Şair (D. 4 Nisan 1911, Midilli / Yunanistan - Ö. 31 Mart 1975,
Paris / Fransa). Diyarbakırlı bir ailedendir. Şair Faik Âli Ozansoy babası; yazar Süleyman Nazif amcasıdır. Ecole Moderne adlı Fransız okulu ile Erenköy Özel
Enver Paşa Okulunda bir süre öğrenim gördü. Galatasaray Lisesi (1932), Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1935) mezunu. İş Bankasında memurluk, hukuk
müşavirliği, müfettişlik yaptı. İktisat ve Ticaret Bakanlığında müdür muavini, şirketler müdürü, müfettiş, teftiş heyeti başkanı, dış ticaret
dairesi başkanı ve müsteşar olarak
çalıştı. Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Milletlerarası Brüksel Sergisi Türkiye Genel Komiserliği
(1958), Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği (1958), Merkez Bankası başmüşavirliği (1961-64), Ankara
Sanayi Odası Genel Sekreterliği
(1964-65), Başbakanlık Müsteşarlığı (1965), Paris’te UNESCO Türkiye Daimî
Temsilciliği (1971) görevlerinde bulundu. Bu görevindeyken vefat etti.
Zincirlikuyu Mezarlığında gömülüdür.
Şiir ve yazıları, 1936 yılından itibaren Şark,
Çığır, Millet, Resimli Şark, Bayrak, Şadırvan, babası Faik Ali’yle birlikte
çıkardığı Marmara (1936-37), kurucularından olduğu Hisar gazete
ve dergilerinde yayımlandı. Galatasaray Lisesinde öğrenciyken Galatasaray ve
Akademi dergilerini çıkardı. Şiirlerini çoğunlukla aruz ölçüsüyle yazdı.
Medea (1963) adlı manzum tragedyası Devlet Tiyatrosunda oynandı, Tahsin
Saraç tarafından Fransızcaya çevrildi. Yurtiçi ve yurtdışında birçok sanat,
kültür ve bilim kurullarında yer aldı. The American Foundation ve Uluslararası
Sanat Eleştirmenleri Cemiyetine (MCA) üye seçildi.
ESERLERİ:
ŞİİR: Büyük Mabedin Eşiğinde (1938), Hayal Ettiğim Gibi
(1948), Yakarış (1959), Bir Daha (1959), Zaman Saati (1965),
Yakınma (1968), Kaybolan Dünya (1971).
DENEME: Düşündüğüm Gibi (1957).
OYUN: Medea (2 perde manzum tragedya, 1963).
ÇEVİRİ: Andromak (tragedya, Jean Racine’den, 1963).
HAKKINDA (Seçilmiş Kaynakça): Gültekin Sâmanoğlu / Munis Faik Ozansoy (Hisar, sayı: 15, 1.7.1951) – Munis Faik Ozansoy’u Anarken (Hisar, Mart 1978), Muhtar Körükçü (Varlık, 15 Temmuz 1963) – Hisar (1 Ekim 1971), Osman Nebioğlu / Türkiye’de Kim Kimdir (1962), Baki Süha Ediboğlu / Bizim Kuşak ve Ötekiler (1968), Oyhan Hasan Bıldırki / “Yakınma” ve Munîs Faik Ozansoy (Hisar, sayı: 69, Eylül 1969), Muzaffer Uyguner (Varlık, 1 Ocak 1969), TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), İsmail Parlatır / Türk Ansiklopedisi-Munis Faik Ozansoy (c. 26, fas. 204, s. 2), Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 2, 1997, s. 400), Taha Toros / Mâzi Cenneti I (2. bas. 1998), Halil Soyuer / Şair Dostlarım (2004), İhsan Işık / TEKAA (2006) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013).
Ey ozanlar yetiştiren belde
Seni yıllarca görmeden sevdim
Toprağın var bütün vücudumda
Sende yatmakta en uzak ceddim
Doğunun tacı ey güzel yurdum
Yaşadım bir ömür hayalinle
Seni düşlerde seyredip durdum
Kehkeşanlarla süslenen Dicle.
