Şair ve yazar, edebiyatçı. 1 Haziran 1959, Ulus / Bartın doğumlu olup Safranbolu’da yaşamakta. İlköğrenimin hemen ardından moda üzerine özel eğitim alıp, 1981 yılından itibaren iki firmada Moda Desinatörü olarak çalıştı.
1989
yılında kendine ait Şiir Moda Evi’ni açtı ve 2007 yılına kadar sürdürdü.
1980’li
yıllardan bugüne değin şiirleri, deneme-anı tarzındaki yazıları; Dilizi, Gerçek
Sanat, Ekin, Yücel, Kıyı, Karşı Edebiyat, Aykırısanat, Klas, Tay, İmece, Trabzon,
Broy, Anadolu Sanat, Yeni Çağrı, Damlalar, Çağdaş Türk Dili, Yazıt, Akatalpa,
Şehir, Çağdaş Yaşam, Beşparmak, Aydili, Berfin Bahar, Zonkişot gibi sanat
dergilerinde ve yerel gazetelerde yer aldı. Ankara Radyosu’nun şiir
programında, “Eylülde Gel” şarkısının usta yorumcusu, ses sanatçısı Alpay
tarafından şiirleri okundu.
Anadolu’da
çıkan sanat dergilerinin birer okul neferi olduğu görüşünde. Kültürün bütününe
olmasa da gereksinim duyulana yetmeye çalışan, göğüsleyen yazın emekçilerinin
metaforu olarak görüyor. “Şiir sanat dalları arasında işlenmesi gereken en zor
işçilik, özel bir cevher ve şiir; başlı başına bir “depremdir” görüşünde.
Elvan
Yayınları sahibi Yazar İhsan Işık’ın yayımlamış olduğu “TÜRKİYE EDEBİYATÇILAR
VE KÜLTÜR ADAMLARI ANSİKLOPEDİSİ”n de, “Vurulsan Duyacağım”adlı deneme yazısı
ile yer aldı. (2009)
2012’de
Şair Ümit Yaşar Işıkhan ile birlikte “78 Kuşağı Edebiyat Platformu” başlıklı
ortak bir proje çalışması başlattı. 1980 yılında Yapılan Askeri Darbe’de mağdur
olan sanatçıları, yazarları kapsayan proje yerel ve ulusal basında yer almasına
karşın, sponsor bulunamadığından sonuçlanamadı.
Çağın
en büyük sorunu haline gelen, Kadın Sorunları ve Çocuk İstismarı üzerine
yazılar yazdı, “aramızda kalsın” anlayışını yıkabilmek için çeşitli illerde,
ilçelerde Konferans verdi. Ayrıca çeşitli panellere konuşmacı olarak
katıldı.
2019’da
çıkan “Hoşçakal Annemin Cenneti- Deneme” kitabının tüm gelirini engelli
vatandaşlara bağışladı. Yine Kasım 2019’da Karabük Üniversitesi’nde düzenlenen
“Okumak Tüm Engelleri Aşar” konulu panelde, engelli vatandaşlarımızın
sorunlarına, toplumun engelliye bakışı, psikolojik baskısı, ailenin engelli
çocuğuna bakışını daha birçok yönüyle değerlendiren söyleşide konuşmacı olarak
yer aldı ve program sonrasında imzalanan kitapların gelirini Karabük Sakatlar
Derneği’ne bağışladı…
"Hayat
Kız Kardeşimdir" adlı şiiri İranlı Şair Mojtaba Nahani tarafından Farsçaya
çevrilerek Honar ve Eghtesad (Sanat ve Ekonomi) (İran,Tebriz) dergisinin "Türk
Kadın Şairleri" özel sayısında yayımlandı. ( 2020)
ESERLERİ:
Söylediğin
Türkülere Ne Oldu (Şiir, Deneme 2009-Tay
Dergisi Yayınları)
Haziran
Büyüsü (Şiir 2014- Ceres Yayınları)
Kadın
Yüzleri (Deneme-Anı 2014- Ceres Yayınları)
Susmanın
İki Yakası (Şiir 2015- Ceres Yayınları)
Hoşçakal
Annemin Cenneti (Deneme 2019- Tunç Yayıncılık)
Safranbolu’ya
Nefes Verenler (Araştırma, Tunç Yayıncılık, 2021)
KAYNAK:
İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, 2007), Döndü Açıkgöz (Bilgi teyidi, 01.08.2021).
