Gazeteci-yazar. 1950, Aydın doğumlu. İzmir Amerikan Kız Koleji ve
Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonomi Bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1979'da başlayan Düzel, Yeni Asır gazetesinde dış haberler
servisinde çalıştı. Ardından Rapor gazetesi yazı işleri müdürlüğü
yaptı. 1995'te Hürriyet gazetesinde başladığı röportaj yazarlığını Pazartesi Konuşmaları başlığı altında Yeni Yüzyıl, Radikal ve Taraf gazetelerinde
sürdürdü. Dünya, Hürriyet, Milliyet gazetelerinde
de muhabirlik ve yazarlık yaptı.
Özel televizyonların yayına girmesinden sonra Star TV’de Ahmet Altan’la birlikte Kırmızı Koltuk, Kanal 6'da Bizim Koltuk ve Dinamit, Kanal D'de Dinamit ve Kampana adlı haber ve tartışma programlarını hazırlamıştı. Röportajlarının bir bölümünü Türkiye'nin Gizlenen Yüzü adı ile 2000 yılında kitap olarak yayımladı. Özellikle Taraf gazetesinde pazartesi günleri yayımlanan “Pazartesi Konuşmaları” başlıklı röportajlarıyla tanınmıştır.
Kürt
sorununu toplum halledecek. Sorunun halli için “din kardeşliği” çok iyi bir
faktör. Varoşlarda etnik çatışma yok. Çünkü insanlar Müslüman. Türkiye’yi
yumuşatıcı bir faktör din kardeşliği
*Anayasa’dan
laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine bir madde konur. “Din ve
vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için tamdır” denir ve mesele
böylece kapanır
*Bazıları
da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Arapça okununca anlamıyorum’ diyor. Bunu diyenlerin
çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Peki sen ezanı anlasan namaza mı
duracaksın?
NEDEN NUR VERGİN Seksen sekiz yıl önce devletin yönetim biçimini
cumhuriyet yaptık ama seksen sekiz yıldır bu ülkede hiç sivil ve demokratik bir
anayasa yapamadık. Özellikle 1961 ve 1982 anayasaları, darbecilerin meşruiyet
sağlayabilmek için başta Atatürk ve Kemalizm olmak üzere pek çok tabuyu
kullandıkları, bir sürü antidemokratik yapıyı anayasallaştırdıkları metinler
oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası’nın darbeci ruhu bir türlü
öldürülemedi. Artık bu anayasayı bir kenara koyup yepyeni bir anayasa yapmak
gerekiyor. 2007 seçimlerine böyle bir anayasa yapma vaadiyle gidilmişti,
olmadı. Şimdi 12 Haziran’daki seçimlere siyasi partiler gene aynı vaatle
gidiyorlar ama nasıl bir anayasa yapmak istediklerini net bir biçimde
açıklamıyorlar. Sivil toplum ise bu konuda siyasi partilerden çok daha atak. Şu
sıra pek çok sivil örgüt ve dernek kendi anayasa taslaklarını hazırlıyor.
TÜSİAD anayasasını ilk açıklayan oldu ve 1982 Anayasası’nın, biri hariç,
değiştirilmesi dahi teklif edilemez bütün maddelerine, vatandaşlık, laiklik,
Türk milleti ve milliyetçiliği, anadil, Diyanet, din dersi, yerel yönetimler,
savunma harcamaları ve ordunun denetimi konularına büyük bir cesaretle dokundu.
TÜSİAD’ın bu özgürlükçü hamlesi, bölünme ve şeriat korkuları yaşayan ve bu
korkular üzerinden siyaset yapan geniş bir kesimin hışmına uğradı. Siyasi
partiler neden 12 Eylül rejiminin yaptığı anayasa maddelerini değiştirmeyi
tehlikeli buluyorlar? Türkiye’de laik olmayan sistemin devam etmesini niye
istiyorlar? Türkiye’nin bölünme ve şeriat korkusu hiç bitmeyecek mi? Kürtlere
zorla Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışmak bu ülkeye barış getirir mi?
Niye her şeyi teke indirmek istiyoruz. “Tek millet” türü lafları seviyoruz?
Türkler çok mu milliyetçi? Kim Türk? Neden özgüvenimiz yok? Barış bizi
korkutuyor mu? TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa toplumu ve siyasileri nasıl
etkileyecek? Bunları, Türkiye toplumunu yakından tanıyan ve TÜSİAD’ın anayasa
grubunda yer alan ülkemizin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Nur Vergin’le
konuştuk.
