Yazar, radyo programcısı (D. 8 Ocak 1973,
Manisa – Ö. 11 Nisan 2021, İstanbul). Kitaplarında
M. Davut Aksu imzasını kullandı. İlk, orta ve lise eğitimini Konya, Malatya, Ağrı
gibi farklı şehirlerde tamamladı.
1991-1993 yılları arasında muhasebecilik
yaptı. 93 yılının Mayıs ayında Radyoculuğa başladı. Marmara Fm, İstanbul Kent
Radyosu, Akra Fm, Moral Fm başta olmak üzere çeşitli radyolarda program yapımcı
ve sunuculuğu yanı sıra Genel Koordinatörlük, Program Müdürlüğü, Yayın Şefliği
gibi konumlarda çalıştı.
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul
Şubesinde güzel sohbetleri oldu.
Sevda Kuşun Kanadında dizisinin proje
tasarımını yapmıştı.
Kitapları:
15 Temmuz Şehitleri (2017),
İstanbul Kültür ve Edebiyat Atlası (Hazırlayan,
Ela Kongar ile, 2019).
Vefatı:
Mehmet Davut Göksu, 11 Nisan 2021 günü İstanbul’da
kanser tedavisi gördüğü hastanede vefat etti. Göksu'nun cenazesi İstanbul
Ümraniye'deki Ihlamurkuyu Merkez Camii'nde kılınan namazın ardından defnedildi.
Davut Göksu İçin Ne
Dediler?
Göksu’nun haberini kardeşi Mustafa Göksu
sosyal medya hesabından, “Bazen ciğerin parçalanır da tarif edemezsin ya, işte
öyle bir şey... Abim Davut Göksu Hakk’a yürüdü. Dualarınızı esirgemeyin.”
ifadeleriyle duyurdu.
***
Dursun Ali Erzincanlı: Moral FM’de
birlikte çalıştığımız, çok kıymetli kardeşim Mehmet Davut Göksu bekâ yurduna
göçmüş. Allah Teâlâ rahmet eylesin, kabrini nûr eylesin. Ailesine ve sevenlerine sabır lütfetsin.
***
Saadettin Acar: Arkadaşım, dostum Mehmet
Davut Göksu da emaneti sahibine teslim etmiş. Çok üzgünüm. Allah rahmet
eylesin. Mekânı cennet-i ala olsun. Yalan dünya ah!
***
Ahmet Tezcan: Davut Göksu. Sevda Kuşun
Kanadında dizisinde tanıştığım güzel adam. Dizinin hikâyesi ana çatısı,
karakterler ona aitti. Bahadır Yenişehirlioğlu onun Saatçi Hüsnü karakterini
canlandırmıştı. Karaktersizlerin kadrini bilmediği gül adamlardandı. Vefat
etmiş. Güllerin Efendisi ile olsun.
***
Ömer Fatih Sayan: Davut Göksu
beyfendinin Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu büyük bir üzüntü ile öğrendim. Rabbim
mekânını cennet eylesin. Ailesi ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
KAYNAK: Mehmet Davut Göksu İle 'şehir Ve
İnsan' Sohbeti (tded.org.tr, 4 Aralık 2015), Mehmet Davut Göksu Hakk'a kavuştu
(milligazete.com.tr, 11.04.2021), Yazar Mehmet Davut Göksu hayatını kaybetti (aksam.com.tr,
11.04.2021), Sevda Kuşun Kanadında dizisinin proje tasarımını yapan Yazar
Mehmet Davut Göksu vefat etti (yasemin.com, 11.04.2021), Yazar Mehmet Davut
Göksu hayatını kaybetti (legazete.com, 11.04.2021), Mehmet Davut Göksu (etkinlik.com.tr,
11.04.2021), Mehmet Davut Göksu (mehmetdavutgoksu.com.tr, 11.04.2021).
