Fotomodel,
reklam, sinema ve dizi film oyuncusu, öykü ve oyun yazarı. 11 Ocak 1956, Bursa
doğumlu. Amerikan Kız Koleji mezunu. Öyküleri ile sinema, edebiyat ve kadın
konularındaki yazıları çeşitli dergilerde yayımlandı. 1973-74 arası fotomodel,
1973-1980 arası sinema oyuncusu olarak
(1974-80) çalıştı. Reklam ve sinema oyuncusu olarak çeşitli ödüller aldı.
1977 Antalya
Altın Portakal Film Festivalinde en iyi kadın oyuncu seçildi.
1979 Kültür
Bakanlığı En İyi Senaryo Ödülünü, 1984 De Yayınevi Masal ve 1985 Akademi
Kitabevi Öykü yarışmalarında mansiyon aldı.
ESERLERİ:
Öykü: Sessiz Çığlıklar (1986), Kadırga’da
Son Horon (1987), Sekiz Kadın (1988), Hayat Bizi
Yaşar (İlk iki kitabındaki öyküler toplamı, 1995).
Oyun: Yalnız kadın (1986).
Ödülleri:
1977'de 14. Antalya Film Şenliği En İyi Kadın
Oyuncu (Kara Çarşaflı Gelin)
1979'da Kültür
Bakanlığı En İyi Senaryo Ödülünü,
1984'te De
Yayınevi Masal ve 1985 Akademi Kitabevi Öykü yarışmalarında mansiyon aldı.
Rol Aldığı Sinema Filmleri:
O'na Çirkin
Kral Derlerdi (1984)
Güneşli
Bataklık (Zehra, 1977)
Kara Çarşaflı
Gelin (Gülüşan, 1975)
Hababam
Sınıfı Sınıfta Kaldı (Semra Hoca, 1975)
Bir Gün
Mutlaka (Sultan - Akif'in eşi, 1975)
Yalnız Adam (Semra/Reyhan,
1974)
Erkeksen
Kaçma (Fatma, 1974)
Arkadaş (Âzem'in
Arkadaşı, 1974)
Anadolu
Ekspresi (Zeynep, 1973)
Rol Aldığı Diziler:
At Gözlüğü (1978)
Rol Aldığı Tv Filmleri:
Yörük Elif (1978)
Rol Aldığı Kısa Filmler:
Ferhat (1974)
KAYNAKÇA: Türkiye’de Kim Kimdir? (2000),
TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), İhsan Işık / İhsan
Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007).
Patlama
korkunçtu. Yükselen duman bulutu mantar biçimini almış ve sanki gökyüzüne asılı
kalmıştı. Atom bombası gibi... Hiroşima’yı anlatan bir film geldi aklına. Aynı
şeyi Turgut’un da düşünüp düşünmediğini sormak için döndü. Turgut yerinde
yoktu! İnanamadı. Patlamanın şiddetiyle önünde havalanan tozu uzaklaştırmak
için eliyle havayı yelpazeledi. Gözlerini kırpıştırarak baktı. Ama, Turgut
yoktu işte! Az önce üzerinde durduğu toprak da yerinde değildi... O zaman başını
eğdi. Aşağıya bakmak istemiyordu. Görebiliyordu: Turgut tanınmaz halde, koyu
bir kan şeridiyle çevrelenmiş yatıyordu. Öyle olmalıydı. Selim kendisini hep
öyle düşlemişti. Ya Turgut? Hiç konuşmamışlardı. Ama mutlaka düşünmüş
olmalıydı. “Çıldırıyorum...” diye mırıldandı; Turgut yoktu ve o aşağı bile
bakmadan bunları düşünüyordu. Baktı: Turgut kırk-elli metre aşağıda, başı yana
eğik, sırtüstü yatıyordu. Uyuyor gibi... Boynu kırılmış olmalıydı. Öylece
kıpırtısız yatıyordu işte... Çığlık atmış mıydı düşerken? Kulağını gecikmiş
çığlığı duymak istercesine dikti. Şu tekdüze “Bip! bip! bip!” seslerinden başka
bir şey duyulmuyordu. Birden içinden yükselen bir çığlıkla sarsıldı. O garip, o
sinsi sevinci bastırmaya çalışan bir çığlıkla... Ölümden de korkunçtu bu. Düşünmek
istemiyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Bu durumda ne yapması gerektiğini düşündü.
