Ayşegül Ünal

Yazar, Şair

Doğum
17 Mayıs, 1984
Eğitim
Yayıncılık Yönetimi Yüksek Lisans
Burç
Diğer İsimler
Ayşegül Ünal İnan

Şair ve yazar. 17 Mayıs 1984, Vezirköprü / Samsun doğumlu. Tam adı Ayşegül Ünal İnan. Merhum şair ve yazar Olcay Yazıcı, eşi tarafından akrabasıdır. On bir yaşına kadar doğduğu ilçede yaşadıktan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’un Sultanbeyli ilçesine, on yedi yıl bu ilçede ikamet ettikten sonra İstanbul’un Sancaktepe ilçesine taşındı. Vezirköprü’de Zeki Cevher İlkokulu (1995), İmam Hatip Lisesi ortaokul kısmını bitirdikten (1996) sonra Sultanbeyli İmam Hatip Lisesi (2001) ve Sakarya Üniversitesi Sakarya Meslek Yüksek Okulu Halkla İlişkiler bölümünden mezun oldu. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İşletme bölümünü bitirdi (2008). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Yayıncılık ve Yayıncılık Yönetimi bölümünde yüksel lisans yapıyor.

Ayşegül Ünal, üniversite öğrenciliği yıllarında, vekil öğretmenlik, muhabirlik ve radyo programcılığı yaptı. Birçok farklı işte çalıştıktan sonra, 2005 yılından itibaren bir özel sektör kuruluşunda, Endüstriyel Atık Yönetim ve Planlama personeli olarak çalışmasını sürdürdü. Çalışma hayatına İstanbul Kültür A.Ş.' de editör olarak devam ediyor. Deniz İnan'la evlidir.

2001 yılında ilk şiiri (Gece Hikâyesi) ile Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi ve Ayna dergisinin düzenlediği ulusal şiir yarışmasında 3. lük ödülü aldı. Ayşegül Ünal’ın hikâyeleri, Dergâh ve Hece Öykü dergilerinde; şiirleri Dergâh, Kırklar, Yolcu, Dergibi, Ayna dergilerinde yayımlandı. Şehir ve Kültür dergisinde gezi yazısı yayımlandı. Radyo Expres’te "Düş Aralığı" (2002), Radyo Aktif’te "Kültür Sanat Bülteni" (2003) programlarını hazırlayıp sundu..

ESERLERİ:

Öykü: Siyah Tayyörlü Kadın (2012, 2014), Ortasından Deniz Geçen Bir Hikâye (2016).

Şiir: Minik Kadının Mücevherleri – Matruşka (2012).

KAYNAKÇA: TYB Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 2013 / 2012 Öykü Kitapları (2013), 2012 Öykü Kitapları (Edebiyat Ortamı - Öykü Yıllığı, (2013), İstanbul’un Şiiri Dünyanın Şairi, İstanbulensis 2. Uluslararası Şiir Festivali Kitabı (2013), 2012 Öykü Kitapları (Hece Öykü, 2013), Bilgi Formu (2013, 2016), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 12, 2019).

      

 

                                                                                                     

 

ABBAS VE ZEHRA

(Zehra’yla Abbas uçuyorlardı. Hani filmlerde olur ya, siyah gölgeler gibi Ay’ın önünden geçiyorlardı.)

 

Abbas, mahallenin kara çocuğu. Çocuk dedikse ergenliğinin başlarında delikanlı aslında ama kimsesizliği yüzünden bükülen boynu onu daha bir kısalaştırıp, çelimsizleştirince çocuğu andırıyor diyebiliriz. Hüzünlü yüzünde anasız babasız bir çocuk, iri, siyah gözlerinde kaybedecek bir şeyi olmayan insanlara has hırçın, korkusuz bir delikanlı Abbas.

