Şair ve yazar, müzisyen, semazen, belgesel film yönetmeni (D. 14 Haziran 1945, Siverek / Şanlıurfa – 26 Şubat 2020, Ankara). Erzincan Askerî Lisesinde bir süre okuduktan sonra Diyarbakır Ziya Gökâlp Lisesini bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Farsça Bölümünde tamamladı.
Devlet memuru olarak çalıştı. TRT'ye
kamera asistanı olarak girdi ve stüdyo kamera servisinde çalıştı. Daha sonra
yapımcı-yönetmen olarak Eğitim - Kültür Programları Müdürlüğünde çalıştı ve bu
görevindeyken 1997 yılında emekli oldu.
Hayatını ve çalışmalarını vefatına
kadar Ankara’da sürdüren Mehmet Ragıp Karcı, Türkiye Yazarlar Birliği üyesiydi.
Mehmet Ragıp Karcı’nın adı
Siverek’te bir okula verildi ve şairin bu okula hediye ettiği kitaplar için
özel bir bölüm oluşturuldu.
İlk şiiri 1968’de Türk Yurdu
dergisinde; sonraki yıllarda şiir, hikâye ve çevirileri Edebiyat, Gelişme,
Mavera, Seyir (Van), Yönelişler, Ay Vakti, Yedi İklim ve Hece dergilerinde,
inceleme yazıları Hece dergisi ile Türkiye Yazarlar Birliği yıllıklarında
yayımlandı.
Halk şiiri ve divan şiirinden
beslenen bir duyarlılıkla günümüz insanını yaşadığı hayat içinde ustaca
gözlemleyen, hayat içinde insanın konumunu arayan bir tavır geliştirdi. Az
fakat usta işi şiirler yazdı. Müzikle ilgilendi. Şiir ve müzik arasındaki
estetik bağı vurgulayan tavrını metinleriyle ortaya koydu.
Vefatı:
Mehmet Ragıp Karcı, 26 Şubat 2020
Çarşamba günü Ankara’da vefat etti. Cenazesi 27 Şubat 2020 Perşembe günü öğle
namazını müteakip Karşıyaka Mezarlığına defnedildi.
YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESEL FİLMLER:
Yusufeli İçin Methiye - 1998
Kaçkar - 1996
Dört Mevsim Ilgaz - 1995
Ardanuç - 1995 .... Belgesel,
00:30:00
KİTAPLARI:
Şiir:
Yeni Bir Sevda Süleymanı (1986), Bir Başkasının Kitabı (1996), Yakarış Temrinleri, (2006), Tut
Elimden Düşmeyelim - Toplu Şiirler (1998-2006) (2016).
Deneme-Düşünce:
Türkü Okuma Kılavuzu (Yazı ve
konuşmaları, 1999).
Hikâye:
Talan (1999).
MEHMET RAGIP KARCI İÇİN NE DEDİLER?
“Halk şiiri ve Divan şiirinden
beslenen bir duyarlıkla, günümüz insanının yaşadığı hayatın içindeki konumunu
arayan bir tavır geliştirdi. Bu tavrıyla birlikte daha çok İkinci Yeni Şiir’ine
yakın durdu. Bu akımın iki usta şairi olan Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’yı çok
sever ve benimserdi. ‘Şiir sanatında, bir melali yakalamak lazımdır.’ der ve bu
sanatın bir ‘ima’ sanatı olduğunu savunurdu. Şiirde, kelimelerin arka
planındaki anlam yüküne dikkati çekmek isterdi. Şiir yazarken, şairin, deminde
ve tavında olması gerektiğini söylerdi.
Şair Mehmet Ragıp Karcı, az ama
usta işi şiirler yazdı. Türk şiirinde, ‘68 Kuşağı’nın, İslami duyarlılıkla
yazan şairlerinden biri olarak tanındı.” (Mehmet Atilla Maraş)
***
“Hepsi bir yana çok ilginç bir hayat
hikâyesi var Karcı’nın. Davut Sulari, İsmail Daimi, Terzi Fehmi gibi büyük
ustalardan öğrenmiş sazı ve türküyü. 1966 yılında ülke çapında yapılan saz
çalma imtihanında/yarışında Orhan Gencebay, Cinuçen Tanrıkorur ve Arif Sağ’ın
ardından derece almış. Sazı çalmak bir yana, yapıyor da. Hangi ağaçtan iyi saz
çıkar, neresi ne kadar oyulmalı, iyi biliyor. Askeri lisede Okumuş ve daha
sonra ayrılmış. Risal—i Nur ekolüyle 60’ların başında tanışmış. İflah olmaz bir
Osmanlıca hayranı. Risaleler, Osmanlıca’ya olan merakının kaynağı. Osmanlıca'yı
ve daha önemlisi siyakatı çok iyi biliyor. Türkiye Yazarlar Birliği’nde
gençlere ücretsiz Osmanlıca dersi veriyor; tek şartı, gençlerin her birinin bir
başka kişiye Osmanlıca öğretmesi.” (Kamera Arkası Org)
***
“Mehmet Ragıp Karcı’nın hem şiirinin, hem de ses yapısının arka
planında divan şiiri ve halk şiiri vardır. Mehmet Ragıp Karcı sözü
dalgalandırarak tevarüs ettiği bir sesi çoğaltmaktadır. Bu işleme bir teknik
gözüyle bakılabilirse, bu tekniği günümüz şiirinde en başarılı kullanan şair
Mehmet Ragıp Karcı’dır.” (Osman Özbahçe)
***
“Kendi şiirine ‘Bir Başkasının Şiiri’ demek her şairin harcı değil.”
(Yusuf Ziya Cömert)
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
(2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), S. Ahmet Kaya / Urfa Şairleri
(1998), Osman Özbahçe / Net Şiir (Hece, Şubat 1998) - Dergilerde Şiir (Kökler,
Ekim 2003), TBE Ansiklopedisi 2 (2001), TDOE-TDE Ansiklopedisi 5 (2004), Fikri
Özçelikçi / Şâir Mehmet Râgıp Karcı İle Mülâkat (dünyabizim.com, 14.06.2011), Mehmet
Aycı / Mehmet Ragıp Karcı bir eski zaman efendisi (dunyabizim.com, 12.10.2012),
Şair Mehmet Ragıp Karcı ile Özel Röportajımız (siverekgenclik.com, 28 Nisan
2016), Siverekli Yönetmenden Kitap Bağışı (sanliurfa63.com, 17 Ekim 2017),
Ragıp Karcı (Aksiyon dergisi, Sayı: 454; kameraarkasi.org, erişim 13.06.2018),
Eski yönetim kurulu üyelerimizden şair, yazar Mehmet
Ragıp Karcı’yı kaybettik (tyb.org.tr, 26.02.2020), Mehmet Atilla Maraş / Şair
Mehmet Ragıp Karcı’nın Ardından (ankaraekspresi.com, 10.03.2020).
KÂİNATIN
EFENDİSİNE
Mehmet Ragıp KARCI
Senin
bir tek hatırana
bütün
aşklarımı bağışlayabilirim
kederli
ve memnun türkülerimi
çiçeklerimle
ağaçlarımla
gözyaşlarımla
övgüler
geçirip damarlarımın karanlığından
sözlerin
ve kalbimin
elpençe
divan durduğu
bakışına
zamana
ve toprağa dayayıp alnımı
ve
ellerimi
sen
parmaklarından güneşler emziren çeşme
doyur
beni
Denize
açılmış gemiler
ve
yanlış analıkları kadınların
şarkıların
seni bilmeyen tutsaklıkları
Ragıb'ın
bir leylâdan öbürüne
yanık
sevdaları
sonradan
yazılmış defterler
ve
askılarda bırakıp kitapları
adın
öpülecek aziz ve emin
Sen
kadim âşıkların Leylâsı
sevda
sözlerinin öksüz ve yetim hükümdarı
büyütüp
ellerinle kalbinin arasını tutan sesleri
gel
köle kıl kendine
buyur
beni
Gün
gelir uçmaz olur turnaları göllerimin
insanlar
ve defineler çıkarlar
toprağın
derinlerinden
ben
oralarda sevdana ve terlere bulanmış bir adam
şimdilerde
kimse bilmez
aklımdan
geçenleri
yalnız
sen yanıbaşında
dünyanın
ve insanların
ateşin
suların
ve
hesabın karanlığında
kayır
beni
İSMAİL
Mehmet Ragıp KARCI
İstanbul
gözlerini açınca gözlerin başlıyor
Sen
gözlerini açınca akşam nakışları
Alnında
bir umut, bir telaş, bir kalabalık
İsmail’in
boynunda bir vebal halindedir
İçinin
kırılmış bakışları
Bir
de ağladıkların
Yani
güvercinler
Sağ
yanın bir kurşun karanlığı
Sol
yanından ne haber
Buralarda
şimdi ne mi var
Bak
mesela bunlar kalbimizin yazıları
Çevresi
duvarların ardında dağlar ve dallar gibi
Uğuldayan
İsmail’in geceye
Gecenin
İsmail’e yakarışları
Yeminler
Yeminler
Yeminler
Dudaklarında
bir ihanet bir kan
Yüreğinden
ne haber
Biri
mesela diyelim mütebessim hüznünü
Savurur
kentin mücessem ihanetine
Biri
de
Bu
şiirden çıkardığı mermileri
Ateşlerin
aynasına dayayıp yüzünü
Bir
de tenhadan çıkıp gelmiş bir şair
Elinde
ayağında hicap ile örülü şiirler
Senin
sağ gözün bir bulut bir yağmur
Peki
sol gözünden ne haber
Peki
öyleyse ben burada kimim
Her
gece bir başkası
Her
seher bir başka ben
Her
rüyada adımdan yüzülür bedenim
İkide
bir şiirlerden çıkarıp yüreğini
Her
yeni efsanede yeniden yıkar
Dedikleri
deli benim
Benim
bir elimde sen
Bir
elimde elem
Senin
elinde ne var
Sen
kalbimin süzülmüş ahengi
Sebilim,
sualim, cevabım, imtihanım
Beklenenim
yani a efendim yani sen
Siperler
içinde beklediğim haber
Beni
ört
Beni
sakla
Bana
katlandığını söyle
Bana
elini ver
GECEDE BİR ATEŞ
EĞLENCESİ
Mehmet Ragıp KARCI
-Mehmet
Çetin'e
Benim
bir zamanlar şafağın ardında aradıklarım
Şimdi
parmaklarımın ruhuma değdiği yerde
Yüzünü
bilmeden narına yandıklarım
Avuçları
terli bir gecenin seherinde
Bir
elinde sorular asık yüzlü
Ayrıcalıklı
cevaplar öbüründe
“Kirpiği
