Hikâye ve oyun yazarı (D. 29 Haziran 1931, Ortaköy / İstanbul - Ö. 31 Aralık 1983). Tam adı Zeliha Sevim Burak. Annesi Bulgaristan’dan gelip Kuzguncuk’a yerleşen Mandil adlı bir Musevi ailenin kızıdır, sonradan Müslüman olarak Aysel Kudret adını almıştır. Babası Seyfi Kaptan olarak anılan Seyfullah Mehmet Burak’tır. Nakkaştepe 45. İlkokulunu ve Alman Lisesi ortaokul bölümünü bitirdikten sonra genç yaşta hayata atılarak mankenlik, kitabevi tezgâhtarlığı ve terzilik yaptı, kendi açtığı giyimevini yönetti. İki kez evlendi, ayrıldı, iki çocuk sahibi oldu. Amerika’ya, Avrupa’ya ve Afrika’ya çeşitli nedenlerle gitti. Nijerya’da, ayrıldığı eşi ressam Ömer Uluç’la birlikte bir buçuk yıl yaşadı. Buradaki izlenimlerinin Afrika Dansı hikâyesinde güçlü etkileri olmuştur. Kalp ameliyatı geçirmek üzere yattığı Haseki Hastanesinde ameliyat edilemeden öldü. Nakkaştepe Mezarlığında yatmaktadır.
İlk
hikâyesini on iki yaşında yazdı. Asım Bezirci’yle yaptığı söyleşide ifade
ettiğine göre, hikâyedeki delikanlının şu sözleri Sevim Burak edebiyatının
başlangıcıdır: “Bu güleryüzlü delikanlıya iyi bakın, onu ilerde
bulamayacaksınız, o bilhassa kendini hiç belli etmiyor”. Yayımlanan ilk
hikâyesi 1951’de Yeni İstanbul gazetesinde çıkan “Büyük Günah”, gazetenin
katıldığı Dünya Hikâyeleri Yarışmasında ilk altı içine girdi. İlk hikâyeleri Hırsız,
Her Şey Beyazdı, Büyük Günah, Mankenin Hayatı, 5’ten Sonra 1950-54 arasında
Ulus, Yeni İstanbul, Milliyet gazetelerinde, Yenilik, Türk Dili ve
Dost gibi dergilerde yer aldı.
İlk
kitabı Yanık Saraylar’la tanındı. Asım Bezirci, bu kitabın bilinç
akışının başarılı örneklerinden biri olduğunu yazdı. Selim İleri’ye göre ise bu
öykülerde “biraz aristokrasi, biraz soylu düşkünlük, bir hayli de piyasa romanı
mutsuzluğu Burak’ta olağanüstü duyarlı, bambaşka incelikli bir yapıya
kavuşmuştu.” Eski İstanbul’un yarı geleneksel yarı batılı yaşantısını özgün bir
dille anlattı, yer yer Tevrat’ın anlatımından yararlandı. Sözdizimi ve yazım
kurallarını zorlayarak yer yer şiire yaklaşan bir anlatım oluşturdu. Aradığı
anlam uğruna dil içinde en uç noktalara kadar gitti. 1972’de yazmaya başladığı,
ölümüyle yarım kalan romanı Mach 1 sonradan tarafından basıldı (2003). Yanık
Saraylar’dan sonra uzun bir suskunluk dönemine girdi.
Yanık
Saraylar’ın dili, Tevrat diline öykünen
parçalı bir dildir. Parçalanmış bu dilin Sevim Burak’a özgü tarafları, Sahibinin
Sesi adlı oyunda izlenebilir. Böylece başka dünyalar da girdi edebiyatına
ve yepyeni dil oyunları denemeye başladı. Daha sonra Everest My Lord’da
yabancı sesiyle konuşulan dili, yazılan dil olarak irdeledi. “Annesinin ve
babasının ayrı ayrı dillerini tuhaf bir terkip içinde bir araya getirerek
kurduğu kendi üslubunda başlattığı dil sorgulamasına, yazar olarak katettiği
yoldaki kazanımlarını ekleyerek, tekrar tekrar kendi kimliğini, tarihi
oluşturmaya devam eder.” (N. Güngörmüş) Son yazdıkları Everest My Lord/İşte
Baş, İşte Gövde, İşte Kanatlar adıyla ölümünden sonra yayımlandı. Oğlu
Karaca’ya yazdığı mektuplar Mach I’dan Mektuplar’da toplandı. Sahibinin
Sesi 1985’te Devlet Tiyatrolarında sahnelendi. Oyunları ölümünden sonra
farklı yorumlarla çeşitli tiyatrolar tarafından defalarca oynandı.
