Yazar. 13 Nisan 1948, Ormancık köyü / Niksar / Tokat
doğumlu. Trabzon Eğitim Enstitüsünü (1970)
bitirdikten
sonra çeşitli ortaokul ve liselerde, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde
Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Hürriyet gazetesinde çalıştı. 1979
yılında yayımlanan ve Kızıldere olayını anlattığı destan türü kitabı önce
İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da
İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılandı. On sekiz ay on dört gün hapse
mahkum edildi, bu cezasını hapis ve dört aylık sürgünle tamamladı. Memuriyetten
atılan Rıza Zelyut 1983’te Hürriyet gazetesine girdi. 1991’de bu
gazeteden çıkartıldı. 1994’te Akşam gazetesine köşe yazarı olarak giren
Zelyut, bu görevini Güneş gazetesinde sürdürdü.
Yazıları Yelken, Yansıma, Güney, Köken, Kıyı, Hisar,
Eflatun, Türk Dili, Varlık, Yeni Ortam, Cumhuriyet, Akşam dergi ve
gazetelerinde yer aldı.
Yurtiçinde ve yurtdışında Alevî toplumumun örgütlenmesi için çalıştı, Nefes dergisinde
danışmanlık yaptı, 1996’da Cem dergisinin yeni biçimiyle yayımını
başlattı. 1973’te Türk Dil Kurumunun, Cumhuriyetin 50. Yılı nedeniyle
düzenlediği “Türkiye’nin Kalkınmasında Cumhuriyet’in Rolü” konulu yazı
yarışmasında birinci, 1976’da Hacı Bektaş Veli İnceleme Yarışmasında ikinci oldu.
ESERLERİ:
ÇOCUK HİKÂYESİ: Yabancılar (1979), Uzayda Savaş, Geçmişe Yolculuk.
ŞİİR: Sonsuz Yarım Gün (1980).
ARAŞTIRMA-İNCELEME: Halk Şiirinde Gerçekçilik (1982),
Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler (1986), Aleviler Ne Yapmalı,
Şehirdeki Alevilerin Sorun ve Çözümleri (1993), Halk Şiirinde
Gerçekçilik (1994), Halk Şiirinde Başkaldırı (1994), Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, Alevilerde Mizah,
Muaviye’den Erbakan’a Din ve Siyaset.
KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Şükran
Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi
(2001), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
O duman,
bizim köyün başına son güzde oturur. Bir oturmaya görsün; bulut olur, yağmur
olur, kar olur... Bir türlü ayrılmaz oradan. Hele kar olması, bembeyaz bir
kefen gibi her yeri örtmesi yok mu onun... Dereleri doldurur, çalıları yutar,
dalları kırar. Haa! Şunu da söyleyeyim ki bizim oraların karı sizlerinki gibi
yeğnik değildir. Taş gibidir. Başınıza düşse yarar.
O senin
dediğin dolu diyeceksiniz. Namussuzum dolu değil. Kar. Şu bildiğimiz kar.
Gökten savrula savrula bir gelir. Sanırsın tüy gibi düşecek yüzüne. Ne tüyü?
Kızgın bir demir parçası gibi bir değer. Şişirir, yakar, çilertir yüzünü. Yakmaz
mı? Bizim oranın karı ha? Bizim oranın karı pelit közünden daha çok yakar.
Ayağını atıp da üstüne basamazsın. Lastiğini eritir, tabanını kıpkızıl
eder.
Gülün
yavrum gülün. Karnınız tok sırtınız pek. Ne açlıktan karnınız guruldar ne de
hastalıktan bebeleriniz ölür. Niksar Ovası'nın üstüne kara kuş gibi
kurulmuşsunuz. Toprağın, otun, ağacın özünü emer durursunuz. Buranın karı ne
kafa göz yarar, ne de el yüz yakar. Gelin bizim o Akdağ'ın doruğundaki köye
de, karı görün. Başınızı evden dışarı çıkaramazsınız. Ortalıkta kurttan
kuştan iz yoktur. Bütün ağaçlar kolları, kanatları kırılmış gibi yalnızlık
içinde ırgalanırlar. Irgalanırlar da dallarına yapışan o karların bir parçasını
düşüremezler. O dallar durmadan kararır, cılızlaşır; üstlerindeki kar kümeleriyse büyüdükçe büyür. Sanırsın
ağacın can suyunu emer de onunla gelişirler.