-----
Sizin
de aralarında bulunduğunuz bir grup, TÜSİAD için bir anayasa önerisi hazırladı.
Bu öneride, “tek madde dışında, anayasada bütün maddeler değişebilir” denmesi,
neden bu kadar büyük bir tepkiyle karşılandı sizce?
Ben bu tepkilerin ve infialin nedenini anlıyorum.
Hatta bazılarına da kısmen katılıyorum. Bu anayasa önerisinin kamuoyuna
yansıtılma biçiminde hata var. Çünkü bir şeyin özü kadar nasıl anlatıldığı da
önemlidir. Eğer “değiştirilemez maddelerin içinde yer alan bayrak, başkent,
resmi dil gibi konuların dışındaki hususlar değişebilir” denseydi, bu kadar
infial olmazdı. Çünkü başkent Ankara niye değişsin? Bayrak niye değişsin?
Cumhuriyet’in
ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nı Atatürk’ün hakimiyetindeki Meclis yaptı ve
o anayasada bir tek değişmez madde vardı: O da Türkiye devletinin yönetim
şeklinin cumhuriyet olduğu… TÜSİAD’ın önerisinde de bu madde korundu. Diğer
değişmez maddeleri ise 1982 anayasasına darbeciler koydular. Darbecilerin
eklediği bu maddeler neden değişmesin? Laiklik tanımı niye değişmesin? Türk
milliyetçiliğine, etnik kökene yapılan vurgular anayasadan niye kaldırılmasın?
CHP’nin altı oku olan Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık niye anayasadan çıkarılmasın?
Niye anayasa ideolojisiz bir hale getirilmesin?
Aynen. Türkiye’de yurttaşların
tamamının Atatürk ilkelerine sadakat beslemesi gerekmez. Demokratik bir
anayasada böyle bir madde olmaz. Kaldı ki, Atatürk ilkeleri arasında
“devrimcilik, devletçilik” gibi tamamen kalkmış olanlar var. Atatürk
ilkelerinden bazılarının günümüzde fiilen kalkmış olmasıyla Türkiye battı mı?
Bunlar kalktı diye elin yabancısı gelip bizi işgal mi etti? Türkiye’nin
yaşadığı toplumsal ve siyasal süreç sonucu bu ilkeler kalktı diye, toplum
perişan mı oldu? Aksine, bu ilkelerin anayasada yer alması toplumu ve ülkeyi
fevkalade kısıtlıyor. Laikliğe gelince…
Anayasadan
laiklik kalkabilir mi?
Laik devlet çok iyi bir şey. İnananın da, inanmayanın da alkışlayacağı
bir şey bu. Fakat Türkiye’de laiklik konusu, o kadar kötüye kullanıldı ve
istismar edildi ki, laiklik laiklik olmaktan çıktı laikçilik oldu. Onun için
yeni anayasada laik devlet tanımı gene kullanılabilir ama açarak! Ne anlıyorsun
laiklikten? Ya da anayasadan laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine
bir madde konur, “Din ve vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için
tamdır” denir ve mesele kapanır.
Başkent
ve bayrak, değişmez hüküm olarak korunsaydı, TÜSİAD’ın anayasa önerisine tepki
gelmeyecek miydi sizce?
Diğer konularda tepki sadece Kemalistlerden gelirdi.
Ama şu anda bütün siyasi partilerden bir tepki var.
Neden
siyasi partiler, kendilerine, halka, seçmene değil de 12 Eylül rejimine
güveniyor? Neden onların yaptığı maddeleri değiştirmenin tehlikeli olduğuna
inanıyor?
Siyasi partiler cansız madde değiller. Bu
partilerde insanlar var. Türk toplumundaki egemen siyasal kültürden nasibini
alan, egemen siyasal kültürü içselleştirmiş olan bir toplumun insanları bunlar.
Bir kere bizim siyasal kültürümüzde otoritarizm diye çok önemli bir damar var.
Yönetenin buyurganlığı var. Ve bu buyurganlık karşısında boyun eğmek, hatta
dönem dönem sinmeye varan bir davranış var. Bizim siyaset sınıfının ve bir
nebze de halkın anlayışına göre, askeriyeyi rahatsız etmemek gerekir. Bu
nedenledir ki, bütün siyasi partilerde ‘anayasayı değiştirelim’ söylemi olsa da
buna kimse cesaret edemiyor. Ayrıca bu toplum muhafazakâr bir toplumdur
özdeyişleriyle, atasözleriyle de muhafazakârdır burası. “Gelen gideni aratır’
diyen bir “aman ha toplumu” burası.