Geceleri ev sahibine hissettirmeden bahçelerindeki kömürlüğe girerek, kömür çuvallarının üzerinde kıvrılıp yatan, sabah ezanıyla kalkıp yollara düşen bir çocuk. Hiç kimse, bu çocuk kimdir, kimi kimsesi var mıdır bilmez. Abbas onlar için sadece gündüzleri mahallede gördükleri, zayıflığını görüp acıyarak, bir sokak köpeğini besler gibi ekmek, su verdikleri nerede yaşadığını bilmedikleri kara kuru bir oğlan. Teninin karalığı üstünde yattığı kömür çuvallarından mı gelir bilinmez ama gözleri derin bir kuyunun dibi kadar siyah.

Herkesin hayata tutunmak için bir nedeni vardır ya, bu gariban, kimsesiz Abbas’ın umut ışığı da bembeyaz yüzlü güzel bir kızcağızdı. Adı Zehra. Annesi kıza seslenirken duymuştu bizimki. Zehra’yı güneşli havalarda evin önüne çıkarırdı annesi. Tekerlekli sandalyesiyle kapının önüne sabitleyip evde işine gücüne bakardı. Kaslarının zayıflığından bacakları gibi kolları da tutmayan, bir çift kelime konuşamayan Zehra bütün gün Abbas’ın görüş alanında kalırdı. Bazen göz göze gelirler Zehra tebessüm eder, Abbas’ın  kara yüzü aydınlanırdı.

Yine böyle bir gün Zehra’nın kapının önünde sokaktaki çocukları, Abbas’ın da Zehra’yı izlediği sırada, Zehra’nın hüzünlü gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Abbas dayanamayıp yanına koştu. Tekerlekli sandalyesinden iterek gezdirecekti onu. Zehra ses çıkarmadı Abbas’la hiç konuşmasa da onun samimiyetine güveni vardı. Birbirlerine bakıp gülümseyerek yola koyuldular. Zehra önde oturuyor, Abbas arkada tekerlekli sandalyeyi sürüyor. Bize görünen bu. Oysaki, Zehra’yla Abbas uçuyorlardı. Hani filmlerde olur ya, siyah gölgeler gibi Ay’ın önünden geçiyorlardı.

Sokağı yarılamışlardı ki, Abbas uzaktan sırtına fırlatılan terliğin şiddetiyle irkildi. Arkasına döndüğünde Zehra’nın annesi çoktan yanına gelmiş bir de yanağına sert bir tokat atıp, onu itmişti. Abbas yerde şaşkın, utanç ve üzüntü içinde kaldı. Kadın işaret parmağını Abbas’ın suratına doğrultup,

“Bir daha kızımın yanında görürsem seni gebertirim çocuk.” Diyerek gitti.

Annesi Zehra’yı götürürken yerde yatan Abbas’a baka baka ağlıyordu kızcağız. Ne yapsın, İkisi de birbirinin tek arkadaşıydı.

İçine oturdu bu tokat Abbas’ın. Yere düşünce dirseği taşa çarpıp kanamış ama acısını hissetmemişti. Yüzü yanıyordu, bir de kanayan kolunu görünce daha çok hırslandı, içlendi.

“Anasını satayım böyle dünyanın” diyerek yerden kalktı.

Mahalle camisinin avlusundaki bankta havanın kararmasını beklemeye koyuldu. Akşam olunca kimseye duyurmadan Zehraların evinin önündeki kömürlüğe giriverdi yine. Karanlıkta yüzünün nasıl parladığını görseydiniz Abbas’ın hiç durmadan ağladığını anlayabilirdiniz. Abbas o gece kömür çuvallarının üzerinde ağlaya ağlaya uyuyakaldı.

Her gecenin bir sabahı vardır.

Yeni doğmuş yedi küçük kedi, esmer yanaklarını yalayarak Abbas’ı uyandırdı. Abbas akşam kömürlüğe girerken karanlıktan ve ağlamaktan  kedileri fark etmemişti. Hayret ve sevinçle yavruları okşadı. Okşadıkça içi ferahladı. Sanki kendi başı okşanıyormuş gibi mutluydu. Yedi yavru, bir de anneleri, etti sekiz kedi ona can yoldaşı olmuştu.