kaşına değdiği zaman”
Kış
ortasında kalbim ateşlerle eğlenir
Bir
yanım hasretlik bir yanım isyan
Ellerim
olur olmaz şiirlere gerinir
Hicran
damıtılır gözyaşlarımın
Yol
ettiği nâçar bedenimde
Aşkın
bereketi sabır ve gözyaşı
Mezar
toprağın yaşamayı emziren memesi
Ölüm
bir yürümek ve açıklamak telaşı
Uzun
havalar boyu bilge bayramın inlemesi
Garip
bir dalyan bekçisinin
Islak
hüznü gibi her seferinde
Geceler
göğertiyor olmalıdır yaprakları
Şimdi
delikanlı bir sevdanın orta yerinde
Beklenmedik
hüzün ve hicran şarkıları
Terler
yürütür yüreğimin izbelerinde
Bir
yanda yaşamak ve ölüm ağrıları
Bir
yanda elleri bir yanda tövbe
YALNIZ SANA
YAZILMIŞ ŞİİR
Mehmet Ragıp KARCI
Bilmem
ne yükünün kervanı geldi
Şiirime
düştü kuş ağıtları
Dedi
gam dağıdır Kerem yükledi
Al
kana boyadı ak kâğıtları
Güvercin
pırıltılarından düşler çıkarmanın ustası
adımı
bir bakışta değiştiren elem
Yâni
dağ gibi yüreklerle söyleşen şiir
çeşmelerden
düşler çıkarmanın ustası
Bir
buluttan alıp ötekine damlayan hüzün
Ellerini
göğsüme uzat al içimi değiştir
Ellerini
ellerime almadan
Yüreğinin
hallerini sormadan
Düşler
görüp huylarını bilmeden
Yoluna
düşürdüm sözden atları
Büyüttüğün
sevda ağıtlarını unut türküler söyle
Sesini
şiirlere söylet, şiirlerine hasretini
Düşlerinde
yeni sabahlar gör
yanına
ister beni al ister şiirlerimi
Her
söz sana uzatır kendini
Şiirdeki
her ses senin
Seni
söylemeye daha vakit var
Seninle
kaldırmaya şiirin duvaklarını
elini
arar sabrın kırk düğüm ötesinde yeşeren
Yaşamayı
eteklerinden tutar sesindeki ışık
Bir
de içimizde hasretin demirden parmaklarını
Ak
alnına yazdım hasret sözünü
Söyleyelim
aşk halinin azını
Fırsat
vermez felek görsek yüzünü
Bin
yıla döndürür bir saatleri
Yakarış
Temrinleri
YERİNDE
SÖYLENMEYEN SÖZLER 1
Mehmet Ragıp KARCI
gözlerinden
içime bir şiir damladı kan kırmızı
onu
al bana ellerini ver
bir
denizin dibindeyim şaşkınım,
sanki
buğulu bir ateşin ortasında dilim
vurgunlar
yedim en kalabalık yerimden
zehirlere
bulandı
ağzım,
dilim, kelimelerim
yazılarında
elim nedamet yıldızları
bunları
sen mi yazdın çocuk
kelimelerinde
dalgın bir yalnızlık
sözlerinde
yaman baş dönmeleri
kağıdın
beyazını rüzgar karanlığına döküp
bir
ağır yanılgının kıvılcımlarını çıkardın
vakitsiz
şiirler gibi dolaşır içimizin ormanlarında
bir
o kadar kör kütük sevgili bir o kadar soğuk
nasıl
bir cehennemdir kim bilir
gözlerinden
bir kurşun gibi süzülüp toprağa iner
bir
yanı tenhalığın, bir yanı azim bir kalabalık
bir
yanı günaha müheyya bir karanlık
bir
gülüşün çıkar karanlıktan bir hüznün girer
benimse
elimden ne gelir
yağmuruna
durmaktan başka
işte
sana göğsümün düzü
işte
ırmaklarım kalbini ıslat
işte
köpüklerim kuşat yüklerini
işte
karanlığım ışıklarını sına
işte
bu da kalbim, içimin gözü
onu
al bana elini uzat
Kefen yetişmezmiş garip ölene
Meğer yârin yazmasına saralar
Son kan damlası çekilir kentin burçlarından
Duvar diplerinde adım başı güvercin mumyaları
Ayaklarını gözden yitirir bir kadın
Kuyularında donmuş bir yaşamanın uğultuları
Cehennem
süzülür parmak uçlarından
Akşamın kıyısında bir çocuk
Çocuğun tenhalığında bir anne
Rüyaları yatağa girmeden hazır
Birazdan geceye dökülecekler
Evleri
güya babaları
deniz
balıklar
Sabah olursa birine tabir ettirecekler
Biri dedikleri kim?
Elbet dağlarında divane umutlarıyla bizim İsmail
Bir kalbi var dünyada bir kendi
Bir de kefen yerine taşıdığı yazmalı mendil
(onunla kalbini ısıtıyor)
yoksa rüyadan ne anlar İsmail
bildiği alt yazılar
içli ölüm şarkıları
zaten kalbi ve İsmail bu işi artık bitirecekler
Bir rüya olmalı şimdi
alıp sana gelmeliyim
Bir isyan olmalı şimdi
Alıp sana gelmeliyim
Çünkü geç kalmış bir ceylan yavrusuyla eğlenen
benim yüreğim
Virane isyanları hasret yerine kullanan
Damarlar benim
Ormanlarımda şiirlerden dökülen
geçmiş zaman tortuları
Ey yürek seni sesinden öperim
Ey isyan: Karlı dağım benim
Bir şiir olmalı şimdi
Alıp sana gelmeliyim
Sonra sen gelmelisin
Seni taşıyan toprağı öpmeliyim
Türküler toplamalıyım kaşlarının karasına
Arasına bir âh koymalıyım
Verdiğin ikrara salmalıyım
Seni
Ve yağmur yerine kullandığın ellerini
Bir âh olmalı şimdi
Alıp sana gelmeliyim
Bin türlü silâhla mücehhez gözleri
Sen sevgili tövbe emzir beni avuçlarından
Dağlarıma su ver buğulansın
Ey sevgili gece
Bir yağmur buyur sıyırıp saçlarından
Bir şiir olmalı
Bir isyan
Bir âh olmalı
Hele bir türkü olmalı şimdi
Alıp sana gelmeliyim
Mehmet Ragıp KARCI
MEHMET RAGIP
KARCI BİR ESKİ ZAMAN EFENDİSİ
Mehmet AYCI
Hayatı aşktan ve
incelikten ibaret gören bir âdem… Mehmet Ragıp Karcı’yı yazdı Mehmet Aycı..
Suyu
gözlerinden öper. Ateşi, toprağı, rüzgârı gözlerinden öper. İnsanı
gözbebeklerinden… Sevince su gibi, ateş, gibi, toprak gibi sever… İçinde
kaynayan bir bulutla dolaşır, hüzünlü; çıldırmış bir güneşle dolaşır, yakıcı…
Hayatı aşktan ve incelikten ibaret gören bir âdem… Aymazlıkları da aşka dâhil…
Çantasında,
o her zaman yanında taşıdığı çantasında mutlaka bir divan bulunur. Farisî
bilir, iyi bilir; Hafız’ı aslından okurken “Allahuekber” getirir. Sadece
Hafız’ı değil, hele Fuzuli’yi okurken “Leyla” gibi olur, sarhoşlaşmak ne demek,
tepeden tırnağa küfelik olur.
Hem
çalar, hem söyler, hem dinler. Çalar; bağlamaya kapandığında dünyalık olan her
şey ardındadır; ezgi bütün hücrelerine işler. Söyler; sesi sakin, alt perdeden
çıkar, söylerken türkü yakıcıların yüreğine eşlik ediyorcasına inliyor gibidir,
içinde kaynayan bulutlar boşalmaya başlar. Dinler, o görünmez, o büyülü söz ve
ses kanatlarına kalbinin parmaklarıyla tutunur, dalar gider. Eskilerin “tayy-ı
mekân/tayy-ı zaman” dedikleri hâl en fazla onda görülür, şiir ve müzik söz
konusu olduğunda.
On
parmağında on hüner vardır.
Hazreti
Hüseyin deyince içinde Kerbela yangınları tutuşan, göz bebekleri keder terleyen
bir âşıktır. Fuzuli ile her göbekten her kuşaktan akraba çıkar. Sünni; oğlunun
adı Haydar. Alevi dedelerinin yanlışını düzeltecek kadar cem ayinine aşinadır,
Yezid Dede olarak bilinir. Meşrebince her meşrebe mütemayildir, yük alır,
hafifletir ancak asla hafif meşrep değildir.
Gençleri
takibe çalışır. Onları sahih olana, sahici olana alıştırmak için gençleşir,
onlar arasına karışır; halden anlar. Anladığı hâli yaşadığı ve onu ağlak kılan
hâl ile meczeder.
On
parmağında on hüner vardır. Hünerinin hiç birini paraya pula, şana şöhrete
tahvil etmeye tevessül etmemiştir. Her şey kendisi içindir.
İyi
bir ahşap oymacısıdır. Evindeki mobilyayı da, çaldığı bağlamayı da kendisi
yapmıştır. İyi saz çalar, teller onun parmaklarına öyle munis bırakır ki
kendini, bir derenin dört mevsim akışı doğallığında gezinir eli dut kütüğünde…
Vakti
zamanında Kemal Tahir’in o ecik bücük Osmanlıca notlarını, el yazısı
romanlarını Latin harfleriyle temize geçmiştir. El yazısında en zor metinleri
bile su gibi okur.
Kitabı
suya düşürdüğünden Lokman Hekim’e gönül koyanlardandır
Şairdir.
Aklını azat etmiş, kalbine teslim olmuş bir Süleyman gibi dolaşır şiirin
vadilerinde. Az söyler, çok bilir. Bildiğini söyleyememenin ağırlığıyla saçları
kar beyazı… Dudakları sır saklamaktan nasır bağlamıştır. Güneşten toprağın
çatlaması gibi içindeki yangından dudaklarının çatladığı olur.
Mehmet
Ragıp Karcıİyi bir aşçıdır. Evde yemekleri çokça kendisi yapar. Bütün otların
dilinden anlar, hangi hastalıklara şifa olduğunu bilir. Kitabı suya
düşürdüğünden Lokman Hekim’e gönül koyanlardandır. Fakir, hayatında yediği en
lezzetli bulgur pilavını onun evinde taam etmiştir.
Ezelden
Urfalı, ahirden Ankaralıdır.
Her
işlek mekâna bir teşehhüd miktarı uğrar.
Allah’tan
ve karısından korkar.
