Öykü ve roman yazarı. 5 Nisan
1972’de Malatya’nın Darende ilçesinde doğdu. İlkokulu köyünde (Alvar),
ortaokulu Kuluncak ilçesinde, liseyi de (Gazi Lisesi) Malatya’da okudu. Liseden
sonra kısa bir süre köyünde vekil öğretmenlik yaptı. Evlendi. Evlilik nedeniyle yurtdışına gitti.
İki erkek çocuğu sahibi ve fabrika
işçisi olan yazar, önceleri kendi yaşamından ve etkilendiği olaylardan esinlenerek
şiirler, öyküler, denemeler yazdı. Özellikle çocuklar için hem yaşanmış hem de
kurgusal (fantastik) öyküler kaleme aldı.
Edebiyat ve sanatla amatörce ilgilenen
Salkımsöğüt Grubunda yer aldı. İlk
başlarda yalnızca gruptakilerle paylaştı şiir, öykü ve denemelerini. Sonra birkaç
şiiri Turnalar dergisinde ve Yeni Adana Gazetesi’nde yayımlandı. Bir
daha da ürettiklerini paylaşmak için bir çaba göstermedi, Tacim Çiçek’le tanıştıktan
sonra, onun etkisi ve katkısı ile yeni şiirler, denemeler, öyküler, bir de roman
yazdı.
Denemeleri ve öyküleri Güncel Sanat ile Çinikitap’ta yayımlandı. Öykülerden oluşan ilk çocuk kitabı Gökkuşağı Renkli Balık 2010’da, Kayıp Aşkın Kâşifi adlı kitabı Ocak
2014’te, Mahkeme Cini romanı da Haziran 2015’te, Sis Şehrinin Atları ve Horoz
Çocuk adlı çocuk kitapları ise Eylül 2017’de okura sunuldu. Yazar şiir,
deneme, öykü ve roman çalışmalarını sürdürmektedir.
“Mahkeme Cini isimli kitabını da ilgi ile okudum. Onun anıları
içerisinde gezinip anlamaya çalışırken, ülkemin gerçekliğiyle de buluştum.
Yalın anlatımı yazdıklarını bir çırpıda okunur ve anlaşılır kılıyor.” (Bülent Güldal, Güncel Sanat Dergisi, 2015, 39. Sayı)
Güncel Sanat’ın aynı sayısında şair Asım Gönen de bu roman için “Anlatının güzelliği ve yazarın
dışındaki nesnelerle ilişkileri, kendini nesnede anlatmanın tadıyla doyuruyor
okuyucuyu.” diyor.
İlhan Soytürk ise “Disiplinli bir işçilikle güzellikler yaratacak
bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeliyim…” saptamasında bulunuyor.
Tacim Çiçek de “Ben zarımı onun iyi bir yazar olacağından ve sıkı
bir iç disiplinle eksiklerini giderip daha yetkin yapıtlar vereceğinden yana
düşeş atıyorum.” diyor.
ESERLERİ:
Çocuk Öyküsü: Gökkuşağı Renkli Balık (2010), Sis Şehrinin Atları (2017), Horoz Çocuk (2017).
Deneme-Anlatı: Kayıp Aşkın Kâşifi (2014).
Roman: Mahkeme Cini (2015).
KAYNAKÇA:
Güncel Sanat Dergisi(39. Sayı, Kasım/Aralık 2015; ‘Suna Büyükgül Kitapları’/ Tacim
Çiçek, ‘Elif’in Cini’/ Asım Gönen, ‘Mahkeme Cini İçin Birkaç Söz’/ İlhan
Soytürk ‘Mahkeme Cini‘/ Bülent Güldal yazıları).
AĞLAYAN KİTAPLAR *
SUNA BÜYÜKGÜL
Hiç ağlayan kitap gördünüz mü,
duydunuz mu? Ben gördüm. Dediğini
yaptırmak iste- yen şımarık, haylaz bir çocuk ağlaması değil, acı çeken içten
bir ağlaması vardı gördüğüm kitapların.
Bir sonbahar günüydü.
Evdekilerde, köydeki insanlarda
anlamını çözemediğim bir telaş, kaygı ve korku vardı.
Annem, ablam ve ben evdeydik.
Babamlar yoktu o gün.
Köyde dalga dalga yayılan haber
kara bir bulut gibi çökmüştü üstümüze.
Telaşlıydı annem ve ablam ve ben
de meraklı, şaşkın gözlerle olup biteni kavramaya çalışmıştım.
Jandarmalar ev ev dolaşıp arama
yapıyormuş.
Köyün ortasında bulunan evimize
sıranın gelmesi zaman alırdı. Böyle diyen ablam çok soğukkanlıydı. Annemle
birlikte odaları, dip köşe tarayarak ağabeyime ait ne kadar kitap varsa bulup
çıkardı. Üç yüz beş yüz kadar kitaptı salonun ortasına yığdığımız. Üç beş de
kaset bulmuştu ablam. İvedilikle bunları plastik leğenlere, temiz yağ teneke
kutularında sıkıştırdılar.
Ablam dışarı çıkıp evimize yakın
tepenin uygun bir yerine kaşla göz arası çukurlar açtı ve annemle leğenlerdeki,
teneke kutulardaki kitapları o çukurlara gömdüler. Üstlerine de ahırdan
çıkardıkları tersi yığdılar.
Hatırlıyorum ablam kazma kürek
kullanma ve çukur açma işinde epeyi bir ustalaşmıştı
Çünkü ölen keçileri uygun bir yere
atılmasına gönlü razı olmazdı asla. Hemen o tepede bir çukur açar ve gömerdi
leşini hayvanın. Hatta birini gömüp eve döndüğünde: “ Ana ya, “dedi. “
öncekilerin yeri çok iyiydi, ama sakar keçinin yeri azıcık dar oldu. Boynu
altında kaldı.” Bizimkilere de basmışlardı kahkahayı.