(Kaybolan Dünya, 1972)
Sanat kolay değil, seneler nankör,
anladım.
Varsın sokakta, kahvede söylenmesin adım.
Hiç bir şey istemem: ne tanınmak, ne
ölmemek,
Varsın benim bu san’ata vakfettiğim emek,
Maddi ve mânevi, bana bir şey getirmesin,
Kâfidir, ey Şiir, bana yalnız senin sesin!
Kâfi, benim hayatımı aydınlatan o nûr,
Kâfi zaman zaman bana tattırdığın huzûr,
Alkış yalancı, servet ölümdür dehâ için,
Etmem fedâ bu san’atı boş bir sadâ için,
Şöhret de sahte, hem de süreksiz…hulâsa
boş,
Şi’rin dışında maddeye âit ne varsa boş…
San’at kolay değil, seneler nankör,
anladım,
Varsın, ölünce, bir daha söylenmesin adım.
Tanrım, kabahatim açık,
Ben insanlara inandım
Onlarda senden bir ışık
Yahut bir gölge var sandım.
Nerden anlar nerden bilirdim
Çamur varmış cevherinde
Nasıl düşünebilirdim
Bunu, senin eserinde.
İnansam da aldansam da
Hepsi bir kapıya çıkar
Benim kalbimde, kafamda
Yalnız senin ateşin var.
Kulun olmak gururundan
Başka nedir ki kusurum
Aydınlanarak nurundan
Karanlıkta görüyorum.
Gönlümde daima yeni bir yol hazırlığı,
Her lahza başka beldelerin iştiyakı var;
Yıldızların, ayın bile hasret baktığı
Çöller, denizler, engin ufuklar ve yaylalar
Bir sevginin hayalini takip eder gibi,
Çok kere bir melal ile baktım ufuklara;
Bazen coşup da bağrı derbeder gibi,
Çılgınca bir karar ile aktım ufuklara.
Aştım dumanlı dağları, engin denizleri,
Cennet misali yurdumu gezdim adım adım,
Aşık çoban çocuklarının saz benizleri,
Mahzun yavuklular... Sizi gördüm ve ağladım.
Yollarda anladım neye inler kaval sesi,
Rüzgar niçin susar, neden ıssız bu yaylalar?
Hepsinde bir garipliğin üzgün düşüncesi,
Hepsinde ayrılıkları söyler terane var.
Sordum dumanlı Akdeniz' in dalgın ufkuna:
- Kalyonlu, dev kadırgalı sergerdeler hani?
Daldın, güzel deniz, yine rüyalı uykuna,
Turgut Reis' le Barbaros' un nerdeler, hani?
Her yerde ırkımızın izi, her yerde geçmişim,
Her yerde ceddimin bana bir ders olan sesi;
Toprakta, dalgalarda ve mermerde geçmişim,
Her yerde Türklüğün o büyük ruhu, gölgesi.
Durmaz eser başımda Uzunyayla rüzgarı,
Her an tüter gözümde o hasretli Erzurum,
Kars' ın melali, Erciyeş' in bitmeyen karı,
Billur o çeşmeler ki, su içtim yudum yudum.
Dört mevsimin de zevkini yollarda tatmalı,
Koplar' da kar, İçel' de bunaltan sıcak nedir?
Çöllerde bir yudum su, yeşil bir ağaç dalı,
Bozkırlar ortasında tüten bir ocak nedir?
Tarsus' ta bir Şubat sonu gül, fulya koklamak,
Coşkun çağıltılarda akan bir köpüklü su...
Bir çardağın serinliği altında bir hamak,
İzmir' de Sonbahar günü bir öğle uykusu.
Abdest alıp çınarlı şadırvanda bir sabah;
Kılmak Yeşil' de vecd ile bayram namazını;
İslamı anlatırken ezan nerdedir felah,
Duymak içimde Tanrı' ya bağlanma hazzını
Ruhum zamana sığmadı, ebada sığmadı,
Her lahza başka bir yer için coştu hasretim.