Bizde
toplum, neye karşı “aman ha” der?
Yeni bir şey öneren insanları, toplumun
çoğunluğu “sivri kafalı, oyunbozan” olarak tanımlar. Bazılarını da
“dışarıdan yönetilen kuklalar” olarak değerlendirir. Onlara karşı büsbütün
cephe alınır. Dolayısıyla bu toplumun insanları değişim konusunda biraz
çekingen ve ürkektirler.
Bu
toplum, değişim vaat edene oy veriyor. Bu bir çelişki değil mi?
Veriyor ama ürkütmeyeceksin. Bu toplum
değişimden yana fakat aynı zamanda da ürkek. Elindekini kaybetmeyecek. Toplumun
bir değişim ivmesi ve arzusu var ama fazla sarsıntı yaratmayacaksın. Evet, bu
halk, “değişmeyeceğim” diyene katiyen oy vermiyor ama, ‘değişim için her şeyi
yakarım, yıkarım” izlenimini yaratana da oy vermiyor. Siyaset, bir algılar
meselesidir. Bizim Türkler, Türkler derken etnik vurgu yapmıyorum, tüm
yurttaşları kastediyorum, çok enteresandır. Etnik köken farklı da olsa, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar
davranışlarında, beklentilerinde, hal ve tavırlarında herkes birbirine benzer
burada. Aslında burası, entegrasyon açısından çok başarılıdır.
Başarısız olduğu nedir? Asimilasyon mu?
Asimilasyon.
Devlet politikası hangisi oldu? Asimilasyon mu,
entegrasyon mu?
İkisi de oldu. Entegrasyon başarılı
oldu. Asimilasyon ise başarılı olmadı. Çünkü asimilasyonun başarılı olması
mümkün değil. Yeryüzünde böyle bir başarı yok. Asimilasyon mümkünmüş gibi olur,
bir süre sonra geri teper. Çünkü
asimilasyon, insana aykırıdır. Ne kadar asimile olursan ol, bir gün bir ninenin
tınısı, yediğin bir yemeğin lezzeti seni pat diye kökenlerine, onun özlemine
götürür. Bu çok doğaldır ve bu arzuyu kutlamak gerekir. Bu, biz insanların
robot, makine olmadığımızı gösterir.
Türkiye’nin şeriat ve bölünme korkusu hiç
bitmeyecek mi?
Bölünme, laiklik ve Türklük elden
gidecek korkuları zamanla bitecek. Bu korkular giderilmedikçe de, burada
işlevsel ve sağlıklı yönetim kurmak mümkün değil. Bu ülkede her zaman çok
kalabalık bir kesim korkular içinde yaşıyor. Korku ise insana her şeyi
yaptırır. En istemedikleri çılgınlıklara dahi meyledebilir insanlar korku
yüzünden. Tarihte görüldü. Hitler’in meşhur kristal gecesinden sonra Almanlar,
korkudan Hitler’e sarıldılar. Bazı köşe yazarları, “Görmüyor musunuz, sekiz
yıldır iktidardalar neyiniz eksildi?” diyorlar. Ama on yılların geliştirdiği, biriktirdiği
korkuları sekiz yılda yok etmek kolay değil ki. Bu korkular daha devam edecek.
Kaldı ki bu korkuyu besleyen, provoke eden ve daha azamileşsin diyen çok etkin
bir kesim de var.
Korkuyu besleyenler kimler?
Bu korkunun politikacıları, ekonomisi, zenginleri
var. Bu korkuyu besleyen asker, yargı gibi endişeli kurumlar var. Mesleklerinde
çok iyi eğitimli olan subaylar, Türkiye’nin bölünmeyeceğini biliyorlardır.
Biliyorlarsa niye korku üretmeye devam
ediyorlar?
Onların korkusu farklı olabilir. Bu,
eski yetkinliği, güç ve iktidarı kaybetme korkusu olabilir. Zenginler de aynı
şekilde. Korku çok insani bir şeydir.
Kendisi korkmadığı halde başkaları için yapay
korkular üretmek insani midir?
O da insani ama etik değil. Çünkü başka
bir korkuya sığınarak aslında kendi çıkarını koruyorsun. Ama bu çıkar güdüsü
doğal ve insanidir. Çünkü kimse
kaybetmek istemez.
Peki niye korkularla dolu bir toplum burası?