Kucağımdaki kitaplara bakmıştım
tenekelere ve leğenlere konulurlarken, üstte Ana vardı. Okuma yazmayı iyice öğrenmiştim. Yine de akıcı ve
anlaşılır bir okumam olsun diye ne bulursam okumaya çalıştığım, ikinci sınıfın
ilk günleriydi; bu talihsiz kötü olayı yaşadığımda. Ağabeyimin elinden hiç
düşmeyen bu kitap acı bir anıydı benim için. Onu okurken beni yanına çağırıp
okumamı istemişti. Ben de güçlükle arka kapağındaki yazının birkaç cümlesini
okumuştum. “ Büyüyünce içindekileri de okursun, sana göre değil. “ demeyi de
ihmal etmemiş ve beni ödüllendirmişti.
Kollarımdaki kitapların içinden
gelen sesleri sonradan fark ettim. Kulak verdim ki içli içli hıçkırıklar
çıkarıyorlar. En üstteki Ana
kitabının kapağı kendiliğinden açılıp kapanıyordu.
Bir ara ablama: “ Abla, “ dedim. “
elimdeki kitaplar ağlıyor!”
Annem de ablam da oralı
olmamışlardı.
Başka bir yere saklama önerimi de
kitapların içli içli ağladıklarını duymamı da ciddiye almamışlardı.
“ Sende biraz delilik var zaten, “ demişti
ablam ters ters bakarak. “ taşıdığın
muska da işe yaramıyor galiba.”
Ana’ yı bile almama izin vermemişti, Nemrutlaşan ablam.
Nefes
almadan kapımızın çalınmasını ve jandarmaların gelip evimizi talan etmesini
bekledik. Orada gömülü olan kitapların hıçkırıkları canlı bir insanın
gömüldüğünde çıkardığı sesler gibi geliyordu kulaklarıma.
Aklım anneme ve ablama verirken
uzattığım kitapların kollarımda, avuçlarımda bıraktığı gözyaşları onlara göre
terimden başka bir şey değildi. Yanılmışlardı ikisi de. Biliyordum ki onlar
kitapların gözyaşlarıydı.
Ve
jandarmalar geldiler. Evi didik didik ettiler. Annemin yeni çaldığı yoğurdu da
pişirdiği sütü de süngüyle karıştırdılar. Evimiz darmadağınık edilmişti.
Jandarmanın biri ekmek damından
çıkarken başını kapının pervazına çarptı. Canı yandı sanırım. Küçücük kapıdan eğilerek girmiş dimdik çıkmak
istemişti, galiba unutmuştu eğilerek girdiği kapıdan öylece çıkabileceğini...
Bu canı yanan Ana’ nın intikamıydı
bana göre.
Zaman zaman gittim onların
gömüldüğü yere, dinledim ağlamalarını ve çıkarmak da istedim, ama ağır geldi
annemin ve ablamın jandarmalarla ilgili anlattıkları.
Ne zaman annemlere gitsem, ablamın
gömdüğü o kitapların içindeki insanların sesleri gelir kulağıma ve içim sızlar.
O yüzden tepeye yakın olmamaya elimden geldiğince uzak dur durmaya çalışırdım.
Bir keresinde dayanamayıp sordum anneme: “ Ne oldu o kitaplar? “ diye.
Yıllar sonra ağabeyim o kitapları
çıkarmak için orayı kazdığını ve kar, yağmur sularının kitapları adeta çamur
gibi yaptığını, çok üzüldüğünü ve üstünü tekrar örttüğünü söyledi.
* Suna Büyükgül, Mahkeme
Cini’nden
BOŞ HAVUZ *
SUNA BÜYÜKGÜL
Alışmak,
bir çeşit gözbağı olur gözümüze. Yıllarca oturduğumuz şehrin sokağında gör
düğümüz belli başlı birkaç şey, girip çıktığımız üç beş cadde vardır. Bu tıpkı
yıllarca aynı ev de yaşayıp da birbirini hiç mi hiç tanımayan insanlara benzer.
Sokağımızda
bir market, otobüs durağı, yollarda gölge gibi gidip gelen insanlar görürüz.
Kapımızın önündeki bir ağacın türünü bilmeyiz örneğin. Ağaca yuva yapan kuşu,
gövde sine telaşla tırmanan tırtılı görmeyiz. Oturduğumuz sokak ya da şehir
aslında geniş bir yelpazedir. Ama biz yalnızca bir kanadında yaşarız.
* * *
Bir
gün, can sıkıntısı içimde kıpırdanmaya başlamıştı. Sıkıntıyı atmak için
yürüyüşe çıktım. Bir süre, ana caddede araba gürültüleri içinde dolaştım.
Sonra, sola ayrılan dar bir sokağa saptım. Burası sessiz, tek katlı evleriyle
âdeta bir tatil sitesine benziyordu. Bu sokağın bitiminde karşıma bir patika
çıktı. Ben, patika yolu izledim. Patika, beni tepe üstündeki bir düzlüğe
götürdü. Düzlükteki çimenlerin içinde kır çiçekleri sanki bana gülümsüyor,
karşıda ve yukarılardaki ağaçlar, yemyeşil bir duvar gibi görünüyorlardı.
Aşağıya
baktım, incecik bir dere sessizce akıyordu.
Derenin
üzerinde küçüklü büyüklü havuzlar vardı.
Ve
adamın biri, bu havuzlara bir şeyler atıyordu.
Bulunduğum
yerden havuzlara doğru koşarak indim.
Bayırdan
inerken düşeceğim ihtimalinin büyük olduğunu bile bile…
Adama
sordum, ne yaptığını.
Adam:
“ Burası bir balık çiftliği, havuzdaki balıklara yem atıyorum.” dedi. Yıllardır
balıkçılıkla uğraştığını da söyledi bana. İşini bitirdi ve şaşkınlığıma
aldırmadan gitti yanımdan.
Neden
mi şaşırmıştım.
Şaşkınlığım,
bunca zamandır yaşadığım bu şehirde, hem de neredeyse yanı başımda böyle güzel
ve insana huzur veren, balıklar yurdu diyebileceğim bir yerin varlığından
habersiz olmamdandı.
Havuzlara
tek tek eğildim…
Birinde
hiç balık yoktu. Ötekilerde ise balıklar kaynıyordu.
Bir
anlam veremedim buna.
Havuzlardan
birinin duvarına oturup izledim onları.
Bu
havuzu neden boş bıraktığını ve ötekileri de balık istifi yaptığını geçirdim
içimden.
