Şair ve
yazar (D. 25 Şubat 1907, Eğridere / Gümülcine / Edirne - Ö. 2 Nisan 1948,
Kırklareli). Müzik eleştirmeni ve yazar Filiz Ali Laslo kızıdır. Babası
piyade binbaşısı Selahattin Ali Bey’in görev yerlerinin sık sık değişmesi
nedeniyle, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit’in çeşitli okullarında
okuyarak Edremit İlkokulu (1921)’da tamamladı.
Edremit’e göçtüklerinde bu bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası
aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmişti. Sabahattin
Ali, İstanbul İlköğretmen Okulu (1927)’nu bitirdi. Kısa bir süre Yozgat’ta
ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra gönderildiği Almanya’da iki yıl (1928-30)
kaldı. Dönüşünde Aydın ile Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği (1930-32)
yaptı.
Siyasî
görüşleri ve yazdığı hicivler nedeniyle Aydın’da üç ay, Konya’da bir yıl hüküm
giydi. Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde
çıkarılan af yasıyla serbest kaldı (1933). Millî Eğitim Bakanlığı Yayın
Müdürlüğü’nde memur, Ankara Devlet Konservatuarı’nda çevirmen ve dramaturg
olarak çalıştı. “İçimizdeki Şeytan”
adlı romanında ırkçı ve Turancıları eleştirmesi, o
kesimin sert tepkiler göstermesine yol açtı. Nihal Atsız’ın hakkında
yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, ama dava sırasında çok
sıkıntı çekmişti. 1944 yılında dâvâyı kazanmasına karşın tepkilerden
kurtulamamış, olaylı duruşmalar sonunda da Milli Eğitim Bakanlığı’nca
görevinden alınmıştı. İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başladı (1945).
Ancak fıkralar yazdığı “
“Marko Paşa” kapatılınca “Malum Paşa”, o kapatılınca “Merhum Paşa”, o da kapatılınca “Öküz Paşa” gibi siyasal mizah
dergilerini çıkarmayı sürdürdüler (1946-47). Ancak, bu dergiler tek parti
iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, adlarındaki “Paşa” ifadesiyle Milli Şef Cumhurbaşkanı
İsmet Paşa ile alay edildiği savıyla üst üste kapatılmış, yazılar ve yazarları
hakkında kovuşturmalar açılmıştır. Sabahattin
Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, dolayısıyla
karşılaştığı baskılardan bunalmıştı. “Ali
Baba” dergisinde yayımladığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazıda, içinde
bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: “Çalmadan,
çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan
yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi
olmalı idi?” Hapisten çıktıktan sonra 2
Nisan 1948 tarihinde Kırklareli’nin Bulgaristan sınırında ölü olarak bulundu.
Nerede toprağa verildiği bilinmemektedir.
Sabahattin Ali
yazı yaşamına şiirle başlamış, hece ölçüsüyle yazdığı ve halk şiirinin açık
izleri görülen bu ilk ürünlerini Balıkesir’de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay’ın
yönettiği “Çağlayan” (1926), ilk
öyküsünü “Resimli Ay” (Bir
Orman Hikâyesi, 30 Eylül 1930) dergilerinde yayımlanmıştı. Daha sonra “Servet-i Fünun”, “Güneş”, “Hayat”, “Meşale” gibi dergilerde yazdı (1926-28).
Toplumsal eğilimli bu ilk öyküyü
Nâzım Hikmet şu sözlerle okurlara sunmuştur: “Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü
ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü
yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en
nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlâk, ihtiraslı
hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz”.
Sabahattin Ali, 1933’ten
sonra, özellikle “Varlık” dergisinde yayımladığı
“Kanal”, “Kırlangıçlar”, “Arap Hayri”, “Pazarcı, “Kağnı (1934- 36) gibi
öyküleriyle dikkat çekti. Çünkü Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni
bir boyut kazandırmıştı. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile
getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları
küçümseyici tavrı eleştiriyordu. 1937’de yayınlanan “Kuyucaklı Yusuf” adlı romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün
örneklerinden biridir. Yazarımız ayrıca Türkçeyi çok temiz ve akıcı olarak
kullanmakta ustaydı.
Sabahattin Ali’nin
halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren “Dağlar ve Rüzgâr” (1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde ilgi
uyandırmış, örneğin Yaşar Nabi Nayır, “Hakimiyeti
Milliye” gazetesinde şu övücü satırları yazmıştır bu kitap için: “Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı
tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali’nin tecrübesi muvaffak
neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden
çıkmamış olduklarını hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi
edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük
bir sadelik vermiş.” Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle pek ilgilenmemiş,
sadece öykü ve roman yazmıştır. “Leylim Ley”, “Aldırma Gönül” gibi halk
dilinden yararlanarak yazdığı şiirler sonraki yıllarda bestelenerek herkes
tarafından bilinir duruma geldi... Sabahattin Ali “Varlık” dergisinde “Esirler”
adlı üç perdelik bir oyun da yayımlamış (1936), ancak bu türü de bir daha
denememiştir.
Daha çok konularını köy ve kasaba hayatlarından alan
toplumsal gerçekçi öykü ve romanlarıyla tanınan Sabahattin Ali’nin, çağdaş Türk
edebiyatında gerçekçiliğin en başarılı örneklerini verdiği söylendi (A. Ömer
Türkeş) ve “Kuyucaklı Yusuf”
adlı romanı Türk romanının en başarılı örnekleri arasında gösterildi
(Atilla Özkırımlı). Şiir, öykü ve romanlarından başka gazete yazıları yazdı, çeviriler
yaptı. 1980 yılından başlayarak adına Sabahattin Ali Hikâye Yarışması
düzenlendi. Eserlerinin, “Bütün Eserleri” dizisi olarak değişik yayınevleri
tarafından yeni basımları yapıldı.
Sabahattin Ali İçin Ne Dediler?
“Sabahatin
Ali’nin öykülerinde ölüm ağırlıklı bir yer kaplamakta ve hem kurtuluş hem
direniş imgesi olarak belirmektedir. Sadece bireysel / kişisel sorunların
değil, en yetkin örneklerine Yaşar Kemal’in yapıtlarında raslandığı gibi,
toplumsal sorunların da çözümlendiği bir eylem biçimi olmaktadır ölüm.
“Daha
ilk kitabı Değirmen’de yer alan ‘Kurtarılamayan Şaheser’ adlı fantastik
denebilecek öyküsünde görülen ölüm izleği, giderek ‘Candarma Bekir’, ‘Gramafon
Avrat’ gibi daha toplumsal dekora sahip öykülerinde de görülmektedir. Örneğin
‘Candarma Bekir’de Çallı Halil Efe, kendisine eziyet eden jandarmayı öldürerek
bir anlamda insanlık onurunu kurtarmaktadır. Ancak, cinayet de her zaman çifte
bir olumsuzlama bulunmaktadır: Bir başka varlığın yok edilmesi, sonra da
benliğin birini öldürmek suretiyle zedelenmesi. Öldürmenin bir ur gibi içte
taşınması.” (Ahmet Oktay)
***
“Onun
öyküdeki asıl başarısı, sıra dışı olaylar anlatmasına karşın, çizdiği /
yarattığı atmosfer nedeniyle insanda bir inanırlık ve gerçeklik duygusu
uyandırabilmesidir. Tipleme ve atmosfer yaratmada oldukça başarılı olan Ali,
insan psikolojisinin gizlerini ustalıkla açığa çıkarır. Dile getirmekten bile
çekinilen insanlık hâlleri onda incitici, yaralayıcı, çarpıcı gerçekliğe
dönüşür.” (Necip Tosun)
ESERLERİ:
Öykü: Bir Orman Hikâyesi
(1930), Değirmen (1935), Kağnı (1936), Hanende Melek (1937), Ses
(1937), Kağnı - Ses (İki kitap
birlikte, 1943), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947), Kamyon (seçme öyküler),
Roman: Kuyucaklı Yusuf
(1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1942).
Yazılar: Markopaşa Yazıları
ve Ötekiler (1998), Çakıcı’nın İlk
Kurşunu (2002), Mahkemelerde
(2004), Hep Genç Kalacağım (2008).
Oyun: Zanaatkarlar (1936).
Çeviri: Tarihte Garip Vakalar
(Max Memmerich, 1941), Antigone (Sofokles,
(1942), Minna Von Barnhelm (Lessing, 1943),
Üç Romantik Hikâye (H. Von Kleist - A.V.
Chamisso - E.T.A. Hoffmann, 1944), Fontamara
(Ignazio Silone, 1944), Gyges ve
Yüzüğü (Fr. Hebbel, 1944), Yüzbaşının
Kızı (A. S. Puşkin, Erol Güney ile 1944).
KAYNAKÇA:
Demir Özlü / Bir Önsöz Üzerine (Yeni Dergi, Şubat 1966) – Yeni Dergi (Temmuz
1966), Vedat Günyol / Dile Gelseler (1966), Kemal Sülker / Sabahattin Ali
Dosyası (1968), Mustafa Kutlu / Sabahattin Ali (1972), İhsan Işık / Yazarlar
Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü
Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013), Muzaffer Uyguner / Sabahattin Ali (1992), (1993),
Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran
Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Feridun Andaç /
Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Necip Tosun / Bozuk Düzen Sömürü Despotizm
Gölgesinde İnsanlık Manzaraları: Sabahattin Ali Öyküsü (Heceöykü, Ağustos-Eylül
2004).
Bir
tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmedi vurdu.
Otuz
evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde candarmaların
gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse
cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. Bu, köylünün aklına
en geç geldi; ondan sonra-köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin'in babası Mevlût
Ağanın etrafına toplandılar. Sarı Mehmedin bir tek ihtiyar anasından gayri
kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat
etmeğe başladılar. İmam :
“Ülen
kocakarı,” diyordu. “Dâva edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlût Ağanın
oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya
gidip her seferde dört beş gününü gâvur eder sen tarlanı kim eker, işine kim
bakar? Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi haftaya uğra derler
mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür,
gayri kendin istesen yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır
oldu. Cenabıhak böyle istemiş, Allahın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın?
Ne yapsan oğlun geri .gelmez. Gel bu işi kapatalım. Sarı Mehmedin sana zaten
bir faydası yoktu ki, düğünde seyranda gezer, sat tığını iki şinik ekinin
parasını avratlara yedirirdi. Bak Mevlût Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını
söylüyor. Ne dersin?”
Bütün
bu sözleri oturduğu yerde başını sallıyarak dinliyen ve çapaklı, ağlamaktan
kızarmış gözlerini, budaklı bir dala benziyen iri mafsallı, çatlak derili
elleriyle silen kocakarı, imam lâfını bitirdikten sonra da hep ayni şekilde
sallanmakta devam ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli
örtünün altından fırlıyan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve ıslak yanaklarından
çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.
Orada
oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip çömelerek yarı kandırır,
yarı tehdideder şekilde uzun uzun söylendiler: “Öyle değil mi, ha? Diyiversene,
ha! Aklın yattı mı? Diyiversene!” diye diller döktüler.
Bu
sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde
yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Başucunda iki üç sinek
dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede, güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü
ufak çocuk, ellerinde boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan
bu üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlıyan ayaklarına bakıyorlardı.
Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir
sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken
.güneşe Taslayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Anasıra içlerinden
biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor, biraz sonra yine
koşup gelerek eski yerini ve kımıldamıyan tavrını alıyordu.
Kahvedekiler
yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle
sinekleri kovmağa, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar
ufalmış olan gözlerini silmeğe başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi.
Elini ağır ağır sallıyarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle
bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar.
Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama doğru herşey eski
haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar
sükûnetle ölü yıkandı ve gömüldü. Mevlût Ağa ezandan evvel Sarı Mehmedin
anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekâğıdı şeker yolladı.
Bir
ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin Önünde indiler.