Yüzyıllardır çok içine kapalı bir toplum
bu. Bu içe kapalılığı, göçlerle, gidip gelmelerle yeni yeni aşıyor. Rizeliyle
Adanalı yeni yeni komşuluk yapıyor, aynı otobüse biniyor. Bu çok yeni bir şey.
Oysa varoşlarda hep memleketliler yan yana oturuyorlardı. Niye? Çünkü
korkuyorlardı. Ötekini tanımıyorlardı.
İnsanlar son otuz yılda tam da birbirlerini tanımaya, gitmeye gelmeye
başlamışlardı ki, Kürt sorunu patladı. Ve Türkiye bu işi alnının akıyla
halledemedi. Bu, hem bir eziklik, başaramamışlık duygusuna yol açtı, hem de bu
kadar çok şehidin ve ekonomik tahribatın olması, toplumda büyük bir bölünme
endişesi, korkusu yarattı. Daha sonra da “Abo geliyorlar” diye başka bir
korkuya, şeriat korkusuna geçildi. Gerçi ben Türkiye’de bir şeriat tehlikesi
görmüyorum ama…
Niye görmüyorsunuz?
Türkiye’nin geçmişine kuş bakışı
baktığımda, Osmanlı’nın hilafeti üstlendiği dönemlerde bile bu toplumda Suudi
Arabistanvari bir şeriat düzeni yoktu. Kamu düzenini tayin eden bütün yasalar
örfi yasalardı. Eğer o dönemde böyleyse, şimdi niye şeriat olsun? Birdenbire bu
toprakların insanları Suudilere mi özenecek? Bu toplumun türkülerine bakın. Aşk
meşk, yandım, ne zaman kavuşacağız diyen, fevkalade ‘çağdaş’ bir topluma adapte
olabilecek insanların türküleri bunlar. Rahatça duygularını anlatan, teklifte
bulunan, sevdalısını kaçıran diyarın insanları bunlar.Böyle bir diyarın
insanları, işleri güçleri yok,birdenbire birileri, İrancılar ya da Talibancılar
ya da Vahabiciler düğmeye basacak ve bu ülkeye rap rap rap şeriat gelecek.
Mümkün değil!
Hala korkanlar niye korkuyor peki?
Türkiye’de aşılanan yanlış laiklik
anlayışının bir sonucu bu. Fransa’dan 1970’lerin başında geldim ben Türkiye’ye.
Evimin salonundaki kitaplıkta antika kapaklı bir Kuran-ı Kerim vardı. Kürsü
başkanım ziyaretime gelmişti, onu gördü. Bana, “Aaaa Nur Hanım, ben sizi laik
zannediyodum” dedi… Hayretler içinde kaldım. Ne alakası var? “Ben zaten
laiklikten yanayım” dedim. Dini sembollere yakınlık göstermek laikliğe sanki
halel getirir diye, yeryüzünde mevcudu olmayan çok bağnaz bir laiklik aşılandı
bu topluma. Özellikle göçten ötürü bu ülkede, şehirlerde din görünürlük
kazanınca da, “eyvah bizim halimiz ne olacak? Biz de onlar gibi giyinmek
zorunda mı kalacağız” korkuları başladı. Düşünebiliyor musunuz?
Neyi?
Bu öyle laiklik anlayışı ki, kılık
kıyafet üzerine bina edilmiş… Laiklik bu kadar basit, bu kadar somut ve alelade
olabilir mi? Laiklik bu değil ki! Bana da dendiği için söyleyeceğim. “Siz İslam
nedir bilmiyorsunuz, burada Avrupa’daki laiklik sökmez” denir. Dolayısıyla daha
militan, daha buyurgan, dünyadaki örneklerine, hatta laiklikte en sınırlayıcı
olan Fransa’dakine bile bir laiklik anlayışı var burada. Fransız halkının
çoğunluğunun bayıldığı De Gaulle, her Pazar kiliseye giderdi. Kimse de çıkıp ne
olacak Fransız laikliğinin hali demezdi. Ama bizde bütün bunlar hep laiklikten
ödün vermenin delilleri olarak algılandı.
Türkiye’deki siyasiler bizim gerçekten laik bir
sisteme sahip olduğumuza inanıyorlar mı?
Aralarında inananlar var.
Türkiye’de laik bir sistem yok. Devletin dini
kontrol ettiği, dini görünmez kıldığı bir sistem var. Bunun devamını neden
istiyorlar?