Küçük tüpün üstündeki çay suyu kaynamaya
başlamıştı. Yükselen buhar odaya dağılıyordu. Daldığı derin düşünceleri,
dantelli süslermiş gibi gözünün önünde şekiller çizen buhar dağıtmıyor,
desenliyordu. Neden sonra fark edip toparlandı. Kaynar suyu demlikteki kaçak
çayın üzerine boca etti. Çaydanlıkları üstüne koyduğu tüpün altını kıstı.
Kerpiç evin küçük penceresine doğru baktı. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Sobaya
kömür atarak ateşi biraz da alevlendirdi.
Hava aydınlanmaya başlamıştı ama
dışarısı tam görünmüyordu. Soğuktan korunma amacıyla evin pencereleri dışarıdan
muşamba ile kapatılmış, tutturması için de birer çıta ile dört bir tarafından
dış duvarlara çakılmıştı. Kış mevsiminde başka türlü, evin sıcaklığını koruma
imkanı yoktu. Gerçi kerpiç ev sıcak oluyordu ama pencereler mutlaka muşamba ile
kapatılmalıydı. Zaten birkaç yağış sonra kar yığınları evin penceresine
ulaşıyordu. Çok yağan kara bir de dam küremesini eklerseniz bir ay içinde
kardan görünmeyen bir evde oturuyor oluyordunuz. Her yağan karın ardından hava
yumuşadığı ilk anda dama çıkıp küreme yapılmalıydı. Kar yağarken küremek
tehlikeliydi; bekletmek de... Bekleyen kara ayaz vurursa, damdan düşmelerin
sonu gelmezdi. Bu ölüme kadar gidebilecek bir tehditti. Hem kerpiç evin damında
karın kalması demek, toprak damın suyu çekmesi, ağırlaşması anlamlarına
gelirdi. Kar kalır, donar ve ağırlaşırsa dam bile çökebilirdi. Eğer kar kendi
erirse, seyredin şenliği; dam damlıktan çıkar, süzgeçliğe terfi ederdi. Zaten
akması ile meşhur olan toprak damlı kerpiç evinizde etrafa kap-kacak doldurur,
kar suyu toplardınız.
Bu arada çay da demlenmişti. Kahvaltılık
pek bir şey yoktu aslında; varsa yoksa lor... Ve lorun vazgeçilmezi, üzerine
döktüğü zeytinyağı, biraz kırmızı biber, hele hele bulunursa maydanoz... Memleketten
göndermeseler zeytinyağını nerden bulurdu? buna da şükür... Lor, Peynirden daha besleyici idi. Gerçek
böyle miydi yoksa doğru-düzgün peynir alamadıklarından mı böyle düşünüyor,
düşünmek istiyordu... Yine memleket işi biber salçası, bir de sıcak tarhana
çorbası... Tarhana yaa... O da olmasa, bu diyarı gurbette, parasız-pulsuz neye
yaslayacaksın sırtını... Döndü ve uyuyan çocuklarına baktı. Süleyman ve Emine
yer yataklarında yatıyordu. Oğlu ortaokula gidiyor, kızı ise ilkokulu yeni
bitirmişti. Odanın içerisinde biri büyük diğeri küçük iki somya vardı.
Büyüğünde eşiyle kendisi ve yeni doğmuş kızı, diğerinde ise küçük oğulları
Mehmet ve Rıdvan ayaklı-uçlu yatıyorlardı. Rıdvan dört yaşında Mehmet ise
sekizinde idi. Kendi yataklarının etrafını bir perde ile ayırmıştı. İkinci bir
oda daha vardı ama kiler gibi bir şeydi. Ne kalma imkanı vardı ne de onu
ısıtacak yakacakları...
Her şey neyse de küçüklerin üzerine
giyecekleri bir paltoları yoktu. Rıdvan evdeydi ama Mehmet'in okulu vardı.
Herkesin çocukları giyinip-sarınırken Mehmet kara önlüğü giyip gidiyordu.
