Yahya Kemal Beyatlı

Şair ve Yazar, Düşünür

Doğum
02 Aralık, 1884
Ölüm
01 Kasım, 1958
Eğitim
Selanik İdadisi
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Agâh, Mehmet Agâh, Agâh Kemal, Süleyman Sâdi

Şair ve yazar, düşünür (D. 2 Aralık 1884, Üsküp - Ö. 1 Kasım 1958, İstanbul). Asıl adı Ahmet Agâh’tır. İlk gençlik şiirlerini Mehmet Agâh imzasıyla yayımladı. Agâh Kemal, Süleyman Sâdi adlarını da kullandı. Babası Üsküp belediye reislerinden Nişli İbrahim Naci Bey’dir. Baba tarafından III. Mustafa devri sancakbeylerinden Şehsuvar Paşa’ya bağlıdır. Şairin Beyatlı soyadı, şehsuvar kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Anne tarafından da son devir klasik şiirimizin tanınmış şahsiyetlerinden Leskofçalı Galib Bey’e bağlıdır. İlköğrenimine Üsküp’teki Yeni Mektepte başladı (1889). Bir süre sonra modern anlamda eğitim veren Mekteb-i Edebe girdi (1892). Daha sonra Selanik İdadisinde (1897) öğrenimine devam etti. 1900’de hastalandığı için Üsküp’e dönmek zorunda kaldı. 1902’de tahsilini tamamlamak için ailesi tarafından İstanbul’a gönderildi ise de buna fırsat ve imkân bulamadı.

Şiire daha ilkokul sıralarında ilgi duymuştu. Bu hevesini İstanbul’da Malumat ve İrtika dergilerine yazdığı şiirlerle gidermeye çalıştı. Edebiyat merdiveninin ilk basamağına böylece çıkmış oldu. Bu arada II. Abdülhamit’in istibdadından kaçan Jön Türklerle (Genç Türkler) beraber Avrupa’ya gitti (1903). Orada bir yıl Paris College de Meaux’a devam ederek Fransızcasını ilerletti. Daha sonra o yıllarda pek çok Türkün okuduğu Ecole Libre des Sciences Politiques (Siyasal Bilgiler Okulu Dış Politika Bölümü)’te zamanın tanınmış tarihçilerinden Albert Sorel’in derslerine devam etti.

Türk ve Osmanlı tarihini inceleme merakı kadar Fransız şiirinin tarihi ve o günkü yapısı da en çok ilgilendiği konular arasındaydı. Devrin şair ve düşünürlerinden en geniş şekilde yararlanmak ve onların duygularını, düşüncelerini yakından öğrenmek ve tartışmak için Paris’in geniş bulvarları üzerinde bulunan kafelere girip çıkıyor, heyecanlı sohbetlere katılıyordu. Fransız edebiyatı ve şiiri hakkında  okudukları ve araştırdıklarıyla kapsamlı bir bilgi yoğunluğuna kavuşmuştu. Bu yoğunluk ona Türk edebiyatını daha derinden öğrenme ve inceleme imkânı sağlıyordu. Fransız edebiyatıyla mukayeseler yapıyor, Türk şiirinin millî hayatımızdaki yerini daha net bir bakışla belirlemeye çalışıyordu. Böylece dokuz yıl geçti. Fransız edebiyatının ünlü temsilcileri Victor Hugo, De Banville, Paul Verlaine, Jose Maria Heredia ve özellikle Charles Baudelaire’in eserlerini titizlikle inceledi. Fransız şairlerinden esinlenerek Nazar, Mehlika Sultan gibi balad niteliği taşıyan şiirlerini bu ruh atmosferinde yazdı.

Bu edebiyatçıların kendisine verdiği edebî zevkle, artık beğenmediği Servet-i Fünûn şiiri dışında Türkçede yeni bir şiir tarzı arayışı içine girdi. Bu dönemde, eski Yunan şiiri çevirileri ve Heredia’nın bu yoldaki denemelerinin etkisi altında, Fransız edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da eski Yunan ve Latin şiirine öykünen bir şiir yaratmak hülyasına kapıldı; Nev Yunanî türünde, beyaz lisan adını verdiği temiz Türkçede, Yunan sanatı gibi beyaz ve çıplak güzelliğini yansıtacak bir çığır açmak istedi. Bu arada iki ay Londra’da bulundu (1906). 1912’de İstanbul’a döndü. Darüşşafaka Mektebinde edebiyat, tarih ve medeniyet tarihi muallimi oldu (1913). Medresetü’l-Vâizînde (1914), Heybeliada Bahriye Mektebinde (1916) derslere girdi.