Bunları görünce muhtarın yüreği “hop” dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları
değildi, herhalde vilâyetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen
kâğıt kalem çıkardı, muhtardan başlıyarak herkesin ifadelerini almıya koyuldu.
Öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.
Mesele
derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin'le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk
yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete
bildirmişti. Müddeiumumi evvelâ kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra
ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi;
işi tahkik etmelerini söyliyerek açıkgöz iki candarma yolladı. Doktor, daha
ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya
getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.
Sarı
Mehmedin anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız: “Ben kimseden davacı
değilim!” dedi. “Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?” sorgusuna bile ayni cümle
ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükûmet
kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene
evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış
ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve
tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de...
Sonra
Mehmet geri gelecek değildi, Mevlût Ağayı düşman etmekten de hayır çıkmazdı;
sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkâr etti.
İkindi
üstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmedin ölüsünü mezardan
çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar toprağın altında olan ceset şiddetle
taaffün ediyordu. Herkes beş on adım geri çekildi.Candarmalar Mehmedin anasını
çağırarak: «Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin... Doktor muayene
edecek!» dediler.
Kadın: “Yavrumu-mezarında bile rahat
komadılar!” diye iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses
çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen sallanmakta
ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine götürmekte idi. Candarmanın
biri ayağiyle hafifçe arkasından dokundu “Kalk bakalım!” dedi.
Kadın
kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana
sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini
birden bağladı. Bunları yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp
kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan sonra
yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, Savrukların
Hüseyini birbirine bağlıyarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.
İhtiyar
kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının
arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış
sesiyle öküzlere bağırmağa çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay
ışığı altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerliyen bu
kağnı, hiç de bir ölü taşıra benzemiyordu: Öküzler sırtlarına vuran aydınlık
altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne kağnı fevkalâde kıymetli bir
madenden yapılmış gibi güzel ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki
değnekle beraber, beyaz taşların, çalıların üzerinden atlıyarak metrelerce
uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.
Halbuki
altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeliye
sendeliye sendeliye yürüyor, bazan birdenbire hızlanan öküzlerin yanında
gitmeğe çabalıyordu. Yavaş yavaş ayakları sürüklenmeğe, ağlamaktan, içine akıta
akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamağa başladı.
Kağnının
kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayaklan birbirine dolaşıyordu. Öküzlere “oooha”
diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere
yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan doğru yeni
çıkan serin bir rüzgâr üç etekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor,
yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden
tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
Kağnı,
taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip
alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin
sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi
bildiğine ilerliyordu.
1903
senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın
Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.
Kaza
kaymakamı Salâhattin Bey, Müddeiumumi ile Doktoru yanma alarak ertesi günü
tahkikata bizzat gitti. Candarma kumandanı izinli olduğu için yanlarında bir
başçavuş ve üç candarma neferi vardı.
Siyah
kuzu derisi kalpaklarından (ve doktorun fesinden) renkli yağmur suları
süzülüyor, şakaklarında garip şekiller çizdikten sora çenelerinin altında
birleşerek göğüslerine damlıyordu.
Yolun
iki tarafındaki ıslak söğüt ve hayıt ağaçlarına düşen yağmur damlaları hafif,
melankolik bir tıpırtı çıkarıyor, atların kumlu yolda intizamsız izler bırakan
ayakları gıcırtılı ve ezik sesler veriyordu.
Köye
yaklaştıkça yolun kenarlarındaki ağaçların cinsi değişti. Şimdi birçok yerlerde
incir ve ceviz ağaçları, yolun kenarlarında koyu yeşil iki duvar gibi
yükseliyor, hatta bazı yerlerde iri cevizler tabii bir kemer vücuda
getiriyorlardı.
Bu
kasvetli ve şıpırtılı günde hiç ses çıkarmadan ilerleyen kafileyi görmek insana
elinde olmayan bir ürkeklik veriyordu. Yaşı otuz beşten fazla olmamasına rağmen
kalpağının kenarından bembeyaz saçları görünen kaymakam en ileride, başı önüne
eğili ve gözleri atının ıslak ıslak sivrilen kulaklarında, gidiyordu.
Müddeiumumi sağında ve biraz acemice ve korkak, atın üzerinde sallanıyor, bir
türlü ateş almayan çakmağından sigarasını yakmaya uğraşıyordu. Doktor ise
kalender, gün görmüş bir adamdı. Güzel tambur çalardı; şimdi de bıyıklarından
sular akarak hafif hafif ıslık çalıyor, bugünlerde çalıştığı, kemençeci usta
Nikolaki'nin mahur saz semaisini tekrar ediyordu.
Arkadan
gelen dört candarma, yamçılarına bürünmüş ve martinlerini sırtlarına çaprazlama
asmışlardı. Yamçılar atların kasıklarına kadar uzandığı ve tüylü, siyah bir
ehram halinde süvarisi ile hayvanını birleştirdiği için bir tek mahluk gibi
görünüyorlardı.
İki
saat kadar sonra Kuyucak'a geldiler. Çamurlu sokaklarda hiç kimseler yoktu;
yalnız çıplak ayaklı küçük bir kız çocuğu elinde bir değnek ile, mütemadiyen
bağıran ve çamurlu kanatlarını telaşla çarparak koşan birkaç kazı kovalıyor,
onları bir bahçe çitinin alt tarafındaki ufak delikten içeri sokmak istiyordu.
Atları görünce, kenardaki ekşi kokusu ta uzaklara kadar yayılan bir gübre
yığınının üzerine çıktı; değneğini ayaklarının ucuna dayadı ve büyük gözlerle
geçenlere bakmaya başladı. Atlılar köşeyi dönünce kazları olduğu gibi bıraktı,
elinden değneğini atarak evine koştu.
Gelenler
hiç dinlenmeden, muhtarı da alarak cinayet yerine gittiler. Burası köyün
kenarındaki küçük, bahçeli bir evceğizdi. İki kanatlı siyah bir kapıdan ufak
fakat çiçekli bir bahçeye giriliyor; iki sıra şimşir fidanlarının ve birkaç
küçük kayısı ağacının arasından geçildikten sonra karşıya tahta bir merdiven
çıkıyordu. Merdivenin üst başında önlerine ilk gelen odaya girdiler. Gördükleri
manzara hepsinin, hatta bu gibi şeylere alışık olan candarmaların bile
tüylerini ürpertti:
Kapıdan
girince sağ tarafta bir yük, onun biraz ötesinde yüksek bir konsol vardı.
Konsolun üzerinde bir cam fanusun altına konulmuş eski usul bir saat, kırmızı
gaz bezleriyle örtülü, abajurlu iki petrol lambası, sarı yaldız çerçeveli
büyükçe bir ayna ve aynanın üst tarafında duvarda, kılıflarıyla asılmış bir
çift çakmaklı tabanca duruyordu. Karşıda, perdeleri tamamen inik olan
pencerelerin önünde, bütün duvar boyunca uzanan, üzerine halı döşeli alçak bir
sedir, ve sedirin köşelerinde pazen yüzlü minderlerle yastıklar, yastıkların
üzerinde ise fiyonk yapılmış sırma işlemeli yağlıklar vardı. Sedirle kapı
arasında, ayakucu kapıya doğru bir yatak duruyor; yatağın üzerini tamamen örten
ve uçları biraz da yere uzanan yorganı hareketsiz iki insan vücudu
kabartıyordu.
Yatağın
kenarından başlayıp odanın ortasına kadar yayılan ve orada ufak bir gölcük
meydana getiren pıhtılaşmış kanlar bu odada birtakım hadiseler olduğunu
söylüyordu.
Fakat
odaya girenleri dehşet içinde bırakan ne bu bir miktar kan, ne de yorganın
altında görünmeden kabaran bu iki vücuttu; onlar sedirin köşesinde diz çöküp
oturan ve kendilerine sabit gözlerle bakan küçük bir çocuk görmüşlerdi.
Kaymakam
ıslak kalpağını biraz geriye attı, çocuğa doğru yürüdü, bu esnada Doktor da
yorganın kenarını kaldırarak ölüleri muayeneye başlamıştı.
Kaymakam
sordu:
"Sen
kimsin oğlum?"
"Ben
Yusuf um!" '
"Kim
Yusuf?"
"Etem
Ağa'nın oğlu Yusuf!.."
Kaymakam
şaşırmış gibi suallerini kesti. Çocuk ölenlerin oğlu idi.
"Burada
ne bekliyorsun?"
Eliyle
ölüleri gösterdi:
"Nah,
bunları bekliyorum!"
"Ne
zamandan beri buradasın?"
"Akşamdan
beri... Vukuattan sonra candarmaya koştum, haber saldım, sonra yine geldim.
Fıkaraları nasıl yalnız bırakayım..."
"Korkmuyor
musun?"
"Anamla
babam, nesinden korkayım..."
"Vukuat
olduğu zaman da burada miydin?"
"Yanı
başımızdaki odadaydım. Anam bağırınca uyandım, koştum geldim ama, imansızlar
ben gelene kadar babamı da, anamı da kesmişler,"
"Sana
bir şey yapmadılar mı?"
"Biri
bana da saldırdı ya, aşağıdan başka biri geldi, öbürünü aldı götürdü."
"Elinde ne var?"
Çocuk
ehemmiyet vermek istemeyen bir tavırla başını salladı ve elini uzattı:
"Odaya
girdiğimde anam daha canlı idi. Debeleniyordu. Hemen eşkıyanın üstüne atıldım,
azıcık boğuştuk, ama anacağızım depreşmez oldu, ben de yakasını bıraktım.
Sonradan bir baktım, döğüşürken parmağım kesilmiş. Çok acıdı, çok acıdı ama,
şimdi biraz hafifledi..."
İleri
doğru uzattığı sağ elinden kanlı paçavralar düştü. Başparmağının kopuk bir et
parçası halinde aşağı sallandığını görünce hepsi hayret dolu bir ürperme
geçirdiler.
Doktor,
ölülerin üstüne yorganı tekrar çekerek çocuğun yanma geldi, kopuk parmağı
tamamen kesti ve eli yıkamaya, sarmağa başladı. Çocuk bu esnada hayret veren
bir itidal ve lakaytlık gösteriyor, yalnız ara sıra şiddetle dişlerini sıkıyor
ve sapsarı kesiliyordu. Bu dayanılmaz acı hamlelerinden sonra, sanki zaafını
göstermiş olmaktan ve siyah gözlerini nemleyen yaşlardan utanmış gibi, soluk ve
çok ince dudaklarına bir tebessüm geliyordu. Yüzüne hayretle bakan Doktora:
"Bir
şey değil Doktor Bey, bir parmaktan ne çıkar?" dedi. "Bir şey çıkmaz
ama oğlum, sen biraz fazla kan kaybetmişsin!"
Ve
Kaymakam'a döndü:
"Ayakta
nasıl durabildiğine hayret ediyorum."
Bu
esnada Müddeiumumi sordu:
"Bizden
evvel buraya giren oldu mu?"
Muhtar
atıldı:
"Ben
girdim ama, her şeyi olduğu gibi bıraktım. Geldiğim zaman odayı böyle
bulmuştum."
Müddeiumumi
çocuğa döndü:
"Bunları
sen mi yatağa koydun?"
"A-ah...
Zaten yataktalardı. Ben başlarını yastığa getirdim, yorgancağızı üstlerine
çektim. Uyusun fıkaracıklar gayri. Ne yapalım?" (…)
(Kuyucaklı Yusuf, 1999)
1.
Bizi Beyşehirden Konya'ya götüren
kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör
kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları
bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir
başladı. Bazan her ikisi makinenin alına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve
elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde
gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı bir
takım memeleri yerlerinden oynatıyordu.
İkindi güneşi altında kamyonun
muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer
birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor, ve o dinlenmek
için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:
"Bitti mi?" diye
heyecanla soruyordu.