“Seviyordu yazdıklarını. Yazı düzenlemelerini değil,
anlattığı kişileri seviyordu, onların uyumsuzluklarından büyük tat alıyordu. (…) Sevim Burak’ın kıkırdamaları
yazılarının temelinde yatan derin bir humor’dan geliyordu. Sevgisini yitirmeyen
bir humor’la yaklaşıyordu kişilere.” (Memet
Fuat)
“Öykülerinde ‘anlam’ı ve ‘hikâye’yi tümüyle
reddedip dilsel/biçimsel denemeler peşine düşen Burak’ın öykü dünyası
‘şifre’lerle döşelidir. Öyküleri tümüyle kapalı, örtük, hatta zaman zaman da
‘şahsî’dir. Bu yüzden de öykü dünyasının deşifresi zordur. Zaten o da anlaşılır
olma peşinde değildir. O ortaya çıkan şeyin neye benzediği ile değil, ‘yazı’nın
kendini yansıtıp yansıtmadığı ile ilgilidir. Çok okunmayı bir zaaf olarak kabul
eden Burak, ‘halka inmiş yazar’ sözünü bir yazarı eleştirmek için kullanır.
Seçtiği edebiyat anlayışıyla edebiyat dünyasının yerleşik anlayışlarını, iktidar
düzenini reddeden Burak’ı, edebiyat dünyası/iktidarı da kendi bünyesine kabul
etmemiş, yazdıkları yayın aşamasında bile engelle karşılaşmıştır. Bu da onun
yalnızlığını, kırılganlığını ve doğal olarak da başkaldırısını derinleştirmiştir.”
(Necip Tosun)
“Aslına
bakılırsa Sevim Burak’ın metinlerinde kadınlar ve azınlıklar merkezde yer alır.
Onlar üzerinden kurar metinlerini. Fakat her zaman hikâye edileni, resmedileni
gölgede bırakan bir tarafı vardır onun metinlerinin. Hatta son dönem
yapıtlarında hikâyeyi ve temel dilsel yapıları o kadar bozar ki, değil gölgede
kalmak artık bu ögeleri tam olarak seçip teşhis etmemiz bile zorlaşır.
Dolayısıyla biz istesek de istemesek de Sevim Burak kalemi eline alıp yazmaya
oturduğu zaman, görünüşe göre, kadınların ya da azınlıkların toplumsal durumunu
irdelemek için yazmış değildir. Başka bir niyeti veya çabası vardır sanki.
Başka bir meselesi vardır.” (Nilüfer
Güngörmüş)
“Kategorileri,
sınıflamaları uygulamayın ona. Anlatım öğelerini saymak, bu özelliklerden
hikâyelerin niteliğini elde etmek onun hikâye örgüsünü çözmek için kullanılacak
sağlam yöntemlerden biridir. Anlatımı, sinirli, kesik, yer yer açıklığı yitiren
-bunu kapalı sözcüğüyle karşılayamayız- öğeler taşıyor. Bu anlatım özelliği de
anlattığını sanatlı anlatmaktan çok, anlattığının çekimine kapılan, yer yer
konsantre olan bir yazan sunuyor bize.” (Doğan
Hızlan)
ESERLERİ:
HİKÂYE:
Yanık Saraylar (Ö. Uluç’un resimleriyle, 1965), Afrika Dansı
(1982), Ford Mach I (Haz. Nilüfer Güngörmüş, 2003)
OYUN:
Sahibinin Sesi (oyun, 1982), Everest My Lord / İşte Baş İşte Gövde
İşte Kanatlar (roman-3 perde-oyun, 1984).
DİĞER
ESERLERİ: Mach I’dan Mektuplar (oğluna mektuplar, 1990), Palyaço Ruşen
(1993).
HAKKINDA: Doğan Hızlan / Doğrular
(Yeni Dergi, sayı: 9, Haziran 1965), Selim İleri / Yanık Saraylar Üzerine (Yeni
Dergi, Ağustos 1974), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Cemal
Şakar / Sevim Burak Kendini Neden Anlatamıyor (Hece-Türk Öykücülüğü Özel
Sayısı, sayı: 46-47, Ekim-Kasım 2000), TBE Ansiklopedisi (c. 1, 2001), Necip
Tosun / Düşler, Karabasanlar, Saplantılar Peşinde, Anlamı ve Dili Reddediş:
Sevim Burak (Hece, Aralık 2002), Nilüfer Güngörmüş / A’dan Z’ye Sevim Burak
(2003).
Etkileyicidir
Samuel Beckett, kalem gibi gövdesi, keskin yüz çizgileri, atmaca burnuyle.
Beckett, Sevim Burak’ın “Afrika Dansı” adlı öyküsünde bu görünüşüyle
belirivermektedir.