Hala içimde yolculuğun sevdiğim tadı,
Hala uzak diyarlara çılgınca hasretim
FİKRET-AKİF İKİLİĞİ
MUNİS FAİK OZANSOY
Geçen ay yayınlanan
yazımda “Çok merak ediyorum, doğumunun yüzüncü yıldönümü, Tevfik Fikret'i
objektif ölçülerle değerlendirecek araştırma ve inceleme eserlerini bize
kazandıracak mıdır? Yoksa, bu vesile ile de onu François Coppee'ye benzetmek
veya karşısına Mehmet Akif'i çıkarmak gibi sığ tenkitleri ve kolay yargıları
tekrarlamakla mı yetineceğiz” demiştim.
Üzülerek söyleyeyim
ki, bu endişemin yersiz olmadığını o günden beri ünlü imzalar altında çıkan
birçok yazılar göstermiştir. Parnasse topluluğu içinde hayli tanınmış ve bugün
o nisbette unutulmuş olan bir Fransız şairi ile Tevfik Fikret benzerliğini
şimdilik bir tarafa bırakıyorum. Bu yargı, onu tekrarlayanların Tevfik
Fikret'in eseri üzerindeki tetkikleri kadar o Fransız şairinin sanatı
hakkındaki bilgilerinin de bir noktada durmuş olduğunu açığa vurmaktan başka
bir değer taşımaz.
Fikret - Akif
karşılaştırılmasına gelince, yarım yüzyılı aşkın bir zaman içinde tekrarlana
tekrarlana yıpranan bu sakat ve olumsuz düşünce üzerinde durmayı ikisine de pek
büyük bir saygı ve hayranlık beslediğim o büyük şairlerin hatırasına karşı,
bir borç bilirim.
Şiiri seven ve Türk
milletinin sanat ve yaratma gücünün büyüklüğüne saygılı olan her aydının, en
küçük bir tereddüt gölgesine yer vermeden kabul etmesi gereken bir gerçek
varsa, o da, bu iki muhterem şahsiyetin Türk şiir ve düşünce tarihinde ayrı ve
aynı ölçüde büyük yerleri ve değerleri olduğudur. Kafalarımızı kendi şahsî ve
dar görüşlerimizin esaretinden ve kıyaslama illetinden kurtararak
düşünebilsek, birbiriyle karşılaştırmadan ikisinin de müstesna değerini ve
Türk şiirine getirdikleri, birbirini tamamlayıcı yenilikleri, gerçek boyutlarıyla
ortaya koymamız pek kolay olur.
Şairlerin ayni şekilde
düşünmelerini istemek, hele onlarda mutlaka kendi inançlarımızın yankısını
görmeyi beklemek, şiirin ve sanatın zenginliğini yapan çeşitlilikten Türk
edebiyatını yoksun bırakacak yersiz ve sakat bir saplantıdır. Her şair ve yazar
kendi mizacına, içinde yetiştiği aile ve okul çevresinin şahsiyetini besleyen
etkilerine göre duygularını ve düşüncelerini dile getirir. Bu iki güçlü şair de
aynı şeyi büyük bir samimiyet ve cesaretle yapmışlardır. Çağdaşları arasında
onlara seçkin bir yer kazandıran da bu vasıfları değil midir?
Fikret - Akif
anlaşmazlığı “Tarih-i Kadim”in yazılmasıyla başlar. Başka memleketlerde de her zaman
rastlanabilen bir edebî tartışma, iki şairin etrafında gruplaşan tahrikçi
zümrelerin gayretleriyle, tatsız bir çatışma haline getirilmiş ve ölümlerinden
sonra da devam ettirilmiştir. Halbuki Tevfik Fikret “Tarih-i Kadime Zeyl” inde
düşüncesini açıkladıktan ve Akif, kendisinden beklenen asil bir hareketle “Safahat”
in ikinci baskısında Fikret'i telmih eden satırları kopararak attıktan sonra
bu tartışma güzel bir şekilde kapanmış olmak lâzım gelirdi. Onu Tevkif
Fikret'in doğumunun yüzüncü yıldönümünde tekrar ateşlemek ve körükleyerek
alevlendirmek, öyle sanıyorum ki, en ziyade o aziz şairlerin ruhlarını
incitmiş olacaktır.
Tevfik Fikret'in
Tanrı'dan çok Tanrılaşan insanların baskısına karşı bir isyanı dile getiren “Tarih-i
Kadim” indeki bazı mısraları onun dinsizliğine atfetmek isteyenler olmuş ve bu
düşünce Mehmet Akif'in kaleminde hayli sert ve kırıcı mısralarla ifadesini
bulmuştu.
Şunu söyleyeyim ki
Tevfik Fikret dinsiz, yahut daha doğru deyimi ile imansız değildi. Yalnız
Fikret'in iman telâkkisiyle Akif'in imanı arasında, ona ulaşma usulleri
bakımından fark vardır. Akif imanını soyundan tevarüs etmiş ve onu olduğu gibi
devam ettirmek istemiştir.
Fikret şüpheci idi;
her düşüncesine olduğu gibi imanına da şüphe yoluyla ulaşmıştır. Unutmamak
lâzımdır ki :
Şüphe bir nura
doğru koşmaktır,
Hakkı tenvir ukul
için hakdır.
Diyen şairi şüpheci
araştırmaları bir boşluğa, inkâra değil; bir nura, imana götürmüştür. Abdülhak
Hâmit de :
Mevlâyı ne yolda
etsem inkâr,
İkrar çıkar
netice-i kâr.
Dememiş mi idi?
“Amentü” sünde :
Bir Kudret'i
külliye var ulvî ve münezzeh,
Kutsi ve muallâ
buna vicdanla inandım.
Diyen Tevfik Fikret’e
dinsiz demek, imanı, kalıplaşmış kuralların esaretine mahkûm etmek demektir.
Mehmet Akif'e cevap
olan “Tarihî Kadime Zeyl”inde de açıkça :
Müminim, varlığa
imanım var.
Demiyor mu?
“Tarihî Kadim” deki :
Göçüyorsun da arş-ü
ferşinde,
Yok tabiatta bir
inilti bile.
Beyti Allah'ı inkâr
veya küçültme değil, olsa olsa onu unutanlar karşısında bir isyan, Allah'a bir
sığınma manasını taşır.
Büyük iman şairimiz
Mehmet Akif'in de, vatanının tehlikeye düştüğü karanlık günlerde Allah'a
karşı böyle haykırış ve yalvarışları yok mudur? Onun :
Ağzım kurusun, yok
musun ey adli ilâhi.
Mısraını da, Allah'a isyan,
ilâhi adaleti inkâr mı sayacağız?
Tevfik Fikret'in
imansız ve aşırı maddeci olduğunu iddia etmek ne kadar yersizse, Mehmet
Akif'in gerici, ilim ve fenne yabancı, medeniyete karşı olduğunu sanmak da o
kadar yanlıştır. Böyle bir tutum, o büyük şairin en geniş imanla bağlı
bulunduğu İslâm dininin gerçek anlamına da aykırı düşerdi. İman, ilme mani
değil, aksine, ona yardımcı bir kuvvettir. Mehmet Akif, İslâm dininin yüksek
felsefesi kadar, çağdaş ilmin ilerlemelerine de en geniş manasıyla vakıftı;
insanın yaratıcı gücüne ve ilmin insanlığı parlak geleceklere ulaştıracak
kudretine inanıyordu. Bu bakımdan da Tevfik Fikret'le aralarında ayrılık
değil, yakınlık vardır.
Tevfik Fikret “Halûk'un
Amentü”sünde :
Dünya dönecek
cennete insanla, inandım.
Ve :
Birgün yapacak fen
şu siyah toprağı altın,
Herşey olacak
kudret-i irfanla, inandım.
Demişti.
Mehmet Akif de”Asım” ın
sonunda bizdeki ilme karşı ilgisizlikten yakınarak :
Yarının ilmi
nedir,halbuki? Gayet müthiş:
Maddenin kudret-i
zerriyesi, uğraştığı iş.
O yaman kudrete
hakim olabilsem diyerek
Sarfedüp durmada
birçok kafa binlerce emek.
Onu bir buldu mu,
artık bu zemin: başka zemin.
Çünki bir damla
kömürden edecekler temin
Öyle milyonla
değil, namütenahi kudret...
Demiyor muydu?
Bugün dünya düşünce ve
tekniğine yeni ufuklar açan atom kudreti üzerindeki çalışmaları daha o zaman
alkışlayan bu mısralar, müsbet ilimlere yabancı değil, hattâ onları yakından
izlememiş bir kafanın ilham mahsulleri olamazdı.
Tevfik Fikret, oğlu
Halûk'u İskoçya'ya uğurlarken ona şu öğütte bulunmuştu :
Bize
bol bol ziya kucakla getir;
Düşmek
etrafı görmemektendir.
Topla fırlat, ne
varsa, taş, iğne
Bu muhitin ser-i
rehavetine,
O biraz belki
canlanır ve senin
Himmetin, gayretin
ve fazlın için
Koyar elbet vatan,
şu hasta nine,
Bir sıcak buse
terli nâsiyene!
Mehmet Akif de, Asım
ve arkadaşlarını şu dileklerle Berlin'e gitmeğe zorlamamış mıdır?
Fen diyarında sızan
namütenahi pınarı,
Hem için, hem
getirin yurda o nâfi suları,
Birgün evvel
gidiniz, bir saat evvel dönünüz.
Şarkın âgûşu
açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın
imkânı olur gayenize.
Medeniyete, ilme,
ışığa susamış o iki aydın kafa arasında şu gelişi güzel aktardığım mısraların
açıkladığı yakınlık nerede; bizim eksik bilgimiz ve karanlık düşüncemizle icat
edip ortaya koymak istediğimiz çelişme nerede?...
Bu karşılaştırmayı
daha başka konularda da devam ettirmek mümkündür. Şimdilik bu kadarı ile
yetiniyorum.
Sözün kısası: Tevfik
Fikret de, Mehmet Akif de büyük şairdirler. İkisi de bu memleketi ve bu milleti
sevmiş, kendi inandıkları yoldan Türk yurdunu ve insanını maddî ve manevî ilerlemeye,
ışığa götürmeye inançlarının bütün gücü ve sanatlarının bütün belagatıyla
çalışmışlardır.
Ben ve Hisar Dergisi,
doğumunun yüzüncü yıldönümünde Tevfik Fikret'e karşı gösterdiğimiz saygıyı
Mehmet Akif'in yüzüncü yıldönümünü kutlayacağımız zaman “Safahat” şairi
karşısında da ayniyle göstermeğe hazırız.
Bugün
bulundukları manevî âlemde ruhlarının birleştiğine inandığım iki büyük şairin
hatırası önünde, Türk şiirinin kalemlerine borçlu bulunduğu minnetin bütün ağırlığıyla
eğilir, susarım...
(Hisar, c. 8, sayı: 50, Şubat 1968)
Ekseriya
sanatkârların ortak tarafları olur. Meselâ benim en çok dikkatimi çeken taraf,
alınlarının geniş, saçlarının kabarık oluşudur. Çoğumuz herhangi birisini tarif
ederken: efendim alın alabildiğine geniş, saçları kulaklarına kadar, düşmüş,
gözleri daima bir şeyler düşünenlerinki gibi dalgın... velhasıl şair kılıklı
bir insan deriz. Hakikaten Munis Faik Ozansoy’un da alnı bir hayli geniştir ama
saçları gayet az, kısa ve düzgün taranmıştır. Onu daima tertemiz, muntazam,
çorabından kravatına kadar itina etmiş olarak görürüm. Şiir dinlerken uzun
siyah kirpiklerinin gölgelendirdiği maviye çalan açık yeşil gözleri boşlukta
bir şeyler görmüşçesine dalar.