Yine kasvetli bir hava sardı şehrin
ışıklarını. Soğuk ve kirli demeden geçtiğimiz sokak araları, her şeyi unutmuş,
yazılmamış yaşamları seyrediyor penceresinden. Yüksek binaların bacasından
çıkan dumanlar gökyüzünün derin boşluğunda unutuyor küllerini. Yalnızlığın
kimsesiz gözleri dolaşıyor çatılarda. Islanan ağaçların yere düşen yapraklarında,
unutulmuş kentlerin kızaran yüzünde kalıyorum. Durup dururken kesilen sesler,
konuşan özgürlüğümse kayıp. Alışık olmadığım bir mahpus odası kim bilir nerde?
Hep böyle sessizliğe takılıp bunaldığım
günler sonrasında akıyorsun içime. Gelip bir alevin üzerinde tutuyorsun
ellerimi, nedenleri olmadan bükülen gülüşlere karışıyoruz. Parmaklarımın
arasından giden yirmi beş yaşım.
Daha gün başlamadan yürüdüğümüz
kaldırımlar bomboş uyanıyor geceden. Birden başlayan yağmurla ıslanan umutlar
ve kim bilir hangi sığınakta beni çağıran geçmiş? Senin yerine geçen acı az
ötemde, nerde ikindi sonraları inen serinlik? Ve sahil boyu yanımızdan geçen
martılarla yarışan bakışımız. Sevişmelerimiz birden.
O sahil kasabasının kırlarında
yakaladığımız sevgi suskun, beni hiç terk etmeyen yolculukların peşindeyim
şimdi. Sarıldığım kederleri boğuyor kuşlarım. Yok olup giden anıların
darağaçlarını bozuyorum senin için. Yerden kalkmayan gözlerini, hüzünlerini
saklıyorum, bütün şehir ayaklanıyor, bir adam çözüyor zincirlerini. Hep aynı
beyaz elbisen mi üzerindeki? Vurulsan duyacağım.
Yorgun gecelerini bölen sızı almış yüzünün
aydınlığını. Uzandığın yalnızlığında dinleniyor mu başın? Yoksa bu sararmıştık
tümden yayılır. Sabah ezanları mı getiren seni yüreğimdeki ölümlere?
Kaçarak yaşadığın zaman artık sorguda
değil Bir gelincik tarlası kadar kırmızı
yaralarımız, kapkara ufuklar ve o günden sonra edindik buharsız kışları. Sen
kışlarımın zemheri ayazı gibi dondurdun beni. Acelemiz öfkedendi. Gerdeğe
girmedi haziran gelini, gül kokulu sandıklara döşenmiş çeyizler açılmadı.
Zindanlardı sonu. Yüzümüzün karanlığına açan çiçekleri anımsamıyorduk bile.
Dilek tutuyorduk kayan yıldızlarda, gördüğümüz her çocuğa koşuyorduk.
Çıkmaz bir sokağın sonunda bulurdum
birbirini tüketen yaşamları. Yan yana dizilen eski evlerin kaderiydi
unutulmuşluk. Yastığımın altında sakladığım yüzük ve sokağın başından inerken
çaldığın flütün sesinde, öylece dalardım sana. Mutluluk alışırdı bana. Sesin
akardı at arabalarının arkasından. Zor gelirdi vurulmuşluk. Dut ağaçlarının
dalına kurduğumuz salıncaklarda o serseri çığlığımız sallanır hâlâ. Güneşe
resimler çizerdik. Gencecik yaşımızı siper ederdik kavgalara ve ateş
bulutlarına gömülüp dökülürdük türkülere.
Kimseye görünmeden bahçelerden çekilen
güne taşıyorduk geceyi. Kollarımızda gerinip dururdu mutsuzluğumuz. Dışarıdaki
ayaza benzerdik. Biz yeniden yakmıştık yangınları, yeniden sevdalıydık ölüme.
Kalan sesimizi tutuyorduk ağladığımız sularda.
Ağlama; bu yağmuru kesilmiş gökler senden
önce de vardı. Senden önce de acırdı benim gözlerim. Acırdı baktığı her
çocukta. Sevgisiz günlerden geçiyoruz, buz renginde başımdan kalkmayan duman.
Senin türkülerinle uyanıyorum şafak sökmeden, uzun köprülerde ayaklarım. Unuttuğum
her Öpüşte anladığımı anlasan.
Böğürtlen kokulu tepeleri aşarak iniyorduk
günün sonunda eve. Ocaktaki alevlere dalıp gittiğimizde, bir uğultu alırdı
sokağın başını. Bir serçe irkilirdi boş kuyunun çıkrığında dönen sesle. Fener
ışıkları geçerdi uzaklardan, sen başka yöne eserdin, rüzgârın olurdum.
Sürüklenirdik saçlarındaki zamanda, gün açmayan gelincikler üzerine serilirdik.
Firari sayılırdık bütün kentlerden. Gecenin serinliği beklerdi bizi. Ve
çoktandır duymadığım ıslığın saçlarımda.