Zehra’nın annesi “kızımı kaçırıyordu, son anda yakaladım.” diye laf yaymış mahallede. Abbas’a  bu yüzden kimse yiyecek vermiyor, üst sokaktaki ihtiyar fırıncı sadaka niyetine her gün bir bütün ekmek ayırıyordu. O da fırıncıdan aldığı ekmeğin hepsini yemiyor, kömürlüğe getirip suyla ıslatarak kedileri doyuruyordu.

Zaman böyle gelip geçerken kedicikler büyüyüp hareketlendi. Haylazlıktan çıkardıkları sesler yüzünden bir gece Zehra’nın annesi durumu fark edip kömürlüğe geldi. Bir elinde fener, bir elinde çuval kömürlükteki kedileri bir bir yakalayıp çuvala doldurdu, ağzını da bağlayıp sokağın çöp konteynırına attı. Bütün bunlar olurken Abbas kömür çuvallarının arkasında saklanıyordu. Kadının eve girdiğinden emin olunca sessizce kömürlükten ayrılarak, konteynıra koştu. Kediciklerin miyavladığı çuvalı kaptı. O sıra yavruların anası ayaklarına dolandı. Abbas ona baktı baktı “Ana yüreği işte” dedi.

Abbas elinde çuval, peşinde yavruların anası gecenin içine doğru yürüyüp gittiler.

 

KAYIP ZAMAN

Yakışmıyor şiir kadına,

cılız gösteriyor.

 

Çünkü farkında,

upuzun raylar üzerinde,

kayıp giden zamanın.

 

Yine de ağırdan alıyor yaşamayı

kimi zaman bakıyor,

kaçırdığı trenin ardından,

kimi zaman önüne atlıyor.

İçindeyken de,

çok mutlu değildi ki!

MENDİREK

Sabah çoktan uyanmış

Güneş her zamanki yerinde

Bir otobüs hüzün var yüzünde

Durmadan boş yerleri dolduran

 

Aralık akşamları

Sırıtkan bir soğuk oynaşıyor pencerede

Pamuklarını döküyor yerdeki halı

 

En yakın aydınlığa doğru yürüyor kadın

Avucunda topak olmuş bir yavru

Gücü yetse çiçekli perdeleri çekecek

 

Adam, beş yüz soru ucunda dilinin

Yok takati taşımaya ayaklarını

 

Ayakkabı cilasından arta kalan

Gün geçtikçe uzayan parmakları

Gücü yetse çiçekli perdeleri çekecek

 

TERFİ

“Güvercin bakışlım” dedin de

Evdeki mahcup misafir geldi aklıma

 

-hastaya benziyor, dedim…

-yok abla, dedi çocuk

-yanına dişisini bul, takla bile atar…

-ya bulamazsam, dedim…

-ölür, dedi çocuk!

 

 

Dergah Dergisinde Yayımlanan Bir Öyküsü

Gerçek Hayat Dergisi -söyleşi

İngilizce bir şiiri

SİYAH TAYYÖRLÜ KADIN

SİYAH TAYYÖRLÜ KADIN

 

SÜAVİ KEMAL YAZGAÇ

 

Ayşegül Ünal hikâyelerini olabildiğince konuşma üslubuna yaklaştırarak yazıyor. Bu da yazdıklarını sıcak, samimi kılıyor. Evet, samimiyet “mış” gibi yapıldığında yapmacık hatta sahte durur. Ancak Ünal okuru kitaptan koparan bir “mış” gibi samimiyeti ile değil okuru kitaba bağlayan bir sahici bir samimiyet ile yazıyor. Bu yazar için paha biçilmez bir artı. İlk kitabı Siyah Tayyörlü Kadın, anlatıcının “dertleşircesine” anlattığı, gerçeklik duygusu uyandıracak kadar samimi, yalın ve akıcı hikâyelerden oluşuyor.
Siyah Tayyörlü Kad
ın’da yer alan hikâyeler en uzunu birkaç sayfadan müteşekkil kısa hikâyeler. Kalan hikâyeler ise çok daha kısa. Bir-iki paragraftan oluşan hikâyeden ziyade fragmana yaklaşan literatürde benim pek ısınmadığım küçürek hikâye de denilen çok çok kısa hikâyeler de mevcut.