Isıtırsa, önlük altından giydirdiği kazaklar filan ısıtıyordu. Gerçi bu durumda
başka çocuklar da vardı ama onlar doğma-büyüme buralı idiler; alışkınlardı.
Bizimkilerse yumuşacık Ege ikliminden çıkıp gelmişlerdi, Doğu'nun bu uç
şehrine... Okuldan çıkınca hemen eve gelmesini tembihliyordu. Çocuk bu dinler
mi? Saatlerce karın altında oynuyor, elleri-yüzü donmuş, dudakları morarmaya
başlamış olarak geliyordu. Sonra da uzun süre ellerinin uyuşmasından ağlıyordu.
Neyse ki ablası öğrenmişti de hemen ellerini
karla ovuyordu. Bu uyuşmayı engelliyordu. Ağlayıncaya kadar oynamak;
evet! Çocuk olmak böyle bir şeydi...
Kahvaltıyı hazırlamıştı. Büyük oğlan ve
kızı kaldırdı önce. Emine sofraya kırık zeytin çıkardı, Süleyman da
hazırlanmaya başladı. Sonra da Mehmet... En son evin babası, derken herkes
sofrada buluştu. Okula gitmeyen Fatma bebek ve Rıdvan hariç... Ardından herkes
tek tek ayrıldı evden. Kocası da çıktı. İşinden atılmıştı ama geri dönmek için
açtığı mahkeme ile ilgili görüşmeler yapıyordu. Memurdu. Hayatı mücadele ile
geçmişti. Önce sürgün, sonra işten atılma... Şartlar ağırdı ama mücadeleden
başka yol yoktu. Herkes seni bıraktığı ve terk ettiği zaman dahi yola devam
etmek bir şiar, bir hayat tarzıydı. Önce kendine, sonra dosta-düşmana karşı
ayakta kalmak pişmenin bir parçasıydı. En yakın tanıdığı, kendisinden neredeyse
binlerce kilometre uzaktaydı. Gerçi biraderine mektup yazmış, durumu anlatmış,
bu zorlu dönemi çıkarabilmek için bir miktar borç para istemişti. Çok geçmez
cevabı gelirdi.
Kadın bulaşık ve temizlik için kızını
suya gönderdi. Evde çeşme vardı fakat kış aylarında akmazdı. Borular donduğu
için suyu çeşmeden taşımak zorunda kalırdınız. İsterseniz alev tutarak açmaya
çalışır ve açardınız ama ertesi gün tekrar donardı. Bahar gelmeden kalıcı
çözümü yoktu. Uyuyan çocukların üstünü-başını iyice örterek kapıyı açtı. Evi
havalandırmak istiyordu. Üzerine annesinin hediyesi yünlü mantosunu giydi.
Varlıklı bir aileden gelip de yokluğu idare etmek zordu. Bu manto da geldiği
yeri hatırlatıyordu. Bir ara gözü pencere kenarındaki parlak makasa takıldı.
Çok güzeldi. Düğününde hediye edilmiş, yıllardır onunlaydı. Bu kalitede pek
kimsenin evinde olmazdı. Evet, evet Avrupa'dan gelmişti. Gelmişti gelmesine ama
kimin hediyesi idi; düşündü, hatırlayamadı. Ahh keşke dikiş işlerini biliyor
olsaydı... Şimdi ne kadar işine yarardı. Elbiseler dikerdi, çocukları ve
kendisi için. Gerçi evin bütün kazak ihtiyacını örmüştü ama dikiş başka bir
şeydi. İşte o zaman bu makasın hakkı verebilirdi. Aklına kumaş alacak
paralarının da olmadığı gelince, hayallerinin içi çekildi. Neden sonra kızı
Emine içeri girdi, dalgın annesine bakıp "Ev soğumuş" deyince
hatırladı kapının açık kaldığını, kapattı. Evin içi, kar kokulu taze hava ile
dolmuştu. Sobaya bir-iki kürek kömür attı. Bulaşık ve temizliğe daldı.