Kendimle
konuşmam bitmişti ki…
Aniden
irkildim, duyduğum sesle: “ Sana anlatmamı ister misin ?” diyordu duyduğum ses.
“Boş havuzun hikâyesini…”
Duvardan
kalktım ve korkuyla bana oyun eden sesin sahibini görmeye çalıştım. Onu
göremedim. Çünkü etrafımda hiç kimse yoktu. O şaşkınlığımı ve korkumu anlamış
olmalıydı ki: “ Şaşırma ve korkma! “ dedi. “ Benim ben, havuzun duvarından bir
taşım.”
“
Taşlar konuşmazlar ama!” dedim.
“
Dinleyen ve de anlayan olursa bizi, konuşuruz biz aslında. “ dedi. “ Ben, senin
beni dinleyebileceğini düşündüğüm için seslendim sana. Hadi gel, otur kalktığın
yere ki anlatayım.”
Ona
hak verdim nedense.
Oturdum,
aynı yere ve taşın anlattığı; boş havuzun hikâyesini dinledim.
“
Boş havuzda bir zamanlar kırmızı beyaz bir balıkla yavrusu yaşıyordu.” dedi. “
Çiftlik sahibi bu balık türünün ötekilere uyum sağlamayacağını bildiğinden veya
düşündüğünden yavrusuyla birlikte bu koca havuza koydu. Ama gel gör ki, o
balık; bundan bambaşka bir anlam çıkardı kendisine. Yandaki havuzların suyunu
ve yemini yüzlerce balık paylaşırken o yavrusuyla birlikte bu koca havuza
sahipti, düşünebiliyor musun? Bundan çok özel ve soylu bir balık olduğu
düşüncesine kapıldı. Kendisini öteki balıklardan üstün görmeye başladı. Soyluluğuyla
kasım kasım kasıldı.
Ne
var ki yavrusu, onun gibi değildi. O büyümüş de küçülmüştü sanki. Havuzlardaki
balıkları küçümsemek şöyle dursun, onlara ilgi duyardı. Onlarla olup her şeyi
paylaşmanın hayalini kurardı. Bir defasında öteki havuzların birinde olmayı ve
yaşamayı istediğini söyledi.
Öyle
bir azar ve tehdit işitti ki küçük balık bir daha bundan söz etmedi. Buna ben
de şahit oldum.
Küçük
balık, o uykudayken havuzun en dip köşesindeki taşların arasında belli belirsiz
görünen deliğe gözünün birini dayar, o havuzdaki balıkları izlerdi. Sessizce
konuşurdu onlar- la. Böyle yaptığı bir anda kırmızı balık, onu yakaladı ve
taşları kuyruğuyla oynatarak o deliği kapattı. Küçük balık içine kapandı.
Dünyaya küstü anlayacağın. Soylu ve yalnız olmaktan nefret ediyordu içten içe.
Keşke bulundukları havuzda da başka başka balıklar olsaydı ve onlarca arkadaş
edinseydi… Bunun gibi nice güzel sözü ve beklentisi aklımdadır hâlen.
Bir
sabah çiftliğin sahibi, kırmızı balığı havuzdan çıkarıp götürdü. Küçük balık,
yalnız kaldı. Onun götürülmesine hiç üzülmedi desem ona haksızlık yaptığımı
düşünme sakın. Hemen yasaklanan yere süzüldü. Deliği ortaya çıkardı uğraşarak.
O
havuzdaki balıklara seslendi.
Onlar
da küçük balığa kendilerine katılmalarını söylediler. Onun da istediği buydu.
Ama nasıl başaracaktı bunu. Balıkçıdan isteyemezdi, meramını anlatamazdı ona.
Çıkıp o havuza da geçemezdi kolayca. Bu iş zordu, hatta olanaksızdı. Aslolan da
zor olanı başarmak değil miydi? Amacına ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydı.
Aklında bu vardı.
Bir
sabah, karnını iyice doyurduktan sonra planını uygulamaya koyuldu.
Önce
havuzun dibine daldı. Aşağıdan yukarıya doğru hızla yüzdü. Yüzeye çıkıp havaya
sıçradı, niyeti havuzdan çıkıp, davet aldığı
havuza geçebilmekti.
Başaramadı.
Yılmadı. Birkaç denemeden sonra ancak o havuzun duvarına düşebildi.
Çırpındı
çırpındı, ama milim ilerleyemedi.
Neredeyse
soluksuz ölecekti. İmdadına son anda ben yetiştim onun. Şöyle bir silkelendim,
etrafımdaki taşları harekete geçirdim. Böylece, onun, o havuza ulaşmasına
yardımcı oldum.”
“
Çok ilginç ve de güzel…” dedim.
Kesti
sözümü: “ Onun çabası öyle hoşuma gitmişti ki, “ dedi, içtenlikle. “ Onu, bu
yüzden ölüme terk edemezdim. Ve küçük balığın ulaşmak istediği havuzun
balıklarını görmeliydin… O balıklar, hep
birlikte sıçrayıp sıçrayıp kendilerini havuza bıraktılar. Suyu, sağa sola dağıttılar.
Küçük balığa ulaşan su, ona hayat oldu.
Amacına
ulaştı. Sayemizde yeni bir yaşama kavuştu.”
Sadece
sustum. Ne diyebilirdim ki zaten… Üstelik geç de kalmıştım. Duvar taşına
teşekkür ettim. Oturduğum yerden kalktım.
* * *
Can
sıkıntısının beni boğmak üzere olduğu günlerin birinde buraya tekrar geldim.
Çiftliğin sahibi, havuzlardaki balıklara yem atıyordu. Onu, gülümseyerek
selamladım sonra eğilip baktım havuza. O, kırmızı beyaz balık, büyümüş; yem
kapma telaşındaki yavru balıklara bir şey olmasın ve aç kalmasınlar diye havuzdaki
balıkları, küçüklere; sıra vermeleri yönünde ikna ediyor ve geride tutuyordu.
Yemleri
parçalayamayanlara da yardımcı olmalarını söylüyordu. Söylediğini de
uyguluyordu.