Daha az meraklı birkaç yolcu ile
ben ve arkadaşım boğazın garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer
taşın üstüne oturup beklemeğe ve etrafımıza bakınmağa başladık.
Kamyonun durduğu yerin biraz
ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek
ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla meşgul
bir miktar yol amelesi görülüyordu.
Güneş arkamızdaki sırta
gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına
gitgide kırmızılaşan bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşuğa
terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere
mırıltıya benzer seslerini duyurmağa başlıyordu.
Yoldan birkaç araba ve otomobil
gelip geçti. Bizim kamyonun yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı,
diye sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe telaşları
artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan iki kadını adlı. Konyaya
götürdü.
Diğer yolcular grup grup
oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı. Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın
köylerden birinde bakkal olduğunu söyliyen tahta ayaklı bir ihtiyar kalkıp
otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan sonra yola
düzüldü.
Adamakıllı akşam olmuştu. Yol
amelesi çadırlarına dönerek ateş yakmağa başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin
bir kenarında muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu. Şoför ve
muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damlıyarak, bir
kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı.
Yolcuların ekserisi bu gibi
hadiselere alışık oldukları için sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini,
çıkınlarını açarak bir şeyler yiyorlardı.
Bir müddet daha geçip ortalık adamakıllı
kararınca şoför, yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz
yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere uzanmış,
kımıldamadan duruyorduk.
Arkamızda güneşin kaybolup gittiği
tepenin ağaçları birdenbire mavimtırak ve soluk ışığa gömüldü. Arkadaşımın
yüzüne baktım. O gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine seyrekçe serpilmiş
olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne titrek silüetler çiziyorlardı.
Arkadaşım bir müddet bunları seyrettikten sonra:
"Nerdeyse ay görünecek!"
dedi.
Tam bu sırada kekik kokuları ve
ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan
ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak
dinlemeğe başladı.
Yol amelesinin çadırı tarafından
gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi
o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen bir halk şarkısı
söylemeğe başladı:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni...
Bu sefer ben de doğruldum. Saz
tekrar kıvrak bir ara nağmesine başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin
çınlamaları vardı.
Arkadaşım:
"Bu ne?" demek ister
gibi yüzüme baktı.
"Fevkalade!" diye
mırıldandım.
Ses tekrar, ve bütün vadiyi
çınlatırcasına başladı:
Aldım sazı çıktım gurbet görmeğe,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var şuna, buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum gör beni.
Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir
erkek sesi dinlememiştim. Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı
seslerin nasıl çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de
kaldırdı. Amelenin çadırına doğru yürümeğe başladık.
Ovada, çadırın önünde, dört beş
kişi oturmuşlardı. Etraflarında kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın
kapısına asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve başları
karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldanıyorlardı.
Yirmi yaşından fazla göstermiyen
bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının üstüne oturarak saz
çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini
tamamen görmeğe imkan oktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalariyle kaplı
idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının
altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat
kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça,
insan, sanki, o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir
konuşma oluyormuş zannediyordu.
Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir
aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık,
karşımızdaki sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.
Saz çalan delikanlı da başını
kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak, tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü
dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı
gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarının
arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu sefer hitap eder gibi,
şarkısına devam etti:
Ayın şavkı vurur sazım üstüne,
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne,
Ay bir yandan, sen bir yandan sar
beni.
Otomobilin diğer yolcuları da
toplânmışlardı. Herkes hayretle kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı
bir dil konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeğe başlamış ve gözlerini
yere, yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına dikmişti. Pek az bir
duraklamadan sonra, bu sefer başını kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar
tatlı ve derinden gelen bir sesle şunları okudu:
Sekiz yıldır uğramadım yurduma,
Dert ortağı aramadım derdime,
Geleceksen bir gün düşüp ardıma,
Kula değil yüreğine sor beni.
Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan
sonra, yanına bırakarak başını kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı yaşa diye
bağırdılar. O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmıyarak, boşlukta
dolaştırmağa başladı. Hafifçe tebessüm etmeğe de çalışıyordu.
Arkadaşım yanına sokularak sordu:
"Senin adın ne oğlum?"
"Ali!"
"Nerelisin?"
"Sıvaslıyım!"
"Sazı nereden öğrendin?"
"Ne bileyim? Küçükten beri
çalarım."
"Söylemeyi?"
"Onu da öyle... Sonra bir iki
usta aşık yanında gezdim."
Arkadaşım bana baktı:
"Harikulade bir ses, azizim,
yıllarca arasak bulamayız. Ben bu oğlanın arkasını bırakmam!" dedi. Sonra
tekrar ona dönerek yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak
bir şeyler notetti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela şaşırdı.
Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda amelelik yapıyordu.
"Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz mı?" diye soruyordu.
Nihayet Konyada, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyledi. Dostum
onları da kaydetti. Bu sırada, epeyden beri yanımızda durup bizimle birlikte
saz dinliyen şoför:
"Beyler, otomobil
hazır!" dedi.
Delikanlıya birkaç şarkı daha
söyletmeğe hazırlanan arkadaşım, diğer yolcuların hemen yerlerinden
fırladıklarını ve torbalarını, çantalarını kavrayıp kamyona doğru
yollandıklarını görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Aliye döndü:
"Seni aratıp bulursam hemen
gel. Sana paralı bir iş bulurum, daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını
ilerletirsin, olmaz mı?"
Ali hiçbir şey anlamadan tasdik
etti:
"Olur beyim!"
Omuzuna vurup:
"Hadi bakalım, Allaha
ısmarladık!" dedik,
Bütün amele hep birden:
"Selametle"
Dediler ve biz ayrılırken, Alinin
etrafında gülüşerek onunla konuşmağa başladılar. Herhalde arkadaşımın sözlerini
kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak neticeler çıkarmağa
çalışıyorlardı.
2.
Dostum, Ankaraya geldikten sonra,
hakikaten o delikanlının işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik
mektebine yerleştirmeğe muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü bu iş
hakkında konuştuğumuz zaman:
"Bilmezsin, kardeşim"
diyordu. "oğlanın sesi kulaklarımdan gitmiyor, ben bu işin acemisi
değilim, aşağı yukarı kendime insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir
sesi az dinledim."
Ben de kendisi gibi düşünmekle
beraber, daha akıllı görünmek için şöyle diyordum:
"Hakkın var. Fakat o sesin
bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç
tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı hak duyulan, kah kaybolan küçük
dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi, ve nihayet hiç
beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatin içine yayılıveren bir ses... Bütün
bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde bizi garip bir romantizm içine atmış ve
alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz
mı?"
Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı
Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve
inkışaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yazılmış dahi
olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz inkar
edilemezdi.
Arkadaşım şimdiden hulyalar içinde
yüzüyordu. Sıvaslı Alini bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru
olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:
"Onun frak içindeki vücudunu
ve beyaz yakasından fırlayan kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey
olacak!" diyordu.
Nihayet istediğini yaptırdı.
Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı Alinin Ankaraya getirilmesini temin etti. Bu
işlerle uğraşan makamlar zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık
imtihanlar yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu. Bu
meyanda Konyaya yazıldı. Pek uzun olmıyan bir araştırmadan sonra bizim genç
tenor bulundu. Yol parası Konya belediyesince temin edilerek Ankaraya
gönderildi.
İmtihanın yapılacağı mektebin
müdür odasına girer girmez, bir kenarda elinde saziyle bekleyen Sıvaslı Aliyi
tanıdım. Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi basık
ayakkaplarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor ve üzerinde
bulunduğu halı tabanlarını yakıyormuş gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını
bir silah gibi sağ ayağının kenarına dayamış, sapını iki parmağiyle
yakalamıştı. Odada konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve
karşı duvarda gezdiriyordu.
Odadakilerle selamlaştıktan sonra
Ali ile konuştum. Yolculuğun nasıl geçtiğini sordum. "Kötü değil!"
dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktım, derhal anladı:
"İndiğim handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile
efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!" dedi.
Siyah ve güzel gözleri, şimdi
aydınlıkta ve açık olduğu halde, bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini
verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde
yaşadığını farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim.
Buraya kimbilir neler düşünerek
gelmişti? Herhalde dostumun kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa
konserleri ona yabancı idi. Olsa olsa Ankarada "büyüklerden" birkaç
kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş
olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini
sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak
kayırılacağını ve arasıra "büyük" meclislerde saz çalıp beş on kuruş
alacağını ümidediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını,
onlara meclislerinde saz çaldıklarını herhalde duymuştu.
Mektebin muhtelif milletlere
mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları ortalığı
doldururken, müdür odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan
biri maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve imtihan edilmek
istiyen bir çocuğu getiriyordu. Orta mektep mezunu olduğunu ve sesini
hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı,
cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar "hay hay!" dediler.
Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.
Hep birlikte çıktık. Arkadaşım
memnun ve kendisinden emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke
döşeli, bir tarafında yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu.
Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano vardı. Oda birdenbire
doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar
birbirini bastırıyor ve anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu.
Genç bir Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe
görmediği bir alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal acemilik
göstermemek için, lakayt bir hal almağa çalıştı. Bu sırada genç müzisyenlerden
biri sahneye beyaz boyalı demir bir iskemle koyarak Aliye:
"Otur bakalım" dedi.
Diğer bir müzisyen atıldı:
"Canım, iskemleye oturup şan
yapılır mı? Ayakta söylesin!"
"Amma yaptın ha, ayakta saz
çalıp şarkı söyliyen halk şairi gördün mü?"
Bu münakaşa esnasında Ali,
gözleriyle odanın bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz, çıplak
duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle
dolduran bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın doktorlara
bakışına benziyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.
Benim yanımdaki geç müzisyenlerden
birine:
"Bunu iskemleye oturtup
söyletmek doğru olmaz, bağdaş kurup söylemeğe alışmıştır, belki sıkılır!"
dedim.
O bir an "doğru" der
gibi bana baktı, fakat sonra:
"Yok canım, ne münasebet!
Frenklere karşı bağdaş kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize
güldürürüz!" dedi.
Ali, beyaz demir iskemleye, ateş
üstüne oturuyormuş gibi, ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından
kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.
Konuşulanlar yavaş yavaş seslerini
kestiler. Herkes bir köşeye yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu,
gözlerini sahnenin ortasında tek başına kalıveren Aliye dikti.
Genç adam iki dizini sımsıkı
birbirine yapıştırmış, dişlerini sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü
yerleştiremedi ve şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce
büsbütün şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamağa başlamıştı. Sağ
eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç kere dokundu.
Bu sesler onu bir an açar gibi
oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra
söylemeğe hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş gibi bir
hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın bizim tepemizdeki
köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.
Sesi yine güzel, fakat birtakım
hışırtılarla karışıktı. Yükselince pek belli olmıyan bu yabancı sesler
alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi.
Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adelelerini biraz
daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.
Müthiş bir gayret sarfediyordu.
Çenesinin yanlarından aşağı doğru uzanan ve iki küçük direk gibi kımıldamadan
duran yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden
kuvvetle fırlattığı bu sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek için ter
döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline alarak ayağa kalktı.
Alman müzisyenlerden biri derhal:
"Fena değil, fena değil...
Ötekini de dinliyelim..."
Dedi ve başiyle sarışın genci
gösterdi.
Yüzünde kendinden emin bir
tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta
odadakilerin susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına
başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi yavaş yavaş büyüdü ve bütün odayı
dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende
taklidi, bayağı hünerler yapmağa özenmesine rağmen mükemmel bir ses materyaline
sahip olduğu meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman
"Bravo!" diye söylendi. "Bu çocuğu yetiştirebiliriz!"
Bu aralık gözlerim Aliye ilişti.
Bu odada olanların hiçbirisiyle alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda
gezdiriyor ve canı sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın
eliyle onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti. Sağ
eliyle basit bir melodi çalarak almanca:
"Bunu aynen tekrar et!"
dedi.