Onu biliyorlar, ona alışmışlar,
faydasını görmüşler. Bir nedeni bu. Bir de, bu laiklik anlayışından kendi
kesimi için medet umanlar var. Ben bir zamanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kalmasından yanaydım. Şimdi artık zaman içinde kaldırılabilir diyorum. Çünkü
sadece Sünni Hanefi yok ki bu memlekette! Bu ne biçim laiklik? Bir kesim için
devasa, çok işlevsel bir Diyanet var. Öbürlerine ise, siz ne haliniz varsa
görün, siz namevcutsunuz durumu var. Demek ki, laikliğin prensip olarak
öngördüğü “devletin tarafsızlığı ve inanç gruplarına karşı eşit davranması” yok
burada. Sadece Sünni Hanefiler var bu ülkede. Bazıları, “bu ülkede çoğunluk
Sünni Hanefidir, onlar memnun edilirse mesele yoktur” diye düşünüyorlar. Ama
artık öyle olmuyor. Şimdi Alevilerin de, Sünni olup da Hanefi mezhebinden
olmayanların da talepleri var.
Bu yanlış laiklik anlayışı Türkiye’yi bölmüyor
mu?
Bölüyor. Bir yurttaş için en incitici
şey, kale alınmamaktır. Sen yoksun duygusu korkunçtur. Laikliğin olması için
Sünni Hanefi’nin haklarının, onlarda da olması lazım. Ama bazıları, bu laiklik
anlayışının Atatürk’ten neşet ettiğini düşünüyorlar. Sadakat gereği onun
öngördüğünü savunuyorlar.
Bu laiklik anlayışı Atatürk’ten mi çıktı?
Hayır. Ama ordumuzun yetkin subaylarının
çoğunun görüşü, laiklik anlayışının doğrudan Atatürk’ten kaynaklandığı yönünde.
Size, dine bakışımıza dair bir örnek
daha… Bazıları da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Ezan Arapça okununca ben anlamıyorum’
diyor. Bunu diyenlerin çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Ona sormak
lazım. Peki sen ezanı anlasan namaza mı duracaksın?
Bu ikiyüzlülüğün nedeni ne?
Bu ikiyüzlülüğün nedeni, bizi Araplardan
ayrıştırmak. Bunu söylerken, ben de Araplarla kucak kucağa olalım demiyorum
ama… Birileri, Arapları sevmiyor, beğenmiyor, onları geri buluyor. “Tarihte
bizi arkadan vurdular” diyor. Peki ezan Türkçe okunursa şeriat tehlikesi
olmayacak mı? Aslında ezanın Türkçe okunması isteğinin ardında iki şey yatıyor.
Birincisi, dünyada hiçbir Müslüman
ülkeyle benzerliği olmayan Türkiye’ye özgü orijinal bir İslami anlayış tesis
etmek, Dinin görünür olmasını engellemek.
Bir dinin görünür olmaması mümkün mü?
Bir dinin görünür olmaması, yok olması
demektir. Bu, dinin din olmaktan çıkmasıdır. Bir televizyon programına
katılmıştım. Biri, ‘benim ninem de dini bütündü. Aynı evde otururduk. Yatak
odasına giderdi. Orada sessiz sedasız namazını kılardı. Hiçbirimizin namaz
kıldığından haberi olmazdı. Sonra salona gelirdi. Salon nedir? O evin kamusal
alanıdır.’ Bunu duyduğumda, “din sosyolojisinin üstatlarının kemikleri sızlıyordur”
dedim. Çünkü bir dinin din olması için ritüellerin kolektif olması gerekir.
Aksi takdirde bu bir inançtır, din değildir. Ezanın Türkçe olmasını istemenin
ikinci nedeni de, milliyetçi tepkidir. Mesela Allah demeyip tanrı demek, dini
Türkleştirmektir. Böyle bir ırkçı tutumun da etkisi var bunda.
Türkiye’de Kürtlere de eşit haklar sağlayacak
“eşit vatandaşlık” tarifesine de karşı çıkıyorlar. Herkese Türk denmesini
istiyorlar. Niye böyle milliyetçi, dolayısıyla da bölücü ve dışlayışçı bir
anlayışımız var?
Burası bir ulus devlet. Ulus devlette
tüm yurttaşlar eşittir. Burada da, Kürt kökenli yurttaşların hukuken eşit
hakları var. Ama tek bir şartla. Kimliğini örtbas edecek, görünmez olacak.
Bunu Fransa, 1789 devriminden sonra denedi, 20’inci asra kadar geldi. İlham
aldığımız Fransa bile topraklarında yaşayan 16 etnik kökene kimliğini tanıdı.