Munis
Faik Ozansoy’un adını çok eskiden duymuştum, fakat kendisini ilk defa Ankara’ya
geldiğim yıl (1947) gördüm. Haftada yahut on beş günde bir muhtelif yerlerde
toplanan şairler arasında nadiren fakat yerinde tenkitler yaparken daha iyi
tanıdığımı zannediyorum... Önceleri ben de birçokları gibi, soyadları aynı
olduğundan Halit Fahri Ozansoy’un nesidir diye merak eder dururdum. Servet-t
Fünun’un değerli şâiri Fâik Âli Ozansoy’u sadece Fâik Âli bildiğim için, oğlu
olduğunu aklıma dahi getirmiyordum. Hele Süleyman Nazif’in yeğeni olduğunu
nereden bilecektim?
Hemen
hemen her mevzuda konuşmak fırsatını bulduğum Munis Faik’in derin bir genel ve
edebî kültüre sahip olduğunu her seferinde biraz daha iyi anladım. Bu, yedi
batından şâir bir ailenin çocuğu olmasından, yetiştiği çevrenin müsaitliğinden
ileriye geliyor tabii. Fransız dilini ve edebiyatını tam mânasıyla bildiğine
inandığım Munis Faik Ozansoy’un bilgisi kadar, tevazuu önünde de eğilmek
mecburiyeti hissedilir. Hafif kırlaşmağa başlayan şakaklarıyla kırk yaşına yeni
vardığını tahmin ettiğim şâir dostum, resmi vazifelerinin yükü altında
edebiyata fazla zaman ayıramaz... Yazacağı bir makaleyi günlerce beklediğimiz
olur. Onun baştan savma yazılacak makalenin altına imzasını atmaktan daima
çekinen halinde gerçek sanatkârlığı görülür. Az, fakat mükemmel olan yazıları
titizliğini ispat eder durur. Şiirleri üzerinde de günlerce uğraşır. Yeni
yazdıklarını genç şair dostlarına okuduğu zaman, varsa onların yapacağı tenkidi
muhakkak nazarı itibare alır, lûzum görürse tekrar işler... Başkalarının
şiirleri üzerinde yaptığı tenkidlere kadar yerindedir ki alâkasının sağlamlığı,
tetkikinin derinliği daima göze çarpar.
Evinin,
sık sık oturduğumuz küçük odasındaki pencerenin bir tarafında Fâik Âli’nin
diğerinde de onun pek sevdiği Abdülhak Hâmid’in resimleri asılıdır. Karşı
duvarda kendisinin Fransa’dan getirdiği Huldah isimli ressamın ‘Parisli Genç
Kız’ tablosu var ki bu tablo nedense, arkadaşlarım gibi benim de pek hoşuma
gider. Yanda duran büyükçe büfe üzerindeki biblolar, hele o bir kulpa takılı
üst üste sıralanmış küçük küçük kül tablaları benzer şeyler M. Faik’in zevkini
ölçen mihenk taşlarıdır. Avrupa’ya yaptığı muhtelif seyahatlerinde oradan
getirdiği orijinal hatıralar hep güzel şeyler... İspanyol dilber rakslarına
tempo tutan zilleri ilk defa onda gördüm. Fransayı, o bediîyat diyarını adım
adım, oradan getirdiği canlı resimlerde seyrettim. (…)
Yazdığı
şiirlerin hemen hemen hepsi aruz veznidir. İlk kitabı olan ‘Büyük Mabedin
Eşiğinde’yi ikincisinden (Hayal Ettiğim Gibi) daha sonra, çok sonra okudum.