Sözü fazla
uzattık. Bizim oranın karı da insanları gibi açdır. Ağaç dallarını, otları
kemirirler, çürük yaprakları yerler.
Birgün
gelir dağın başındaki o duman şöyle kımıldanır. Dağda taşta bir çatırdı kopar.
Uğultular dağlar arasından taa denizlere değin ulaşır. Azgın yellerin bile
oynatamadığı ağaç dalları dikelirler.
O duman
bir daha kımıldayınca tepeler gıcır gıcır ses verir. Ahırlardaki hayvanlar bir
böğürtüdür koparır. Bir ot, bir çiçek kokusu yayılır dört yana. Ağaçlar,
dallarındaki tüm karları yere çalarlar. Yer rahat durur mu sanki? Bir titrer,
bir sallanır. Kar yarga yarga yarılır. Açılan toprağın ağzından yedi kat yerin
altına akmaya başlar.
O duman
üçüncü kez kımıldayınca yerin altı da üstü de ses kesilir. Bu ses topraktan
ayrılırken dumanın kopan damarlarından çıkan gürültüdür. Sanırsın başı güneşe
değen bir kaba ağaç köküyle pürçeğiyle birlikte topraktan sökülmektedir. Öyle
zor ayrılır duman tepeden. Tepede bulunduğu altı yedi ay içinde çilerir,
yeşerir, toprağa tırnak atar. Ayrık otu gibi kök salar sağa sola. O yüzden
tepeden kopması çok güç olur dumanın. Bir de kopunca bir kara kuş olur, uçar
gider.
Ve güneşi
görürüz. Çok kimse, hele çocuklar güneşi görünce şaşırırlar. Çünkü çoktan
unutmuşlardır onu. Sonra soğuk mu soğuktur.
Güneş
görünür görünmez yeryüzü tütmeye başlar. Karların içinden fışkıran yakıcı
buharlar tepeyi zindana keserler. Üç gün üç gece sürer bu. Sonra bir sabah bu sis de çekilir gider.
Ve otları
görürüz. Otlar, çiçekler karın altında büyüyüp gelişmişlerdir. Çalılar
yapraklanmış, ağaç dalları yarılıp yeni dallar çıkarmışlardır. Altı, yedi ay
nerede, nasıl yaşadığını bilemediğimiz bütün hayvanlar... böceği, kurdu, kuşu...
toprakta, ağaçtadır artık. Ahırdaki hayvanlarla başedemezsin. Yularlarını
koparıp dışarıya çıkmak, otlamak isterler. Otlamak isterler ya şimdi her şey
açdır. Kurt aç, kuş aç, toprak aç, ot aç... Bu yüzden hayvanlara çok iyi bakmak
gerekir.
Sözümü
kesmeyin de beni dinleyin. Hem ağzım kurudu. Surdan koyu bir yoğurt çalkaması
versene gelinim. Ölmüşlerin sulanmış olur.
Ne
diyordum? Heee! Kurda kuşa karşı hayvanları korumak gerekir. Eski bir tüfeğim
olduğundan ve de çok iyi atıcı olduğumdan dolayı her yıl hayvanları bana
güttürürlerdi. Niksar Ovası'na geldiğim seneydi. Sığırları çayıra vurdum, tüfekte
şişen mermiyi çıkarmaya uğraşıyordum.
Gelinim, salla şu çocuğun beşiğini de sustur hele. Ne dediğimiz
anlaşılmıyor. Susmuyor mu? Öyleyse karnı açdır. Memesini ver de sesi dinsin.
Yoksa bana ne anlatacağımı unutturuyor. Neyse biz yine eski sözümüze dönelim.
(…)
(Hisar, Temmuz 1970)