Haber vermeliydi. Kurulmuş hareketlerle telsizini çıkardı, açtı: “Koca Yayla”
diye seslendi, “Koca Yayla... Yayla 19 konuşuyor...” Karşı taraftan, “Evet
Yayla 19,” diye ses verdi bir görevli. “Mühendis Turgut...” diye heyecansız bir
tonla konuştu o zaman Selim, “Acele güvenlik ve ambulans gönderin. Yerimiz sol
yaka, memba, dip savak... kazı yeri. Tamam.” Telsizi kapatırken ikircikli
durdu: Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordu? O, aşağıda yatan insan onun çok
yakın dostuydu. Bu dev çukurdaki tek dostu belki de. Öyleyse... Duyduğu utançla
başındaki kaskı bilinçsizce çıkardı. Güneşi, tepesinde sallanan ateş topunu
beyninde hissetti hemen. Adeta korkuyla yeniden geçirdi kaskı basma. Aşağı
baktı: Turgut’un yanında birkaç kişi vardı artık. O da inmeliydi, daha fazla
geciktiremezdi, Turgut en iyi dostuydu. içinden her şeye lanet okuyarak kaygan
topraktan koşar adım aşağıya indi. Turgut’un basında dikilen dört işçi onun
geldiğini görünce saygıyla iki yana açıldılar. Ötekiler, kovandaki arılar gibi,
hiçbir şeyin farkında olmaksızın “Bip! bip! bip!” sesleri arasında
koşuşturuyorlardı. Selim, ölünün başında kaskını çıkararak durdu. Turgut bu
sesleri duymuyordu artık, inanamayan bakışlarla baktı. Öyleyse arkadaşı mutlu
bile sayılabilirdi. Artık ne bu korkunç sesler, ne yalnızlık, ne de ölüm
korkusu... Bu koskoca vadinin, bu dev oyuğun ortasında huzurlu bir nokta olarak
yatıyordu işte. Üzüntü duyamayışının, hatta içinde kabaran şu sinsi sevincin
nedeni bu muydu yoksa? işçilerden biri, elini başsağlığı dilercesine onun
omzuna koydu. Sonra ürkek, çekti. Selim dönüp baktı ona. Sonra ötekilere. Onlar
gibi olabilmeyi nasıl da istiyordu. Böylesine rahat ve her şeyi kabullenmiş...
Ambulans
geliyordu. Silkindi. işçiler anlamamışlardı, ama ambulanstaki doktor
arkadaşı... Arkasını döndü. Seslerden, arabanın durduğunu, doktorun inip
Turgut’un başına koştuğunu çıkardı. Az sonra karşısındaydı genç doktor. “Nasıl
oldu?” diye soruyordu. Selim, başı önünde, “Bilmiyorum,” diye mırıldandı.
“Birlikte patlamayı izliyorduk. Sonra baktım ki... yok.” Doktor kısa bir süre
onu süzüp, “Ya” dedi kısaca, “Neyse, az sonra savcı burada olur. Ona daha ayrıntılı
bir ifade verirsin artık.”
Selim,
tedirginliği daha da artarak öylece durdu bir an. Sonra işçilerin şaşkın
bakışları arasında hızlı adımlarla, başı önünde uzaklaştı. Beton üretim
merkezini geçti. Az ileride Jumbolar’dan biri ayaklarını yere dayamış, dev bir
kayayı oyuyordu. Bu öğleden sonra vadideki çatlakları örtmek için Turgut’la
birlikte beton dolgu işine başlamaları gerekiyordu. Turgut’la birlikte...