Bulanık nehirler aktı yüreğindeki denize.
Sen bulutların büyüyen oyunlarını seviyordun. Aynı pencerenin ışıklarına
benziyordun gittikçe. Ayaklarının sonunda yüzüne çarpan kayalar buluyordun ve
buruksu yalnız uykular. Kırdığımız masaların üzerine çivilenen bir adımız
yoktu. Konuğu idik bütün sokakların. Sokakların bittiği yerde tükeniyorduk.
Seni; o yolun sonunda bekleyen anıların
kırık kapısında çökmüş bulacağım. Penceresinde kuruyan nergislere, odalarındaki
eylül gülüşüme dokunacaksın. Sana aldığım çakmakla sigaranı yakıp, her biri
görülmüş mektupları okuyacaksın. O eskimeye yüz tutan evlerin camlarında arayacaksın
kendini, İkimiz de yeniktik. Sevginin hangi elinden tutacaksın? Ellerimiz var
mıydı? Sen yüzümdeki yalancı cennetsin.
Düşlerimizin yemyeşil yamaçlarında çalıyor
davullar. Rengârenk olacağım bugün, sana söz. Efeler diz kırıp zeybek oynarken
bayrak tutan elini buluyorum. Artık ölemem. Sen bu meydanlarda en çok
beklediğim türküsün. Yüreğim dayanır mı soluğun bitse? Kollarında taşıdığın
kuşlar ne kadar sessiz. Gittiğin kentlerde vurulan umutları emziriyor kadınlar.
Umutları olmuş muydu? Sen koydun adımı çığlıkların ortasına. Gözlerinde kurşuna
diz beni.
Senin şehrinden bulup getirdiler bu ölüm
korkularını. Taş duvarların üzerine dikilip, isimsiz sevdaları yazdılar.
Yeminleri bozdular anlamadan. Biz o gün ordaydık. Hüzün bıraktık, acımızı
giydik kimse görmeden, dağıldıkça sevgiden. Ve sen yoksun, hiç olmadık. Ben hiçbir
yerde değilim. Hangi gökten toplanmışsa buz çiçekleri. Töre diye bildiğimiz o
kara yazgının türküsünden geçtik. Sıradan bir ayrılığı ezber yaptık kendimize.
Böyle çıkıyoruz her görüş günü, biriktirdiğimiz günleri kurtarıyoruz içerden.
Yanımızda boy atan çiçekleri asarak yüreğimize.
(Söylediğin Türkülere Ne Oldu, 2009)
PENCERESİZ EVLER
Döndü AÇIKGÖZ
Ne
vakit yolum küçük kasabalara düşse; dar sokakların iki tarafında pencere ve
kapıları birbirine bakan tek katlı, yıkılmaya yüz tutmuş eski evler hep
dikkatimi çekmiştir. Adeta, içkonuşmanın dışa vuruşunu andıran bu barınaklarda
neler yaşandı kim bilir? diye düşünürüm. Kiminin penceresinde yaşlı bir teyze
oturmuş dantel örüyordur, kiminin perdeleri kapatılıp kapısına kilit vurulmuş,
kimsenin uğramadığı bir tenhalığı yaşayıp durmaktadır!.. Günümüz modern evlerin
rahatlığı, konforu insan düzenini ötelemekte, korunamayan kimi eski evler zaman
içinde yok olup gitmektedir. Büyük şehirlerin gökdelen gibi yükselen evleri
başımızı döndürürken, kasabalarda yaşayanların tükenen ekonomik kaynaklar
yüzünden geleneksel hale gelmiş zorunlu göçleri yüreklerinde birer onur
kırıntısıdır. Oysa ki; komşuluğun en samimi, candan yaşandığı dönemlerine
tanıktır eski evler… Çat kapı girilen o günlerin, ne yazık ki bugün birey ve
toplum olarak çok uzağındayız. Uygarlaşma yönünde ne denli ilerlemişsek,
komşuluk ilişkilerinde de o denli yabancılaşıyoruz. Bu yabancılaşma, salt
toplum olarak değil, eş, dost akraba ilişkilerinde de hissedilmektedir.
Bir
çok siyasi ve asimilasyon politikaları yüzünden isimleri değişen şehirler,
ilçeler bir kültür soykırımıdır. Sunî gündem oluşturmaktan öte gitmeyen bu
toprak kimliği, ülkemiz ve insanlık adına bir kayıptır. Kızılderili reisi Seattle,
“İnsanlar denizin dalgaları gibi gelir giderler” diyor. Kasabaların değişmeyen
kaderidir bu; şartlı tahliyeye benzer yılların düzdüğü sınırları bir pencereden
akıtması.