Mehmet
Ragıp Karcı… Hepimizin “Ragıp Abi”si…
Soy ismi hariç her iki adıyla da müsemma… Karcılığı yürek yangınının ve
yüreklere ateş taşımasının ironisi olsa gerek…
Yüzü
her daim Harran ovası… Moğol yıkıntılarında açan Güney çiçekleri…
KAYNAK:
Mehmet Aycı / Mehmet Ragıp Karcı bir eski zaman efendisi (dunyabizim.com,
12.10.2012).
RAGIP KARCI
Yayınlanmış
Kitapları
Yeni
Bir Sevda Süleymanı - 1986
Bir
Başkasının Kitabı - 1996
Onun adı Yezid
Dede
Renkli
bir roman olabilecek hayatını, türkülerimizi korumaya, yaşatmaya adamış. On
parmağında on marifet var. Sünni ve Nakşî, hatta Risale--i Nur ekolünden. Ancak
Alevi cemlerinde tören yönettiği için adı ‘Yezit Dede’ye çıkmış
Adı,
Mehmet Ragıp Karcı. Kameraman, fotoğrafçı, yönetmen, şair, yazar, öykücü,
Osmanlıca ve siyakat hocası... Ve Türkiye’nin en büyük saz ve söz üstatlarından
biri. Aynı zamanda saz yapım ustası. Türkülerimize sevdalı. İsminin önüne
birçok vasıf rahatlıkla getirilerek anılıyor. Onu kimileri saz ve türkü ustası,
kimileri Osmanlıca hocası, kimileri şair, yazar, Nur talebesi, Alevi dedesi,
yönetmen diye tanıyor.
Karcı,
“sağ” cenahın dar edebi çevresi ve medya camiası haricinde fazla tanınan biri
değil. Oysa kendisine yüklediği misyon, şöhretiyle kıyas edilemeyecek kadar
büyük. Türkülerin sesinin kesilmesini önlemeye adamış hayatını. “Bugünlerde bu
meseleye, yani türküye sahip çıkmak bile başlı başına bir cesaret ister”
sözleri, Neo—conlar’ın estirdiği ve “yerli”yi pek sevmeyen globalizm rüzgarına
ve “imajlar” dünyasına bir gönderme aslında. İki şiir kitabı var Karcı’nın:
Yeni Bir Sevda Süleymanı (1986) ve Bir Başkasının Kitabı (1996). Şiirlerinde
türkü tadı/sesi var. Mavera, Gelişme, Edebiyat, Kayıtlar gibi edebi dergilerde
şiirleri, yazıları, öyküleri yayınlanıyor.
Hepsi
bir yana çok ilginç bir hayat hikâyesi var Karcı’nın. Davut Sulari, İsmail
Daimi, Terzi Fehmi gibi büyük ustalardan öğrenmiş sazı ve türküyü. 1966 yılında
ülke çapında yapılan saz çalma imtihanında/yarışında Orhan Gencebay, Cinuçen
Tanrıkorur ve Arif Sağ’ın ardından derece almış. Sazı çalmak bir yana, yapıyor
da. Hangi ağaçtan iyi saz çıkar, neresi ne kadar oyulmalı, iyi biliyor. Askeri
lisede Okumuş ve daha sonra ayrılmış. Risal—i Nur ekolüyle 60’ların başında
tanışmış. İflah olmaz bir Osmanlıca hayranı. Risaleler, Osmanlıca’ya olan
merakının kaynağı. Osmanlıca'yı ve daha önemlisi siyakatı çok iyi biliyor.
Türkiye Yazarlar Birliği’nde gençlere ücretsiz Osmanlıca dersi veriyor; tek
şartı, gençlerin her birinin bir başka kişiye Osmanlıca öğretmesi.
Yolu Necip Fazıl’la da kesişmiş
Karcı’nın. Üstad, ölümüne yakın bir vakit, “Bana Urfalı o çocuğu, Memed’i
bulun, bir sırrım var, ancak ona emanet edebilirim” diye çağırtmış. En
yakınındakilere, hatta eşine dahi söylemediği sırrını Karcı’ya emanet ettikten
kısa süre sonra da dâr-ı bekaya göçmüş. “O sır benimle birlikte mezara gidecek”
diyor Karcı.
Söyleşimize
geçmeden önceki son not: Öz be Öz Sünni ve Nakşi olan Karcı, Alevi camiasında
“Yezit Dede” namıyla tanınıyor. TRT’de kameramanlık yaptığı yıllarda, bir gün
cemleri görüntülemeye gittiğinde, daha çok Toy olan dedenin birçok Cem erkânını
bilmediğini ve yanlış yaptığını görünce, müdahale edip cemi kendisi yönetmiş. O
günden sonra hem yeni cemler yönetmiş, hem de musahipleri olmuş.
- Türkü nedir?
Musikiden farklı bir şey midir?
Türkü
dediğimiz şey ilk elde insanımızın her hangi bir hâl karşısında ricat ettiği
bir tahassüs alanıdır. Ricat bize burada bir Savaş hali zannı ifade edebilir.
Hadi biz müracaat diyelim. O müessiriyet hâli ile dışarıya meramını ifade
etmeye Çalışır. Bu aslında bir yakınma, bir kavga, bir ilenme hâlidir. Musikî
dediğimiz şey ise, karşısındakinin idrâk melekelerini uyandırmak için
kullandığı bir başka yardımcı unsurdur.
- Türkülerin
sizin üzerinizdeki tesiri ne şekilde vukû buluyor ve nereden geliyor?
Ben
türküleri, merhum Tanpınar’ın bizim romanımız dediği zaviyeden idrâk etmeye
çalışıyorum. Hadi Tanpınar üstâdın iğvâsına fazla kapılmayalım isterseniz,
şöyle bir yaklaşım deneyelim: Tanpınar üstâdı bilmem amma, benim roman diye
fehm eylediğim, ifade—i merâmın müzik sesi katılmadan önceki halidir. Yâni o
mağmum duruştur. “Yarim beni beğenmezdin, bak bana nişan taktılar”, “Sen
gidersen beni burda ister var”, “Yoncalığın İnce yolu gide gide kavuşuyor/
Oğlumu vuran candarma İlvan İlvan savuşuyor”. Bu son mısradaki jandarmanın
gidişini bile bir bediî seviye ile tarif eden bu milletin kalbine kurban
olunmaz mı, düşünün. Türküler bu yüzden izzetlidir.
- Son dönemde
türküye merak saran, söyleyen gençler köylü, çağdışı gibi sıfatlara maruz
bırakılıyor. Pop kültürü ve globalizm senaristlerinin bilinçli taktiği mi bu?
Okur
yazar taifesinin, ekâbir takımının türküleri köylü diye tesmiye etmesinin
temelinde, türkülerde Can yakan, yahut yakması gereken asaleti idrâk
edememeleri; yüzlerine Tokat gibi çarpan ıstırabı ıskalamak istemeleri
yatmaktadır. Türkülerin karşısına elin popunu, cazını çıkarmaya çalışanlar var
ki bu halet—i rûhiyeyi şahsî telezzüzle izah etmek mümkün görünse de açıkçası
benim aklım için bu mesele, Jöntürk ve Tanzimatçı taifesinin başları
sıkıştığında sığındıkları yabancı sefaretler gibi bir başka güvenlik alanı
olarak yedeklerinde tutmak niyetinden başka bir şey olarak görünmüyor. Türkü bu
bakımdan bir şahsiyet, haysiyet ve hâssasiyet meselesidir.
- Türkü dahil
halk müziği bir dönem yasaklanmıştı. Bundan ne amaçlanıyordu?
Bu
hareket, gönül vadilerimizin sömürgecilerin çeşitli ameliyelerine müsâit hale
getirilmesi için yapılmıştır. Manevî vücûdumuzun merkezi olan kalbimiz, kendi
sesimize uzak bırakılarak bîtâb ve çâresiz kılınmak istenmiştir. Son yılların
yabancı müzik furyası yanında, yabancı hâle getirilmiş kendi müziğimize
gösterilen itibarı da bu açıdan görmeliyiz. Konfüçyüs’ün sözü meşhurdur: Bir
milleti köleleştirmek istiyorsanız, o milletin müziğine bir ses ekleyin.
- Bazı
türkülerin sözleri değiştiriliyor veya yılların türkülerine yeni sözler ekleniyor.
Sizin de dikkatinizi çekti mi?
Türküler
üzerinde sürdürülen tasalluta bazı Örnek vermek de gerekebilir. Bunun kasıtlı
yapılanları olduğu gibi, icracıların bazı terimleri anlayamamaları, hattâ
telaffuz bile edememeleri sonucu yapılanları da var. Türküler hem icra
edilirken, hem de dinlenirken husûsî bir dikkat ve mümkünse rikkat ister. Bu
edeple ilgili bir meseledir. Bir de Okur yazarımızın, türküyü idrâk ve fehm
etmesindeki zorluk Göz önüne alınmalıdır. Ben bu konuda müddeî bir sürü adamın
bu işin en Küçük edebine ve anlayışına bile mâlik olmadıklarını yakînen
bilenlerdenim. Bu da gösteriyor ki aslında türkü hem ifade ettikleri, hem
taşıdıkları hususiyet bakımından şehirlidir.
- Değiştirilen
türkülerden örnek verebilir misiniz?
Derviş
Ali’nin Ali Ekber Çiçek’ten alınan bir türküsünde, ikinci dörtlük şöyledir:
Solmazsa dünyada güzeller solmaz/Bu dünya fânidir kimseye kalmaz/ Yalan dolan
ile sofuluk olmaz/ Mümin olan bekler verâyı gönül.. Son kıta da şöyledir:
Derviş Ali Öğüt verir özüne/Gönül lutfeyleyip gelmez sözüne/ Azrail konarsa
göğsün düzüne/ O zaman beklemez sırayı gönül.. Sevgili Orhan Hakalmaz verâ
kelimesini bilmiyor olabilir. Son mısrayı “O zaman görürsün karayı gönül” diye
okuyor.
- Türkülerde
bazı sözlerin ideolojik sebeplerle kasıtlı değiştirildiği, hatta orijinal
haliyle okumaya devam eden söyleniyor?
Dikkat
ediliyor mu bilmem, son zamanlarda “düvaz imam” tabir edilen ve 11 İmam’ın
şahsiyetini konu alan nefesler ya hiç okunmamakta, yahut sanki çok sıradan bir
parça imiş gibi baştan bir, sondan iki kıtası icra edilip geçiştirilmektedir.
Bu durumu sorduğum bir iki sanatçı arkadaştan aldığım cevap ürkütücüdür. Şu
cevabı verdi arkadaşlar: ‘Okuduğumuzda içimizden kimse bu imamları tanımıyor.