Türk müzisyenlerden biri izah
etti:
"Piyanoya göre söyle
bakalım!"
Ali bir bana, bir de gözleriyle
arıyarak dostuma baktı. Ben "eyvah" dedim. Zavallı delikanlı ömründe
görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti.
Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek istedim:
"Oğlum, bu hanımın çaldığına
göre ses çıkar."
Piyanodaki kadın ayni melodiyi
tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber yolladım canan iline...
Diye başladı. Oradakilerden
birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.
"Yok, iki gözüm" dedim,
"şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın."
Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç
ses fırladı, orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın
tenoru çağırarak "bu söylesin" dedi.
Piyanonun arka arkaya çaldığı
birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak delikanlının
ağzından dökülüyordu. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha
söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin
bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de
fena değildi. Hatta orada bulunanlar: "Mükemmel!" der gibi başlarını
sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu
derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi.
Muhakkak ki güzel sesi vardı. Artık imtihan kafi görülerek bu çocuğun ne yolda
yetiştirilmesi lazım geldiğine dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya
atıldı. Hazirandan evvel talebe olarak alınırdı, alınmazdı gibi sözler oldu.
Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sıvaslı Alinin bulunduğunun farkında
değildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum, münakaşa edenlerin yanında,
hiçbir şey dinlemeden duruyordu. İkimiz de Alinin yanına gitmeğe cesaret
edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.
Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca
hayret içinde kaldım. Alide hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı
yoktu. Boş gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler
onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en
küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden
kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora
rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu
bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.
Sazı yine silah gibi sağ ayağının
yanında idi ve bu ayağı gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar
parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim. Genç
adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu ufak ayak
hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en
ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmıyan, gözleri sonsuz bir
derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlıyan bu adam farkında olmadan
kendini sağ ayağının bir minimini ve sinirli kımıldamasiyle boşaltıyordu.
Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı
görünmemişti.
Kendimi toplıyarak onun yanına
doğru yürüdüm. Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı.
Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne
yapacaktı?
Yanına gider gitmez ayağının
hareketi durdu. Arkadaşım da gelmişti. Çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe
başladı:
"Ali, evladım! Senin sesini
beğendiler ama, yaşın biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar.
Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen
Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz"
Ali bütün bunları, fevkalade
ehemmiyetli bir şeymiş gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta
ezberlemeğe çalışıyordu. Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah
ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa
eder gibi geldi.
Herhangi bir şey yapmış olmak
için:
"Gelin, bir lokantada yemek
yiyelim!" dedim.
Odadakilerin münakaşası hala devam
ediyordu. Bizim çıktığımızın farkına bile varmadılar.
Bir kebapçıdan karnımızı doyurduk
ve bu esnada hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmağa imkan yoktu.
"Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.
Ben bunları düşünürken kebapçıdan
çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:
"Sizi mahcup çıkardım, beyim,
sakın kusura kalmayın!" dedi.
Sonra, hayret edilecek bir şeyden
bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:
"Ben o odada bir türlü sesimi
bulamadım!"
Ve yanımızdan ayrılıp gitti.
Ertesi sabah, aramızda topladığımız
birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek
için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Alinin, sazını iki liraya
satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu
tuttuğunu söylemiş.
(1937)
(*) Sabahattin Ali, Kağnı - Ses,
Kenan Matbaası, İstanbul 1943, s. 115-128
KAĞNI - SES. Sabahattin Ali. Varlık Yayınevi, İstanbul.
1965. 244 s, 6 lira.
Türk toplumcu-gerçekçiliğinin
ısıl anlamıyla kurucusudur Sabahattin Ali. Kendisinden önce, Nabizade Nâzım’dan
başlayıp gelişen gerçekçilik akımı, çoğu yazarda (örneğin Halit Ziya, Mehmet
Rauf’da) temelde, düşüncede idealist-romantik kaynaklardan beslenir; öte yandan
yapıtlar burjuva duyuşuyla, düşüncesinin sınırlarını aşmazlar; çağları içinde
ileridirler, ama çoğunluğun sorunu değildir ele aldıkları konular; burjuvaziyi
savunmazlar, ama onu toplumcu öğretimin açısından eleştirmiş de değillerdir;
Halit Ziya’nın “Kırık Hayatlar”ını bir
yana koymalı, bu romanın ilerici bir yorumu yapılabilir; ama onlarda da, Yakup
Kadri vb, gibi “milli edebiyat” akımı içindeki yazarlarda da gerçekçilik
toplumcu düşüncenin ortasında yerleşmez. Sabahattin Ali’deki gerçekçilik,
toplumcu düşünce gibi, gerçeği kavramakta bütünsel bir düşünceden beslendiği
için, onun yapıtları, etkileyici, bir şeyleri değiştirici, okuyucuyu köklü
algılara sürükleyicidir.
Toplumcu düşünceyi kendine
dayanak yapmak isteyen bütün yapıtların bu özelliklere vardıklarım söylemiyorum
tabii. Toplumcu düşünceden beslenip de şematizme düşmüş, yada onu yanlış yorumlamış
etkileyici gücü olmayan yapıtlar pek çoktur. Yada toplumcu düşüncenin pek “basitleştirilmesine”
bol bol rastladık. Sabahattin Ali’nin yazdıklarında toplumcu düşünce, yazarın
duyuşuyla, yapıtını biçimlendirişini kendiliğinden destekliyor; yapıtın
sanatsal kuruluşuyla özdeşleşiyor, aynı oluyor. Bu onun yazarlık gücüyle ilgili
bir sorundur, ama kişiliğiyle ilgili özekliklerin de payı vardır bunda: o büyük
şehirde yetişmiş, öte yandan batı kültürünün de bir bölümünü tanımış bir aydın
olarak bunu başardı; toplumcu düşünce bütün duyuşuna, duyuşunu biçimlendirişine,
bu duyuşla davranışına yerleşmişti.
Toplumcu-gerçekçi yapıtların
şematizme düşme sakıncası olduğu gibi; Türk edebiyatında bir de
toplumcu-gerçekçi roman-hikaye ortaya koymak isteğini taşıyan bazı yazarların
amaçlarından uzağa düştükleri, gerçekçi eğilimdeki romanlarının, hikayelerinin,
istenildiği halde, toplumcu öğretiye uygun düşmeyen düşünceleri öne sürdükleri
görüldü. Sabahattin Ali’nin — bir bölümü tasarı olarak kalmış — yapıtları için
bu tehlikeler söz konusu değildir. Onda toplumcu düşüncenin oluşması, toplumcu
duyuşun oluşmasıyla birliktedir; birbirinden ayrılmaz bunlar, biri ötekinden
önce gelmez; böylece biçim sağlamlığına varmış yapıtları baştan sona eksiksiz
olur.
Sabahattin Ali’nin ilk
hikayelerini kapsayan Değirmen’de
ortaya çıkan eğilimleri Kağnı-Ses adlı
kitabını dolduran hikayelerde de görülüyor. Bu hikayeler içinde de güçlüleri
ile daha az güçlüleri (küçük hikaye yazmanın kendiliğinden bir sonucu bu);
kusursuz bir biçime erişmişleri var.
“Sevgi” tema’sı saf biçimiyle Ses’de yer alan “Köstence Güzellik
Kraliçesi” adlı son hikâyede Berlin’de geçen bir konu içinde anlatılır.
Hikayenin anlatıcısı, Berlin’de bir gazinoda tanıdığı, kendisine ilk bakışta
biraz tuhaf görünen bir adamla, eskiden Köstence’de güzellik kraliçesi seçilmiş
bir kadının garip, inatçı, hırçın ama derin ilişkileri içinde temasını ortaya
çıkarır. “Sevgi” en tutkulu, en saf biçimindedir bu hikayede, ama derin bir “muğber
oluş” biçimine dönüşmüştür; bu muğber oluş da bütün hayatın kasıtlı olarak
yıkılmasını beraberinde getirmiştir. Kuşkusuz Sabahattin Ali duygusal sevgiyi —
bütün içerdiği şeylerle birlikte — iyice tanımaktadır. Sabahattin Ali’deki
sevgi duygusu için, karışık olmayan, çok güçlü, doğasına uygun, açık bir sevgi
duygusudur demiştim. Birçok yerli yazarın tanımadığı, belki dokunulmaz saydığı
kadın iç yaşamasına da değer verilmektedir; kadınla birlikte yaşanmaktadır ve
yapısı kapitalist olan bir toplumun getirdiği yabancılaştırmalar bu insancıl
saf duyguyla — hiçbir küçüklük duygusuna düşülmeksizin ve karşısındaki varlık
eşyalaştırılmaksızın — aşılmak istenmektedir.
“Köstence Güzellik Kraliçesi”ndeki
“muğber oluş” derin duygusal sevgiyi yaşatır. Ama Anadolu’nun gerçeği başka?
Suç işlediğinden saklanan kocasını aramaya gelen jandarmalarca saldırılan köylü
kadın Emine, kocasına olayı duyurmadan namus duygusu yüzünden kendini
öldürecektir. (“Sıcak Su” hikayesi)
Cumhuriyet dönemi burjuva
aydınıyla bir çobanın karşılıklı durumlarını ele alan “Köpek” hikayesi de sözde
halkçılık söylevlerine kapılmış, okumuş, kentli kişinin, Anadolu’daki çoban
karşısında kapıldığı suç karmaşasını çok etkili bir biçimde ortaya
çıkarmaktadır. Devlet örgütünü ele geçiren eski dönem artığı okumuş burjuva sınıfı
kökü cumhuriyetten öncelere dayanan burjuvalaşma eğilimlerini devleti araç
yaparak geliştirmeye girişirler. Köylünün durumunda da önemli bir değişiklik
olmadığı, hattâ vergi yükünün daha da arttığı ortaya konulmuş gerçeklerdir.
Çeşitli zorlamalara uğrayan ekonomik politikanın asıl gelişme çizgisi
kapitalist büyüme yolunda olacaktır. Bu gelişme ortasında sözde kalan halkçılık
anlayışının, kendine yaraşır biçimde etkisinde kalan, yeni türemiş burjuva
aydını, ıssız Anadolu’daki çoban karşısında düştüğü suçluluk karmaşasının
doğurduğu öfkeye kapılacaktır.
Ses’in içinde yer alan beş hikayenin en önemlileri bunlar; bu hikayeler
Sabahattin Ali’nin temel eğilimlerini sürdürüyorlar: “Köpek”,
“Sıcak Su”,
“Köstence Güzellik Kraliçesi”. Öteki iki hikaye daha klasik
anlatımlı, daha az
derinlik taşıyan hikâyelerdir: “Ses” ile “Mehtaplı Bir Gece”.
Ses’deki hikayelerden söz etmeyi öne aldım; Değirmen’deki temel eğilimlerin devamıydı bu hikayeler. Kağnı’da da bu eğilimler var:
“Kağnı” hikâyesi, devletle,
jandarma yoluyla, köylünün ilişkisini; köyün iç yaşamasını yırtan ilişkisini
anlatıyor; devlet, jandarma, adliye bu isimsiz insanların sorunlarını çözümlemiyor;
o gene salt bir gölge olarak bu topraklar üzerinde yaşayacaktır, kağnıya
yerleştirilen kokuşan kadavra bu trajiği sürüklemektedir. “Kamyon” hikayesi de
aynı yolda, yoksulluk, işsizlik, cahillik, topluma rasgele girmiş makine karşısında
yenik düşüşü anlatıyor.
“Kafa Kâğıdı” da devletle köylünün
ilişkisini ele alıyor: köylünün hizmetinde bir devlet midir bu? köylünün durumuyla,
devletin isterleri arasında bir uyuşma yok, hatta saçmalığa varacak kadar
gülünç.
“Bir Şaka”, “Duvar” hapishane anılarıyla,
hapishanede anlatılanlarla ilgili. Gerçekten, Türk edebiyatında büyük bir yer
tutuyor hapishane.