* Suna Büyükgül / Çinikitap Dergisi, 2015
DENEMELER *
SUNA BÜYÜKGÜL
11
Her seferinde boşa dönen ellerine geri kalan ömrümü koymak isterdim. Ve
zorla üstüme gerilen şu yaşamı silkeleyip atmak… Akşam hüzne dalışım çocuk
anılarıma sığınışlarım bu yüzden belki de. Hani günü hiç dokunmadan yaşamı
öylesine savurmaktanmış adını sen koydun. Bu gidişatın bir gün neresinden
döneceğim, o küçük balığa dönüşeceğim ve de büyük sulara çıkacağım bilemiyorum.
Kendim için ne zaman aralayacağım perdeyi bir parça günışığı aşkına
bilemiyorum. Adımımı attığımda ilk adımımla patlayacak mayınlar döşeli sanki
yoluma. Oysa mutluluk ne bir tacın krallığında, ne de zengin sofralarda
biliyorum, sesinin ipek tınısında, gözlerinin şefkatinde. Gülüşlerimi ve
gözyaşlarımı bile bölüşmende…
İçimdeki onca karmaşadan ve ucu ucuna bir şeyleri yetiştirme telaşındayken
sen geçtin aklımdan. Işık gibi aydınlatıp da uzak bir okul yolunda buz kesmiş
küçük ayaklarımın eve dönen sevinci gibi. Gerçekleşen bir düşün heyecanıyla ve
ılık yaz rüzgârının esintisiyle geçtin yüreğimden. İçimdeki çocuk, yüzünden
süzülen gözyaşlarıyla çıkıp ondan uzaklaşmıştı, geri döner miydi?
13
Camdan dışarıya bakıyordum. Gökyüzündeki bulutlar telaşla gidiyorlardı.
Yanımda sandalyede oturan kadına baktım, bir kaplumbağa hızında hareket ediyor
gözükse de o da ötekiler gibi aceleyle ecele gidiyordu.
İçeriye gren günışığı dokunduğu her şeyin rengini değiştiriyordu da onun
yüzünde, saçlarında hükümsüz ve de etkisiz kalıyordu.
Yüzü çorak toprak gibiydi. Ağzını kilitlemişti. Sanırım içindeki anılarını
bohçalamıştı dökülüp kaybolmasından korktuğu için. Sandıktan çıkartılıp
havalandırılan gelinlik çeyiz gibi kendi içinde anılarını çıkarıp kokluyor,
okşuyor ve özenle içinin en gizli yerlerine saklıyordu.
Kaç paha biçilmez anısı var bilmek isterdim doğrusu. Konuşmaya
çalışıyordum, olmuyordu. Ağzının kilidini açmıyordu. Gözlerinden öğrenebilirdi
insan bunun, çünkü yalnızca gözleri konuşuyordu onun. Ben de gözlerinden
öğrenebilirdim. Derin derin baktım fersiz gözlerine. Gözleri savaş çığlıkları
atıyordu. Yokluk, yoksulluk ve de sevdiğin yitirmenin acısını acılı sözcüklerle
resmetti bana gözleri.
Bu acıları yaşamış gözlerde mutluluk kırıntısı bile bulmaya çalışmak saflık
olurdu. Saçının rengini zaman rüzgârı çalmış. Pamuksu platin saçları da
yorgundu yani. Ertesi sabah kendisini sevdiğine götüreceğini söyleyenle
gittiğini öğrendim.
Sandalyesini bir başkasına bırakmış.
41
Sanırım benim suçum.
Kitabı* açık bırakmış olmalıyım ki biri içinden çıkıp günümüze gelmiş,
aramıza karışmış ve herkese bulaştırmış olmalı körlüğü. Nasıl da ürpermiştim o
kitabı okurken… Biri kör olur. Kör lüğü ülkenin tüm insanlarına bulaştırır. Bu beyaz körlüktür. Toplum düzeni bozulur,
yaşam çirkinleşir. Sahtekârlık, acımasızlık, ahlaksızlık âdeta Pandora’nın
kutusundan ülke geneline dağılır. Birbirini göremediklerinden isteyen istediği
yerde her şeyi yapar. Ülke pisliğin, açlığın, korkunun ve güvensizliğin eline
geçer.
Evet evet ben suçluyum!
Açık unutmuşum kitabı. Onca insandan biri başarmış iş te, nasıl olmuşsa… Ve
şimdi yaşadığım ülke insanlarına bulaştırmış körlüğü. Beyaz körlüğü… Kör olmuş
herkes. Beyaz kör üstelik… Bu yüzden duyarsızlığı, boş vermişliği,
nemelazımcılı ğı, emek hırsızlığını, adaletsizliği kimse görmüyor. Bundan
dolayı sana anlatıyorum, belki sen beyaz körlüğün bulaşmadığı bir yere
götürürsün bizi sevgili rüzgâr. Onlar gelmezden önce bu ül ke, bu şehir
Ütopya’ya* benzerdi. Okyanus ötesinden, kara ormanlardan pek çok insan
tehlikeyi göze alarak gelirdi buraya.
Bir gün bir binanın beşinci katına birileri taşındı. Ve bun lar daha sonra
amip gibi çoğalarak karabulut gibi üstümüze çöreklendi. Bunlar emeğin
vampirleriydi sevgili rüzgâr. İşsiz ve çaresizler bunların kollarına atıldılar.
Ne yazık ki bir gün öncesinde başvurduklarında iş yok diyerek iş isteyenleri kapılarından çeviren firmalar, emek
vampirlerinin* kollarındaki işçileri havada kapıyorlar. Sanki işçiler pazar
tezgâhlarındaki ucuz yaz meyveleriydiler. Fabrika/firma sahipleri bu tezgâhlara
sinekler gibi konuyorlar şimdi.
Sevgili rüzgâr, bu işçilere ne çok yakıştırma yapılabilir bir düşün.
Örneğin pinpon topu, ucuz meyve, vasıfsız ve vs… Çalıştıkları yerlerde
konumları ise üvey çocukluk… Hastalık iznine çıkma hakları bile yok.
Ustabaşları ve şeflerin gözüne girebilmek için delice yarışıyorlar. Sevgili
rüzgâr, bireyler onursuzlaştırılınca toplum da onursuzlaşmaz mı? Hem hak ve
hukuk Siyam ikizleri değil mi? Hak öldürülünce hukuk da öldürülmüş olmaz mı?