Tanıyanlar da sahiplenmiyorlar. Yani anlayacağın artık tarikat da, yol da
bunlarsız alınacak. Bir de satmıyor’. Mevlevî semâları gibi semahların da artık
pîr aşkına değil şov ve para aşkına yapılmaları ayrı bir ıstırap konusudur.
Ahmet
Dinç, [email protected], Sayı: 454
KAYNAK:
Ragıp Karcı (Aksiyon dergisi, Sayı: 454; kameraarkasi.org, erişim 13.06.2018,)
SİVEREKLİ
YÖNETMENDEN KİTAP BAĞIŞI
Şanlıurfa
Siverek doğumlu sinema yönetmeni Mehmet Ragıp Karcı, kendi isminin verildiği
Mehmet Ragıp Karcı Kız İmam Hatip Lisesi'ne kitap bağışladı
sanliurfa63.com
Şanlıurfa
Siverek doğumlu sinema yönetmeni Mehmet Ragıp Karcı, Fırat Mahallesi'nde
bulunan ve kendi isminin verildiği Mehmet Ragıp Karcı Kız İmam Hatip Lisesi'ne,
yazarı olduğu kitapların da arasında olduğu kendi kütüphanesinden seçtiği çok
sayıda kitabı bağışladı.
Kolilerde
gönderilen kitapları teslim alan okul idarecileri, öğrencilerle birlikte
kitapları inceledikten sonra kütüphanede yazara ayrılan kitaplık bölümüne
yerleştirdi.
Kitap
yardımı nedeniyle teşekkür eden Okul Müdiresi Şevreş Nasanlı, "Okulumuzun
isim babası ve aynı zamanda hemşehrimiz olan Mehmet Ragıp Karcı daha önce
okulumuzu ziyaret ettiğinde okulumuzun kütüphanesine kitap yardımında
bulunacağını söylemişti. Yazarımızdan kitap yardımları gelmeye başladı. Ayrıca
hocamız okulumuzu birkaç edebi dergiye de abone etti. Okulumuzun eğitime katkıda
bulunduğu için kendisine sonsuz teşekkürlerimi iletiyor ve hürmetle ellerinden
öpüyoruz. Geçen sene öykü yarışmasında bir kız öğrencimiz Türkiye genelinde
dereceye girmişti. O kızımız içinde ayrıca bir hediye paketi gönderdi.
Hocamızın yolladığı kitaplarla, kendisinin ismini verdiğimiz bir kitaplık
oluşturduk, tekrar tekrar kendisine teşekkür ediyorum" diye konuştu
Okulun
12 Y sınıfı sayısal öğrencisi Halime Keklik, "Sevgili Mehmet Ragıp Karcı
hocamız, isim babası olduğu okulumuza yaptığınız katkılardan dolayı biz
öğrencileri berhudar etti. Gönderdiğiniz kitaplar için teşekkür eder,
minnetlerimizi ve saygılarımızı okulumuz öğrencileri adına sunarız. Allah
sizden razı olsun” dedi.
12
sınıf öğrencisi Ayşe Akkoyun, "Kütüphanemizin gerçekten kitaplara ihtiyacı
vardı, eksikliklerimiz vardı. Mehmet Ragıp Karcı hocamıza gerçekten teşekkür
ediyoruz, yolladığı kitaplarla bu açığın büyük bölümünü kapattı. Gönderdiği
kitapları hocalarımızla beraber inceledik, kitaplar gayet güzel. Gönderdiği
edebiyat dergileri olsun, kendi şiir kitapları olsun, çeşitli edebi eserler
olsun hepsi de çok güzel. İnşallah hepsinden faydalanacağız” ifadelerini
kullandı.
Mehmet Ragıp
Karcı Kimdir ?
Mehmet
Ragıp Karcı 1945 yılında Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde dünyaya geldi. Bir
süre askeri lisede okudu ve ayrıldı. Kameraman, fotoğrafçı, yönetmen, şair,
yazar, öykücü, Osmanlıca ve siyakat hocası, Türkiye’nin en büyük saz ve söz
üstatlarından biri. Aynı zamanda saz yapım ustası olan Karcı, ilçenin
yetiştirdiği büyük üstatlardan biri olarak biliniyor.
KAYNAK:
Siverekli Yönetmenden Kitap Bağışı (sanliurfa63.com, 17 Ekim 2017).
ŞÂİR MEHMET
RÂGIP KARCI İLE MÜLÂKAT
Fikri ÖZÇELİKÇİ
Mehmet
Ragıp Karcı, 1945 Siverek doğumlu. Erzincan’da askerî lisede başladığı lise
öğrenimini Diyarbakır’da, Ziya Gökalp Lisesinde tamamladı. Ankara Üniversitesi
Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesini bitirdi.
TRT’de
başladığı memuriyet hayatını, emekli oluncaya kadar çeşitli kademelerde yine bu
Kurumda sürdürdü.
Mehmet
Ragıp Karcı bazılarınca şair, bazılarınca saz-türkü ustası, bazılarınca
Osmanlıca hocası olarak bilinen çok yönlü bir kişi. Türkiye Yazarlar Birliğinde
ücretsiz olarak Osmanlıca dersleri verecek kadar da öz kültürümüze vurgun biri.
Ona yakışacak en uygun sıfatlardan birinin, bir kutlu davanın sakalığı olduğunu
düşünüyorum.
Şairin
yayımlanmış şiir kitapları Yeni Bir Sevda Süleymanı (1986), Bir Başkasının
Kitabı (1996) adlarını taşımaktadır.
Mehmet
Ragıp Karcı ile şiirimize dair bir mülakat yaptık. Yararlı olacağı umuduyla…
F.Ö.
Şiirimizin iki
ana damarı var: Halk ve Divan şiiri. İyi bir şair olmak için bu şiirleri bilmek
şart mıdır sizce?
Şiirimizi
Halk veya Divan şiiri gibi iki kola ayırmak büyük yanılgıdır. Bir kere divan
şiiri dediğimiz şiirin binâ edildiği yer halkın zihni veya gönlü değil midir?
Bu adlandırma kadim şiirimizi avam ve havasın şiiri diye tesmiye edip
medeniyetimizle ilgili şayialar üretmek ve insanımızda kendi medeniyetiyle
ilgili şüpheler uyandırmak için icat edilmiştir:
“Batıl
hemîşe bâtıl-ı beyhûdedir velî / Müşkil odur ki sûret-i hakdan zuhur ede”
Günümüzde
kadim edebiyatımız ve dolayısı ile medeniyetimiz modernizmin çukuruna kendini
bilerek atmış bir intelijansıyanın hazin macerasını yaşamaktadır. Yukarıda
Bâkî’nin beytini bundan dolayı zikrettim. İşin kötüsü bu çukura atlamaya hazır
gönüllüler ordusu da şiirin kapısında beklemektedir. Beklemektedir dediğime
bakma, kapıyı zorlayıp içeri
dalmışlardır bile. Günümüzde iyi şair olmak (sayılmak da denebilir) için şiirle
ilgili bilgi ve görgüye v.s. ihtiyaç da yoktur. Sekiz on tane reklamı iyi
becerebilen arkadaş, herhangi bir metni, cümleler haline getirerek o metni şiir
diye yutturabilecek yetenek şair olmak için yetiyor bugün. Bırakın Halk ve
Divan şiirini okumayı ve ondan behremend olmayı, şairlerin birlikte şiir
şölenlerine katılıp da yârenlik ettikleri arkadaşlarının bile şiirlerinden
ciddi şekilde haberdar olduklarına inanmam ben. Bu dediğime uyan üç tane şair
adı söyleyin ben bu konuşmayı oturur yerim. Geçen yılların birinde Türkiye
Yazarlar Birliği’nin gayretleriyle ülke çapında gerçekleştirilen şiir
yarışmasına bine yakın şairin dört bin şiirle katıldığı söylendi. Buna bakarak
Türkiye’de şiir kitaplarının hiç olmazsa beş bin adet basılıp satıldığı
zannedilebilir, değil mi? Günümüzdeki gerçeğe bakalım bir de. Şairlerin
yayınevleriyle en iyi ilişki kurmuş olanlarının bile şiir kitaplarının en fazla
bilemedin bin adet basılabildiği herkesin mâlumu.
Bir
zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın belki bütün tarihi boyunca yaptığı tek iyi
bir iş vardı: Akademik çalışmalara konu olan dîvanları basıp yayımlamak… Bu iş
hiç olmazsa böyle bir şiir de var fikrinin şairler, okuyucular ve meraklıları
arasında gelişmesine katkı yapma ihtimâlini barındırıyordu. Bu hayırlı iş kadim
edebiyatımız ve medeniyetimizle hem ilmî, hem irfânî ilgisini yakından bildiğim
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından berhava edildi. O günden bu yana Adalet
ve Kalkınma Partisi yetkililerinin medeniyetimiz ve kültürümüzle ilgili
ettikleri sözler bizimle alay ettikleri fikrini verir.
Peki
şairlerimizin ilgisi nedir diye soracak olursak: Ben ünü kendi boylarını ve
neşrettikleri dergileri aşmış nice şâirin kadim şiirimiz mevzu-u bahs
edildiğinde dudak büktüğünü bilirim. Burada hem Divan hem Halk şiirimizin
kastedildiğine dikkat buyrulmasını hassaten rica ederim. Sevgili Mehmet
Çetin’den iktibasen söylersem, günümüzün şiiri kâhir hassasiyeti şöhret üzerine
mebnîdir ve piyasaya dönüktür. Yirmi Sekiz Şubat macerasından bu yana da
zamanın ve piyasa şartlarının ihtiyacına göre ( konjonktür kelimesini kullanmak
istemediğim için söyledim ama yine kullandım) belirlenmiş bir estetikle
söylenip yazılmaktadırlar. Yine bediî zevkler ve hassasiyetler demediğime
dikkat çekmek ihtiyacındayım. Çünkü bediî kelimesi bir medeniyeti îmâ ve ihtar
eden bir mütearifedir. Bu bakımdan günümüz şiirinin şöhretlerinin şiirlerinin
icra ve ifade buyrulduğu mekâna bile uğramaz. Zaten onlar da uğratmazlar. Şiir
toplantılarının çoğunda güya Batı klasiklerinden parçalar fon müziği olarak
kullanılır. Bunlardan birinde ben “Burada Türk şiiri okuyoruz, hadi Türk müziği
bulamadınız, bâri bu müziği kesin” diye bir ikazda bulunmuştum. Programın sonunda
sunucu genç çıkıp, müzik evrenseldir gibi bir laf etti. O zaman etrafımdaki
gençlere sormuştum: Bu müziği dinlediğinizde bir dâ-ü-ssıla hissi husûle geldi
mi gönlünüzde? O zaman cevap alamadım. Şimdi burada soruyorum: Bu müziği
dinlediğinizde, annenizin sıcak kucağı, mahallenizdeki çocukluk aşkınızı, hadi
hiç olmazsa kümesinizdeki tavuğun gıdaklaması hatırınıza geliyor mu? Bu soruma
cevap isterim. Çobanlıkla suçlanacağımı şimdiden kabul ederek bekliyorum.