Gelişen
çağla birlikte yaşam şeklimiz de değişime uğramakta. Aile bağlarımız,
sorumluluk duygumuz yok olup gitmekte. Aynı evi paylaşıp ancak yemek
saatlerinde bir araya gelen aileler sessizliğin fısıltılarını oluşturuyor.
İşten dönen eşini, ya da okuldan gelen çocuğunu pencerede bekleyen bir kadına
pek sık rastlamıyoruz artık. Zira bilgisayarlarımız, akıllı telefonlarımız; en
yakın komşularımız olup çıktı!.. Ayrı odalarda gülüp, ayrı odalarda
dertleşiyor, hatta bilgisayarda kavga ediyoruz.
Pencere kenarında oturup gelenin yolu beklenmiyor. Diziler, yarışmalar
hak getire!.. Bahçedeki, çevremizdeki ağaçların adını, çiçeklerin rengini
unutur olduk.
Elbette
uygar bir toplum olmak, modern çağın getirdiği yeniliklerden faydalanmak gerek.
Gerilemiş bir toplum soyluluğunu yitirir. Coğrafyasını, aydınlığını, genç
kuşağın yükselişini daraltır… İnsanoğlunun acıdığı yarayı söke söke kanatması,
geçirdiği evrelerin tekrar tekrar denenmesindendir. Yoksa küçük kasabalardaki
eski evlerin modern şehirleşmeye karşın, bir ayıba dönüşmesi kaçınılmaz bir
sondur.
Göçlerin,
yaşam koşullarının zorlaşan konduluğu mu demeliyiz buna? Ayak uyduramadığımız
yenilikler ağır tekerlekler gibi çeker bizi. O hengame arasında gönül
muhabbetleri de unutulur gider. Dönemin ortak özelliğidir ilişkilerde ki
olgunluk. Tarihe katkıda bulunmak isterken batıda itibar gören kültürümüz,
halkın bütünlüğünü ne denli korumuştur? Birçok sanatçının, şairin doğup
büyüdüğü kasabalar yaşamda önemli bir
yer tutar. Örneğin Rüştü Onur; eşi Mediha’ya yazdığı bir mektupta, “Karabük’e
gelmekliğime hiç imkân yok Mediha. Çünkü burada doğdum, büyüdüm, buranın
havasına suyuna alıştım. Her şey kadar bu fabrikalar şehrinin de ben de hakkı
var. Burada herkesten uzak yaşayacağız. Anamdan, babalarımızdan,
akrabalarımızdan bile.” diyecek kadar yaşadığı yere vefa borcu olduğunu
düşünmesi ne denli övünç vericidir. Fakat bazen gitmek kaçınılmazdır!..
İstemeye istemeye de olsa. Terk ediyoruz yaşadığımız mekanları, kasabaları. O
yüzden evlerimiz bir hüzne alışmış… O yüzden penceresiz!..
Çocukluğumda
oturduğumuz mahallede komşumuz olan bir Aliye teyze vardı. Her gün pencere
önündeki sedire oturup tepsiye boşalttığı pirinçlerin taşını ayıklar, gelip
geçen komşu kadınlarla sohbet ederdi. Oğlu Osman ağabey akşamları iş dönüşü
sokağın başına gelince, cebinden flütünü çıkarıp üfleyerek girerdi eve. Bense
hayranlıkla onu izlerdim… Bugün geçtiğim kasabalarda terk edilen evleri
gördükçe, insan olarak ne çok şey kaybettiğimizi düşünür oldum. Tütmeyen
bacalar göğe doğru uzayıp gitmede. Ara sıra önünden geçen insanların merak ve
sorgulayan bakışlarına çarpan evler kim bilir hangi anının peşindedir?
Bayramlarda, düğünlerde kimleri ağırlamış, kaç geline yuva olmuştur. Hep bir
odadan bir odaya taşınan yaşanmış anılar. Daha önce kapılar kaç kez hızla
açılmış, kaç kez bir çocuk koşarak arkadaşları ile oyun oynamaya çıkmıştır
sokağa.
İnsan
çok zaman sonra; yaşı ilerledikçe farkına varıyor terk edilen evlerin köhne
yalnızlığını? Zira yaşlılık da; bir yerde yalnızlık demektir. Çocukluğumuzdan
gençliğimize denk, belki yaşlandığımız yıllara kadar geceden gündüze devrilen
zaman. Sevdiklerimizle barındığımız evlerin odalardan kaybolan seslerini
hatmediyor kimimiz. Kah ağlayıp, kah gülen yüzleri, “annemdi, babamdı” diyoruz. Duvarda asılı
duran paltolar, kapının önünde büyük küçük ayakkabıların kalabalığı… Nereye
kaybolmuştur acaba? Ocak başlarında, sobalarda yanan ateş evin en sıcak
köşesiydi. Yaşam şeklimiz, dostlarımız da yer değişti. Sanallaşıyoruz!..