Yahya Kemal, İstanbul Üniversitesinde Batı edebiyatı, Türk edebiyatı tarihi ve medeniyet tarihi derslerini okuturken (1916-19), öte yandan Türk Ocağında Millî Mücadele konusunda konferanslar veriyordu. Başyazarı olduğu İleri gazetesinde, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliyye gazetelerinde ve arkadaşlarıyla birlikte yayımladığı Dergâh dergisinde Millî Mücadele’yi destekleyen yazılar yazdı. Tedavi için bir süre Sofya’da bulundu (1921). Lozan Konferansı’na katılan murahhas heyette yer aldı (1922).

Hayatında hiç görmediği Urfa’dan milletvekili seçilerek Büyük Millet Meclisine girdi (1923-27). Bu arada Türkiye-Suriye Sınır Tespit Komisyonunda önemli çalışmalar yaptı. Diplomatik görevler alarak Polonya-Varşova (1926), İspanya-Madrit (1929), Portekiz-Lizbon (1931) orta elçilikleri ile Yozgat (1934), iki dönem Tekirdağ (1934) ve bir dönem İstanbul milletvekilliğinin (1942-46) ardından Pakistan büyükelçiliği (1947) görevlerinde bulundu. Son görevinde iken emekliye ayrılarak yurda döndü (1949). Artan rahatsızlığının tedavisi için bir ara Paris’e gitti (1957). Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastanesinde öldü. Kabri İstanbul’da kendi adını taşıyan caddedeki Rumelihisarı Mezarlığındadır.

Vefatından sonra dostları ve sevenleri tarafından İstanbul’da Yahya Kemal’i Sevenler Derneği kuruldu. İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı olarak da Yahya Kemal Enstitüsü (1958) ve Yahya Kemal Müzesi (1961) açılarak enstitü tarafından Yahya Kemal Mecmuası yayımlandı. İstanbul’un bir parkına heykeli, birçok kültür merkezine büstleri kondu. PTT idaresi, onun anısına pul çıkardı. Hayatının sonunda, on dokuz yıl kaldığı Park Otelin 165 numaralı odasının kapısına plaketi çakıldı. 

Sağlığında şiirlerini kitap halinde bastırmadı. Ancak ölümünden sonra İstanbul Fetih Cemiyetince kurulmuş olan Yahya Kemal Enstitüsü, şiirlerini ve bir kısım yazılarını; Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgâriyle, Rubailer, Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasî ve Edebî Portreler ve Siyasî Hikâyeler başlığı altında yayımladı.

Yahya Kemal, Ziya Gökâlp’in çıkardığı Yeni Mecmua’da yayımlamaya başladığı şiirleriyle büyük bir şöhrete kavuştu. İstanbul’da çıkan Dergâh dergisinde de şiirleri, edebiyat ve toplum konularında musahabeleri, ayrıca Tasvir-i Efkâr gazetesinde makaleleri neşrediliyordu. Bu tarihlerde gelişmeye başlayan milliyetçilik hareketi ve Balkan Harbinin kötü sonuçları, onun millî değerlere sahip çıkmak konusundaki düşüncelerinin ne kadar haklı ve yerinde bir karar olduğunu gösterdi. Şiirleri, 1918’den itibaren yukarıdaki dergilerden başka Şair, Nedim, Büyük Mecmua, Tavus, İnsan, Akademi, Foto Magazin, İstanbul, Aile, Hayat, İstanbul Haftası dergileri ile Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet (1955-57) gazetelerinde; düz yazıları ise, Peyam-ı Edebi, İleri, Payitaht, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye gazeteleriyle İnci, Dergâh dergilerinde yayımlandı.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin güçlü temsilcilerinden olan Yahya Kemal, Fransa’da yöneldiği millî tarih düşüncesiyle Osmanlı tarihi ve edebiyatını inceledi; çocukluğunun geçtiği Balkan şehirlerinin kaybından duyduğu acıyla, Osmanlı tarihi ve kültürünün bir aynası olarak gördüğü İstanbul’u manevî iklimi ve doğal güzellikleriyle yansıttığı şiirleriyle Türk edebiyatında saygın bir yer aldı. Şiirlerinin büyük bölümü form ve mazmunlarıyla divan şiiri geleneğine bağlı ve aruz ölçüsüyledir. Milliyetçilik anlayışında Ziya Gökâlp’ten farklı olarak Türk tarihini 1071 Malazgirt zaferiyle başlattı.