Hukuksuz bir yerdeki toplumun hâli nasıldır sence? Sence biz karanlık çağlara
geri mi dönüyoruz?
Diyecek sözüm, sorulacak sorum da çok aslında, ama ben sözü şaire bırakmak
istiyorum artık:
emeğin kırık kanatlarından hız alır öfkem
iri dalgalarla çarpar yüreğime
poyraz olmak isterim, karayel, kasırga
sırça köşklerini devirmeye
katamam kimseleri bu asi sevdaya
biçare
nice zamandır anlatılan kader masallarına yaslarım
başımı
çekilir dalgalar
hükümsüz eserim sömürü denizinde
*: Sözü edilen kitap José Saramago’nun Körlük romanı
*: Ütopya, Thomas More’nin kitabı
*: Emek vampirleri: Taşeron firmalar kast edilen
* Suna Büyükgül / Kayıp Aşkın
Kâşifi’ nden
ŞİİRLER (*)
SUNA BÜYÜKGÜL
o çocuklar
harap bahçelerde büyürdü o çocuklar
ve düşler büyütürlerdi, uzak düşler
sancıyan bir yarada ilk umutlarını
dört tekerin dönmesine bağlayan
insanlar içinde
irkildi bir gün yürekleri ansızın
ateş mi düşecekti oyun bahçelerine
tutuşacak mıydı uzak düşleri bile
gölge mi düşecekti günışığına artık
korkunun lekeleri mi damlayacaktı
belki de
güvercin yüreklerin apak kanatlarına.
küçüğünden öğretmenine
kimine bir kalemdin
senle yazdı ilk aşkını yüreğine
kimine konuşan bir kitaptın
senle başladı öğrenmeye hayatı
sen modeliydin içinde
büyüttüğü düşlerin
gün ışığına açılan kapısı
içe dönük bir çocuğun
en çok da zirveye ulaşabilmesi için
karda yol açandın küçük ayaklara
sen öğreten büyüten sevdirendin
ve de daha nice güzel şeydin
dillendiremediğim sevdiğim
annem
her gördüğünü Hızır belle der
sakın incitme
onu öğüdünden tanırsın duasından
uzatmaz kaşığını sofrada sere serpe
onu özverisinden tanırsın vefasından
çileyi umuduyla örten
direncinden tanırsın onu
ağıt dillerinden, ırgat ellerinden
yabancıya bile dost gibi sarılan yüreğinden
belik saçlarında dağ kokusu
Anadolu kadınıdır annem
mahsun ve mahzun
onu duruşundan tanırsın mutlak
yedi düvel içinde
toprak evimiz
kilitsiz kapısı vardı önünde armut dut ağacı
meyvelerini paylaşırdık çocuklarla kuşlarla
kuş sesleri evimize girerdi çocuk sesleri
çiçekli bahçesinde ablam içten türküler söylerdi
abim dünyayı güzelleştirecek düşler…
evimize ablamın türküleri girerdi abimin ışıklı düşleri
her yolcuya ayran verirdi annem komşulara seslenirdi
yolcuların selamı girerdi evimize komşuların güleç yüzleri
bahçeden sebze getirirdi babam
allı morlu renkleri girerdi sebzelerin
bahar girerdi, çiçek kokusu
uzak mahallelerin yasları halayları girerdi
ve toprak evimiz
mutluluğun resimlerini çizerdi yüreğimize
*
Suna Büyükgül / Kayıp Aşkın Kâşifi’nden
ELİF’İN CİNİ *
Asım GÖNEN
Çocukluğunu
hep geri ister insan. Ne kadar yaşamla barışık olursa olsun, yaşama ilk
tutunduğu çocukluğu asla kişiyi terk etmez. O günler geride kaldıkça tatlanır
ve özlenir. Suna Büyükgül’ün Mahkemen
Cini adlı kitabını okudukça, çocukluğumdan izler buldum ve özlediğim o
günler yeniden sarmaladı ruhumu.
Anlatımın
tadı ve yer yer şiirsellik sıkılmadan okumamı sağladı. Aslında kitabın adı
Elif’in Cini değil, Mahkemenin Cini. Ama Elif öyle bir cini çocukluk tavrıyla
yarattığı için ben olayı aslına Elif’in
Cinine döndürdüm.
Yüz
on sayfalık bir kitap ama puntolar biraz küçük olduğu için kitabı kapsamından
daha küçük gösteriyor. Olaylar birbirine eklenen, birbiriyle bağlantılı öyküler
dizisi biçiminde devam ediyor. Her bölümde değişik bir tat bırakıyor okuyucuda.
Her bölümü okurken de insan keşke Suna bu işe daha fazla emek verseydi, daha
fazla kapsamlı düşünseydi, daha fazla dikkatli olsaydı demekten kendini
alamıyor. Bir yerde bu tatlı anlatıma yazık etmiş duygusuna kapılıyor insan.
Çocukluğunun
köyünü anlatıyor Suna Büyükgül. Anlatının baş konusu evlerinin ve bahçelerinin
yarısının mahkeme kararıyla bir başkasına verilmesi ve hem evlerinin bir bölümü
nün hem de bahçelerinin bölünmesi. Elif daha önce bahçelerinin bölünmemiş
bütünüyle başlıyor yaşama. Bahçenin bir kısmı kendinden kopunca bir yanını
yitirmiş gibi oluyor. Kendilerine ait olan kısımdan öbür tarafı görünce
bedeninden kopmuş gibi gelen o kısımdan ayrı yaşamak özlemle dolduruyor ruhunu.
Öbür taraftaki arkadaş edindiği ağaçlar, Elif de içinde olmak üzere, sevenlerin
birbirinden koparılmasının acısıyla bakıyorlar birbirlerine. O tarafa geçmesi
yasaklanmıştır Elif’e. O tarafa baktıkça kendi bedeninin bir kısmı da orda
kalmış gibi gelir ona. Bu bölünmeye aile razı değildir elbette. Konu mahkemelik
olur ve Elif kırklı yaşlara gelene kadar da sürer mahkeme. Sanırım da sürüyor…
Kitabın
baş konusu da bu mahkeme olur. Her mahkeme günü geldiğinde aileyi bir telaş
sarar. Sonuç heyecanla beklenir. Sonuç hep aynıdır, mahkeme ertelendikçe
ertelenir. Suna’nın vurgusu biraz da hukuk sisteminin bu açmazına eleştirel bir
yaklaşım olsa gerek.