Evlerin
perdeleri kapanmaya başlayınca, sesimiz de bir yerde kırılmaya başlar.
Sıcaklığını yitiren evlerin ruhları da kaybolur gider… Çünkü her köşesine
yerleşen sırlar; sahipleri gidince üstü açık kalır. Kapıda bir gölge, pencerede
gökyüzünü göremeyen, alışık olunmayan zamanlar birikir... Nitekim; bir süre
sonra insanlar da başka zamanları kurtuluş gibi görür... Çağın getirdiği
yenilikler; toplumun yaşam şekli derken çıraklıktan ustalığa yükselen
yoksunluğumuz artar… Gökdelenler inşa edip anısı olmayan evler dikiliyor bugün.
“Anısı olmayan” diyorum; çünkü maneviyatımız çalınıyor. Çoğumuzun mutluluk diye
benimsediği hafife alınmış uzaklık, aynı evin içinde gittikçe yabancılaşan
bireylerin yükümlü kıldığı mecburiyet bir anlamda sevgisizliğin sefaletidir!..
Rüştü Onur, “Bir karım bir de çocuğum olsa/ Ve birde başımı sokacak/ Minnacık evim.” der. Gencecik yaşında ev sahibi
olabilmenin düşünü, yine sevdiği kadınla bütünlemiş. Anılarıyla yaşlanan,
boyası dökülmüş evlerin gecikmiş yağmurlarına duran, hep biri gelecek umuduyla
bekleşen yaşlılarımız!.. Anlarız ki; sandıklara kilitlenen, ömür kadar kısa kalan; gerideki gençliktir.
Her
sokağın, her mahallenin ayrı bir görünüşü vardır ya; evlerin de kendine has
özel bir kokusu vardır. İçinde yaşayan insanlardan aldığı kokudur bu. Yine
Rüştü Onur, “Kenar Dilberi” adlı hikâyesinde,
“Garip bir mahalledir bu. Ne evleri bu fabrikalar şehrinin için arı
kovanı gibi tıklım tıklım dolu olan evlerine benzer. Ne bahçeleri bahçelerine.
Bu evler tek katlı ve toprak sıvalıdır. Tahta kafesli ve ancak bir insan
sığabilecek pencerelerinden güneşin kırılarak girdiği odalarda bütün gün toprak
kokar. Ve bilmem kaç aylık çocuk anasının suya gittiği bir saatte bu odalarda
duvardan kopardığı toprak kırıntılarını yer.” demesinde yalın bir ifade ve
gerçeklik vardır. Barındığımız sığınak kovmaz bizi. Zihnimizin, beden
sağlığımızın dinlendiği tek yer!..
Kentleri,
şehirleri, köyleri güzelleştiren bu mekânların zaman içerisinde insan ömrü gibi
eski bir örtüye sarınmasına “devrilen saray” da denebilir!.. Oturulan
odalardan, yemek yenen köşelerden kesilen ayak sesleri; kapının mühürlenmesi,
artık bir mevsimin daha bittiğini söyler bize. Oysa içinde yaşarken o hiç
önemsemediğimiz eşyalar, hastalandığımızda, ağlayıp güldüğümüzde duvarlara
sessizce yerleşen anılar. Çoğumuzun fısıldamaya korktuğu günahlar!.. Ne kadar
biçimlendirebiliriz masumiyetimizi?
O
evler ki soğuk yorgun günlerin, gecelerin ölü evleri… Bir yanda büyüleyici,
şaşalı bir düzenin ihtiraslı, hırslı ev sahipleri, bir yanda kapının
çalınmasını bekleyen ıslığından başka sesi olmayan evler… Fukara tezgâhlarının
önünden geçen kostümlü provalı hayatlar: Uygar bir toplum olmaya çabalarken,
emeği çalan bir devrimden söz edilir. İşte ihtiyacımız olan cesaret bir evin
kapısına kadar. Dünyaya, yaşadığı topluma anlam veren de insandır. Neden “penceresiz evler “ diye düşünecek olursak, insanın yolculuğu
kendi içine, kendi evinden başlar. Düzeni, güveni esasen düşünce gücünden alır.
Hiçbir eve gömemezsiniz özgürlüğünü!.. Evleri şiirle giydiren; biçim ve
temalarla işleyen yine insandır. Tutabildiğimiz, sanatın içinde kurduğumuz
bağlar misafirdir bize!.. Kayda geçmeyen vaat edemediğimiz sarılma isteği
özümüz değil de nedir? Şu bir gerçek ki
sanatı omuzlayan yürekli insanların ayak sesindedir şiir… Ayaklarımızın
olduğunu belki bir şiir öğretir bize.