Ertesi gün Sebahat hanım gelecekti
ziyarete. Eşraftan, bilmiş-görmüş bir kadındı. Doğu'nun ücra bir kazasında
değil, hep Avrupa'da yaşamış ve yaşıyor zannederdiniz. Zevk sahibi, estetik
zekalı, otoriter, diplomat tavırlı bir Azeri muhaciri idi. Şehrin en güzel
evlerinden birinde oturur, oturduğu yerden her şeyin haberini alırdı. Burada
garip olduğundan mıdır, kadının kendisine karşı bir sevgisi vardı. Belki de
birbirlerine yakın olduklarını düşünüyordu. Anlaşılan bu kötü günlerde görmek
istemişti. Hiç bir şey yoktu ama ağırlamak da lazımdı. Un vardı. Hamuru yaptı,
kenara beklemeye bıraktı. Fırın yoktu, varsın olmasın, komşuda pişirirdi. Komşu
zaten ev sahibi idi. Bu arada Süleyman da Mehmet de donmuş olarak okuldan
geldiler. Hele Mehmet yok mu? Bulmuş birisinden bir demir paten saatlerce karda
dona dona kaymıştı. Bir paten eksikti zaten... O akşamı da bu tür düşünceler
içerisinde yaptı. Nasıl geçti zaman pek anlamadı.
Gece yarısı uyandı. Evin içinde orta
yaşın üzerinde bir adam vardı ve sobanın yanında oturuyordu. Şaşırdı, ama
paniklemedi. Nereden gelmiş, kim eve almış diye düşünmesine fırsat kalmadan
adam nuranî ve ferah çehresi ile elini uzattı. Elinde makası vardı. "Kızım
Ahsen, unuttun mu bu makası sana hediye etmiştim" dedi. Kendisine uzanan
makası alırken "kusura bakmayın ben sizi çıkaramadım" diyebildi.
Adam, gülümseyerek "bu makas sana tekrar hediyem olsun. Bununla güzel
elbiseler biçersin" dedi. Kadın, birdenbire gözlerini açtı. Gün doğmak
üzereydi. Evin içinde adam filan yoktu. Tamamen soluna, kalbinin üzerine
dönmüştü uykuda. Bunu hayra yordu. Bir gün önceki kederinden eser kalmamıştı.
Sanki dünyanın bütün iyilikleri ona bağışlanmış, bütün kederler
uzaklaştırılmış, bu yokluğun içinde lezzetli bir hayat bahşedilmişti. Kendisini
bir bebek kadar saf hissetti. Hiç kıpırdamadan bunları geçiriyordu zihninden...
Herkes uyuyordu. Pencereye doğru baktı; "makas" orada ve "ben
buradayım" diye bağırıyordu. Kalktı. Üzerine bir şeyler aldı. Daha erkendi
ve herkesi kaldırmak için vakit vardı. Gazyağı lambasının fitilini yükseltip
ışığını artırdı. Yünlü mantosunu yere serdi. Pencereden makası aldı. Ve hiç
düşünmeden mantoyu kesmeye başladı. Göz kararı ölçümler yapa yapa ayırıyor,
bazı yerleri de söküyordu. Gümüş rengindeki makas, adeta bir işe yaramanın
zevki ile "gıyk gıyk" sesleri çıkararak yünlü kumaşın içinde
ilerliyordu. Kadının eli otomatiğe bağlanmış gibi işliyordu. En sonunda kesme
işlemlerini tamamladı, parçaları ayrı ayrı yerlerde topladı. Bir ara çocukları
Mehmet ve Rıdvan'a baktı. Sonra parçaları birbirine iğne altı dikmeye başladı.
Havanın aydınlandığını görünce dikme işlerine ara verip kahvaltı hazırladı.