Ailenin
bütün bireyleri artık bu mahkeme olayıyla yatıp kalkarlar. Bir türlü sonuç
alınamamasının sebebi Elif’te bambaşka bir içselliğe bağlanmıştır. Kitabın ta
başından beri Elif’e bir cin tebelleş olmuştur. Durmadan gözüne görünür. Cinle
zaman zaman konuşurlar. Elif mahkemenin uzaması, bahçelerinin bölünmesi ve
diğer olayların sebebi olarak hep cini görür. Başlarına her türlü belayı bu cin
getirmektedir. Elif cinden kurtulmak ister ama cin ne yapsa peşini bırakmaz.
İnsan içinde olsun, tenha yerlerde olsun, sürekli gözüne görünür ve
birbirleriyle de konuşurlar. İşin tuhafı Elif cinden hiç korkmaz.
Kitap
baştan sona kadar mahkeme, cin, aile içi küçük tartışmalar, sevgi, dayanışma,
yardımlaşma çerçevesinde gelişse de, Elif’in rahatsız olduğu ilişkiler de eksik
olmaz. Baba otoritesi, kız çocuklarının erkek evlat karşısında ikinci konumda
kalması, ev işlerinin hep kız çocuklarının sırtına sarılması Elif’in şiddetle
tepki duyduğu konular olur. Kadın cinsinin çocukluktan itibaren erkekler
karşısında ezilmesi, Elif’i aynı biçimde rahatsız eder.
Bu arada Irak Savaşı da gündemdedir. Bombaların köye düşme ihtimali tüm köylüyü rahatsız ettiği gibi savaşın olduğu yerdeki çocukların durumu Elif’in duygularında ayrı bir tepkiye neden olur. Okuldan başlayarak köylerine, kendi köylerinden diğer köylere ve oradan da tüm ülkeye yayılacak olan savaş karşıtı imza kampanyasını başlatırlar. Traktörlerle köy köy dolaşarak imza alırlar. Gittikleri yerlere “siz de diğer köylere giderek kampanyayı genişletin” isteğinde bulunurlar. Suna bunu politik bir dille değil de çocuk saflığıyla anlatır. Olay politikanın içinde değil, politika olayın içinde gizlidir.
Yine
politik ders vermeye kalkışmadan ama politikayı da anlatının içine sindirerek
ciddi bir konuyu işliyor. Koşulların uygunluğu kayısı üretimini gündeme
getiriyor ve kısa sürede köy de kayısıcılık gelişiyor. Burada ülke çapındaki
gelişmelerin de parayı öne çıkarması işlene bilirdi. Bu alana girmeden köyde
önceden paraya bu denli ihtiyaç olmadığı halde şimdi para sız edilemediği,
kapitalist ilişkilere girilmeden eksik olarak verilmiş. Yine de okuyucu bu
eksikliği hissettiği gibi, paraya dayalı yaşamın başladığını da hissedebiliyor.
Eskiden imece biçimindeki yardımlaşmanın ve diğer yardımlaşma biçimlerinin
yerini parayla ırgatlık almaya başlamıştır.
Anlatının
güzelliği ve yazarın dışındaki nesnelerle ilişkileri, kendini nesnede
anlatmanın tadıyla doyuruyor okuyucuyu.
“O an gözüm kalaysız bakır kapların arasına yetim bir çocuk gibi
bırakılmış olan eski evimizin anahtarı takıldı.” Cümlenin tadını küçük bir
yanlışlık berbat ediyor. Gözüm değil de gözüme olmaması olumlu bir durum değil
elbette. Bu tür cümle yanlışları epeyce var. Bu da gösteriyor ki Suna yapıtını
çok aceleye getirmiş. Kitap kendince tamamlanmış ama öyle olmadığını defalarca
okuyup düzeltmelere gitmesi gerektiği halde bu yapılmamış. Bir örnek verelim:
“Yüzyıllar önce beyinlerine girip yapışmış
olan bir inancı sen değil o an tanrı gelip seslense yine de köylüler
alışkanlıklarından kolay kolay neredeyse hiç vazgeçmezler ki.”
Neredeyse,
hiç gibi kelime fazlalığına ne gerek var. Cümlenin kurgusunu bozuyorlar.
Cümle
yanlışlarının dışında bir de kelime bölmeler var. Hem de pek çok yerde var. Bu
da yine eser üzerinde düzeltme çalışmalarının (grafiker / tasarımcının
özensizliği bu tabii) hiç yapılmadığını gösteriyor. “kay nar- yaklaş
tığında,” gibi.
Böyle
basit yanlışların dışında tat alarak okudum Suna’nın kitabını.
* Güncel Sanat Dergisi, 2015, 39.(
Kasım/Aralık) Sayısı
SUNA BÜYÜKGÜL KİTAPLARI (*)
TACİM ÇİÇEK
Gökkuşağı Renkli Balık *
Suna Büyükgül, daha çok çocukluk
sandığından çıkardığı anılarından, yaşanmışlıklardan ve de tanıklıklardan
kotardıklarını kurgulayarak oluşturuyor hikâyelerini. Yalnız, genel ve bir
türlü gideremediği iki temel eksiği var:
İlki konuşma diliyle yazı dili
arasındaki derin ve doğal farkı gözden kaçırması: Çünkü konuşma dilinde yanlış
cümlelerle doğru şeyleri anlata biliriz, ama yazı dili olarak konuşma dilimizi
kullandığımızda metin de hikâye de Arapsaçı olur. Bence de insan konuştuğu gibi
yazmalı, ama iyi ve eksiksiz konuşabiliyorsa…
İkincisi de yetişkine mi, hedef
kitlesi çocuklara mı yazıyor ayrımını yapamaması…
Bu yüzden sözcük seçimi,
cümleleri birbirine karışıyor. Oysa hedef kitlemiz çocuklarsa, üçlü yaş
aralıklarının maddi ve manevi olmazsa olmazlarını iyi bilmeli bir yazar
çocuklar için de söyleyecekleri varsa. Bunlar olmadığı zaman iyi konular, kötü
anlatımlara kurban oluyor ne yazık ki. Bunları dedikten sonra, onun sıkı bir
editörlükten geçmiş olan ilk kitabından ve tümüyle kurgu olan hikâyesinden söz
edeyim özetleyerek:
Bir dükkânda akvaryumun içinde
yaşayan balıklardan biri olan “Gökkuşağı Renkli Balık” yeşil, mavi, sarı,
kırmızı renkleriyle diğer balıklardan ayrılır. Hayatı çok sever, diğer
balıkların uyuşukluğuna, sadece yemeği düşünmelerine anlam veremez. Dükkâna
gelen müşterileri ilgiyle izler, kendisini onlara sevdirmeye çalışır. Ancak
kendisi güzel renklerinin farkında değildir. Bir gün dükkân sahibi yem vermek
için akvaryumun kapağını açtığında cep aynasını akvaryuma düşürür. Ayna sadece Gökkuşağı Renkli Balık’ın ilgisini
çeker. Balık, aynada kendini gördüğünde bu güzel renkli balığı daha önce akvaryumda
görmemenin şaşkınlığı içindedir.