Dahası, en az 20 öğrenci talep ettiği takdirde, o bölgede anadilde öğretim
hakkını tanıdı. Demek ki ulus devlet yaklaşımcısı olan Fransa bile kimlik
olgusunu gürültüsüz, darbesiz, bombasız, copsuz halletti. Netice ne biliyor musunuz? Birçok bölgede
talep bile olmadı. Önemli olan, insanların, haklarını elde edebilme imkânına
sahip olduklarını bilmeleridir.
Herkese niye Türk denmesi isteniyor bizde hala?
Çünkü imparatorluk yıkıldı, paramparça
edildi, Türkiye işgal gördü.Kendisinden olmayanı düşman, tehlike olarak gören
bir kuşak bu devleti kurdu. Devleti kuran bu kurucu kuşağın etkisi altındayız.
Oysa ne kadar enteresandır! Türkiye NATO üyesi. Sen yabancı orduların
askerleriyle omuz omuza savaş yapmayı istiyorsun. Bunun için şimdi Libya’ya
gidiyorsun. İngilizle, Fransızla, hatta Yunanlılarla kucak kucağa olabiliyorsun
da, peki niye kendi topraklarındaki insanlarla bu kadar dertlisin? Onlarla niye
kucak kucağa olmak istemiyorsun? Onlara ancak bir şartla, “kökenini unuttuğun”
takdirde kucak açıyorsun?
Anayasa zoruyla Kürtlere zorla Türk olduklarını
kabul ettirmeye çalışmak barış getirebilir mi bu ülkeye?
Getirmez. Getirmedi işte! Böyle kalıcı
bir huzur ve birliktelik dünyada yok. Biz, Kürtlerin kaçıncı isyanından
bahsediyoruz. Demek ki bir sükûnet dönemi oluyor ama ardından tekrar isyan
oluyor. Bana birisi, “sen Türk değilsin” dese… Korkuyorsam, bir süre için peki
derim ama hiçbir zaman Türk oluşumu içimden silip atmam. Hiçbir kuvvet bana
bunu empoze edemez. Ben kabul etmiyorsam, dağdaki Kürt çobanın da kabul
etmediğini düşünüyorum. Bir kişinin “ben, ben olmaktan çıktım” demesi
şizofrenik bir şeydir. Zaten bunu da ancak hasta olduğu için kabul ediyordur.
Başka türlü kabul edemez.
Peki bir Kürt, anayasa gereği ben Türküm diyebilir
mi?
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım,
yurttaşıyım” der. İstenilmesi gereken de budur.
Anayasa’da herkese Türk denmesi, asimilasyon
politikasının bir göstergesi değil midir?
Asimilasyoncu bir eğilimin, bir
göstergesidir. “Falanca başbakan, bakan paşa da Kürt. Demek ki Kürt olmak,
yükselmeye mani değil” deniyor. Ama adam Kürdüm demiyor ki, hatta “ne alakam
var?” diyor.
Türkler çok mu milliyetçi?
Türkler son otuz yılda daha milliyetçi
oldular. PKK, buna çok büyük bir ivme kazandırdı. Bakın… Vatanseverlik, milli
duygu ve milliyetçiliği birbirinden ayırmak lazım. Milliyetçilik, programı,
çözümleri olan çok katı bir ideolojidir. “Ben varım, sen dur bakalım”cıdır. Son
raddede, “sen yoksun”a da varabilir.
Irkçı mı bizim toplum?
Bazı kesimler çok dışlayıcı, hoyrat.
Irkçı tohumlar yüksek burada. Ama bir devlet politikası ve ideoloji değil bu.
Anayasa maddesiyle herkese Türk demek ve onun
kimliğini görünmez kılmak ırkçı bir politika değil midir?
Hiçbir sosyal ve politik hadisenin tek
boyutu yoktur. Ama toplumun tüm fertlerini tekdüzeleştirmek sonuç itibariyle
ırkçı bir politikaya götürür. Bu ülkede herkes muzdarip. Kürtler de, Türkler de
mutsuz. Türk olmadığı halde ne mutlu Türküm diye bağırmak zorunda olan Kürtler
büsbütün mutsuz. Bunu söylemek istemiyorlar diye küsen, kızan, öfkelenen,
endişe duyan Türkler var. Rahatsız bir toplum bu. Ama ben gene de iyimserim.
Niye, bu sorunu çözecek cesur siyasetçilerimiz
mi var bizim?