Çağın
gerekleri ve piyasa şartları en son olarak şairleri etkiler diye düşünülür.
Oysa buna en çabuk şairler teslim oldular. Aydınlar hem de çok sıkı Müslüman
olarak bu ipe sarıldılar. Dikkat buyrulması temennisiyle söylüyorum: Şimdilerde
şairlerin büyük çoğunluğu, caz dinlemekle izhâr-ı zevk ediyorlar. Oysa caz
dedikleri disiplin bizim uzun havalarımızdan başka bir şey değildir. Tabii ki
bir çobanla oylarını ve zevklerini bir tutmak onlara giran geldiği içindir ki
bizim melâlimiz ve hüznümüzle hiç alâkası olmayan hassasiyetlere dönüyorlar
yönlerini. Bir de bu milleti sevdiklerini söylemezler mi? Bitiyorum
yalanlarına. Ne diyelim? Ben medeniyet meselemizin ve zevkimizin bu piyasaya
teslim edilmesini içime sindiremiyorum. Benim de şair olarak bu vadide adımım
ve izim yoktur. Olmamasını ve Rabbimin bu tuzağa beni düşürmemesi için bu
konuşmayı okuyacak olanlardan duadan başka bir talebim de yoktur.
Şiir
ve edebiyat, bir medeniyet için olmazsa olmazlardan mıdır? Sözgelimi biz,
Osmanlı medeniyetini o dönemin şiiri üzerinden tanıyabilir, bir anlamda yeniden
keşfedebilir miyiz?
Olmazsa
olmaz meselesi şiiri ve hayatı ciddiye alanlar için önemlidir. Kadîm şiirimiz
için bir medeniyet meselesidir dedim biraz önce. Bu cümleye dikkat
isterim. Medeniyet meselesi, öyle kuru
kuruya basit bir kültür meselesi değildir. Yâni üç tane su yolu, beş tane câmî,
bin tâne medrese ve taşlar, taşlar... Bunlar sadece uzaktan görünen yapılardır.
Kültür bunları bir arada görsel olarak seyircisinin bediî zevkine takdiminin
şubesidir. Yâni sadece aklını, bilemedin biraz zevkini, hadi biraz da gururunu tatmin eder. Oysa
medeniyet tefekkürü, îmânı ve mâşerî vicdanın kendisine düşen alanında gönül ve
gözyaşına ihtiyaç gösterir. Bu da bir garip meseledir. Bu din garip geldi,
garip gider buyruğu fehvasınca gariptir; garip gidecektir. Çünkü kadîm
şiirimizle hem dem olmak için bir sürü bilgiye, görgüye, terbiyeye ve sahih bir
tarih ve millet şuuruna ihtiyaç vardır. Şimdi kim uğraşacak bu gibi garip
işlerle?
Usta-çırak
ilişkisi hep savunulmaktadır. Bu ilişkide eğitim boyutu öne çıkarılıyor
sürekli. Ama çırağın, ustanın etkisinde/gölgesinde kalma riski yok mu? Bu risk
nasıl önlenebilir sizce?
Ustalık
çıraklık, kalfalık belli disiplinleri olan zanaat veya sanat erbabının
meselesidir. Öyle ya belli bir sanat veya zanaat, kendisinden öncekilerin imal ve icad ettiği
yöntemlerle gelişir. Usta hangi çekicin nerede, hangi balyozun hangi taşa
neresinden vurulacağını, taşın duvarda hangi dengeyi nasıl taşıyacağını hesap,
kimi zaman icad , kimi zaman ustasının yöntemini icra ederek bulur. Çırağın işi
de bu ameliyeyi gerek kendi muhayyilesinde,
gerek ustasının olmadığı zamanlarda taşı, bakırı, demiri eliyle tutarak,
bazen elini yakarak, bazen elini çekicin altına tutarak öğrenmeye çalışır. Zor
bir maceradır. Ancak belli kaideleri ve kuralları vardır. Şiirde ise kadim
zamanlarda hece veznini kullanarak dörtlük veya aruzun herhangi bir bahri ile
gazel söylemek, birinci cevaptaki medeniyet meselesiyle ilgilidir. Yâni aruzun
hangi bahrine, hecenin hangi on birine veya yedilisine yatkın olduğunu ustası
söylemez şair adayının. Aday bunları ustasının idrâkinden, irfanından emerek
kendisi bulur. Demek ki bir irfan meselesi diye bir şey var. Âşık Veysel’in on
yıla yakın hep usta malı çalıp söylediği bilinen hikâyedir. Şiirini Haydar
türküsünde dinlediğimiz Sıtkı Baba şöyle diyor: “ On dört yıl gezdik
efsânelikte/ Sıtkı ismin buldum dîvânelikte.”
Efsane mahlası, usta malı söylediği zamanları işaret ediyor. On dört yıl
sonra Sıtkı mahlasıyla kendi şiirini söylemeye başlıyor. Hadi günümüz şiirinde teknik bir disiplin
yok, bari muhteva ve iç âhengi, gizli mısrâı, şiir cümlesini konuşalım
denilecek olursa da bunu oturup konuşabileceğiniz hangi babayiğit var, siz
söyleyin.
Cemal Süreya’nın
“Folklor şiire düşman.” cümlesiyle ifadesini bulan bir yaklaşım oldu yakın
tarihimizde. Gerçekten folklor şiire düşman mıydı/düşman mı?
Folklordan
ne anladığınıza bağlı. Cemal Süreya bu sözü söylediği sıralarda, sanırım
halkçılık rüzgârı tüm hızıyla esiyordu. Köy Enstitüsü çıkışlı şair ve
romancılar yöresel ağızlarla bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı. Barış
Manço’nun ünlü Halhal şarkısının sözleri, ciddi bildiğimiz bir şairin elinden
çıkmıştı: “Suya gider Nazo gelin/ Ayağında gümüş halhal” şu anda aklıma
gelmeyen bir sürü örneği var bunun. Cemal Süreya’nın yanlışı, bu gibi
zevzeklikleri ciddiye alması olmuştur. Kendisinin de folklordan ne derece ciddi
haberdar olduğu da şüphelidir. Meselâ kendisinin bir şiirindeki bu mısralar da
zorlanırsa folklorik sayılabilir: “Ablaların boyunları soru işareti/
Ağabeylerse utançlarından Emrah.” Ama
görüyorsunuz folklorik öğe taşısa da, şiirin tâ kendisi. Bu konu çok su
götürür. Ayrı ve uzun bir sohbetin mevzuu olabilir.
Divan
şiirine özel bir ilginiz olduğunu, bu ilginin bir antoloji çalışması şeklinde
somutlaştığını da biliyoruz. Bu konuda biraz bilgi verir misiniz? Çalışmanız
basıldı mı, basılacak mı? Nasıl bir gelecek bekliyor onu?
Divan
şiiriyle ilgim gençliğimde eskimez yazımızı öğrenince başladı. Önceleri heyecan
verici bir macera gibiydi. Sonraları üzerine oturduğumuz medeniyet meselesiyle
ilgili olarak bir öğretmenimin ikazıyla bir çeşit hassasiyete dönüştü. Merhum
Üstad Necip Fazıl’ın sözlerinde ifadesini bulan surda gedik açmak fiilini, önce
benim etrafımda örülen surlarda deneye deneye bugünlere geldim.
Bu
şiirle çok yakın ilgim olmakla birlikte bir antoloji fikri Adem Özbay’ın
teklifine kadar aklıma gelmedi. Onun teklifiyle hazırladığım 1000 küsur
sayfalık kitabın neşrine imkân bulunmadı. Basılması için bana gönderilen tashih
nüshasında Adem Özbay’ın eseri bir başkasına incelettirdiğini görünce o
arkadaşa yeni bir antoloji hazırlatmasının daha doğru olacağını düşünerek bana
gönderilmiş nüshayı da tashih etmeden kendime sakladım. Antoloji biraz fazla
büyüdü. Bu bakımdan neşredebilecek bir yayınevi bulmanın imkansız olduğunu
biliyorum. Nasıl bir gelecek bekliyor bilmiyorum. Beni nasıl bir geleceğin
beklediği ile ilgili biraz da. Ayrıca şimdilerde bu işle şanı şöhreti olan
insanlar iştigal ediyorlar. Şimdilik bazı öğrencilerimle paylaşıyorum.
Divan
şiiri antolojisi çok ilerledi. Beni de çok yordu. Basacak yayınevi yok. Zaten
kimsenin böyle bir derdi yok. Şimdi bir kısmını sevgili hemşehrim Mehmet
Kurtoğlu’yla paylaştım. Belki o internet ortamına verir de bir merak uyandırır.
Benim meselem olduğu kadar bir kadim ve aziz medeniyetin meselesidir. Mîrî
maldır. Ben şairlerin ruhlarına okunacak fatihalar sebebiyle, belki hesap günü
onların şefaatlerine muhatap olma umudundayım. Bu antoloji zamanımızın
allâmeleri gibi bir ilmî eser değildir. İrfan ve medeniyet idrâki ve
hassasiyeti uyandırmak telaşı ve heyecanı ile hazırlanmıştır.
Sizin “melal-hüzün”
kavramlarına değişik anlamlar yüklediğinizi bir sohbetinizde dinlemiştim.
Melal-hüzün ayrımını neye göre yapıyoruz? Melâl ya da hüznün şiirde olup
olmaması neyi değiştirir? Melal sahibi bir şair ne yana, hüzün sahibi bir şair
ne yana düşer?
Ben
melâle de hüzne de değişik anlamlar yüklemiyorum. Sadece işaret ediyorum. Biraz
da dikkat çekiyorum o kadar. Bunların şiirin içinde olup olmaması diye de bir
şey düşünülemez. Şiir insanın eseridir. Hüzün ve melâl de insanla var olan iki
ruh halidir. Bunlarla ilgili “Türkü Dinleme Temrinleri” adını koyduğum yazı ve
konuşmalarımda söz ettim. Şimdi burada yeniden ortaya döküp kimsenin canını
sıkmak istemem.
Ancak
şu söylenebilir: Bu iki hâl insanın “ol” emrine muhatab olduğu anda ihsan
edilmiştir; diğerleri: öfke, gurur, keder, kin, haset gibi. Ancak melâl
dışındaki hâllerin ortaya çıkması mutlaka bir sebebe ihtiyaç gösterir. Melâlin
ise böyle bir sebebe ihtiyacı yoktur. Say ki derisinin üzerindeki nemdir. Bu
hususiyetini ümmî oluşundan alır. Burada ümmîlik meselesi üzerinde durmak
gerekir. Onu da kitap çıkınca okursunuz. Çünkü bu konuda bir gazetenin sorusuna
verdiğim cevabı aynı gün -işin garibi o gazete ve başlığında benim adımın
olduğunu göre göre- bir arkadaş bana nasihat olarak söyledi. Arkadaşı
utandırmamak için “bak bu senin kanaat önderi tavırlarıyla söylediğin cümleler
benimdir” demedim. Bu yüzden burada söyleyip de ikinci bir fikir hırsızlığıyla
karşılaşmak istemiyorum. Yine bir zamanlar bir partinin haftalık gazetesini
çıkarırken başıma geldi böyle bir olay. Gazetede yazmaya söz veren, ancak
partideki işleri dolayısı ile yazmayan beylerin yerine yazıları ben yazıyordum.
İsim yerine de tabii ki onların adını yazıyordum, onların onayını alarak.
İkinci veya üçüncü haftalık sayı üzerinde müzakere ediyorken, adına yazı
yazdığım yetkiliye bir telefon geldi. Telefonda ilk sorusu “nasıl bu sayıdaki
yazımı beğendin mi?” oldu. Benim yanımda ve benim gözümün içine bakarak
söyledi. Yüzünde bir kızarma aradım, bulamadım. Dördüncü sayıda da bıraktım ve
zaten kendileri de çıkaramadılar. Önce gururumu okşasa da bana dert olmuş bir
hadisedir. Aynı şeylerle karşılaşmak istemiyorum.
Zaman
ayırdığınız için teşekkür ederim.
KAYNAK:
Fikri Özçelikçi / Şâir Mehmet Râgıp Karcı İle Mülâkat (dünyabizim.com,
14.06.2011).
ŞAİR MEHMET
RAGIP KARCI İLE ÖZEL RÖPORTAJIMIZ
Siverekgenclik.com
yazarı Eğitimci-Yazar Mustafa Karadağlı Siverekli şair ve yazar Mehmet Ragıp
Karcı ile şahsiyeti ve sanatı üzerine Ankara’da uzun bir röportaj
gerçekleştirdi.
Siverekgenclik.com
(28 Nisan 2016 )
Hop
Köyü’nden Şiir Gecelerine Uzanan Bir Hayat Mehmet Ragıp Karcı
Siverekgenclik.com yazarı Eğitimci-Yazar Mustafa Karadağlı Siverekli şair ve
yazar Mehmet Ragıp Karcı ile şahsiyeti ve sanatı üzerine Ankara’da uzun bir
röportaj yaptı.
- Sayın Karcı,
bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
-1945
yılının Haziran ayının 14 üncü günü doğdum. Babam Terzi Reşat Karcı'dır.
Ailemin sanırım beşinci kuşağıyım. Büyük dedelerim Hop köyünde Alay beğleri
adıyla tanınır. Benim dedem Dellal Emin adıyla bilinir. Dellal deyimi bir
meslekten ziyâde, bir durumu ifade eder. Devletin vergi toplama geleneği ile
ilgili bir eminlik müessesesiyle ilgilidir. Ticaret erbâbının özellikle
müzayede sırasında satımı gerçekleştiren esnaftan alım satım vergilerinin
emanete alınması kurumudur. Ayrıca Kar eminliği de ailemin uhdesinde olduğu
için dedemin Karcı soyadı da buradan gelmektedir.
İlk
ve ortaokulu Siverek'te okudum. Lise hayatım maceralıdır. Önce Erzincan Askerî
Lisesi'nin ikinci sınıfında iki yıl üst üste sınıfta kalarak belge aldım. Belge
sınavına çalışırken bir müddet Kayalı köyünde (Hadro) bir yıl sonra da Siverek
merkezde Şâir İbrahim Rafet İlk Okulunda vekil öğretmenlik yaptım. Hadro'daki
öğretmenlik günlerim en aziz ve huzurla özlediğim hatıralarımdır. Ortaokul sıralarında
Tarih öğretmenimiz Zeki Sönmez'in teşvikleriyle gizli gizli, arada açık açık
kitaplar okudum. Bunların zihnimi ve gönlümü en ziyâde meşgul edenleri Hz. Ali
cenkleri, Hayber Kalesi Cengi, Şahmeran hikâyeleri gibi olanlardır. O sıralarda
elimizden düşürmediğimiz Mahmut ile Nigar, Kerem ile Aslı, Karacaoğlan, Emrah
ile Selvihan destanları da sanırım benim şiir haznemi çeşitlendiren ve
yatkınlığımı besleyen kitaplar olmuştur. Orta Okulu bitirdiğimde ünlü Fransız
yazarı Stendhal'in bir iki kitabını okumuştum. Aklımda kalanı Kırmızı ve
siyah'tır.
- Edebiyat
aşkınızın kaynağı nedir?
Edebiyatla
ilişkim aşk düzeyinde değildir. Zaten edebiyat aşkı deyimi de mâkul bir deyim
de değildir. Edebiyatla ilişkimin belki sıklığından söz edilebilir. O da
becerebileceğim bir başka alanı bulamayışım olabilir. Şöyle özetlenebilir.
İnsan söylemek üzere yaratılmıştır. Bu durumunu bir sürü yolla eyleme
dönüştürebilir. Siyaset, ilim v.s. Bu yolların zahmeti olduğu kadar, sonucunda
dünyevî bir geliri hedeflemesi veya iktisap imkânı bulunduğu için heveslisi de
çoktur. Edebiyatın ise işin sonucunda maddi bir neticesi her zaman umit
edilemez. Ümit edildiğinde ise zaten sanat olmaktan çıkar, adına zenaat denir.
Ülkemizde zenaat ehli çoktur. Rabbimizden bu vadide bizi imtihan etmemesini
dileriz.
- İyi bir
bağlama ustası olduğunuzu tüm sanatseverler biliyor. Hatta “Türkü Dinleme
Kılavuzu” isimli ilginç bir kitabınız bile var. İnternette dolaşırken, Alevi
Dedesi Ragıp Karcı, tanımından bahseder misiniz? Bunun kaynağı nedir?
Ustalık
ayrı bir iş; bir işi ustaca yapmak ayrı. Ben sazın ustası olamadım. İcrasını
ustaca yapmaya çalıştım. Mesleğim veya zenaatim olmadığı için şimdilerde
marjinal tesmiye edildiği üzere kendi dairemden bir adım dışarı atmadan icra
ettiğim bir meşgaledir. Bu meşgalenin bana kazandırdığı ise bu aletle icra
edilen sözlerin arkasında, beşerde var olan mâverânın ihata ve bu kuşatma
sonunda ortaya çıkan trajedyanın kafama ve kalbime dank etmesidir. Türküleri
dinlerken sözlere giydirilmiş ahengin kelamın üzerinden çekip alındığında
ortaya çıkan manzarayı hayal etmeyi öneriyorum. Müziği bırakın en kısa yoldan
Siverek türküsü: “ Minareden at beni /in aşağı tut beni/ Beni sana vermezler/
Sevdiğim unut beni” İmkansızın bu kadar fasîh ve derin bir hüzünle anlatıldığı
bir metin bulunabilir mi? Türkülerin nasıl dinlenmesi gerektiği ile ilgili bir
iç muhasebe macerası denebilir kitabıma. Muhatabı da sadece aydınlardır:
Üzerinde yaşadıkları toprağın neyi taşıdığını ve her an göz göze geldikleri
insanını içinde hangi cehennemlerin yanıp yanıp söndüğünü az da olsa idrâk
etmelerine yardımcı olmak içindir.
Alevî
dedeliği meselesi garip bir maceradır. Bir Alevî cemi öncesi cem âdâbıyla
ilgili olarak bir iki söz etmem sonucunda, Alevî zannedilmemle ilgilidir.
Temeli bir yakıştırmadır. Biraz da TRT'de Kameraman olarak çalışırken,
kameramanlık dışında bir makam talebime karşı tedbir olarak üzerime
yapıştırılmış bir yaftadır. Bu ithamı da Alevî tabirinin imâ ve ihtar ettiği
isimden dolayı da red gibi bir itirazımız yoktur. O'nun hürmetine alıp
başımızın üzerinde taşırız. Ancak dede'lik müntesiplerince mübarek bir makam
ittihaz edildiği için öyle bir makamı kabul etmekten de hayâ ederiz.
- Aileden gelen
derin bir folklor birikiminizin olduğu herkeçe malum, Osmanlıcayı babanızdan
öğrendiğinizi belirttiniz. Peki Osmanlıca bilmek size ne kazandırdı?
Entelektüel olmak için Osmanlıca şart mı? Neden Osmanlıcaya bu kadar önem
veriyorsunuz?
Aileden
gelen folklorik birikim derken Siverek'le ilgili bilgilerimden söz ediyorsanız,
her Siverek'li gibi benim de toprağımın deyimleri, sevda sözleri, hattâ
tabirimi mazur görün sövme sözlerini bile aziz bir hatıra olarak sakladım.
Elimde Siverek'le ilgili birçok deyim ve söz vardır. Eşimle bazı tespitleri
bile o kelime ve deyimlerle yaparız. Bu durum beni toprağımdan uzakta da olsam,
sıla-yı rahm üzere olmamı sağladığı için diri kalmama yardım ve yataklık
ediyor.
Osmanlıca
meselesi önemli bir meseledir. Sebebi şudur: Osmanlıca dediğimiz dil bir lisan
olmaktan ziyâde bir medeniyet idrâkini ima ve ihtar ettiği için önemlidir.
Hiçbir lisan konuşulduğu kavmin dininden mücerred olarak düşünülemez. Osmanlıca
sadece kelimeler manzumesi olarak bile bizim hangi dine mensup olduğumuzun
beyyinesi olarak karşımızda durmaktadır. Osmanlıca sadece Türkçe değildir. Hem
Arapça’dır, hem Kürtçe’dir, Hem Lazcadır, hem Zazacadır. Hatta ihâta ettiği
bütün kavimlerin payı ve emeği olan bir hayat macerasıdır. Sayamadıklarımızı da
hesaba katarsak yaşadığı en az bin yıllık hercümercin hamûlesidir. Bu macera bu
topraklar üzerinde yaşayan insanların edeniyet idrakini besleyecek irfanı
mündemiç olduğu için önemlidir. Entelektüel olmak için şart olup olmadığının
cevabı da sanırım bu anlattıklarımın içinden çıkarılabilir. Çünkü aydın
dediğimiz insan toprağa dikilmiş, ancak beslenmek için topraktan emeceği dudağı
olmayan bir kuru dal değildir.