Annesine aynaya yansıyan
kendisini gösterir, annesi ona aynanın ne olduğunu ve orada gördüğünün kendisi
olduğunu söyler. Gökkuşağı Renkli Balık
bu güzel renklere nasıl sahip olduğunu sorar. Anne balık ona, atalarının
okyanustan geldiğini, yaşadıkları ortamın çok huzurlu ve güzel olması nedeniyle
bu güzel renklere sahip olduğunu söyler. Gökkuşağı Renkli Balık, okyanusta yaşamanın
hayalini kurar.
Bir gün bir çocuk Gökkuşağı Renkli Balık’ı satın alır. Gökkuşağı Renkli Balık yeni sahibiyle
mutludur. Çünkü çocukla iletişime geçebiliyordur. Çocuğa ayna hikâyesini ve
atalarından kendisine geçen renklerin hikâyesini anlatır. Gökkuşağı Renkli Balık, akvaryumda ise huzurlu değildir çünkü
akvaryumdaki diğer balıklar onu aralarına almaz. Kendileri koyu renkli
olduğundan onu çok renkli bulurlar ve sevmezler. Üstelik çocuğun 1 aylık tatile
çıkmasıyla iyice yalnız kalır. Diğer balıkların arasına girmek için kendini
onlara benzetir.
Çocuk tatilden döndüğünde
akvaryumda Gökkuşağı Renkli Balık’ı
göremez, diğer balıkların onu yediğini düşünür. Ancak günler sonra balıklarının
sayısının aynı olduğunu fark eder ve bir balığın kuyruğunda az bir yeşil renk
görür. Öğretmenine bu durumu anlatır. Öğretmen bazı balıkların renk
değiştirebileceğini anlatır.
Çocuk, Gökkuşağı Renkli Balık’ın eski haline dönmesi için akvaryuma bir
ayna bırakır. Aynada kendisini gören balık zamanla gökkuşağı renklerine
kavuşur. Diğer balıklarda kendi olmaktan vazgeçmeyen bu balığa saygı duyarlar
ve ondan özür dilerler. Diğer altı hikâye için söylenecek pek bir şey yok bana
göre. Çünkü anılardan, yaşanmışlıklardan oluşan hikâyeler (Duman, Boş Havuz, Yeşilini Vermeyen Çam, Kırmızı Elbise)
anı/yaşanmış/lıktan kotarılmış, okuyacak olan çocukları hiç de sıkmayacak
sıcaklıktadır. Belki zamane çocukları için biraz da eskimiş ve onlar için
hiçbir anlamı olmayan yaşanmışlıklardır. Yalnız yazarın üslubu açısından daha
çok çalışırsa güzel hikâyeler yazabileceğinin kanıtlarıdır bana göre.
*
Gökkuşağı Renkli Balık, Öyküler,
Akvaryum Yayınevi 2009, İstanbul
Sis Şehrinin Atları *
Bir çiftlikte Kınalı, Kırçıl ve
Kırçıl’ın annesi anne at, mutlu ve sevgi dolu yaşarlarmış.
Bir gün Anne at ve Kırçıl bir
adam tarafından satın alınır ve başka bir yere götürülür. Kınalı onların
gitmesine çok üzülür. Üzüntüsünü biraz olsun gideren şeyse kendisini her gün
görmeye gelen ve besleyen kızmış. Kız ona şeker verdiği için adını Şekerci Kız
koymuştur. Günler geçmiş, Şekerci Kız artık gelmez olmuş.
Çiftlikte çıkan yangın sonrası
Kınalı düşmüş yollara. Anne at ve Kırçıl’ın götürüldüğü yolda ilerlerken
karşısına bir sis bulutu çıkmış. Burası Sis Şehri’ymiş. Gizemli bir yermiş, her
şey griymiş burada. At insanlar görmüş sokaklarda. Ve Şekerci Kız’la
karşılaşmış. Aslında kız bu şehrin at bağlayıcılarından biriymiş. Diğer
çiftliklerdeki atlara sevgi gösterip kendisine bağlar, bu şehre gelmelerini
sağlarmış.
Kınalı ise bu durumdan haberdar
değilmiş. Şekerci Kız yine sevgisin esirgememiş ondan bu kez amacı Kınalı’yı
tarlada çalıştırmakmış. Bu şehirde her atın yapması gereken bir iş varmış
çünkü. Çalış maya gittiği tarlada at insanla tanışmış Kınalı. İyi yürekli at
insan ona bu şehrin öyküsünü anlatmış. Aslında mutlu insanların yaşadığı bu
şehirde volkan patlaması sonucu tüm canlı ve insanlar değişmiş. Her şey
grileşmiş. Atlar çalışan olmuş. Bu şehirden çıkmak ise zor ve tehlikeliymiş.
Kınalı Şekerci Kız’ın gerçek
niyetini anlamış sonunda. Ve at insanının bu şehirden kaçma teklifini kabul
etmiş. Bu arada Anne at ve Kırçıl da bu şehirde hapsedilmiş. Onları da bulup
şehirden kaçmayı başarmışlar. Anne at ise şehirden kaçarken bir timsaha yem
olmuş. Kınalı ve Kırçıl eski çiftliklerine geri dönerken at insan oraya uyum
sağlayamayacağını düşün düğünden kendine başka bir yaşam alanı seçmiş.