Herkesi yedirip-içirip gönderdi. Sonra tekrar mantosunun başına oturdu. Kızı
şaşkın şaşkın annesine bakıyordu. Mantosunu parçalamıştı. Kadın, manto
parçalarını birbirine ekleyip durdu saatlerce... Sonra ortaya iki tane gocuk
çıktı. Hem yünden hem başlıklı... İp uydurup ekleme ilikler yaptı. Mantosunun
düğmelerini de kullandı. Bir-iki saat içinde olup bitmişti. Kız "Anne
nasıl yaptın? Sen dikiş bilmezsin ki..." deyince kadın kendine geldi.
Durup önündeki iki yeni gocuğa ve bir de makasa baktı. Gerçekten de nasıl
yapmıştı? Nasıl cesaret etmişti kendisi bile anlayamadı. Fazla da düşünmedi.
Dünden beklemeye koyduğu hamuru açmaya ve misafir için börek yapmaya koyuldu.
Mehmet okuldan erken gelmişti. Gocukları
ikisine de giydirdiler. Çocuklar da şaşkındı. Arkadaşlarınınki birbirine benzer
fason üretim iken kendilerinin çok ilginç gocukları olmuştu. Hemen dışarı çıkıp
karın içinde yuvarlanmaya başladılar. Gocukları test ediyorlardı. Bir ara karın
içine yatıp havaya doğru baktılar. Hayır
hayır, sırtları üşümüyordu. Bu gocuklar kar, fırtına geçirmiyordu. Bir de
kahverengi idiler. Etraftaki çocuklardan biri "Nerden buldunuz bu ayı
postlarını" deyince gocukların markası da ortaya çıkmış oldu: Ayı postu...
Artık Mehmet'le Rıdvan'ın ayakları yere değmiyor, "Bizim ayı
postumuz" var diye dolanıyorlardı.
Kadın böreği komşunun fırınına kızıyla
gönderdikten sonra odaya odaklanmış bir tavırla baktı. Bakıyor ama
düşünmüyordu. Harekete endekslenmişti. Gözüne başka bir elbisesi ilişti. Hemen
onu da kesmeye başladı. Kareli bir kumaştı. Bunu da Süleyman'a bir mont
yapmalıydı. O sırada Sebahat hanım, sağında solunda kızı ve gelini, ayağında
devasa çizmeleri ile bir derebeyi edası içinde evin köşesinden döndü. Sokağın
bitimine kadar bir kızakla gelmişlerdi. Kızların ellerinde bir-iki çanta vardı.
Belli ki ihtiyaç vardır diye bir şeyler getirmişti. Kadın, çocukların
"Sebahat teyze"çığlıkları ile kendisine geldi. "Bak annemiz bize
ayı postu yaptı". Sebahat hanım şaşkınlık içinde çocukların üzerindeki
gocuklara bakarken gözlerinden öpüyor bir taraftan da "Ooo ne güzel bir
şeymiş bu" diyordu.
Oturuldu, yenildi, içildi, konuşuldu.
Neden sonra Sebahat hanım biraz susup önüne baktıktan sonra başını kaldırdı.
"Kızım Ahsen, sen dikiş mi yapıyorsun?" deyince kadının ağzından
"Evet" cevabı döküldü. "Neyle? Makinen var mı?" sorusuna
cevap ise ortada idi: "Yok". Sebahat hanım başka bir şey demedi.
Yalnız kadının kızı annesine şaşkınlıkla bakmıştı. Annesi az evvel "Dikiş
yapıyorum" demişti. Aslında kadın da ne dediğinin farkında değildi. Ertesi
gün öğleye doğru kapı çalındı. Sebahat hanımın oğlu ve kızı vardı. Anneleri
"Benim dikişlerimi de diksin" diye dikiş makinesi ve bir torba da
dergi göndermişti. Şaşırdı ama aldı. Torbanın içinde bir sürü Avrupaî giyim
dergileri ve onların elbise modelleri vardı. Kadın bunları incelemeye koyuldu.
Bir-kaç gün sonra komşu kadın geldi.