“Pazarcı” hikayesi Sabahattin
Ali’nin en iyi hikayelerinden değil ama; yereysel betimlemelerle dolu bir
hikaye, Türk toplumunun o yıllardaki ekonomik yapısıyla ilgili birtakım
gerçekleri de ortaya çıkarıveriyor: cephede bu yurt için çarpışmış insanların,
eski subayların, bu ekonomik yapı içinde düştükleri kötü durum, bilinçlendirici
niteliktedir.
“Apartman”, “Arabalar Beş Kuruşa”
adlı hikayeler etkileyici, iyice insancıl hikayeler, ama Sabahattin Ali’nin
biçim mükemmelliğine varmış hikayeleri yanında bir ölçüde taslak halinde
kalıyorlar. “Fikir Arkadaşı” toplumumuzda pek çok bulunan, bugün de yaşayan,
küçük çıkarları ardında olan, karmaşalı, ezilmiş, iki yüzlü tipi ortaya
çıkarıyor. “Düşman” şematik bir hikaye, “Bir İskandil”se belge niteliğini
taşıyor. Anadolu’daki birçok aydının durumunu bütün gerçekliğiyle ortaya
koyuyor.
Kağnı’da yer alan
“Gramofon Avrat”la, “Arap Hayri” Anadolu’ya özgü fuhuş içinde, insancıl
durumları ve saf aşkı konu ediniyor. İyice kendine özgü, başarılı, özgün hikayeler
bunlar. Sabahattin Ali’nin en güzel hikayelerini yaratan konulardan biridir bu konu.
Sabahattin Ali, Anadolu insanına özgü kadın yoksunluğundan doğma kadın
özleyişini, sefahat eğilimini apaçık görmüştü. Bozulmuş durumuyla yaşanan
fuhuş, asıl en önemlisi ezilmiş kişilerin duyduğu kadın özlemi, ekonomik yapıya
yapışık sefaletiyle ortaya çıkar bu hikayelerde. Sabahattin Ali, yaşanan hayat
içinde gündelik hayat içinde — her şeyi, gündelik hayatın temel
belirleyenlerini (ekonomik yapıyı, aşk hayatını, cinselliği) yozlaşmışlığı
içinde görmüştü. O gündelik hayatı eleştirirken — asıl biçimiyle insanı —
gördüğü gibi (yapıtlarının geniş insancıllığı burdan doğuyor) yabancılaşmış, yada
yozlaşmış insanı anlatırken de onun ardındaki temel yabancılaştırma öğelerini
de (ekonomik yapıyı, egemen güçlerin elindeki devleti, vb.) bütün açıklığıyla
görmüştü.
Nâzım Hikmet’le Sabahattin Ali
yaşadıkları çağda varolan güçlü bit toplumcu örgütün ürünü müdürler? Değillerdir. Böylesine
toplumcu bir örgüt yoktu ortada. Toplumcu çevrelerse onları besleyecek düşünce
gücünü ellerinde tutmuyorlardı; bu yazarlar edebiyat adamı oldukları gibi toplumcu
davranışın yaratıcıları, itici güçleriydiler aynı zamanda. Toplumcu çevre, bu
çeşit yazarlardan etkinlik gücünü aldığı halde, dışına itmeye çalışmıştır
onları. Şimdi durum daha aydınlık görünüyor, onların yapıtları kaldı bugüne,
öteki alanların sözcüsü toplumcularsa bir yapıt koyamadılar ortaya.
Yeni Dergi (Temmuz
1966, sayı: 22)
(…)
Kasabalarımızın üzerine yazarın görüş ve değerlendirmeleri, gerek öğretmenliği
gerek çocukluğu yıllarında tanıdığı yerler dolayısıyla, gözlem mahsulüdürler.
Yazar kasabaların toplumsal yapısını yakınen tanımaktadır. Bunu en çok (Kuyucaklı
Yusuf) da işler. Kazanın aydın kesimi; kaymakam, savcı, muallimler, (Komiki
Şehir) de geniş bir şekilde canlandırılmaktadırlar. Bu sayılanlara bir önceki «Aydın-Yarı
aydın» bölümünde değinmiştik. Kasabalarımızda ayrıca üzerinde durulmaya değer
olan, bir başka konu da —Eşraf—meselesidir. S. Ali bu konu üzerinde epeyce
ayrıntılı bilgi vermektedir.
Osmanlı
toprak düzenin yozlaşmış kalıntıları üzerinde yükselen ve devletin
murakabesinin zayıfladığı yıllarda para ve nüfuz zoru ile büyük topraklara ve
geniş aile kuruluşları ile devlet dairelerinde yüksek mevkilere sahibolan
«Eşraf», kasabanın hâkim sınıfıdır. Mücevher, para, bağ-bahçe, arazi ile
donatılmış eşraf zümresi kasabalarda ve onlara bağlı köylerde dediğini dedik
kılmış, hükmünü yıllar yılı yürütmüştür. Yine bu zümre, Anadolu Hareketi ve
sonrası yıllarda «Ayan» olarak hükümeti temsil makamında hatırı sayılır bir
yeri olmuş, böylece sırtını sağlamlaştırmıştır,
“Çocukluğundan
beri bu bitmez tükenmez dertlerden ziyade, onu hayrete düşüren başka bir şey
vardı: Bu ne sonu gelmez tarla, bağ, ev, zeytinlik ve beşibiyerdeydi! Nesilden
nesile değişen zamanın değirmeninde, bu servetler bir türlü bitmek bilmiyordu.
Borçlar alınıp verilir, tarlalar satılır veya alınırken, eskilerini aratmayan
düğünlerle kızlar gelin ediliyor, akraba düğünleri için kenardan köşeden elmas
küpeler, inci gerdanlıklar bulunup çıkarılıyordu.” (İçimizdeki Şeytan)
(Kuyucaklı
Yusuf) un Şakir'i, bu ailelerin tipik bir ferdidir. Para ve nüfuzuna dayanarak
kazada serserice sine bir hayat yaşayan bu eşraf çocukları, vakitlerini tamamen
kumar, kadın, ve çeşitli süflî zevklere hasretmişlerdir. Kasaba bunlardan yaka
silkmesine rağmen eli kolu bağlı durumdadır. Yazar eserinde, bu eşraf takımının
karşısına bir köy çocuğu olan Yusuf'u çıkararak yılarca bu adamlara karşı boynu
bükük duran köylüyü harekete çağırır. Gerçi romanın kuruluş ve gelişmesi pek o
kadar bu neticeye yönelmemişse de Yusuf’da bu karakteri görmek mümkündür. Yusuf
- Şakir çatışması da bu düşünceye yardım eder.
“Şakir'in
kendisine benzeyenlerden ibaret bir partisi vardı. Ne candarma, ne hükümet
bunlara karışamazdı. Çünkü parayı bolca oynatırlardı. Bu grubun ekseriyetini
yaşlıca hovardalar teşkil ederdi. Bunlar paralarım şurada burada yiyip
bitirdikten sonra, şimdi bu husustaki şöhret ve tecrübelerinden ve aralarına
yeni katılan, daha ellerinde yiyecek paraları bulunan delikanlıların
rehavetlerinden istifade edip geçiniyorlardı......
“Bunların,
aileleri arasında çok şiddetli nüfuzları vardı. Hepsi şehrin eski ve itibarlı
ailelerinden oldukları için bugün kibar düşkünü bile olsalar eski nüfuslarını
devam: ettirmek isterler, bunda bir dereceye kadar muvaffak olurlardı. Çünkü
herkesin aklında hâlâ falancanın ablasının düğünündeki azamet, filanca
bayramda, falancanın yaptığı muazzam eğlence yaşardı. Yaşlıca kadınlar bu
düşkün eşraf konaklarından birine gittiler mi, orada eski âlemleri, merhum
ağanın hayalini tekrar görür gibi olurlar. Ve hiçbir şeyin değişmediğini
zannederlerdi. Bunların nazarında kızlara bulunacak en iyi ve münasip koca,
gene bu eşraf züğürdü serseriler bu müflis ayyaşlardı. Hovardalıklarından, daha
ziyade mazur gören bir teessüfle bahsederler, —biraz yaşlanınca uslanırlar, ne
diyeceksin delikanlılık derlerdi.........Fa kat bu delikanlıların çoğunun yaşı
kırkı aşkındı. Şehrin en iyi aileleri arasında bile, bunların istedikleri zaman
alamayacakları kız yoktu. Âdeta bütün eşraf aileleri arasında ezelden beri
değişmez bir mukavele vardı ve buna haricî şeklin değişmesine, vaziyetin
tamamen başka olmasına rağmen daima riayet ediliyordu. Bunun için bunların
herhangi bir talebini reddetmek akla gelmez ve onbeş - onalti yaşlarındaki
temiz güzel kızcağızlar, bu saçı kırarmaya başlamış, manen ve maddeten çürümüş,
on parasız sefihlerin kucağına atılırdı. Ekserisi pis birtakım hastalıklarla
malûl olan bu heriflerin evleri bundan sonra, dışardan pek belli olamayan ve
şiddetle saklanan facialar yuvası olurdu.........
“Bunlar
şehirdeki nüfuzlarının bir kısmını da, kendileri gibi iflas etmeyip akıllı
davranarak mevkilerini sağlamlaştırmış akrabalara borçluydular. Kimisi belediye
reisi kimisi fabrikatör olan bu adamlar, bu kopuk akrabaları ile pek yakından
temasa gelmek istemezlerse de, evdeki kadınların tesiri ile birçok ehemmiyetli
vakalarda onları müdafaaya mecbur olurlardı. Çünkü yakarıları böyle bir
serserinin kardeşi yahut kardeşleri böyle bir serserinin karısı idi ve aile
düşünceleri, akrabalık rabıtaları bilhassa kadınlar arasında şiddetle gözetilen
meselelerdi.” (Kuyucaklı Yusuf)
Kazalarının
monoton hayatına renk getiren günler o kadar azdır ki, bu günlerin kasabanın
her sınıftan halkına olan tesirleri çok fazla olmaktadır. Yazar, «Arap Hayri»
de kasabaya gelen bir tiyatro kumpanyasının temsillerine karşı halkın tepkisini
ve yargılarını gözlemlere dayanarak anlatıyor. Birkaç cümle ile verilmeye
çalışılan halkın davranışları her ne kadar derinlik arzetmiyorsa da, o yıllarda
Anadolu kasabalarının dışarıdan gelen kurumlara karşı almış oldukları tutum,
ortaya kalın çizgilerle konulmaktadır.
“Perde
açıldığı zaman gazino tekmeler ve alkışlar dan yıkılacak gibi sarsılıyor ve
herkes kendine göre tutkunluğunu gösteriyordu. Sarhoş bir saraç çırağı ağlıyor,
bir nüfuzlu zat, otelci ile hususî konuşmalara giriyor; istihkam taburunda
ihtiyat zabitliği yapan bir edebiyat mualliminin gözlüğü buğulanarak başka
dünyalarda dolaşıyor ve kulağından kafasına bir şurup gibi akan bu halk
şarkılarına, kalbinin avuçlarını uzatıyordu.” (Arap Hayri)
“Çınarlı
çeşmede su dolduran kadınlar, testilerin üs tüne oturarak biri gitmeden biri
gelen bu tiyatrolara beddua ettiler.” (Komiki Şehir)
Kasabalarda geçim yolu genellikle erkeklerin esnaflık,
ticaret, küçük memurluklar ve zanaatkârlıklarıyla, kadınların yürüttüğü bağ
bahçe ve tarla işlerine dayanır. Bu, küçük toprak sahiplerinin durumudur. Eşraf
ise işlerini adamları, ırgat ve ortakçıları ile yürütür. Büyük toprakları,
birikmiş paraları, geniş ticarî işletmeleri ile rahat bir hayat sürerler.