Evimizin
kapısını çaldığımızda ilk gözümüze değen yine annemizin o gülen yüzüdür.
Babadan çok soluğunu yanaklarımızda hissettiğimiz, herkesten çok bize fetihler
hazırlayan onurlu kadın… Bahçe kapısından tutun da bütün odaların, eşyaların ve
perdelerin üzerine serilen onun sesidir. Ya çocuklar? Tek yüzlü evlerin azınlık
şiiridir onlar… Şefkatin sarmaladığı kendi rolünü seyircisiz sahneleyen,
elindeki tek silahı büyümek olan geleceğin gladyatörleri. Kovalamayı başlatan
küçük düşlerin kıvrak çığlıkları caddeye, mahalleye taştığında kimi evlerin
merdivenlerinde mutsuzluk, huzursuzluk uykusundan uyanır!..
Güneşin
uğradığı balkonlar gölgenin kendini oradan oraya atmasını seyrededursun, yüzü
olmayanlarımız galip gelmiş bir dövüşçü gibi günü temize çekmeye çalışır.
Tanışık zafer hikâyeleriyle avunur. O nedenle sandığa kaldırılır evlerin kat
kat giyinmiş acıları. Odaların, eşyaların, günah ya da sevapların suç ortağı
gözler!.. Anlatabilir miyiz içimizi
kurutanı? Ölüm denen yabancıyı? Kapı tokmaklarına uzanan eller kapı ardındaki
sese toplanır. Kaç vakitsizlikten büyür pişmanlık? Misafir gibi ağırlanır
başköşede. Geleneklerimizin unutulduğu, artık ağaçlarla konuştuğumuz ve hatta
konuşmak için ağaç bile bulamadığımız zamanların ressamıyız... Ormanı bırakıp
giden suçlu ise, yaprağı dalına kim yasaklar? Ölünce uzlaşamayız.
Nedense
evlerin içinden çok dış görüntüsü belli eder kimliğimizi. Yaşamın kırık
merdivenlerini onarmak hiç de kolay değildir. Kapının önünde kalınca anlarız
bir sesin varlığını. Yakınlarımız terk edince nasıl yalnızlaşırsak; evler de
içinde yaşayanlar tarafından terk edilince ıssızlaşır. Küstüm çiçekleri yetişir
bahçelerde. Yatak açılmayan odalar karanlığa bürünür. Her ev kendi kaderini
yaşar.
MAHALLE
GÜVERCİNİ VURULUNCA
Döndü AÇIKGÖZ
Yıllar
sonra çocukluğumun geçtiği mahallede buldum kendimi. Oturduğumuz evin dar,
çıkmaz sokağına girince, elinde flütü ile çocukluğumun o unutulmaz kahramanı
Osman ağabeyi anımsadım. Annesini, kardeşlerini, babasını, ev sahibimiz Şaban
amca, eşi Fatma anayı, yan komşumuz Vasfiye teyze, göçmen Macir ailesini ve
ayakkabıcı Şaban amcayı. Zaman kendini mi cezalandırmıştı, yoksa elimizde yanan
bir mumla mı dolaşıyorduk biz? Kendimi bu denli uzak bulmamıştım çocukluğuma…
Yaşadıkları
evlerin kapısında, penceresinde onlardan bir ses alamasam da, o eski samimi
komşuluk ilişkilerini, mahalle çocuklarının güven içinde oynayışını özleyerek
aradım etrafta ki her köşede. Restore edilip, birer konağa dönüşen, bugünün
modern hayatına uyarlanan bu evlere yabancıydım adeta. Yenilikler hayatımızda
yer aldıkça eskinin değerini unutacağımız gerçeği tokat gibi vurdu yüzüme. Kapı
tokmaklarına yığılmış binlerce elin gözleri sanki bana bakıyordu!.. Zaman; çok
hızlı geçmişti bu çıkmaz sokaktan.
Bir
kez daha anladım ki yıllar akıp gitmiş. Güz bahçemi çapalarken buldum kendimi.
Büyümüşüm; hem de istemediğim kadar. Ayrıca dokunuyormuş büyümek insana, bunu
da öğrendim. Bir şey daha öğrendim ki; ömrümüzden çalıyoruz farkında olmadan.
Açık bulduğum her kapıda kendini prangasından kurtaran seslerin şahlanan
sevinçlerini kim görebilir? Can veren bir yürekte kalabilseydim keşke. Neyin
içinden geçsem kovuyor mutluluk!.. Bir esir gibi özgürlüğü bekliyor dünya.
Kimin yüreğine evimi kursam, deprem oluyor birden…
Beklemekle
neleri kaçırdığımı susmak kimi gerçeği iteliyor. Annemden biliyorum hastalıklı
bir yaşamın yıkılmaz duvarlarını. Ben yine de sürekli duvarları yumruklardım.