Özeti bu olan hikâyenin yer yer
büyüklere yazılmış bölümleri, ister istemez akla yazarın çocuk gelişimi ve
pedagojisi yönünden pek bir şey bilmediğini gösteriyor. Oysa bilmemek ayıp
değil eksikliği gidermemek ayıp olabilir ancak.
Bu çalışma da yazarın tümüyle
kurgusal ve fantastik bir hikâyesi.
* Sis Şehrinin Atları, Ubuntu
Yayınları Antalya, 2017
Aksöğüt’ün Öfkesi *
Bir söğüdün dallarından olan
Aksöğüt bir insan tarafından koparılır. O günden sonra insanlara kızmaya
başlar. Ancak iyi kalpli bir insan tarafından toprağa dikilir. Bu kez
kendisinin dalları olur, büyür, büyür… Köye tatil için şehirden bir anne oğul
gelir. Çocuk, köy çocuklarının özgürce her şeyi yapabildiğine şahit olur.
Ağaçlardan meyve yer, kenger bitkisin den sakız yapmayı öğrenir… Ancak bir gün
farkında olmadan Aksöğüt’ün incecik bir dalını keser... İşte o günden sonra
Aksöğüt ondan intikam almanın planını yapar. Eline geçen ilk fırsatta çocuğu
kurtulmak için tuttuğu dalından sıyırdığı gibi ırmağa fırlatır. Neyse ki çocuk
başka bir söğüt dalıyla kurtulur. Zaten Aksöğüt yaptığına pişman olmuştur.
Çocuğun aslında kötü bir niyeti olmadığının farkına varmıştır. Çocuk eğlenerek
geçirdiği tatil sonrası şehre döner. Ama üzüntülüdür çünkü köy hayatını çok
sevmiştir.
Dediğim gibi yazar daha çok
yaşanmışlıklardan ama içine kurgusal yaşanmışlıklar da katarak oluşturduğu
hikâyelerinde hangi yaş grubuna hitap edeceğini kestiremiyor. İçinden geldiği
gibi ve bazen çocuklara, bazen de yetişkinlere dönük cümlelerle, üstelik de
tedavülden neredeyse kalkmış sözcüklerle yazıyor. Bu da hikâyeyi dağıtıyor,
zorlaştırıyor. Bu alanda yeteneği olan yazarın tek noksanı işçilik ve özen
göstermemesidir.
* Horoz Çocuk, Ubuntu Yayınları
Antalya, 2017
Mahkeme Cini *
Suna Büyükgül, her ne kadar çalışmalarında büyükler ya da
çocuklar için mi olduğu ayrımına dikkat etmese de yetkin bir yazar olma yolunda
azimli olduğunu bu kitabında daha çok göstermiş kanısındayım. Zaman zaman
çocuklara/gençlere dönük ve sadece etrafındakilere anlatıyormuş gibi yazmış
olsa da dil ve anlatım bozukluğu ( iyi bir editörlük çalışmasından geçmediği 4.
sayfadan 109. sayfaya kadar onlarca olan teknik, dilsel ve mantıksal hatalar
yüzünden ) olsa da iyi bir hikâyesi olduğu asla inkâr edilemez. İki üç haftalık
bir tatil süre cindeki geliş-gidiş arasına kurgulanan yaşanmışlık ağırlıklı
roman okuyanı kısa zamanda atmosferine çekiyor. Daha fazla uzatmadan diyeceğim
şu:
Birileri,
ağacınızı, bahçenizi, tarlanızı ortadan ayırsa; birileri, duvarınızı yıksa,
evinizi bölse, ne hissedersiniz? Ya da fırtına gibi gelip kapınıza dayansa… O
birileri, milyon kere çoğaltsa hüzünleri ve sizi perişan etse… Her şeyi kötülese,
yüreğinizi avuçlayıp sizi yaralasa... Siz ne düşünürsünüz, ne yaparsınız, nasıl
karşı koyarsınız?
Üstelik
bir çocuksanız, olanlar karşısında…
Ve o
birileri yılan hikâyesine dönüşecek
bir toprak/miras davasıysa hele…
İşte
zor sorulardan birkaçı bunlar olur, değil mi?
Oysa
yazarımız, girizgâh yazısında söylediği Demokles’in
Kılıcı gibi yaşamlarına damgasını vuran toprak/miras davasını bugünden
geriye dönüşlerle bilincine ermeye başlayan bir çocuğun gözünden -ki bu afacan
çocuk kendisidir üstelik- ince ince, ama çok içten bir biçimde işleyerek; başta
sorduğum sorular gibi onlarcasına yanıt vermeye, karşı durmaya çalışmış.
Böylece adına Mahkeme Cini dediği o
arsız davadan kurtarmaya yeltenmiş kendi çocukluğunu ve de çok çok
sevdiklerini.
Bir
çocuğun gözünden yaşadıkları evin başköşesine kurulan ve ev halkına
istediklerini yaptıran, bir bakıma onların geleceğine yön veren Mahkeme Cinidir aslında. Onu yalnızca
kendisi görür… Aralarında tuhaf ve inanılmaz bir ilişki gelişir. Zaman içinde
yalnızca küçük kızın ailesiyle yaşadığı evin değil, bütün köyün, köylünün,
hatta genişleyen bir çevredeki tüm insanların yaşamları ve yaşam alanları da
günden güne değişmeye başlar…
Sonrası
mı? Merakınızı okumanızın sonuna saklayın derim…
Çünkü
bazen gülümseten bazen de gülümsetirken ağlatan olaylar dizisi sizi hiç
sıkmayacak ve belki de kendi geçmişinizden acı/tatlı anılar anımsamanıza neden
olacaktır…
Ben zarımı onun iyi bir yazar olacağından
ve sıkı bir içsel disiplinle eksiklerini kısa zamanda giderip daha yetkin
yapıtlar vereceğinden yana düşeş atıyorum.
*
Mahkeme Cini, roman, 1. Basım Haziran 2015, Babıâli Kitaplığı, İstanbul
(*):
Güncel Sanat Dergisi, 2015, 39.( Kasım/Aralık) Sayısı