- En son sayın
milli eğitim bakanının talimatıyla Siverek’teki bir okula isminiz verildi.
Böyle değerli hazinelerimizle de ilk kez tanıştı Siverek halkı; peki bugüne dek
neden Sayın Mehmet Ragıp Karcı'yı tanımadık?
İltifatınıza
teşekkür ederim. İnsan insanın aynasıdır. Bende zannettikleriniz aslında kendi
aynanızda gördüklerinizdir. Aslında ben de şaşırdım. Nabi beyle arasıra
görüşürüz. Makam sahibi olmadan önce çok daha sık görüşürdük. Çocuklarımız bize
amca derler. Bir zamanlar "Gelişme" diye bir dergi çıkarıyorlardı.
Lutfedip beni de aralarına yazar diye sayarak aldılar ve öyle bir macera da
yaşadık. Ancak Devlet kapısı soğuktur. Kapının arkasındaki insanlar ne kadar
sıcak olurlarsa olsunlar kapı soğukluğunu hissettirir. Ben de o kapının
tokmağını çalmayı beceremem. Bu yüzden Milletvekili ve bakan olduktan sonra
açıkçası ben ihmal ettim. Ancak asıl azmaz bal kokmaz meseli fehvasınca bir
perşembe günü beni arayıp haber verdi. Bu lutfe layık mıyım bilmiyorum. Rabbim
liyakat ihsan eylesin. Oysa Siverek'te çok daha değerli insanlar vardı. Ne
yapalım? Tanınma meselesine gelince, ben Siverek'e uzun zamandır uğrayamadım.
Bir sürü maddî sebebi var: Meşhur meseldir “ canım cennete gitmek istiyor da
günahlarım bırakmıyor” Bunu nasıl yorumlarsınız bilmiyorum.
- Ragıp Karcı
şimdi ne yapıyor? Emekli oldu gerçi , gerçekten de sanat ve edebiyattan da
emekli oldu mu? Yeni bir çalışma var mı? Ragıp Karcı hiç emekli olmayacak mı?
Kameramanlıkla
başladığım TRT hayatımı en son Belgesel Yönetmenliği ile tamamladım. Emekli
olduktan sonra da kendi hesabıma Valiliklere, Kültür Bakanlığı'na belgeseller
hazırladım. Geçimimi bir müddet böyle sağladım. Yine de bir takım projeler
hazırlıyorum .Bürokrasinin bazı yanlış ve tehlikeli alışkanlıklarından vaz
geçmesini beklerken yaşlanıyoruz. Elimizdekilerin ne olacağını bilmiyorum.
Edebiyattan emekli olmak, edebiyatı bir meslek olarak icra etmekle mümkündür.
Benim mesleğim değil edebiyat, belki bir alışkanlık veya söylemek istediklerimi
ifade için başka bir yol bilmediğim için kullandığım bir yol olarak düşünmek
gerekir. Yâni ben edebiyatçı değilim. Edebiyatla geçinmiyorum. Edebiyatla
geçinmenin yolları vardır. Önce sizi yalan yanlış tanıtacak bir etrafınız
olacak. Siverek tabiriyle önce siz birilerinin tırşıkçısı olacaksınız, sonra da
birileri sizin tırşıkçınız olma umudunu taşıyacaklar ve yalanınıza olanınıza
kefil olacaklar ve geçineceksiniz. Ayrıca hep ortalıkta olacaksınız. Benim işim
olmadı bunlar aziz kardeşim Mustafa. Yazmayı kast ediyorsanız elbette yazmaktan
emekli olmak diye bir şey olamaz.
- Edebiyatta
birlikte çalıştığınız ünlüler kimlerdi? Bu ünlülerle ne tür bir dostluğunuz
vardı? Bize bunlarla ilgili ilginç anılarınızı paylaşır mısınız?
Önce
tabiri düzeltelim: Ben edebiyatçı olmadım. Abartarak söyleyeyim bazen
çatlayacak kadar merak ettim ebediyatı. Edebiyatın kendisi irfâni, ahlâkî ve
hattâ uhrevî bir mânâyı ifade eder. Öyle bir cadde düşünün: Bu caddenin
üzerinde cevelan eden bir sürü insan olacaktır. O caddenin idrâkine ve
hakikatine varmak için ya o caddenin boş olduğu zamanı kollayacaksınız yâhut
bir kenara çekilip gelip geçenleri seyrederken ayak izlerinin arasından o
caddenin hakikatini kollayacaksınız. Yalnız olan insanlar kabiliyetlerine göre
o caddenin toprağında yakaladıkları memeden emdikleri kadar idrak sahibi
olurlar. Benim öyle bir şansım oldu. Ancak yukarıda dede’lik diye ifade edilen
itham ve bir de kavmiyetimle ilgili olarak üzerime çullanan edebî iktidarı
ellerinde tutanların ayakları altında ezilmektense kenarda kalmayı daha uygun
buldum. Meselâ ilk şiir kitabım benim haberim olmadan basıldı.
- Necip Fazıl’ın
size söylemiş olduğu bir sırrı var mı gerçekten?
Necip
Fazıl’ın çok yakınında olanlardan biri olduğum doğrudur. Ancak internette
gezinen bilgi hem yanlıştır, hem bana da üstada da iftiradır. Anlatıldığına
göre üstad ölmeden önce beni çağırmış ve bir sırrı benim kulağıma fısıldamış.
Bir kere böyle bir şeyin olması maddeten mümkün değildir. Ölecek bir adam kendi
sırrını kendine bağlı olan birinin kulağına fısıldamaktansa kendisiyle birlikte
götürür. İkincisi tâ Ankara’dan bana o Siverekliyi bulun demesi için atır
ortaya çıkma ihtimâlinden korktuğunu ifade eder ki, bu da Necip Fazıl gibi bir
adama yakıştırılabilir mi? Bu iftira bize cemaatin bir dergisinde çalışan genç
bir gazetecinin belki aklınca iltifatı veya iftirasıdır. Geçelim. Üstadla
aramızda bir hizmetle ilgili böyle aramızda kalan bir olay var, ancak bu bir
sır değil. Gerçi bilen hiçbir kişi vardı, ancak hizmetin ne olduğu konusunda
bilgileri yoktu. Bilen iki kişi ise rahmetli oldular. Durum budur.
- Siverek’te
daha da anlatılmakta olan “ biyo hendi herı dımmıli nızano” (eşek kadar ama
zazaca bilmiyor) esprisinin kökenini anlatır mısınız?
Bu
durum hem benimle hem de benden önce Hadro’da öğretmenlik yapmış olan Necati
Aydoğdu ile dışarıdan gelen Zazaca bilmeyen bir öğretmenle Ali Sürek'in
annesinin arasında geçen bir konuşmadır. Hadro’da bulunan ilkokula o zamana
kadar Zazaca bilmeyen öğretmen gelmediği için Xaltiyâ Eme’nin hatırını sorduğu
öğretmenin cevap verememesi üzerine, Zazaca bilmediği söylenince hayret ve
heyecanla söylediği sözdür.
- Uzunca bir
aradan sonra Siverek Belediyesinin daveti üzerine memleketiniz Siverek’e dönüş
yaptınız. Gözlemlerinize göre Siverek’te gözünüze şehircilik ve zihniyet
açısından ilişen bir değişim var mı?
Belediye
hakikaten hakkımız olmadığı kadar büyük bir kadirşinaslık örneği gösterdi.
Sağolsunlar. Allah itibarlarını ve izzetlerini arttırsın. Benim Siverek’le
ilgili olarak tâ baştan beri ihtirâzî sınırlarım vardır. Siverek’i il yapma
Derneğinin başkanı aziz Koçali Aymaz kardeşimin gayretlerini minnet ve
teşekkürle karşılamakla birlikte Siverek’in tabii yapısının bozulacağı endişesini
hep taşıdım. Siverek’in sahipsizliği aslında Siverek’in Allah tarafından
verilmiş bir nimetiydi. Gezip dolaştığım hiçbir yerde şehir yapılaşmasının
Siverek kadar insanlarını birbirine yakınlaştıracak bir ihtimama sahip olduğunu
görmedim. Şehir yapısının bozulmasından ve özellikle hatırladığım kadarıyla
on-on iki çeşit üzümü olan bağlarımızın talan edilmesi endişesiyle, il olsa
bile il merkezinin Karacadağın Karabahçe bölgesine yeniden inşa edilmesini
hayal ettim. BU gelişimde bağlarımızın talan edilmesine şahit oldum. Şehir ise
Siverek’in âlâmet-i farîkası olan Şeytan Küçesi'nin, Gümrük Hanı’nın, Cıncıklı
Hamam’ın hem imar hem de ihyâ edildiğini gördüm. Takdir makamında değilim,
ancak hayranlığımı ve teşekkürlerimi buradan bu vesileyle ifade etmeye imkan
verdiğiniz için size de minnetlerimi bildiririm. Nasip olur bir daha gelirsem
daha bir çok yerleri de gezmeyi hayal ediyorum.
Şehircilik
elbette imar ve inşayı ifade eder, ancak kültür dediğimiz şey şehirlerin imar
taşına ruh katan hassasiyetlerdir. Bundan önce geldiklerimde açıkça söylemek
gerekirse bu mânâda bir hareket görmek nasip olmamıştı. Bu dönem belediyenin
gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla irfânî bir çizgi üzerinde meselelerin ele
alınmaya başlanmış. Başarılar ve hayırlar dilerim.
- Sizi
Siverek’ten uzak tutan neydi? Anlattıklarınız tamamen bir özlem taşıyor;
Siverek’in mutfağı, kültür yapısı, endemik bitki türleri, ilginç aşk
hikayeleri, ilginç zulüm hikayeleri, ilginç aşiret yapılanmaları gibi kavramlar
sanırım edebiyatınızın da temel taşlarını oluşturuyor. Aslında şiirleriniz
incelendiğinde Siverek kokuyor, peki neden Siverek’e bir dönüş olmadı?