“Afrika
Dansı”, Beckett’i belli ki benimseyerek okumuş olan Sevim Burak’ın umutla sona
erdirilen tek öyküsüdür. Başkişi, çetin bir kalp ameliyatından sonra “tekrar
hayata dönmenin” diliyle konuşarak bitirir öyküyü: “Ben kalabalığın insanıyım /
kalabalıkta seçimimi yapacağım / renkli / çeşit çeşit insanları görüp en
güzelini seçmek istiyorum.” Bundan böyle yaşamanın anlamı dışarıya açılmaktır,
insan arasına karışmak, eş aramaktır.
“Afrika
Dansı”nda hastalık geçici bir gövdesel felaket değil, bütünüyle olumsuz bir
yaşamın doğurgusudur. “Genç kız masumluğu” ve “unutulmayan ilk aşk” yıllarından
bu yana yaşam, yalnızlık, düşüş, mutsuzluk süreci olmuştur. Ama henüz
bitmemiştir öykünün başkişisi. Hâlâ O’nu, “tanımadığı ve kendisine âşık olduğu
birini” aramakta, olumlu yaşama dönmek umuduyle direnmektedir. Afrika’da,
Türkiye’de düştüğü hastanelerde ölüm-dirim karşıtlarını kesin çizgileriyle
yaşar başkişi.
Hastaneye
yatırılınca artmıştır ölüm korkusu. Buyurucu doktorlar, hastabakıcılar, koğuş
yaşantısının sıkıdüzeni, dirimin kaynağındaki haz duyma yetisini denetim altına
alan işleyimleriyle bütün bir iyileştirme dizgesi hastanın gözünde acımasız bir
yetkeye dönüşmüştür. Sorgulayıcı, suçlayıcı yetke. Hastanın yanlışlıklarını
belirler, gövdesindeki dirimi zayıf düşürdüğü için yargılar onu. Tam bir
teslimiyet içinde ruhunu açar hasta. Zihni, anılar, düşler, sanrılarla
karmakarışıktır. Yitirdiklerinin altında kalmamak için direnmektedir. Direnç
dirimin geriye kalanıdır. Bir tarikat İsa’nın Atlas Okyanusu’ndan geri
gelmesini beklerken, hasta da yaşamın sanrıların, karabasanların arasından geri
gelmesini beklemektedir. Tek başına geçirmeyeceği bir yaşam düşlemektedir.
Hasta
yalnızlık duyguları içinde üretir Beckett imgesini. Çıkış noktası Beckett’in
burnudur. Hastanın iyelenmek istediği savaşım gücünü, eril niteliği
simgelemektedir atmaca burun. Hasta “kadınlar koğuşunun kapısı önünde”,
doktordan öbür hastalara dek herkese “meydan okur gibi” dururken yüzünde
“Balwalwa” maskesi vardır. Yalnızca erkeklerin taktığı “kavgacı gaga burunlu”
bir maske. Erkek, hasta için, olmazsa olmaz bir tümleyicidir. Bu nedenle,
yaşamak eşsiz kalmamaktır.
Ne
var ki, eş bulmak umudu Sevim Burak’ın yapıtında sıradışı bir duygudur. Öbür
metinlerde başkişilerin önü kapanmış, geleceğe ulaşma umutları kalmamıştır.
“Afrika Dansı”nı izleyen bir “Gece Yemeği”nde bir kız kurusu yalnızlığıyle
başbaşa kalmıştır. Fiillerin çekim zamanları, söyleşimlerle iç konuşmalar
birbirine karışır bu öyküde, bütün dünya içe ve geçmişe dönük hale gelmiş,
geçmiş geleceğin yollarını çoktan kapatmıştır. Düşüş izleği ön düzlemdedir.
Başkişi, “Düzenli, huzurlu bir şekilde asırlarca yaşamış büyük bir aileden”
yalnızlığa, konaktan “tavanları üstüne geliyormuş gibi olan” bir eve, sıradan
yaşantıya dönüşmüştür. (…)
Keder,
Sevim Burak’ın anlatımında içten içe varolması yeğlenmiş bir duygudur. Anlatı
ile öykü kişisi arasındaki eleştirel uzaklık azaldığı ölçüde ön düzleme çıkar.
Konak artığının geçmişe de şimdiye de uzak kalarak tarihten ayrı düşmüşlüğün
duygusudur. “Osmanlı Bankası”nın başkişisi kederle algılar yaşamı, ama
bulunduğu konumdan ayrılmak istemez. Bir yandan anneannesinin entarisini
giyerek geçmişle özdeşlenir, öbür yandan aynı entariyi, yani artık olmayan
geçmişi, dış dünyaya karşı kalkan olarak kullanır. Yangınları onunla söndürür,
kurumları onunla temizler. Tarihe katılmaktan kaçar tarihe katılarak kirlenmek
istemez gibidir. (…)
(Okuma Defteri,
1995)