Kitapta yer alan hikâyelerin karakteristiğini ilk hikâyenin isminden de anlayabiliriz. “Yol Kısa Yolculuk Uzun”. (Eğer kitabın editörü olsaydım bu ismin kitabın ismi olmasını teklif ederdim.) Hayattan enstanteneler üzerine kurulu, zahiren “olayları” anlatan ancak esasen olaylarda yer alan tiplerin karakterlerine, hayatlarına odaklanan bir kitap “Siyah Tayyörlü Kadın”. Özürlüler, hastalar… Ünal sevgi, şefkat ve merhametle anlatıyor bu insanların hikâyelerini. Kolayca duygusallığa düşülecek ve anlatılanı hikâye olmaktan çıkarıp bir iç dökmeye, melodrama düşürebilecek bıçak sırtı durumları hikâyeyi koruyarak, duygusallığı duyarlılığı kör edecek noktaya düşürmeden dengeli bir şekilde anlatmayı başarıyor. Bu yüzden de Ünal, okurda anlattığı insanlara acıma değil sevgi uyandırıyor. Dalga Direnci adlı hikâyede ağır hasta olan çocuğun gözünden anlatılan kısacık bir metinde aile içi sıkıntıları da sıcaklığı da az ve öz anlatıyor mesela. Yol Kısa Yolculuk Uzun’da kemoterapi gören karakterin dünyaya bakışı ve yolda rastladığı mendil satan çocukla yaşadığı o kısacık ama sıcak iletişimden okura da bir şeyler geçiyor. Ünal hikâyelerinde okuruna bir tecrübeyi hissettirmeyi başarıyor. Özürlü çocuğuna bakma telaşından kendi kanserinin tedavisini bir kenara bırakan annenin öyküsü olan Diğer Odadakiler, o dört sayfalık haliyle uzun metrajlı bir filme kolaylıkla ilham kaynağı olabilir. Ayşegül Ünal hikâyesi hakkında muhakkak vurgulamam gereken bir özellik de her hikâyenin okunup, tamamlandıktan sonra okurun zihninden geçirmesiyle “asıl sona” ulaşması. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı yahut görünenden ibaret olmadığı gereği kitap boyunca sık sık vurgulanıyor ve zaman zaman okur olarak “soğuk duşlar” yaşıyoruz. Ünal’ın akıcı anlatımı ve dili kitabı “kolay” bir kitap olarak görmemize sebep olmasın.

Hikâyeler arası geçişlilik ise Siyah Tayyörlü Kadın’ın bir başka özelliği. Nalbur Hilmi Efendi’nin dükkânında bir sabah belirip kaybolan Siyah Tayyörlü Kadın’ın bir başka hikâyede intiharına şahit oluyoruz. Zaten kitabın bütününe yayılan bir şey varsa o da hikâyelerin okuru değil şahidi olmamız. Rujun Rengi ve Pırlanta’da kötüye giden bir evliliğin şahidi oluyoruz mesela. Ailenin Siyah Tayyörlü Kadın’da yer alan hikâyeler içinde özel bir yeri var. Yapayalnız insanların hikâyelerinde bile uzaktan uzağa bir ailenin varlığını hissedebiliyoruz. Bu özelliği kitapla okur arasındaki iletişimi güçlü kılıyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra da anlatılan karakter ve tipler içimizde dolaşmaya devam ediyor sanki.

Siyah Tayyörlü Kadın, biraz da devamı gelince kıymeti anlaşılabilecek kitaplardan biri. Ayşegül Ünal’ın kalemine kuvvet diyoruz.

Yazar: SÜAVİ KEMAL YAZGAÇ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör