dile aks-âver-î figaan
olmuş!..
Bu ne hasret-fezâ soluk
yaprak!!..
Şu söğütlükte bir yığın
toprak!..
Kimsesiz bir mezarı
andırıyor!..
Neye bilmem bugün fenâ her
yer?!
Ne görürsem hazin,
melâl-âver;
Ne görürsem o yâri andırıyor.
(Serâb-ı
Ömrüm, 1896)
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.
Tahkire yeltenen tac-ü tahtını,
Denedi bu millet kara bahtını;
Sınad-ı sillenin nerm ve sahtını,
Rahmet et sultanım suz-i âhına.
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.
“Pâdişah hem zâlim, hem deli’ dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘belî’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
….. …..'in pis külâhına
Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.
Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.
Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.
Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.
KABR-İ FİKRET’İ
ZİYARET
Rıza Tevfik
BÖLÜKBAŞI
-
Tevfik Fikret'in necîb rûhuna -
Dediler
ki, ıssız kalan türbende,
Vahşî
güller açmış!.. Görmeye geldim;
O
hücrâ cennetin hâkine ben de,
Hasretle
yüzümü sürmeye geldim.
.
Dediler
ki, sana emel bağlayan
Kabrinde
diz çöküp bir dem ağlayan
Ber'mürâd
olurmuş!... Ben de bir zaman
Ağlayıp
mürâda ermeye geldim.
.
Şu
hicrân yılının sonbahârında,
Jâleler
titrerken çemenzârında,
Gün
doğmadan evvel, ben mezârında
Mâtem
çiçekleri dermeye geldim.
.
Seni
andım bütün gam çekenlerle,
Aşk-ı
hak uğruna yaş dökenlerle,
Sarı
gonca veren şu dikenlerle
Taşına
bir çelenk örmeye geldim.
.
Yâdın
- ölüm gibi - bir sırr-ı müphem!...
Neş'e-i
sevdâ-mı bu hiss i elem ?!...
Ruhûma
ne füsûn eyledin bilmem?
Bu
gün sana gönül vermeye geldim!
“Türk edebiyatı tam şair bir ruhtan süzülmüş his
hüzmelerini Rıza Tevfik’in eserlerinde buldu: onun filozof şöhreti bir şiir,
fakat şair şöhreti bir hakikattir.
“Kendisi, ‘Babam şimal Arnavutlarından Hoca Mehmed
adıyla tanınmış Mehmed Tevfik Efendi’dir’, der ve kendisini fikir terbiyesinde
tamamıyla babasına borçlu bilir. Siyasi hayatı bu nisbete ne kadar hak
verdirirse verdirsin, Türk ruhuna bu kadar munis gelen şiirler sanatkârın
nesebindeki bu nisbet, bana o hissi veriyor ki, Türklerce kendilerinden başka
ırklara sıfat olarak eklenmesi bir dil alışkanlığı cemile haline gelen günlerde
sade bir mekân âlâkasıyla söylenmiş bir söz olmaktan daha ileriye
gitmeyecektir.
“Bizim, ilk basılmış yazısı olarak tanıdığımız
Necm-i Seharî manzumesi -ki 1890
Haziranının 4’ünde Nilüfer mecmuasında çıktı- jübilemizin aldığı tarihe göre 52
yaşındadır ve şairin 21 yaşında yazıp neşrettiği bir eserdir, belki Rıza
Tevfik, mülkiyenin dördüncü sınıfından çıkarılmış, belki de daha tıbbiyeye
girmemişti. Babası mide kanserinden ölmüş bulunuyordu.
“Rıza Tevfık’in son eseri Serâb-i Ömrüm yarım kalmış
felsefe kitapları yanında gene yarım kalmış bir şiir mecmuasıdır. Felsefe
kitaplarının tamamlanmasından ümidi kesmiş olabiliriz, fakat şiirlerini daha
toplu görmek bir emelimizdir.
“Rıza Tevfik son yazılarının birinde: ‘Bu felaketler mizacımı bozdu, sert, titiz, kavgacı yaptı; fakat kindar yapmadı’ diyor. Bu sözlerde Türk Milleti’nin büyük fırtınalardan sonra kavuştuğu sakin suların tatlı sesini duyabilirsiniz. Siyasi şahsiyetinin bizden uzaklaştırdığı Rıza Tevfik, ilmi ve edebi şahsiyetiyle sınırlarımızdan ve dudaklarımızdan ayrılmamıştır.” (Hakkı Tarık Us)
KAYNAK: Hakkı Tarık Us (Elli Yıl Mecmuası (s.62-63), “Ağralı, Sedat” (Büyük Larousse, 1986),
Böylelikle,
şâirin edebî hayâtında, onu hakîkî hüviyeti ile karşımıza çıkaran, ikinci ve
mühim bir safha açılır. 1892 de yazdığı ilk nefesi (Kara Baba Dergâhında) dîğer
nefesler, dîvânlar, koşmalar;... takip etti. Fakat, halk nazmının şekillerini
ve veznini kullanarak yazmış olduğu bu şiirleri ikiye ayırmak mümkündür. Bunların
bir kısmı duygu, hayâl, tasvîr ve ifâde özellikleri bakımından tamamıyla Halk
şiirlerine benzerse de; büyük bir kısmı, Halk şekilleri altında, Avrupaî şiir
anlayışına uygun manzumelerdir.
Şöhretini sağlayan parçaların çoğu, bu çeşit şiirlerdir. Her bakımdan. Halk
şiiri tarzında yazılmış bâzı şiirleri Anadolu'nun bir kısım yerlerinde saz
şâirlerince bilinip söylendiği gibi; nefesleri de tekkelerde okunmuştur.
Rızâ'nın tekke şâirleri arasında tercih edip
benimsedikleri, Bektaşî şâirleridir.
Felsefeye ve dolayısıyla tasavvufa daha genç yaşından beri olan ilgisi ve bu
tarz şiirlere hâkim olan ruh ve zevk ile, üslûba ve ifâdeye kolaylıkla uyuşu
sayesinde, onlara uygun olarak yazdığı manzumelerinde büyük bir başarı
gösterebilmiştir. Yunus Emre'den Karacaoğlan'a kadar, şiirlerinde, yer yer,
tanınmış birçok Halk şâirlerine âit üslûp özellikleri göze çarpar. Lirizme ve
espriye değer verdiği ve bilgiçlikten sakındığı için, ihtiva ettikleri birçok
tasavvuf terimlerine rağmen, bu şiirlerde didaktik bir mâhiyet görülmez.
Halk
şiirine karşı duyduğu bu yakınlığın zarurî bir sonucu olarak, Mehmed Emin'le
çabuk anlaştı. Ancak, onun Halk şiirine karşı beslediği ilginin esâsında ve
kaynağında, Türk şiirini geniş halk tabakalarının hizmetine vermek gibi bir
gaye yoktu. Fakat Mehmed Emin ortaya böyle bir gaye ile atılınca, Rızâ Tevfik'te
de, "sanatın cemiyet için olduğu" kanâati yer alır ve bu düşüncesini,
Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi dergisinde (1905), Emin Bey'in Türkçe Şiirler'i münâsebetiyle Ömer Nâcî ile yaptığı bir
münâkaşada ileriye sürer ve, bir yandan da, "Hece'nin Arûz'a ve Türkçenin
de Osmanlıcaya üstün bulunduğu" tezini müdâfaa eder. Fakat bu müdâfaa,
onun Arûz'u ve Osmanlıcayı kullanmağa devamına ve sanatını tamâmıyla şahsî bir
yöne yöneltmesine, yani yalnız kendini terennüme hasr etmesine engel olmuş
değildir. Ancak, Arûz'la yazdığı manzumeler çoğunlukta olmadıkları gibi;
Kullandığı Osmanlıca da, Servet-i Fünûn nazmının koyu Osmanlıcasından uzak,
-yer yer rastlanan terkîbler bir yana bırakılacak olursa- kelime ve ifâde
özellikleri bakımından İstanbul Türkçesinden hemen hemen farksızdır. Hattâ, bu
Türkçenin, Birinci Dünya Savaşı sırasında yetişmeğe başlayıp ta sonraları
Türkçenin ilk güzel örneklerini verdiği söylenen şiir nesli üzerindeki te'sîri
de açıktır. Bu te'sîr, bilhassa Fâruk
Nâfiz üzerinde daha açıkça görülür. Her ikisinin de Halk
şekilleri ile yazılmış şiirleri ve Koca Hasan Dayı ile Han Duvarları, Altın
Saçlı Hatîce ile Kızıma parçaları arasında dil, ifâde ve tahkiye özellikleri bakımından yapılacak küçük bir
karşılaştırma bile, bizi bu husûsta
kolaylıkla aydınlatabilir. Rıza
Tevfik'in Heceye ve konuşulan Türkçeye
dayanan birçok şiirleri ile bu neslin şiirleri arasında, dil ve ifâde
bakımından, sıkı bir yakınlık vardır. Bu bakımdan, şiirimizde, İstanbul
Türkçesinin ilk güzel örneklerinin Rıza Tevfik'le başladığını kabul etmek bir
zaruret olur.
(Batı
Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, 1985)
Şairdi,
büyük şair. Doktorluğu da, diplomatlığı da, filozofluğu da, pehlivanlığı da,
içindeki büyük şiir cevherine ihanetten başka bir şey değildi. Bütün hayatı
şiire vefasızlığının cezasını ve cefasını çekmekle geçti. Edebiyata sadık
kalsaydı, yeryüzünün en büyük şairlerinden biri olması mümkündü. Hayallerinin
peşinde sürüklenen fikirleri daima akıl plânının dışarısına fırladığı için, onu
şiirin dışındaki her mevzuda sapıtmağa mahkûm etmişti. Felsefe derslerinde
Spencer'den başlayıp Edirne'deki pehlivan güreşlerine kayması ve hiç bir karar
noktası bulamadan saftan dışarı uğraması bundandı. Birinci Dünya Harbi'nde,
Beyazıt’taki, Türkocağı'nda Tevfik Fikret için bir konferans veriyordu. Mevzuu
çarçabuk unuttu ve gene kendi hayatını anlatmağa başladı. İki saatten fazla
süren bu zevzeklik, aralarında Talât Paşa da bulunan dinleyicileri sıkmıştı.
Hamdullah Suphi kulis arkasından onu susturmağa boş yere çalıştı. Nihayet
perdeyi kapadılar ve cümlesini yarıda bıraktırdılar. Onun doktorluğu da,
diplomatlığı da, filozofluğu da, pehlivanlığı da böyle yarım kalmıştır.
O
yerlerde güneş mahmuru Fikret bir peridir ki.
Doğar
sevdalı akşamlar nigâhı vapesininden!
O
yerlerde saba bestekârı serseridir ki,
Perişan
nağmeler perran olur gûya enininden.
Manzumesini
yazan bir şairin, şiirin toprağı dışında maceralar aramasının cezasız kalması
mümkün müydü? Hayal içinde yüzen o âvâre zekâ için şiirin dışında her attığı
adım onu gaflet uçurumuna götürecekti. Ne kazandıysa edebiyatın içinde
kazanmış, ne çektiyse edebiyatın dışında çekmişti.
Fantezi
kahpedir. Şairi kendine çeken de, dışarıya iten de odur. Rıza Tevfik'in şiire
ihaneti, şiirin ona oyunudur. Tıp tarihi de, güreş tarihi de onu tanımayacak,
politika tarihi onu kovacak. Fakat edebiyat tarihi, şu mısralarıyla sanki şiire
hitabeden adamı bağrına basacaktır.
Nolurdu
alnından öpüp her seher
Saçını
ben çözüp ben bağlasaydım.
(Ulus gazetesi, 1950; Yazarlar Sanatçılar
Meşhurlar, 1976)