Kaybolup giden kuş sürülerini fark etmiyor kimse. Havaya çizilen vaatler
düşüyor suyun üstüne. Kime ayna tutsam sertleşiyor yüzü. Kaça satar, kaça
alınır o işkencecinin baltası?
Herkes
kendine göre adalet arıyor. Sürekli birbirinin cebini karıştırıyor üst
kattakiler!.. Minderini beğenmeyen sandalyesini değiştiriyor. Bir çiçeğe konan
arının iğnesinde bitiyor kimi hayatlar. Ah! Benim ateşli sevdalarım. Hiç kimse
babam kadar masal anlatmadı bana…
Mahalleye
ilk yerleştiğimiz gün gökyüzünde bir yıldızım olmuştu. Fırıncının, bakkalın
önünden geçsem sonraki sokağı unuturdum. Kalple göz arasında bir savaş başlamış,
güvercinler en çok o yıl vurulmuştu!.. Bir ağıtı sonuna kadar dinleyemedim. Hiç
aklımda tutamadım büyük dağların adını.
Mahzun
ve incelikliydi annem, kendi dünyasına dair bildiği bir masalı yoktu. Sadece
susarak konuşurdu gebe kaldığı çocukları. Yüzünü yorgana gömerdi herkes burnunu
cama dayarken. Sıcacıktı benimle konuştuğu geceler. Babamın cenneti derdi eve.
Ah
anne! Neden bahçede kalbi durmuş bir çiçek? Neden çekildi ayak sesleri
merdivenlerden, neden duvarlara yazıyor gözyaşını bir çocuk? Ne yapsam bir
silah gölgesi, bulanık bakışlar. Neden her baba bir ev arıyor kendine?
Her
yere acelesi vardı insanların. Korkarım anılar, burada koşup, oynayan
çocukların yarım kalan gölgesiydi artık!.. İnsan; aşklarını, kavgalarını en çok
hangi şehirde yaşamışsa çığlığını orada arar.
Bugünkü
gündü annem gitti. Sessizce geldiği gibi gitti bu kırılgan dünyadan bir ikindi
sonrası. Eksiklerimi öğrendim ardından. Belki biraz daha büyüdüm. Yonttum biraz
daha boşluğu. Karayı da, beyazı da koydum kenara. Oysa hiç aklıma gelmezdi
terlediği geceleri arayacağım...
Kimi
çocuk annesiz kaldığında susar. Benim susmam tavana baktığımda kalkıp giderdi.
Hep ıslaktı kirpiklerim. Birden kendi ellerimi sevmeyi bırakıp sokağa koşardım.
Tüm anneler öpsün isterdim beni!.. Bunca yılın yorgunluğunu tamamen tahribat
saymalı. Cemreler ziyan oldu, vurdum duymaz bahar yel estirip, gün eskitir.
İnsanın
sesi en çok nerede çatallaşır, nereye sığar yıllar? Bir zeytin ağacının
gölgesinde kendimize neyi tembihleriz? Her rüzgâr estiğinde yön değiştirenler,
fırtına çıktığında kendini kökleri güçlü bir ağaç zanneder. Bilmez mi ki bir
başkasına sunulan ağu kendi yapraklarındaki zehirden yapılmıştır!..
Erkek
ve kadın birbirine esen rüzgâr gibidir. Toplumun ilişkileri gittikçe
sertleştirdiğinin farkında olduğu halde, kimi katillerini sevmeye devam eder.
Kimine ise aptallıktır hayatla savaşmak. Hiçbir şey dikkatini çekmez
hayalperest olduğu sürece. Mesafeler delilik kadar eğlencelidir. O günaydınlar,
merhabalar kesilir: Kapıları örtünce kimsesizliği ile oyalanır herkes, kendi
yalnızlığına kalır, daha kimsesiz, biraz daha hasta!.. Kuruyan nehirlerini
dolduruyor insanlar toprakla. Şizofrenli ilişkiler avutuyor belki!.. Birbirine
çarpan duygular kompleksli olsa da yakınlaşıyor.
Zamanın
içine çekilen onca yaradan beslendi nefret!.. Çığlık; bütün sağırlara hayal
kurduruyor. Geri dönen hiçbir şey yok, her umut buharlaşıyor. İşte o gün aşk
yaktı gözlerimi. Bir yalan yetti!.. Ve ben o yalanı beklerken acıdım yıllarca.
Kimse anlamaz kız çocuklarının infilak eden duygularını; kaç ağaç dalına yaprak
oldu, kaç mevsimlik çiçek!..
O
gün bu gündür saklarım kendime aldığım ilk yeşil eldiveni. En sevdiğim turuncu
ayakkabıyı ayrılan yol izlerini taşıyor diye bir köşeye attım. Aile bağlarını
koparıp, aile olmanın özlemini türbelerden dileyen insanlar vahim bir travma
yaşıyor. Uykunun en tatlı yerinde birle iki toplanıp en lüks eşyalar, evler
alınırken, kocaman ağızlı bir canavara dönüştü para. Bütün savaşlar onun
için!..
Ne
vakit sussam, bir yalan karşıma dikilir!.. Hayat bildiğimiz yerde; kendini
cezalandırıyor kelebekler.
An
gelir, insan yenilgilerinden düştüğü yeri göremez. Nereye koyacağını bilemez
kendini. Yeni bir kimliği olsun ister aşkta, markada, kavgada. Fazıl Hüsnü
Dağlarca ise; “Üfleme bana anneciğim korkuyorum/ Dua edip edip, geceleri/
Hastayım ama ne kadar güzel/ Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.” derken,
Puşkin’de, “Her şey sendedir, sende, en
büyük mahkeme sensin” der. İsteyen iyileşir bir külün kokusuyla, isteyen bir
gülle yanar. Ben sustum yine bir acıya; aldım içeri. Karanlıktan korkmayan
gemicilere gök ve denizim. Hazırım çıkacak fırtınaya!..
Fazla,
ya da eksik, bir bıçağa batıyor tenim. Bin çığlıkla giden 2016’yı düşünüyorum.
Küçük bedenlerin kaybolan hayatlarını. Gençlerin bitmeyen savaşlar yüzünden bir
boşlukla çarpışıp yeni ölümlere hazırlanmasını, ağlayan anaları, babaları,
masumların kendilerine ait olmayan kaderlerini!.. İnsanların neden birbirine
pencerelerini kapatıp bir araya gelmediklerini… Bir araya gelseler de neden
konuşmadıklarını. Birbirine sarılmaktan korkmalarını!
Kim
unutabilir sözlü ve fiziksel şiddetten, cinayetlerden kendini koruyamayan;
korunamayıp ölüp giden kadınları. Kibiri, nefreti. Birileri boynunda davulla
dolaşırken, bitmeyen iş kazaları. Göçüklerde yitirilen canları. Kazandıklarımı,
kaybettiklerimi. “Kendinin kıymetini bil” diyen güzel dosta içimden bir kez
daha teşekkür edip, yüreğin kalabalık olma sevincini bildiğim gibi.
Düşüneceğim;
zenginlerin, büyük güçlerin çıkardığı savaşları kimin kazanacağını. Yoksulu. Ve
2017’de geçip giderken, ben hep düşüneceğim. Merhameti. Umudu. Sevgiyi!
Ağulu
bir göze nasıl ateş açabilir iyilik? Tanımadığımız bir korkunun yankısı
birbirine karışınca anlayabilir miyiz dehşeti?
Hoşnutluk ne denli iyi ise, kilitli dolaplar büyük bir ıstırap,
pişmanlıktır çoğu kez. Açtım ne kadar pencere varsa. Oturdum bir bahçe
seyrettim. Yeşili, pembesi, kırmızısı, mor menekşeler içinde günün aydınlığı
ile ısınmalıyım. Kışa hazırlanan gözlerin sandalyesi kadar yalnız geride kalan
sokaklar.
Karşı
camda yabancı bir kadın!.. Uçta; çok uzakta bir şey var biliyorum… Ortadan
ikiye bölündü zaman. Arka bahçeden yükselen dumanlar zakkum çiçeklerini nasıl
da büyütmüş. Her yerde yalnızlaşıp; bağıran bir kalabalık. Bir adam dizlerini
dövüyor. Bir başka kadın yeni başlangıçlara koşuyor. Bu uçurumlar arasında,
ceplerinden bilye dökülen çocuklar nereye gider?
Ben
kendime gitmişim bunca yıldır. Kendimi kandırmışım!.. Bir yalanı yüklenmişim
heybeme bu mahalleden giderken. Ve hiçbir çocuk kalmamış, bir ıslık yok; zaman
çelme takılmayacak kadar hızlı.
En
ağır taşlar oynadı yerinden. Gözlerine kocaman çukur açıldı bebeklerin.
Seviştiğini hatırladı kadın bir katilin elleriyle!.. Merdiven altlarına bıraktı
geçmişini. Orman yolunu tren istasyonlarına çevirdi. Kapının kilidini söktü
öfkeyle. Nisan; diyordu masadaki çilek reçeline uzanırken… Neden birileri kötü
oynuyordu satranç oyunlarını? Kime karşı bu yaylım ateşi? Seni şımartan bir gün
“Şah” der!..
(Hoşçakal Annemin Cenneti’nden)