Kadınların büyük çoğunluğu tarla ve bahçe işleriyle yıprandıklarından;
vakitlerini oturup konuşmak, kumar, içki peşinde koşmakla geçiren kocalarını
tatmin edemezler. Daha doğrusu dışar lak bir yaşama sürdüren bu erkekler
dışarıdan gelen yeni tiplere, özellikle orta malı kadınlara karşı fazla
hassasiyet gösterirler. S. Ali'nin Hikâyelerinde, düğünlerde bağlarda, içki -âlemlerinde
oynatılan, dağa kaldırılan genel kadınların dramatik serüvenlerine çokça
rastlanır. Kasaba erkeklerince bu kadınlar, fazla özellik arzetmiyen alışılmış
tiplerdir. Bu açıdan, tiyatro kumpanyaları ile dolaşan kadınlara bir başka aç
gözlülükle bakarlar. Bu yüzden, her sınıftan halk kasabaya yeni gelen bir
tiyatro, kumpanyasını büyük bir ilgi ile takip eder; paralı parasız herkes
hanendelere, dansözlere kapılıp onlardan faydalanmaya, ucuz maceralar yaşamaya
çalışır. Bu tutkuların neticesi çoğu kez kasaba ailelerinin geçimsizliğine,
fakir düşmelerine, boşanma vakalarına kadar varır. Kasaba kadınları ise
kocalarını, yörenin genel kadınlarındansa bu dışarıdan gelme kadınlara karşı
şiddetle kıskanırlar. Buna sebeb olarak erkeklerin bazen bu kadınların peşine
takılarak ailelerini terkedip gittikleri gösterilebilir.
(Mustafa Kutlu-Sabahattin
Ali, tsz.)
Hayatı ve Ölümü
Sabahattin
Ali, 25 Şubat 1907’de Yunanistan’ın Trakya kesiminde eski bir Osmanlı şehri
olan Gümülcine sancağına bağlı Eğridere kazasında doğdu. Baba tarafından ailesi
aslen Trabzon Ofludur. Piyade yüzbaşısı olan babasının görevi ve kendi işi
dolayısıyla hayatı Ege ve Orta Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabaları ile
İstanbul ve Ankara’da geçti. Askerî okula gitmek istiyordu fakat o yıl askerî
okullar öğrenci almadığı için Balıkesir Dârülmuallimînine girdi ama okulunu
İstanbul’da tamamlayabildi. Millî Eğitim Bakanlığının imtihanını kazanarak
Almanya’ya gitti ancak öğrenimini bitiremeden yurda döndü. Çeşitli okullarda
Almanca öğretmenliği yaptı. Atatürk’ü hicvettiği gerekçesiyle ve diğer bazı
yazılarından dolayı hüküm giyip ceza evine girdi. Almanya’dayken Batı
edebiyatının bazı önemli yazarlarını okuma imkânı buldu. Nâzım Hikmet’le
tanıştı. Gazeteciliğe başladı, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte siyasî
mizah gazetesi çıkardı. Bir ara Millî Eğitim Bakanlığında memurluk ve Musiki
Muallim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yaptı. Almancadan çevirileri bulunan
Sabahattin Ali, siyasî yazıları sebebiyle sürekli kovuşturmaya uğradı. Sırça Köşk adlı kitabı, Tek Parti
Döneminde Bakanlar Kurulu Kararıyla toplatıldı. Kısa bir süre de olsa kamyon
satın alarak nakliyeciliğe başladı. 2 Nisan 1948’de Kırklareli’nde Bulgaristan
sınırından yurt dışına çıkmak isterken kendisine kılavuzluk eden kimse
tarafından veya yakalandıktan sonra karakoldaki işkence esnasında öldürüldü ve
ölümü hâlâ faili meçhul bir cinayet olarak aydınlatılmayı beklemektedir.
Şiirleri
Sabahattin
Ali, her şeyden önce bir hikâye yazarıdır. Şiir, oyun, masal ve roman
denemeleri bu gerçeği değiştirmez. Esasında hikâye dışındaki türler, bir çeşit
onun hikâyeyi arama çabası sayılır.
Sabahattin
Ali, edebiyata şiirle giriş yapar. İlk önce şiir kitabı yayımlanır. Şiiri,
biçim, üslûp ve mısra tekniğine bakıldığında çağında yazılan şiirin etrafında
dolandığı ama hiçbir anlayışta karar kılamadığını gösterir. Şiirleri, halk
şiirinin ses ve söyleyiş özelliklerinden, divan şiirinin bazı biçimsel
tecrübelerinden, hece şiirinin yeni arayışlarından, Nâzım Hikmet tarzı serbest
şiirin mısra tekniklerinden; fabldan, lirikten ve epikten çok hızlı ama
kararsız, istikrarsız ve yüzeysel izler taşır. Bütün bunlar onun bir arayış
içinde olduğunu, hikâye yazmaya başladığında ise aradığının hikâye olduğunu
ortaya koyar. O, her şeyden önce sözü olan ve anlatmak isteyen bir yazardır.
Ona göre buna en uygun tür de kuşkusuz hikâyedir.
Şiirleri
arasında bestelenmiş ve unutulmaz olanları vardır. İsyankâr ve gür sesli bir
şairdir o. Bir ayağı halk şiirinde, bir ayağı Nâzım Hikmet ile Ahmed Arif
arasında bir yerdedir. Ne var ki şiiri kısa solukludur. Çünkü anlatıma daha
yatkın olan dili, şiiri sürdürmeye elverişli değildir.
Göklerde
kartal gibiydim,
Kanatlarımdan
vuruldum;
Mor
çiçekli dal gibiydim,
Bahar
vaktinde kırıldım.
Yâr
olmadı bana devir,
Her
günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde
demir
Parmaklıklara
sarıldım.
Coşkundum
pınarlar gibi,
Sarhoştum
rüzgârlar gibi;
İhtiyar
çınarlar gibi
Bir
gün içinde devrildim.
Ekmeğim
bahtımdan katı,
Bahtım
düşmanımdan kötü;
Böyle
kepaze hayatı
Sürüklemekten
yoruldum.
Kimseye
soramadığım,
Doyunca
saramadığım,
Görmesem
duramadığım
Nazlı
yârimden ayrıldım.
(Hapishane
Şarkısı I)
Sabahattin
Ali’nin şiirleri bütün eserleri içinde elbette anlamlı ve değerlidir. Çünkü bir
hikâye yazarı olarak başarısının izleri şiirinde görülür. Şiirleri; yazarlık
hayatında bir ilk durak, bir arka bahçe hükmündedir. Dolayısıyla şiirini,
hikâyesini besleyen bir damar olarak değerlendirmek gerekir. Hikâyelerindeki
derin ve etkili anlatım, büyük ölçüde şiir tecrübesinden kaynaklanır. Şiiri
edebî bir tür olarak sürdürmese de o, hikâyelerinde bir duyarlık olarak
varlığını alttan alta her zaman hissettirir. Neticede bu duyarlık, hikâyelerinin
anlatımını zenginleştirir ve edebî tadını artırır.
Hikâyeleri
Sabahattin
Ali, toplumcu gerçekçi yeni Anadoluculuk anlayışının hikâyede ilk örneklerini
veren bir yazardır. Giderek köy edebiyatına ve ardından toplumcu gerçekçi
sosyalist edebiyata evrilen bu anlayış, Sabahattin Ali’nin örnekliğini kolay
kolay eskitemez. O, halk duyarlığını, toplumun ihmal edilen veya görmezden
gelinen kesimlerini geleneksel halk edebiyatından yararlanarak onların diliyle
anlatır. Salt ideolojik kaygıyla hareket etmez. Toplumcu gerçekçi sosyalist
edebiyat, Sabahattin Ali’yi izleyerek yola çıkar ancak ideolojik kaygıyı
gözettiğinden halk duyarlığından uzaklaşarak militan/ideolojik duyarlığa teslim
olur. Bu defa halk edebiyatı yerine dünya sosyalist edebiyatının örneklerinden
yararlanarak daha “yabancı” bir dil oluşturur. Bu da ayrı bir şey olur ve
Sabahattin Ali; önemini, örnekliğini ve yeni nesillerin ilgisini çekmeyi
sürdürür.
Sabahattin
Ali, hikâyelerinde yoksul, kimsesiz, gariban, hasta, suçlu, mahkûm vb. küçük
insanların yani toplumun “öteki” ve çevrede kalan insanlarının hayatlarını
anlatır. Hayata, hayatın gerçeklerine onların gözünden bakmaya çalışır.
Olayların geçtiği yeri; köy, kasaba veya Anadolu’nun bir şehri, mekânı, eşya ve
nesneleri olanca yalınlığıyla tasvir eder. Bu konuda bir ayrıntı ustası
olduğunu peşinen söylemek gerekir. İyi ve sağlam bir gözlemcidir. Kendi yaşayıp
gördüklerini anlattıklarına aktardığı da kesindir. Ceza evinde yatmayan bir
kimse, mahkûmları onun gibi anlatamaz. Dili sadedir; hiçbir fikrin ön
kabulleriyle hareket etmez. Anlattığı olayları zamanın ve kahramanlarının doğal
diliyle anlatır. Esasında o, anlattıklarıyla çağının sosyal hayatına tam bir
ayna tutmuş olur. İnsanların ruh dünyasını; acımasızlık ve merhametini,
hayalleri ve korkularını, yalnızlık ve çaresizliğini en ince ayrıntısına kadar
dile getirir. Böylece onun gerçekçiliği eleştirel bir duyarlık oluşturur.
Bundan devlet, yöneticiler, aydınlar, toplumun burjuva kesimleri, ağalar vs.
nasibini alır. Onun sosyal gerçekçiliği, çektiği insan ve toplum fotoğrafı
kurulu düzene ve statükoya karşı derin bir tepkidir. Neticede değişimi,
anlattıklarıyla kamçılayan bir yazardır o.
Sabahattin
Ali’nin hikâyeleri ilginç ve tahmin edilemez bir sonla biter. Hikâyelerinin
finaliyle okuyucuyu şaşırtır. Bu şekilde okuyucunun konuyu kendine göre
sürdürmesini veya yeni bir kurgu üretmesini ve içinde bir fikrin uyanmasını
amaçlar gibidir. Bu yönüyle de çağının hikâyecilerinden ayrılır. Hikâyelerinin
mutlu veya mutsuz sonu yoktur. Hayatın içinden bir kesit sunar, ayna tuttuğu
açı kapandığı yerde hikâye biter; böyle yapmakla yeni bir açıya, yeni bir
devama kapı aralamış ve imkân sağlamış olur. Okuyucuyu bir noktaya odaklar;
okuyucu, hikâye bitip hedeften ayrılınca ya başka bir açı ya da daha geniş bir
açıya ihtiyaç hisseder. Böylece yazar okuyucusuna hayatın yalın ve
soğuk/acımasız gerçeklerinden büyük ve bütün bir bakışı önermiş olur:
Gerçekleri gör ve bakış açını büyüt, hayata duyarsız kalma!
Sabahattin
Ali’nin hikâyeciliğine yöneltilebilecek en önemli ve temel eleştiri onun
toplumun belli kesimlerini, çevrede kalan küçük parçasını veya sadece ana
bünyenin dışındaki unsurlarını görmesi; fotoğrafın büyük kısmını; muhafazakâr,
geleneklerine bağlı ve dindar kesimlerini es geçmesidir. Esasında bu,
Cumhuriyet ideolojisinin köy ideali olan bir çeşit memleketçiliktir.