Elinde bir kumaş vardı. Dikiş diktiğini duymuş, kendisine kaça elbise
yapacağını soruyordu. Gelenleri gelenler izledi. Kumaşını kapan soluğu
"terzi"nin evinde alıyordu. Gümüş renkli makas her gün yeni bir
kumaşla tanışıyor, her gün yeni bir kumaşa şekil veriyordu. Çocuklar hayran
hayran makasın, kumaş keserken çıkardığı ve dişleri gıcıklandıran "gıyk
gıyk" sesini dinliyorlardı.
Makasın sesine, dikiş makinesinin sesi
karışıyordu. Gündelik hayatlarının bir parçası olmuştu. Çok çalınmayan kapıları
dolup-taşmış neredeyse kazanın bütün aileleri ile tanışmışlardı. Çocuklar her
okuldan geldiklerinde evlerinde başka başka teyzelerin ve ablaların olduğunu
görüyorlardı. Kazanın tek erkek terzisi, "Hocam, yenge bizim hanıma bir
elbise dikmiş, müthiş... İyi biliyormuş terziliği, hiç söylemedin"
dediğinde adam da şaşırmıştı. Evde bir şeyler oluyordu ama o, kendisini o kadar
mücadelesine kaptırmıştı ki farkında bile değildi. Akşam eve gelince dikkatlice
bakıp, birkaç askı ve asılı duran teyelli elbiseleri şimdiye kadar nasıl fark
etmediğine şaşırdı.
Kadın, bazen işe ara veriyor,
nefesleniyor ve makasa bakıyordu. Aralarında bir bağ oluşmuştu. Kabiliyetinde
bu makasın payını düşünüyordu. Makas, kendisine ikilikleri bir yapmayı ders
edinmişti. Ne zaman ağzı ikiye açılsa, tekrar birleştiğinde görevini yapıyordu.
Kesmesi, bir olmasına, birleşmesine bağlıydı. Ancak o zaman kumaşın üzerinde
söz sahibi oluyordu. Yoksa herhangi bir demir parçasından farklı değildi ve bir
hükmü yoktu. Evet, iki parçadan yapılmıştı ama işte o ahenkli sesi çıkaran
hareketi ile görevini yapıyordu. Makaslar insan gibi bazen köreliyordu da...
Keskinliğini kazanması, bilenmesi gerekiyordu. Gerçi kendi makasının hiç
köreldiği olmamıştı. Farklı bir maddeden yapılmış olmalıydı. Makas, kumaşı
çoğaltıyor, parçalıyor ama anlamlı bir şekilde bir araya gelmesinin kapısını
açıyordu. Kumaş da nerelerinin işe yarayacağını, hangi parçalarının fire
olacağını anlıyor ve bir elbise olup çıkıyordu.
Kadın, yıllarca terzilik yaptı. Kocası
emekli olunca memleketlerine döndüler. Artık çalışmasına ihtiyaç kalmamıştı.
İhtiyaç yoktu ama "para kazanayım" diye düşündü. Tekrar eline makası
aldı. İçinde ne bir heves oluştu, ne de bir heyecan vardı. Bir şeyler yaptı.
Kumaşlar aldı kesti, biçti, dikti; beğenmedi. Model kitapları, dergileri aldı;
baktı, baktı: Kafası almadı. Her neyse, o büyü bozulmuştu. Ne kumaşlar ona
yarıyor, ne makas anlamlı kesişler yapıyordu. Kabiliyetinin alındığını düşündü.
Gümüş renkli makasını aldı ve hatıra sandığının içine, bir bohçaya koydu. Aile
kalabalıklara girdi. Çocuklar büyüdü evlendi. Akrabalar çoğaldı. Düğünler oldu,
dürüler hazırlandı, bohçalar yollandı. Bir ara makasın kaybolduğunu fark etti.
Bohçalar arasına karışıp birisine hediye gittiğini sandı. Kim olduğunu bilemedi
kadın; yeni bir ihtiyaç sahibine gittiğine yordu.
KAYNAK: Hayatın Makası (mehmetdavutgoksu.com.tr,
11.04.2021).