Yahya Kemal, “Ok” şiiri hariç bütün şiirlerini aruz vezniyle yazdı. Gençlik döneminde Servet-i Fünûn edebiyatı altın devrini yaşıyor ve genç bir aydın topluluğu hayranlıkla etrafını kuşatıyordu. Bunun içindir ki bu dönemde yetişenler arasında Edebiyat-ı Cedide nazmının etkisinden kendilerini kurtaranlar hemen hemen yok denecek kadar azdı. Bu itibarla Yahya Kemal de bu edebiyatın cazibesinden kurtulmuş sayılmazdı. Tevfik Fikret’le Cenap Şahabettin ve bir önceki dönemin temsilcileri olan Muallim Naci ve Abdülhak Hamit Tarhan, onu en çok ilgilendiren şahsiyetler arasındaydı. Batı, Türk şiirini bu şairlerin şiiri olarak görüyor, klasik Türk şiirini de pek fazla tanımıyordu. Şiirimizin bu tanınmış simaları arasında kendisini en çok etkileyen Tevfik Fikret oldu. Bir yazısında; kendi neslinin gençleri gibi “Bir müddet onun kâinatında kalmıştım” der ve ilave eder: “Ruhumda, ahlâkımda, lisanımda, zevkimde ve sanatımda en büyük te’siri Fikret icra etti.”  (Siyasî ve Edebî Portreler)

Bu dönemde yayımladığı neo klasik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı tarih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sade dille yazdıklarında da şairin genel olarak Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görüldü. Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran şair, pek çoğuna hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da aldı. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri “musikiden başka türlü bir musiki” kabul edişi; bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına sebep oldu.

Yahya Kemal Fransa’ya gidişinin sebebini, “Genç Türk’lük cereyanına kapılmakta” gösterir ve bunu o zamanlar Paris’te kendisi ile yakın dostluk kurmuş olan kimseler de kısmen de olsa doğrularlar. Ancak bu sebeplerin dışında  bir “başka alem” de onu Fransa’ya sürüklemiştir.

Türkiye’deyken sadece Tanzimat ve bilhassa Servet-i Fünûn edebiyatları kanalından temasa geçebildiği Batı sanat ve fikir alanını vasıtasız olarak tanımak ve bundan faydalanmak arzusunun Fransa’ya gelişinde büyük bir pay sahibi bulunduğu ve bu arzunun altında da  “ikinci planda kalmamak” ihtirasının, içinde varlığını kuvvetle hissettiği cevheri, Edebiyat-ı Cedide’nin baskısı altında karartmamak isteğinin varlığı düşünülebilir.

Paris’te yerli ustaların yanıbaşında  ve zamanla  çağdaş ve yeni Fransız şiirinin ustaları da yer almaya başladılar. Onların ışığı altında yavaş yavaş Tanzimat’tan sonra Fransız edebiyatının etkisiyle Batılılaşmaya başlayan şiirimizin mahiyetini ve muhtevasını daha etraflıca seçebildi. Bunun üzerine şair, Doğu ve Batı medeniyetlerinin, Türk şiirini nasıl ve ne derecede etkileyebileceği yönünde dikkate değer bir düşünce safhasına girer. Genç şairin dimağında tasarladığı yeni Türk şiirinin başlıca iki mühim vasfı vardı: Millî vasıf, medenî vasıf.

İşte Türk şiiri, bir yandan taklitçilikten kurtulup kendi kaynaklarına dönerek millîleşecek, öte yandan da modern şiirin bütün vasıflarına sahip olacaktı. Türk şiirinin millî özellikleri ihtiva etmesi gerektiği hakkındaki inanca varmasında devrin tanınmış tarihçilerinden Albert Sorel’in dersleri, şiddetle etkili olmuştur.

Bütün düşüncesini ve zamanını, Türk şiirini modern ve gerçek değerlere kavuşturmanın yollarını aramaya vakfetmiş olan Yahya Kemal, ilk şahsî denemelerine Londra’da başladı. Osmanlı tarihinin kuruluş ve yükseliş devirlerini bir “millî destan” halinde canlandırmak istiyordu. Akıncılar, Açık Deniz ve Mohaç Türküsü bu destanın ilk halkalarıydı. Fakat bunu bitirmeye muvaffak olamadı.

Türk şiirini anlayış ve işleyiş bakımından modernleştirme hususunda  genç şaire yol göstermiş birkaç büyük Fransız şairi daha vardır. Bunların başında Charles Baudelaire gelir. “Baudelaire’cilik, üstümde uzun zaman  bir sıtma gibi kaldı.” diyen şair, Baudelaire’in gerçek şiire birçok örnekler veren buruk lezzetli, fakat büyüleyici şiirlerinde ritmin kuvvetli sesini buldu. “Halis şiir”in temsilcileri olan bu büyük şairlerin müşterek etkilerinde kalan Yahya Kemal, titiz bir dikkat, itina ve gayretle idealine her gün biraz daha yaklaşmaya çalışıyordu. “Halis şiir”e erişmenin ilk merhalesi, “halis dil”e erişmek olduğunu anladıktan ve bunu bulduktan sonra bu sefer bu dili “musıki” haline getirmek için de yıllar boyu büyük gayretler harcadı ve sonunda başarıya ulaştı.

Şiirimizin geçmişi, hali ve geleceği hakkında birçok tahlil ve mukayeselerle dolu, bu uzun düşünce dönemini, -Londra’dan başlayarak- takip eden Yahya Kemal, düşünmek ve istemekle yapabilmek arasındaki büyük farkın güçlüklerini görmüş, Edebiyat-ı Cedide’nin  yıkılmasıyla ancak idealine kavuşabileceğini anlamıştı. Ancak bunu nasıl yıkacaktı? Bu konuda kendisine en büyük yardımı, daha doğrusu şansı, Fecr-i Âti adı altında birleşmiş olan bazı gençler sağlayacaktı. 1909’da Edebiyat-ı Cedide şiirine karşı şiddetle hücuma geçen bu grubu, Yahya Kemal Paris’te, uzaktan memnun bir şekilde takip ve seyrediyordu. Ancak yurda döndüğü 1912 yılında görüş ayrılıkları yüzünden Fecr-i Ati dağılmış, 1911’de Selanik’teki “Genç Kalemler” hareketi ile Türk dilinin ve dolayısıyla Türk Edebiyatının  millîleşmesi meselesi kendiliğinden halledilmiş oluyordu. Millî Edebiyat cereyanı, şüphesiz ki onun idealine en çok yakınlık gösteren bir hareketti. Ancak, Yahya Kemal, Türkçülük’ü, hiçbir bakımdan Türkiye sınırlarının dışına çıkarmayı düşünmemiş olanlar arasındadır.

Kendi tabiriyle “geç ve güç söyleyen” şair, yurda döndüğü zaman, gerçi  Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati birer edebî teşekkül olarak etkilerini kaybetmişlerdi, fakat Fikret ve Cenap prestijlerini tek başlarına devam ettirdikleri gibi; Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim gibi şöhretler de günden güne gelişmekteydiler. Bütün bu kuvvetli isimler arasında yer almak ve bir çığır açmak iddiası ile ortaya çıkmanın güçlüğünü de dikkate almak gerekir.

Yahya Kemal, zamanında türlü anlayışlara yol açan “Millî Edebiyat” tabirinden, anlayış itibariyle Avrupaî, fakat söyleyiş ve muhteva bakımından millî özelliklerle dolu bir edebiyat anlıyor ve bu özellikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun  kuruluşu tarihinden daha gerilere götürmek istemiyordu. Gerçekten Osmanlı Türklüğü ve bilhassa onun göz kamaştıran tarihi, Yahya Kemal’in şiirlerinde en esaslı temalardan olan ve bazan sınırlarını mitolojiye kadar uzatan (Sicilya Kızları, Biblos Kadınları) geçmiş zamanın dayandığı mühim bir temeldir. 1910’da yazmaya başladığı “Açık Deniz”den itibaren “Akıncı”, “Mohaç Türküsü”, “Ok”, “İstanbulu Alan Yeniçeriye Gazel” ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi manzumelerinde, imparatorluğun hem kendi hayatında  hem de dünya tarihinde yeni devirler açan muazzam siyasî ve askerî zaferlerinin perdesini açtı. Bu hareket tarzı, Tanzimat’la başlayan ve gitgide geçmişle ilgimizi kesmek şeklinde beliren şuursuz bir modernleşme zihniyetine karşı edebiyatımızda görülen en önemli tepkidir.

Yahya Kemal, Lale Devri şairlerinden sonra şiirimizde İstanbul’u anlatan bir şairdir. İstanbul’un tabiat ve tarih zenginlikleri, fetihten itibaren geçen bütün zaman içinde varlığımızın bir sembolü olarak yer alır. “Kocamustafa Paşa”, onun hemen bütün şiirlerinde görülen mazi-hal kompozisyonu bakımından bilhassa dikkate değer. Yaşamayı onsuz olarak düşünmek güçtür (Bir Başka Tepeden). Her gün onun bir başka güzelliğini yaşamak lazımdır (Eylül Sonu). Tanburi Cemil Bey’in eski bir plaktan zaman ve mekânın sınırlarını aşarak derinleşen nağmeleri yeter (Kar Musıkileri). Millî kültürle kurulan bölünmez bir yurt inanışına ve sevgisine sahip olmak mutluluktur (Yol Düşüncesi). Şiirlerinin manevî muhtevası arasında şahsî düşüncelerine, duygularına, ihtirasına ve hülyalarına da geniş yer verir. Hayata kuvvetle bağlı bulunan, onun birçok nimetlerle dolu ve güzel olduğuna inanan şair bir bütün halinde olmamakla beraber hayatın da şiirini verir. Ölüm düşüncesi, yalnızlık “Düşünce” şiirinde en bariz biçimde ortaya çıkarken hayatına ait hatıralar da yer yer serpili olarak “Açık Deniz”de çocukluk ve gençliğinin bir dökümü gibi durmaktadır.

Bütün bu değişik muhtevanın içine doldurulduğu nazım şekilleri de oldukça çeşitlidir. Servet-i Fünûn nazmına karşı şiir anlayışında yaptığı inkılabı şekle de kaydıran şair, Fransız nazmına ait biçim özelliklerini pek az kullandığı gibi Servet-i Fünûn’un en çok tercih ettiği “sone”ye hiç rağbet göstermedi. Bu şekli bir ara Servet-i Fünûn’un tesirindeyken denemiş, fakat yeni bir çığır açma kararında olduğu için “sone”den tamamıyla vazgeçmiştir. Eski nazmımızın şekilleri içinde ise en çok gazel, şarkı, mesnevi ve rubaiyi tercih etmiştir.

Ahenk bakımından çok daha mükemmel bulduğu “aruz”u daima “hece”ye yeğ tutan şair, adeta bazı Divan şairlerinin isterlerse “hece” ile de yazabileceklerini göstermek yani ibraz-ı hüner etmek için bütün ömürlerince ve “hece” ile bir tek şiir yazmış olmalarını hatırlatan bir hareketle bu vezinde yalnız bir şiir (Ok) yazmayı kâfi görmüştür. Aruza verdiği değer, bir bakıma onun vezne ve dolayısıyla ahenge verdiği değerin ifadesidir. Aruzun türlü kalıplarını seçişte ve kullanışta gösterdiği aşırı titizlik de buna işaret eder. Şiiri, nesirden tamamıyla ayrı ve “musıkiden başka türlü bir musıki” telakki eden Yahya Kemal’in nazmında  ahengin varlığı bakımından, aruzdan yüklendiği hisse inkar edilememekle beraber, şairin daha çok kelimeler arasındaki ses uyuşumundan faydalanmaya ve ağırlık noktasını burada kurmaya  çalıştığı kesindir. “İç ahenk”e değer vermesine ve bunu başarılı bir şekilde sağlamış bulunmasına rağmen onun şiirlerinde “dış ahenk” de mükemmel bir şekilde görülür. Bu itibarla sembolist şiirin büyük değer verdiği iç ahenkle, parnasyenlerin titizlikle üzerinde durdukları dış ahengi Yahya Kemal’de bağdaşmış ve buluşmuş olarak görürüz. Bir ahenk unsuru olarak vezinde gösterdiği titizliği, kafiyede lüzumsuz bulan şair, eski nazmın kafiye hususundaki ağır kayıtlarını dikkate pek almamış, en basit ses benzerliklerini taşıyan kelimeleri kafiyelendirmekten çekinmemiştir.

Her gerçek sanatkârda olduğu gibi Yahya Kemal’de de kompozisyon konusu büyük bir önem taşır. Divan nazmında mana birliğinin bütün manzumeye yayılmaması yüzünden daha çok beyitler içinde kendisini gösterebilen kompozisyon düşüncesi, Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş şiirin bütününe de yayılmaya başladı. Fakat bu nihayet bir başlangıçtı ve Divan nazmındaki kusurlardan, örneğin, bunların en önemlilerinden olan, “bir manzumeyi teşkil eden beyitlerin, mânaca olduğu kadar, değerce de birbirlerinden çok farklı bulunmaları” zaafından kurtulamadı. Yahya Kemal eski nazım tekniği ile meydana getirdiği şiirlerinde bu iki büyük noksanlığı gidermeye çalıştı ve bunda da titizliğiyle tam bir başarı sağladı denebilir. Yeni tarzdaki şiirleri için ise kompozisyon konusu Tanzimat’la başlayarak Servet-i Fünûn’da zaten tamamıyla halledilmişti.

 

Yahya Kemal İçin Ne Dediler?

 

 “Şiirsel mayası bakımından soylu bir Türk şairidir Yahya Kemal. Daha doğrusu bir Osmanlı şairi. Bu Osmanlılığı da ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ gelen bir osmanlılık değildir. Dilinden kavramının bütün özelliklerini, niteliklerini taşır. Bütün ömrü boyunca, (şiirsel ömrü), bir kültür yokluluğunun, ulusun kendi yaratıp geliştirdiği salt kendi değerlerine dayanan bir kültürün yokluluğunun azabını duyar, sıkıntısını çeker. Bu yüzden epik şiirlere yönelir, İstanbul’dan bir mit çıkarmaya çalışır. Osmanlı düzenindeki ulusal kültür yerine ulusal gurur ‘ikame’si işlemini şiirinde böyle karşılar. Bu sıkıntıyı geçiştirme yolunda da şaşılası sezgileri vardır. Hele Batıyı gördükten, daha doğrusu Batıyla, Batı kültürü ile temastan sonra, bir mirasa yaslanmanın rahatlığını ve gerekliliğini daha iyi fark eder.” (Turgut Uyar)

 

ESERLERİ:

 

Şiir:

 

Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgârıyle (1962), Rubâîler (1963), Hayyam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş (1963), Bitmemiş Şiirler (1976).

 

Deneme-Makale-Anı:

 

Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (Millî Mücadele yazıları, 1966), Siyasî Hikâyeler (1968), Siyasî ve Edebî Portreler (1968), Edebiyata Dair (yazıları, 1971), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Tarih Musahabeleri (1975), Mektuplar-Makaleler (1977).

 

KAYNAKÇA: Orhan Seyfi Orhon / Yahya Kemal (1937), Yahya Kemal Beyatlı (Balıkesir Postası gazetesi, 27 Mart 1943),  Zahir Güvemli / Yahya Kemal (1948), Abdülhak Şinasi Hisar / Yahya Kemal’e Veda (1959), Nihad Sami Banarlı / Yahya Kemal’in Hatıraları (1960), Muzaffer Uyguner / Yahya Kemal Beyatlı (1965), Turgut Uyar / Bir Şiirden (1982), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), İbrahim Oluklu / Geçmiş de Konuşur (1998), Âdile Ayda / Bir Demet Edebiyat (1998), Taha Toros / Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre (1998), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 2, 2001), Beşir Ayvazoğlu / Bozgunda Fetih Rüyası (2002).

BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

 

Nice  revnaklı  şehirler  görülür  dünyâda,

Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yâda

Sende çok yıl yaşıyan, sende ölen, sende yatan.

 

 

 

ENDÜLÜS’DE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı..

Şevk akşamında Endülüs üç def’a kırmızı..

 

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.

İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir.

 

Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,

İşveyle devriliş açılış örtünüşleri..

 

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır:

İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

 

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,

Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü..

 

Altın kadeh her elde güneş her gönüldedir;

İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

 

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi..

Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi.

 

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü sürmeli.

Şeytan diyor ki sarmalı yüz kerre öpmeli.

 

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,

Her kalbi dolduran zile, her sineden: “Ole!”

 

 

 

 

ERENKÖYÜ'NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,

Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,

Bir sâhile hem şerefti hem şan,

Çok kerre hayâlimizde cânan

Bir şi'ri hatırlatan kadındı.

 

Doğmuştu içimde tâ derinden

Yıldızları mâvi bir semânın;

Hazzıyle harâb idim edânın,

Hâlâ mütehayyilim sadânın

Gönlümde kalan akislerinden.

 

Mevsim iyi, kâinat iyiydi;

Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,

Hulyâ gibi hoş geçen zamanda

Sandım ki güzelliğin cihanda

Bir saltanatın güzelliğiydi.

 

İstanbul'un öyledir bahârı;

Bir aşk oluverdi âşinalık...

Aylarca hayâl içinde kaldık;

Zannımca Erenköyü'nde artık

Görmez felek öyle bir bahârı.

EZAN VE KUR'AN

Birçok günlerimi Ziya Gökalp'le konuşarak geçirdim. Diyarbekir'in bir hârika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını kuran dev gibi bir mîmâra benzerdi; ilk müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bânî idi; mâzîye arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbâle bakardı. Mâzîye karşı dâüssılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki:

 

Harâbîsin harâbâtî değilsin

Gözün mâzîdedir âtî değilsin

 

Ben de mâzînin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim:

 

Ne harâbî ne harâbâtîyim,

Kökü mâzîde olan âtîyim.

 

dedim. Bir cevaptan başka ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütârekeden sonra mâzîye karşı dâüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul'da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayâtımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti. Fâtih'in Edirne'den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin bahârını hissettim Edirne'den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fâtih Kostantaniyye fethine dâir bir hadîs'in müjdesini hisseden o asker; târihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar. Gelibolu'dan gelen o binbir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi gün süren muhâsarada ihtiyar Ak Şemseddin'in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle "Yâ Müfettihü'l-ebvâb!" diye bağırdığı tepelerden surlara baktım, ihtiyar Karaca Bey'in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa'nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmağa çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim. Yedikule'den Eyüb'e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı'dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük sûrun orta kapısından şehre girdim. Rûmî Mayısın Yirmi dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmiştiler. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm'ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimle hissettim.

Fâtih'in büyük tabutunun cephesinde duran destârı, Bellini'nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvîrin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm ru'yâ mâziydi. Birgün Ayasofya minâresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defâ okunmuş olan bu ezan,

hâl-i vâki'di. Bu ezanı dinlerken Fâtih'i asıl mânâsıyle ilk defâ idrâk ettim!

*

Yine bir gün pâdişâhlarımızın Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur'an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyâretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki: "Hırka-i Saâdet Dâiresi'nden geliyor."

Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkârî penceresi önünde durduk. İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: "Hırka-i Saâdet önünde Kur'an ne zaman okunur?" dedi ki: "Dört asırdan beri her saat! geceli gündüzlü."

Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saâdet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur'an okur. Türk târihinde bir dakîka bile buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir.

Gezintilerimde bir hakîkat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur'an ki hâlâ okunuyor!

Eskişehir'in, Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!1

---------------------------

1-       Bu yazı, ilk defa  30  Mart  1922  de  Tevhîd-i  Efkâr gazetesinde neşrolunmuştur.

(Aziz İstanbul, 1985)

NAZAR

Gece, Leylâ’yı ayın on dördü,

Koyda tenhâ yıkanırken gördü.

“Kız vücûdun ne güzel böyle açık!

Kız yakından göreyim sahile çık!”

Baktı etrafına. ürkek, ürkek

Dedi: “Tenhâda bu ses nolsa gerek,

“Kız vücûdun sarı güller gibi ter!

Dedi: “Tenhâda bu ses nolsa gerek?,

Aranırken ayın ölgün sesini,

Soğuk ay öptü beyaz ensesini.

Sardı her uzvunu bir ince sızı;

Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.

Soldu, günden güne sessiz, soldu!

Dediler hep: “Kıza bir hâl oldu!”

Tâ içindendi gelen hıçkırığı,

Kalbinin vardı derin bir kırığı.

Yattı, bir ses duyuyormuş gibi lâl.

Yattı, aylarca devam etti bu hâl.

Sindi sîmâsına akşam hüznü.

Böyle, yastıkda görenler yüzünü,

Avuturlarken uzun sözlerle,

O susup baktı derin gözlerle.

Evi rüzgâr gibi bir sır gezdi,

Herkes endişeli bir şey sezdi.

Bir sabah söyledi son sözlerini,

Yumdu dünyaya elâ gözlerini;

Koptu evden acı bir vâveylâ,

Odalar inledi: “Leylâ! Leylâ!”

Geldi köy kızları, el bağladılar…

Diz çöküp ağladılar, ağladılar!

 

Nice günler bu şeâmetli ölüm,

Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;

Nice günler bakarak dalgalara,

Dediler: “Uğradı Leylâ nazara!”

 

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.

ESKİ MÛSIKÎ

ESKİ MÛSIKÎ

 

YAHYA KEMAL BEYATLI

 

Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.

Açar altın bir anahtarla rûh ufuklarını,

Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını.

Ve seslenir Büyük Itrî, semâyı örten rûh,

Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh,

En mutlu devrede Itrî'ye en yakın bir dost

Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post...

Bu neslin ortada dahîcedir başardığı iş,

Vatan nasıl karışır mûsıkîyle, göstermiş.

***

Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca'da,

Baharda bir gece Tanbûru dinle Çamlıca'da.

Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan,

Sihirli rüzgâr eser bu topraktan.

***

Evet bu eski nesil bir şerefli âlem açar,

Duyuşta ince zamanlardan inkırâza kadar.

Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yücelir

Ve âkıbet; Dede'nin anlı, şanlı devri gelir.

Bu mûsıkîyi o, son kudretiyle parlattı;

Ölünce , ülkede bir muhteşem güneş battı.