Birincisinde hece vezniyle, hattâ halk tarzında yazılmış şiirlerine de
rastladım. İçinde fevkalâde kuvvetli mısralar vardı ama, bence Munis Faik
Ozansoy’un şahsiyeti, ‘Hayal Ettiğim Gibi’nin ta kendisidir. Şiirlerini
topyekûn gözden geçirecek olursak, ilk bakışta daima söylenmiş şeyleri tekrar
ettiği zannedilir. Hattâ bugün birisi çıkıp da : “Munis Faik, Munis Faik deyip
duruyorsunuz, ne getirdi Türk Şiirine?” şeklinde bir sual soracak olsa, onun
şiirlerini yüzden inceleyenler cevap veremezler tabiî. Fakat Ozansoy’un vezin,
daha doğrusu kalıp seçişindeki ustalığını, onlara kelimeleri yerleştirişindeki
itinayı, dilin kullanılışını, her şeyden evvel o aruz vezninin tıkırtısını
kaldıran kabiliyetini, bunların yanı başında ilhamının seçkinliğini fark edebilenler,
gerekli cevabı verirler zannediyorum. Pek çok kimselerin, edebiyattan şiirden nasibi
olan pek çok kimselerin ‘Munis Faik nedense daima aruz veznini tercih eder’ dediğim
zaman şaşırdıklarına şahit oldum. Evet hakikaten, o daima şikâyet ettiğimiz
aruz tıkırtısını o kadar ustalıkla kaybediveriyor ki, iyice dikkat etmeyen
veznin aruz olduğunu hissedemiyor. Zaten biz de bugün bu monotonluktan şikâyetçi
değil miyiz; zaten biz de bugün aruz kullananların vezin icabı yabancı kelimelere
iltifat edişlerinden bıkkın değil miyiz?.. O halde daha neyi arıyoruz
bilmiyorum.
Serbest
şiir hakkındaki düşüncelerini az çok anlamış vaziyetteyim. Bir kerre şiirin
muhakkak vezinli ve kafiyeli olması
taraftarı değildir ama, muhakkak vezinsiz ve kafiyesiz olması taraftarı
da hiç değildir Yazmadığı halde serbest şiirlerden bir çok örnekler bilir ve beğenir.
Yalnız resimde olsun, şiirde olsun beliren son cereyanların kökleşmeyeceğine
kaani. Bundan yüz, beş yüz sene sonra onların tekrar edilmeyeceğine emin Türk
şiiri için ümidi tamdır. Bu ümidi: “Divan şiirimizle, halk şiirimizin
muhassalası yarının şiiridir” şeklinde ifade eder. Genç şairlere karşı, kendi
nesli ve ondan evvelki şairler gibi alâkasız değildir. Onların hilâfına
ekserisini çok iyi tanır. Gönderilen bir kitabı muhakkak bitirir, ondan sonra
hükmünü verir. Pek çok üstadlar gibi iki sahife okuyup on iki sayfa yazı
yazmaz.
Munis
Faik Ozansoy’un tevazuundan yukarıda bahsetmiştim. Onunla her tanışan aynı
kanaatle ayrılır. Dostumun bu büyük tevazuuna, gösterdiği candan samimiyet
ilâve edilirse onu sevmemenin kabil olmadığı görülür…Elinin bir hayli açık
olduğunu tahmin ettiğim M. Faik, kitaplarını kimseden kıskanmaz. Abdülhak
Şinasi’nin hatırası olan imzalı bir kitabı (Fahim Bey ve Biz) günlerce bende
kaldı da bir gün ‘ne oldu?’ diye sorduğunu hatırlamıyorum.
Lâtifeyi
sever ara sıra da yapar… Biz daima onun aktif olmayışından şikâyet eder
dururuz. Yazılarında olsun sözlerinde olsun temkini elden bırakmaz.
Fikirlerimizi kabul etmeyenlere en iyi cevabın eserlerle verilebileceğini
söyler.
Hem,
şöhret düşkünlüğü ve gösterişten nefret ettiğine eminim.Onun, bu yönden bu
kadar alâkasız oluşu, karışık bir dünya içinde bulunmamız, maneviyata kıymet vermeyen
bir topluluğun gittikçe çoğalması gibi sebeplerle birleşince hangi neticelere
varır, belli…
(Hisar, sayı: 15, Temmuz 1951)