Geldiği günden beri hiç ayrılmamışlardı ki zaten. Geceler boyu aynı sıkıntıyı,
yalnızlığı, geleceğe yönelik düşleri paylaşmamışlar mıydı hem? Öyleyse neden bu
kadar donuktu? Niçin içinden ağlamak gelmiyordu? Erkek olduğu için mi? Yoo,
nişanlısından ayrılıp buraya gelirken bile nasıl ağlamıştı? Ucunda ölüm yokken
bile. Yok muydu? Elini bunaltıyla başına götürüp saçlarını çekiştirdi. Son
zamanlarda artık düş bile kuramıyorlardı... Birden kulağının dibinde patlayan
bir “Bip! bip! bip!” sesiyle sıçradı. Şu dev 777ler’den biri geri geri üzerine
geliyordu! Önce yavaş yavaş geri çekilmeye başladı Selim. Kamyonun durmadığını
görünce bağırmaya başladı. Ama bu gürültüde şoförün duyması olanaksızdı.
Koşmaya başladı o zaman. Tepeye doğru tırmandı. Ancak, az ileride bir dozer,
önüne takılmış dev bıçakla toprağı düzelterek yol açıyordu. Selim iki dev
boyutlu aracın arasında panik içinde durdu. Giderek artan bir çaresizlikle
çevreye bakarken, 777’nin durup damperindeki kumu boşalttığını gördü. “Çok
şükür!” diye soluğunu bıraktı. 777’nin geri vitesteyken çıkardığı “Bip! bip!”
uyan sinyalini son anda duymasaydı... Tanrım, yaşam ne kadar pamuk ipliğine bağlıydı
burada. Başını kaldırıp, hem kendi ekseninde hareket eden, hem de aşağı yukarı
inip çıkan dev vince baktı. Kafesinde insanlar vardı, işçiler. “Korkusuz
işçiler” derdi Turgut onlara, gülerek... Şimdi şu kafes bir kopsa...
Az
ileride çelik paletleriyle bir kepçe, toprağı kazıp kaldırarak bu yana doğru
tırmanıyordu. Ama şoför onu görmüştü, elini kaldırarak selamladı genç
mühendisi. Selim, aynı tedirgin yüzle, belli belirsiz karşılık verdi ona. Bu
halde daha fazla dolanamazdı ortalıkta. Hem neredeyse öğle tatili olacaktı.
Havai hatta ulaştığında, araç içindeki iki kişiyle hareket etmek üzereydi.
Yukarı tırmanırken adamların yüzlerine baktı; olayı henüz duymadıkları
belliydi. Söylemeyi düşündü, vazgeçti hemen. Şimdi sorular... Dışarı baktı.
Derivasyon tüneline su verebilmek için yapılan birinci batardo çoktan bitmişti.
Ana batardo, yani baraj da çok yakında şu azgın nehrin karşısına taştan bir
canavar gibi dikilecekti. insan yiyen bir canavar gibi. Çimento, taş, demir,
et, kan... Mühendis Adnan’la Vahap birinci batardo yapılırken ölmüşlerdi. Öteki
mühendis arkadaşları İsmail, Mustafa, Türker ana batardo yükselirken memba
tarafında, Namık da mansapta yitirmişti yaşamını. Turgut yedinciydi. Birden
irkildi. “Yedi, yedi, yedi,” diye tekrarladı farkında olmaksızın. “Yedi...”
Beynini zorladı, neydi bu sayının sırrı? Yanıt bulmak istercesine yeniden
baraja baktı. Gözleri, kızgın güneşin nehir sularına vuran şavkıyla kamaştı,
başını çevirdi. (…)
(Hayat Bizi Yaşar, 1995)