Siverek'e
dönmemenin kasıtlı bir sebebi yok. Geçim derdi diyelim isterseniz. İşaret
ettiğiniz hikâyeler toplumumuzun her yerinde yaşanılan hayatlar. Bu hayatlar
insanoğlunun gelişmesini sağlayan iniş çıkışlar. Edebiyat dediğiniz iş bu
hayatları anlatırken, yaşayanları telaşa kaptırmadan, paniğe sürüklemeden,
hayata küstürmeden gönüllerine emdirmek. Sanatçı toplumu irfan memeleriyle
emziren bir ana gibidir. Bu idrâk ise öğretmenlerin mesleğidir. Öğretmenlik
sanatçı yetiştiren topraktır. Suyu ise kendi içinin kanıdır.
- Bir edebiyatçı
olarak daha önce hiçbir edebiyat eleştirmeninden duymadığım ilginç bir Leyla
ile Mecnun kasidesi eleştirinize şahit oldum. Bize Leyla’nın haksızlığa
uğramışlık hikayesini anlatır mısınız? Ya da bu türdeki şiirlerde kadına bakış
açısını anlatır mısınız?
Anlattığım
hikâye Türkü dinleme kılavuzu adlı kitapta ele alınmaya çalışıldı. Uzun
meseledir.
- Bu tür
sohbetlerle sizi yeni nesillere aktarmak istiyoruz. Yeni nesilde eksik
bulduğunuz bir yön var mı? Hiç “şu zamandaki gençlere yazık, çok yazık”
dediğiniz oluyor mu?
Ben
kendimle ilgili olarak her gün yazık çok yazık demekten, açıkçası yeni neslin
eksiklerini görmeye vakit ve tâkat bulamadım. Aslında hem gençlere hem
ihtiyarlara yazık.
Siverek’teki
sanatseverlere ve yerel yöneticilere bir mesajınız var mı?
Zehirlenerek
öldürülen Emevî halifelerinden (aslında Sultan) ikinci Ömer diye de anılan Ömer
Bin Abdulaziz vazifeye başladığında İslam mülkünde enflasyonun yüzde beş yüze
ulaştığı rivayet edilir. Görevinin ikinci yılının sonunda İslam mülkünde zekat
verilecek fakir bulunamaz. Nasıl başardın bu işi diye sorduklarında şu cevabı
verir: Allah’la aramızı düzelttik. Her işin başı Allah ile aramızı düzeltmek.
-Bize tavsiye
edebileceğiniz kitaplar var mı? Ragıp Karcı ne okur?
Ahmed
Efendi'ye hâni'nin Kürtçe Divânı bulunup okunabilir. Abdurrahman-ı Cezîrî'nin
divanı da bulunup okunabilir. Bu iki kitap da Sultan Abdülmecîd'in fermanı ile
tab'edilmiştir. Cemil Meriç, Sezâi Karakoç, Necip Fazıl, Kemal Tahir, Dücane
Cündioğlu, Sabahattin Ali, aklıma gelenlerdir. Ben şimdilerde Hafı-i Şîrâzî ve
Mevlâna Celaleddin'in Divanlarını okuyor ve kendi şiirimden şüphe etmeye
başlıyorum. Okumanın yanında meselâ Kavus ağa, Ahmed-i Cizrâvî, Mehemmed-i
Cizrâvî, Meryem Hanım'ın bir şekilde kaset, cd bulunup dinlenmelidir. Türkü de
önemli bir gelişme ve kültür sahasıdır.
Nasihat
gibi oldu. Sadece kendime ettiğim tavsiyeleri olarak sayınız. Yoksa sizlere ve
aziz hemşerilerime nasihat bâbında okuma ve dinleme nasihatlerinde bulunmaktan
edep ederim. Selam.
KAYNAK:
Şair Mehmet Ragıp Karcı ile Özel Röportajımız (siverekgenclik.com, 28 Nisan
2016)
TRT
ye, 1974’te, Genel Müdürü İsmail Cem zamanında açılan bir imtihanı kazanarak
girdi. Burada önce kameraman, sonra
yapımcı ve yönetmen olarak çalıştı. Birçok önemli belgesele imza attı. Dört
Mevsim Ilgaz, Yusufeli İçin Methiye, Kaçkar. Bunlardan ‘Kaçkar’ belgeseli,
oldukça dikkat çekti.
İlk
şiiri 1968 de Türk Yurdu dergisinde yayınlandı. Şiirleri; Deneme, Gelişme,
Edebiyat, Mavera, Yönelişler, Ay Vakti, Yedi İklim ve Hece dergilerinde
yayınlandı.
18.05.2013’te
Türkiye Yazarlar Birliği Ankara Şubesi, ‘Yaşayan Yazarlara Saygı’ programı
çerçevesinde onun için bir ‘Anma ve Saygı Gecesi’ düzenledi. Bu gecede konuşan
yazar Osman Güzelgöz, dinleyicilere onu, ‘türküyü ve şiiri bize sevdiren adam’
diye takdim etti.
Şiir,
türkü ve çiğköfte bir Urfalının üç önemli vazgeçilmezidir. Karcı’daki şiir
damarı, Urfalı Divan Şairi Nabi’den; Türkü damarı, Urfalı Tenekeci Mahmut
Usta’dan gelmektedir.
2017
de adı, Siverek’te bir okula verildi. Kendisi de bütün kitaplarını bu okula
bağışladı.
Halk
şiiri ve Divan şiirinden beslenen bir duyarlıkla, günümüz insanının yaşadığı
hayatın içindeki konumunu arayan bir tavır geliştirdi. Bu tavrıyla birlikte
daha çok İkinci Yeni Şiir’ine yakın durdu. Bu akımın iki usta şairi olan Sezai
Karakoç ve Cemal Süreya’yı çok sever ve benimserdi. ‘Şiir sanatında, bir melali
yakalamak lazımdır.’ der ve bu sanatın bir ‘ima’ sanatı olduğunu savunurdu.
Şiirde, kelimelerin arka planındaki anlam yüküne dikkati çekmek isterdi. Şiir
yazarken, şairin, deminde ve tavında olması gerektiğini söylerdi.
Şair
Mehmet Ragıp Karcı, az ama usta işi şiirler yazdı. Türk şiirinde, ‘68 Kuşağı’nın,
İslami duyarlılıkla yazan şairlerinden biri olarak tanındı.
Şiirlerini
onar yıl arayla üç kitapta topladı. İlki, Yeni Bir Sevda Süleymanı, 1986’da,
ikincisi, Bir Başkasının Kitabı,
1996’da, üçüncüsü, Yakarış Temrinleri, 2006 yılında yayınlandı. Yine sırayı
bozmayarak bir on yıl sonra, üç şiir kitabı bir arada, toplu şiirler olarak Tut
Elimden Düşmeyelim adıyla 2016 da Hece Yayınları’ndan çıktı. Böylece şiir
sanatındaki serüvenini, kırk yılda tamamlamış oldu. Ragıp Karcı’nın, deneme
türünde Türkü Okuma Kılavuzu adlı bir eseri daha bulunmaktadır.
Hayatta
en çok sevdiği şeyler; çiğköfteyi kendi eliyle yoğurup arkadaşlarına ikram
etmek, türkü söylemek ve bağlama çalmaktı. Bağlama çalmakta tavır sahibi bir
usta idi. Urfa’da, saz çalıp söylemek, ‘Türkü çığırmak’ çok olağan, gündelik
işlerden biri gibidir adeta.
Saz
çalmaya olan merakı, 1962 yılında Erzincan Askeri Lisesindeyken başlamıştır.
Halk şairlerinden Pir Sultan Abdal’ı beğenir, alevi deyiş ve nefeslerini çok
güzel çalarak yorumlardı. Bunlardan ‘Haydar, Haydar’ türküsü, severek yorumladığı bir eserdir. Hatta
oğlunun adı bu yüzden Mehmet Haydar’dır. Ragıp Karcının annesi Erzurumludur. Bu
yüzden Karcı, bir Erzurum Türküsü olan Tatyan makamındaki şu parçayı çalıp
söylerken kendinden geçerdi:
Dün
gece yar hanesinde yastığım bir taş idi
Altım
çamur üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi
Aman
aman aman aman aman aman
Ben
yandım seni bilmem
Türkünün
ara nakaratı olan “Ben yandım seni bilmem’ dizesi, Ragıp Karcının bir şiirinde,
bu Erzurum türküsünden bir alıntı olarak geçer zaten.
Osmanlı
Türkçesini ve özellikle Divan Şiirini gayet iyi bilir, bilgilerini ve
birikimini, merakı olan öğrencilerine de aktarırdı. Özellikle Fuzulî ve Hafız-ı
Şirazî’nin şiirlerini çok severek okurdu.
Divan
şiirini bilmeyen bir şair adayının, şiire hiç başlamaması gerektiğini
vurgulardı. Yıllarca Türkiye Yazarlar Birliği’nin okuma ve yazma odalarında,
meccanen, hiç para, pul talep etmeden, Osmanlıca yazmayı ve okumayı öğrenmek
isteyen öğrencilerine aylarca süren dersler vermiştir. Öyle ki Osmanlıca ve
Divan şiiri, onda bir tutkuya dönüşmüştü. Yer bulamadığı zamanlarda bile
öğrencilerini alır, Diyarbakırlı bir dostunun Kızılay’daki künefe dükkânında,
yemek saatinden sonra masalara oturtur, onlara Divan Şiiri öğretirdi. Bu, benim
dikkatimi çeken çok önemli olaylardan biridir. Yazımı, bir hatıramı naklederek
bitireyim.
Bundan
on yıl önce, 13 Ocak 2010 Ankara’da Pursaklar Belediyesi’nin tertiplemiş olduğu
bir ‘Şiir Gecesi’ne dört şair davet edilmiştik. Ben, Metin Önal Mengüşoğlu,
Mehmet Çelik ve Mehmet Ragıp Karcı. O gece, şairler olarak şiir sanatı üstüne
kendi aramızda, bir sohbeti gerçekleştirdik.
Sonra kendimizden birer şiir okuduk dinleyicilere. Sıra Mehmet Ragıp
Karcı’ya geldi. O, şiir okumaktan çok sazı konuşturmaya başladı. Okuduğu Türkülerle
hepimizi büyüledi, seyirciyi ve dinleyiciyi çok etkiledi ve büyük alkış aldı.
Program
bitince hep birlikte sahneden indik. Bu gece için özel hazırlanmış olan
çiğköfte, künefe ve demli çaylarla geceyi noktaladık. Hey gidi devran hey!
Allah
(c.c), kardeşimiz Mehmet Ragıp Karcı’yı, 26 Şubat 2020 de Darül beka’ya aldı.
O, bu geçici konaktan ebedi yurduna göç etti. Çünkü
’Demir
almak günü gelmişti zamandan’…
KAYNAK:
Mehmet Atilla Maraş / Şair Mehmet Ragıp Karcı’nın Ardından (ankaraekspresi.com,
10.03.2020).