Memleketçilik; Anadolu’yu görmek, gerçekliğini kavrayıp yansıtmak ve köylerden
başlatılacak bir kalkınma hamlesini bütün yurda yaymaktır. Yeni kurulan devleti
ve onun devrimlerini halka benimsetmek, lâik bir hayat tarzını egemen
kılmaktır. Hâlbuki ana bünyeye mercek tutmuş olsaydı çok daha farklı, toplumun
değişim ve dönüşümüne katkı sağlayan ve sosyolojik değeri daha işlevsel ürünler
ortaya koymuş olurdu. Meselâ Anadolu insanına en azından Refik Halit Karay’ın
baktığı yerden bakabilmeli ve bakış açısını daha geniş tutabilmeliydi. Elbette
ele aldığı kitle ve kesimler de toplumun bir parçasıdır ve ana bünyeyle ortak
özelliklere sahiptir ama yine de bütünün ağırlıklı kesimleri değildir. Yeri
gelmişken söyleyelim: Sabahattin Ali sonrası Türk hikâyesi, toplumun ihmal
edilmiş bu büyük kesimlerini Mustafa Kutlu ile görmeye başlamıştır. Bu bağlamda
Mustafa Kutlu hikâyesinin Sabahattin Ali hikâyesiyle yakın bir akrabalığı
olduğunu ve onun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Sabahattin
Ali’nin kitaplarında yer almayan ve sandığında bulunup sonradan yayımlanan,
kendi el yazısıyla yazılmış ve 17 Haziran 1931 tarihini taşıyan “Bir Hakikatin
Hikâyesi” adlı hikâyesi ile Konya’da çıkan Yeni
Anadolu gazetesinde “Bir Kadın Dalaveresi” adıyla yayımlanan (8 Mayıs-21
Haziran 1932) ve Kağnı’da “Bir
Skandal” adıyla yer alan hikâyesi, aynı konunun hemen hemen benzer bir olayla
iki farklı anlatımıdır. Bu benzerlik bize onun beğenmediği bir hikâyeyi, konuyu
heba etmeden yeniden yazdığını ancak hikâye ve romanlarına bir bütün olarak
bakıldığında kelime hazinesinin sınırı, betimleme üslûbunun tekdüzeliği ve
kurgu mantığının statikliği yirmi yıllık yazarlık hayatında kendini fazla
yenileyemediğini, bir anlamda çoğalttığını ama sağlam yerden başladığı ve
sağlam yere bastığı için bunların bir kusur olarak görülmediğini gösteriyor.
Bu
arada hikâye ve romanlarındaki ufak tefek kelime ve ifade kusurlarını, kurgu
zaaflarını da görmezden gelebiliriz. Meselâ Ses’te
yer alan “Köpek” gibi zayıf kurgulu hikâyelerinde bile anlatım sıcaklığı sarar
bizi. Kurgunun zayıflığına bakmayız; anlattığı hikâye alıp götürmüştür bizi.
Hatta hikâye bittikten sonra biz konuyu sürdürmeye devam ederiz. Anlatımın
havasından çıktığımızda ise bir şuur uyanışı yaşarız. İşte Sabahattin Ali’nin
sanatı budur; estetik, duygusal ve düşünsel olanın harmanlanarak bilince
dönüşmesi. Hiçbir unsuru diğerine feda etmez; her birini yerine ve ağırlığına
göre ustaca kullanır.
Yine
kitaplarında yer almayan ve sandığında bulunup sonradan yayımlanan, kendi el
yazısıyla yazılmış “Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı hikâyesinde Sultan II.
Abdülhamid’e yönelik tarihsel gerçeklikten uzak haksız eleştiriler, biraz da
dönemin resmî anlayışını yansıtmaktadır. Ayrımcılık içeren ve ideolojik bir
kurgu ve söylemle yazılan bu hikâyeye kitaplarında yer vermemesi ise ilginç ve
düşündürücüdür.
Öte
yandan Sabahattin Ali, hikâye ve kitaplarına isim koymada başarılı bir yazar
değildir. Kitaplarının isimlerini genellikle onların konu ve kahramanlarından
seçer. Ancak bunlar, çoğu zaman anlattığı konuyu tam olarak yansıtmaz. Çarpıcı
ve kuşatıcı olmayan, çağrışımsız, ilgisiz, gelişigüzel ve bazen tek kelimelik
bu isimler, hikâye okunduktan sonra anlamsız hâle gelir. Bazen hikâye ismi
olarak öne çıkardığı kahraman da başkahraman değildir. Dolayısıyla hikâye ve
kitaplarına isim vermede özensiz bir yazardır.
Sabahattin
Ali’nin hikâye kitapları içinde yer alan dört masalı vardır. İlginç birer
denemedir bunlar. Yazar, geleneksel masal formunu sadeleştirerek toplumcu
gerçekçi sanat anlayışına uygun çağdaş masallar yazar. Sosyal tema ve sorunları
masal formu içinde hikâye üslûbuyla anlatır. Masallarının sayısının az olması
ya da hikâyelerinin arasında kaynaması sebebiyle yeterince fark edilmemiş
olabilirler. Oysa Sabahattin Ali’nin bu az sayıdaki masalları, modern Türk
masalına öncülük edebilecek niteliklere sahiptir.
Romanları
Sabahattin
Ali’nin romanları uzun birer hikâye gibidir. Hikâyeleri ile romanlarında aynı
kurgu, aynı anlatım ve aynı üslûp egemendir. Aralarındaki fark; birinin kısa,
diğerinin daha uzun ve detaylı oluşudur. Olayların geçtiği yerler, kahraman
tipleri, yazarın bunlara yaklaşımı, doğrudan veya dolaylı içerdiği mesajlar hep
aynıdır. Romanlarında anlattığı küçük insanların küçük ama gerçekçi dünyaları,
hayal ve umutları, tutkuları, aşkları, yalnızlıkları, çaresizlikleri, kendine
özgü gururları, karşılaştığı zorluklar, yaşadığı çelişkiler, uğradığı
haksızlıklar ve bunlara tepkileri vs. onun anlatımıyla bir toplum fotoğrafına
dönüşür. Tabiî bu fotoğraf, olumsuzlukları gösteren gerçekçi bir fotoğraftır.
Sabahattin
Ali’nin toplumcu gerçekçiliği eleştirel bakışla nesnelleşir. Anlatırken sözünü
esirgemez, taşı gediğine koyar ve kurulu düzeni açık açık eleştirir.
Dolayısıyla bu yönü, yönetici kesimlerin pek hoşuna gitmez. Tek Parti Dönemi
Türkiye’sini eleştiriye tâbi tuttuğu için dönemin sol iktidarları tarafından
pek sevilmez. Hatta acımasız bir şekilde öldürülmesi, ölümünün aylar sonra
basına yansıması ve hâlâ faili meçhul bir cinayet olarak kalması sıradan bir
olay değildir. Bunu yıllar sonra neşredilen bazı hatıra kitaplarındaki
çelişkili ifadelerden anlayabiliyoruz. Kuşkusuz Sabahattin Ali’nin katilleri
Tek Parti Döneminin yöneticileri ve suç ortakları da gerçeği yıllarca
ısrarla/inatla gizleyen bu yönetimin yandaşı yazar ve gazeteciler ile onun
yakın arkadaşlarıdır. Sol çevreler, Sabahattin Ali konusunda anlaşılmaz bir
şekilde ikiyüzlüdür. Hem mirasından sonuna kadar istifade etmeye ve onu
sömürmeye çalışmışlar hem de ölüm sebebinin araştırılmasını hiçbir zaman
kendilerine dert edinmemişlerdir. Öldürülmesi olayının o günkü gazetelere
yansıma biçimleri ve arkadaş çevresinin yıllar sonra yayımlanan hatıralarındaki
çelişkili anlatımları bu çevrelerin basitliğini göstermektedir. Evet, Sabahattin
Ali’nin öldürülmesi olayında gerçek suçlular, katillerden ziyade zamanında
bildiğini söylemeyenler ve sonraki yıllarda bilmiyormuş gibi davrananlardır. Bu
hâdise sol çevreler için bir namus belgesi olarak tarihe geçmiştir.
Asım
Bezirci, Fethi Naci, Berna Moran ve Ahmet Oktay gibi sol/sosyalist yazarlar,
Sabahattin Ali’yi hikâye ve romanlarında “sınıf sorunu”na değinmediği
gerekçesiyle eleştirir. Bu, onların kendi ideolojik şablonlarını Sabahattin
Ali’ye giydirme isteğinden/çabasından başka bir şey değildir. Bu yazarlar, asıl
görülmesi gerekeni yani onun Tek Parti Dönemi iktidarlarına yönelttiği
eleştirileri, bunun onun hayatına maliyetini görmezler. Bizce asıl görülmesi
gereken Sabahattin Ali’nin samimiyeti, cesareti ve bağımsız yazar kimliğidir.
Kaldı ki “sınıf sorunu” denilen olgu, Batı toplumlarındaki gibi Türk toplumunun
sosyal gerçekliğine bire bir uymaz. Batı toplumlarının sosyal gerçeklerini
bizim toplumumuzda varmış gibi görmek ya da olmayan bir şeyi uydurmaya ve onun
üzerinden konuşmaya çalışmak Türk aydın ve yazarının yüz yüz elli yıllık müzmin
hastalığıdır. Sabahattin Ali, hikâye ve romanlarında toplumun belli
kesimlerinin fotoğrafını oldukça gerçekçi bir şekilde çekmeyi başardığından
eskimeyen ve hâlâ zevkle okunan bir yazar olma özelliğine sahiptir.
Sabahattin
Ali, hikâye ve romanlarında sıradan veya bilinen aşk hikâyeleri üzerinden
toplum kesimlerinin yaşantısını, hayata ve olaylara bakışını yalın bir üslûpla
anlatırken edebî anlayış olarak toplumcu gerçekçi edebiyatın temellerini atar.
Yapmak istediği şeyin farkındadır. Toplumcu gerçekçiliği ideolojiden çok bir
hayat tarzı olarak benimser. Yazdıklarının gelecek kuşaklar tarafından ilgiyle
ve sevilerek okunması, her kesimden insana bir şekilde dokunması da hayatın
gerçeklerine karşı samimî olmasındandır. Gerçeklerin acımasızlığı,
korkutuculuğu ve soğukluğu yıldırmaz onu. Onları olanca yalınlığıyla anlatır.
Böylece okuyucuya, eserle hayatı karşılaştırma ve yeniden yorumlama yani bir
çeşit diyalektik imkânı sunar. Onun başarısı ya da günahı (!) işte budur.
Bir
de Kuyucaklı Yusuf’un Yusuf ve
Muazzez’i, İçimizdeki Şeytan’ın Ömer
ve Macide’si ile Kürk Mantolu Madonna’nın
Raif ve Maria Puder’i ve bunların birbiriyle ilişkileri, arayış/kaçış metaforu
üzerinden okunduğunda bu kahramanlarla yazar arasında karakter yönünden ilginç
paralellikler dikkat çekecektir: Sarsılan umutlar, meçhule savrulan duygular,
giderek yalnızlaşma ve belki en önemlisi öz güven sarsılması... Ardından yeni
bir arayış veya kaçışın eksik ve yarım bıraktığı hayatlar... Yazar, öne çıkardığı
her kahramanda sanki biraz kendini anlatmış. Sanatçı böyle bir şey işte;
eserini kendi küllerinden meydana getirir!
Oyunları
“Esirler”
adlı oyununda fantastik bir kurguyla eski Türk-Çin çatışması ve Çin sarayından
adam kaçırmak isteyen ve imparatorun kızına âşık olan bir Türk’ün kahramanlık
hikâyesini anlatır. Tam bir Turancı kurgudur bu. Ancak kahramanlık, aşk ve
ölüm, böyle fantastik bir kurguda ilginç bir gerçeklik kazanır. Hikâye ve
romanlarındaki toplumcu gerçekçi kimliği bu defa kurguda değil, konuda kendini
gösterir. Ne var ki o, bir yazar olarak bu tarzı sürdürmez. Bir deneme olarak
kalır bu; elbette ilginç bir denemedir.
Bu
bağlamda “Kağnı” hikâyesine yazdığı opera denemesi de ilginçtir. Evet, bunlar
birer denemedir ve Sabahattin Ali için esas olan hikâyedir.
Gazete ve Dergi Yazıları
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergi yazıları; şiir, hikâye ve romanlarının alt yapısı
hükmündedir. Memleket meselelerine dair düşünce, eleştiri ve önerilerini içeren
bu yazılar, üslûbu itibarıyla zamanına göre sert yazılar olarak
değerlendirilebilir. Olaya bir de yazarın sanatçı olarak kişiliği açısından
bakmak gerekir. O, açık sözlü olan ve doğru bildiğini eğip bükmeden olduğu gibi
söyleyebilen zamanının en cesur ve namuslu aydınlarından biridir. Nakliyecilik
yapar ama namerde boyun eğmez! Cesareti hayatına mal olsa da bundan
vazgeçebilecek bir karakterde değildir. Mücadeleci ruhu bir taraftan bu
yazılarına yansırken diğer taraftan da doğal olarak sanatçı duyarlığını
beslemiştir.
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergi yazıları çoğunlukla edebî, siyasî ve siyasî mizah
türünde yazılardır. Bunlar arasından öne çıkanları ise siyasî olanlardır.
Siyasî yazıları, hikâye ve romanlarına yöneltilen eleştirilerin kaynağını da
oluşturmaktadır. Zamanında eseri, siyasî düşünceleri sebebiyle hem sağ hem de
sol çevreler tarafından ağır ve hak etmediği eleştirilere tâbi tutulmuştur. Ne
var ki aradan geçen zaman onu haklı çıkarmış ve muhaliflerini tarihe gömmüştür.
Siyasî
yazılarında temel memleket meselelerini ele almış, Türkiye’nin Batıyla olan
edilgen ilişki biçimini ve hükûmetlerin halka yönelik politikalarını açıkça
eleştirmiştir. İnönü dönemi ve hükûmetlerini “halk düşmanı” olarak nitelemiş ve
“faşist”likle suçlamıştır. Elbette bu yazılar zülfüyâre dokunacaktı. Nitekim
öyle oldu ve kısa zaman içinde Sabahattin Ali’nin kalemi kırıldı.
Türk
sosyalist hareketinin önde gelen liderlerinden Mehmet Ali Aybar’ın İzmir’de
çıkardığı dört sayfadan oluşan haftalık Zincirli
Hürriyet gazetesinde yayımlanan ve 5 Şubat 1948 tarihini taşıyan “Asıl Büyük
Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır” başlıklı son yazısı ile ölüm
tarihi olan 2 Nisan 1948 arasındaki yakınlık, Sabahattin Ali hakkında verilmiş
olan hükmün hemen uygulamaya geçtiğini gösteriyor. Hükmün gerekçesine dair
ipuçlarını, aslında dönemin hükûmetini herkesin anlayacağı açıklıkta ve oldukça
sert bir üslûpla eleştiren bu yazıda bulmak mümkündür.
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergilerde yayımlanan az sayıdaki edebî yazılarına gelince
bunlar, ciddî eleştirel özelliklere sahip metinlerdir. Meselâ Knut Hamsun,
William Shakespeare ve Oscar Wilde ile tiyatro ve tercüme meselesi hakkındaki
yazıları gerçek birer eleştiridir ve zamanındaki eleştiri denemelerinin çok çok
ilerisindedir. Ele aldığı yazar, eser veya konuya bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşır; onları benzerleriyle
kıyaslar ve temel özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışır. Bize göre Sabahattin
Ali, eleştiriye yönelmiş olsaydı özgün ürünler ortaya koyabilecek güçteydi.
Modern Türk Hikâyesindeki Yeri
Sabahattin
Ali, eserlerinde Anadolu’nun köy, kasaba ve küçük şehir hayatından aldığı
acıklı/trajik konuları zengin çevre ve tabiat tasvirleriyle birlikte gerçekçi
bir yöntemle işler. Romantik özellikleri ağır basan bir yazar olarak gerçeği
dinamik yanıyla ele alır. Ayrıca yaşayıp gördüklerini, aile çevresini, kendi
çelişki ve çaresizliklerini de yazdıklarına aksettirir. Çelişkiler ve
karşıtlıklar üzerinden toplumsal düzeni, özellikle Tek Parti Dönemi
yöneticilerini ciddî biçimde eleştirir. Kuşağını ve kendinden sonraki kuşakları
etkiler. Modern Türk hikâyesine yeni bir kapı açar. Takipçileri ve taklitçileri
onu aşamaz. Yazarlığını samimiyeti, cesareti ve yaşadıklarıyla taçlandırır.
Meselesi ve mücadelesi olan bir yazardır o. Bu yüzden toplumun bütün kesimleri
tarafından her zaman sevilerek okunur.
Sabahattin
Ali, haksızlıklar, adaletsizlikler ve yanlışlıklar karşısında yüksek sesle
konuşan bir yazardır. Sözünü esirgemez, eğip bükmez; açık ve dobra dobra
konuşur. Bu sebeple sıkça başı belâya girer. Yargılanır, mahkûm olur ama yine
de sözünü esirgemez. Özgürlüğün bedelini hayatıyla öder.
Sabahattin
Ali, gerçekliği trajik olan üzerinden göstermeye çalışır. Bu yolla hesap sorma
ve hesaplaşma bilinci uyandırır. Sorumluluklarımızı hatırlatır. Hakikatin nasıl
olsa bir gün galip geleceğini ortaya koymaya çalışır. Hikâye ve romanlarının
kahramanları bizden biridir, yabancılamayız onları. Toplum olarak bütün
gelgitlerimizi temsil ederler. Bizden farklı olan tarafları kendi
karakterleridir. Buna da saygı gösteririz.
Hikâye
ve romanlarında yer yer kendi hayatından, yaşadıklarından ya da etrafındaki
gerçek kişilerden izler görülür. Zaman zaman bazı bildik isimleri (meselâ
Peyami Safa ve Hüseyin Nihal Atsız) ve onların düşüncelerini, hayata
bakışlarını, sanat anlayışı ve eserlerini hatta karakterlerini eleştirdiği
olur. Bu yönüyle de eleştirilmiştir. Ancak bu özelliğine sosyal gerçekliği
yansıtma kaygısı olarak bakmak gerekir. O, yaşadığı ve tanığı olduğu hayatın
gerçeklerini doğrudan anlatmayı bir yazar tavrı olarak benimsemiştir. Elbette
hayata dair bütün düşünce ve eleştirilerini, yaşayıp gördüklerini bir şekilde
eserine de yansıtacaktır.
Bir
de yazarın “tesadüf”e ve tesadüflere yaptığı vurgu ve yüklediği felsefî ve
derin anlam ile “tabiat”a yüklediği misyona takılmamak gerekir. Çünkü
Türkiye’de 1930-1940’lı yılların aydın ve yazarları, sosyalizmi ve Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) bir umut kapısı olarak görmekte belli
ölçüde haklıydılar. Yaşadıkları çağın dayatmalarına itirazları vardı. Kurulu
düzeni, statükoyu ancak böyle sarsabileceklerini/değiştirebileceklerini
düşünüyorlardı. Dinî duyguları son derece zayıf hatta yok gibiydi. Çünkü dini,
bir çeşit halkı uyutma aracı olarak görüyorlardı. Bu sebeple onları,
yaşadıkları zamanın imkân ve şartlarından bağımsız, bugünün imkân ve
tecrübeleriyle değerlendirmek haksızlık olur.
Aynı
şekilde “Bir küfür yolla Allah’a...” (Hapishane Şarkısı V) dizesi de
abartılmamalıdır. Yalın anlamıyla maksadını aşan bu ifade, şiir söylemiyle
çaresizlikten kaynaklanan bir isyandır. Umudunu zorla korumaya çalışan bir
kimsenin çaresizlik içinde kıvranırken yaşadığı duygu patlaması serseri kurşun
gibi kontrolsüz olur ve bazen kutsalları da hedef alabilir. Yine “Korkutmaz
beni ölüm, / Bir şeytan kadar hürüm. / Süremez bende hüküm / Ne Allah ne de
Nahit...” (Bütün İnsanlara) dörtlüğündeki söyleyiş, sürekli arayış
psikolojisinin doğurduğu tatminsizlik, kararsızlık ve gayesizlik hâlinin bir
çeşit isyana dönüşmesinden başka bir şey değildir. Kaldı ki böylesi bir üslûba
geleneksel Alevî-Bektaşî edebiyatında da sıkça rastlarız.
Öte
yandan Nâzım Hikmet’in dinî temalı şiirleri gibi Sabahattin Ali’nin de dinî
temalı ilginç şiirleri vardır. Abdülkadir Geylânî’ye ithaf ettiği “Nefes” adlı
şiiri ile gazel biçiminde yazdığı “Mey” adlı şiiri böyle bir şiirdir. Tek Parti
Dönemi hükûmetlerinin baskıcı yönü Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi
özgürlükçü şair ve yazarların nefes almasına fırsat vermemiş, onlara soluğu
dışarıda almaktan başka çare bırakmamıştır. Bu yüzden Tek Parti Dönemi
hükûmetlerine gösterdikleri tepki giderek onları yabancı düşünce ve
ideolojilerin kucağına itmiştir. Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin de böyle
tepkilere kurban gittiğini, iç dünyalarındaki dinî duyguyu her şeye rağmen
koruduklarını, Nâzım Hikmet’le ilgili son dönem hatıralarda bunun açıkça belli
olduğunu ama Sabahattin Ali’nin ise buna fırsatı olmadığını, her ikisinin de
özünde ve temelde dine ilgisiz olmadıklarını düşünüyoruz. Meselâ Aziz Nesin
gibi dinle ilişiğini kesmemişlerdir.
Unutulmamalıdır
ki bir yazar için esas olan inançları değil, eseri ve mücadelesidir. İnançları
kendisini bağlar, bizi ilgilendiren eseri ve mücadelesidir. Elbette bir yazarı
inanç ve düşüncelerinden tamamen soyutlayamayız, inanç ve düşünceler eserin
damarlarında dolaşan kandır ancak biz, bir eserdeki inanç, felsefe, bilgi, düşünce,
tarihsellik ve yerelliği paranteze alarak okuruz. Bir eserin bizi ilgilendiren
tarafı içerdiği düşünce ve bilgi kırıntıları değil; üslûbu, kurgusu, anlatımı
ve ortaya koyduğu atmosferdir. Yazarın da mücadelesine bakar, samimiyetini
anlamaya çalışırız. Çünkü okuyucuya göre yazarın hayatı da eserine dâhildir.
Sabahattin
Ali, sosyalizmi bir dünya görüşü olarak benimsese de gerçekte o, bir
hümanisttir. Hümanizmin değerler dünyasına bağlı bir düşünce ve hayat tarzı
vardır. Bu bağlamda İçimizdeki Şeytan’da
yer alan bir diyalog cümlesi onun hayat felsefeni tam anlamıyla yansıtır:
“Hayata, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak, ne
peygamber... Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren,
istediklerini tayin et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla... Göreceksin!”
Sabahattin
Ali, içindeki coşkunluğu dindirememiş, dizginleyememiş bir insandır.
Arayış-kaçış ikileminde derin gelgitler yaşar. Bu anlamda yaptıklarıyla yapmak
istedikleri zaman zaman birbiriyle çelişir. Çoğu zaman çevresiyle de barışık
değildir. Çünkü çevresindeki birçok insan gibi ince hesaplar yapmaz. Herkesin
yanlışını her yerde söyler ve eleştirir. Bu tavrının başına açtığı işleri
önemsemez. Tıkandığı yerde ise isyan eder. Bu yüzden duygu ve düşüncelerini,
hayatını yönetmede başarısız olur. Sanatçı kişiliğinin onu savurduğu yerde
tutunmaya, soluklanmaya çalışır. Bu da hayatını kurtarmaya yetmez. Hayatına
kastedenler eserleri karşısında çaresiz kalır. O ise eserleriyle aramızda
yaşamaya devam etmektedir.
Sabahattin
Ali, Türk hikâye ve romanının namusudur...
Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar (2020)