Süreyya Özgeveren'den Gürtel'e 1 (İbrahim Oluklu arşivii)

Süreyya Özgeveren'den Gürtel'e 2 (İbrahim Oluklu arşivii)

Süreyya Özgeveren'den Gürtel'e 3 (İbrahim Oluklu arşivii)

YAHYÂ KEMAL

 Yahyâ Kemal'in sanatını şahlandıran heyecan, Balkan şehirlerinde geçen bir çocukluk çağında başladı. Her yaz, şimale doğru asırlarca koşan eski Türk akıncılarının öksüz bıraktıkları vatan toprağında tüten engin bir mâzi hasreti, bu sanatın ilk ürperişlerini yarattı. «Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan» yarının büyük sanatkârı hep o fetihler devrinin rüyasını görüyordu.

Fransa'da şiir, onu «Parnasse» cı şâirlerin mükemmel manzumeleriyle ve «Symbolysme» in derûnî mûsikîsi ile karşıladı. O devirde Fransız mazisine karşı fazla hasret duyulmayan bu ülkede sanat, sanat için yapılıyordu. Ve geçmişin sanatkâr ruhlarını aydınlatan büyük meş'alesi yine eski Yunan şiiri idi. Orada, eski Yunan mısrâlarını «Fransızca bir mısrâ» hâlinde söyledikleri zaman, kendilerini sanatın en ileri saflarına ulaşmış gören sanatkârlar vardı.

Yahyâ Kemal, bir mısrâın «kelimelerin yan yana dizilmesiyle örülen bir mûsikî cümlesi» oluşundaki sırrı, bu tarz Fransız şiirlerindeki başarının düğümlerini çözerek tanıdı. Böylelikle yeni Türk edebiyatında bir şâir, ritmin lisan hâline gelmesi demek olan bir mısrâın şiirdeki hayâtî kıymetine dikkat ediyor ve böyle bir mısrâı Türkçede hangi dil ve sanat unsurlarıyle örebileceğim araştırıyordu. Çünkü:

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını.

 

Mısrâlarının şâiri, şiir iklimlerine ancak bu akıncı cedlerin at sürüşlerindeki her şeyden çok Türk olan bir üslûpla girebilirdi. Bunun içindir ki Yahyâ Kemal, Servet-i Fünûn şâirleri gibi Osmanlı diliyle Avrupalı şiir söylemek hatâsına düşmedi. Bilâkis tam bir Avrupalı şâir anlayışıyle «Türk'ün şiiri» ni söyliyebilmenin sırlarını araştırdı. Sanatlarının mâzisi eski Yunan'da olan Fransız şâirlerinden ayrılarak ve ilk anda gözlerini alan eski Yunan'dan sıyrılarak, şiirimizin kendi millî mâzisine döndü. Türk dili ile Avrupa şiiri ölçüsünde eserler vermenin yollarını aydınlattı ve Türk şiirinde «kökü mazide olan âti» böyle parladı.

Sanatkâr atalarımızın, üzerinde yedi yüz yıldan fazla işledikleri «Türkiye Türkçesi» Yahyâ Kemal'in büyük bir zevk ve ihtimamla işlenen mısrâlarında tam ve pürüzsüz bir «mûsikî cümlesi» olmak derecesine ulaştı; modern ve târihî Türk dilinin dehâsı, bu mısralarda eşsiz bir başarı ile terennüm edildi.

Aruz vezni ile Fikret, kuvvetli bir «dış mûsikîsi» ve ustalıklı bir «manzume lisânı» yaratmıştı. Bu vezni daha temiz, daha sâde bir Türkçe ile dillendirmek kudretini de Mehmet Âkif göstermişti. Fakat tam on asırlık bir atalar mirâsı olan bu güzel vezinle «Yalnız şiir söyleyen» ilk büyük şâir, Yahyâ Kemal oldu. Atalar mirâsı her güzel şeyi sevecek bir ruh asâleti ile yaratılan şâir, Türk dilini:

 

Bu dil ağzımda annemin sütüdür

diyerek seviyor ve onunla en güzel «Türkçe mısrâ»ı söylemeği, sanatı için en asil bir ülkü olarak kabul ediyordu. Edebiyâtımızda Yahyâ Kemal imzasını taşıyan o güzel şiirler, işte bu çeşit mısralarla örüldü.

Yahyâ Kemal, Türk edebiyatında bu büyük milletin mâzîsindeki bütün hâtıraları, bütün kıymetleri derin bir kavrayışla toplayarak ve bunları kendi zamanının zevk ve ihtiyaçlarıyle birleştirip güzelleştirerek terennüm edebilen şâirdir. Türk ve Avrupa şiirleri hakkındaki geniş kültürü, milli târihimiz, millî miraslarımız üzerindeki engin bilgisi ve heyecânıyle gerek Türk lisânına, gerek aruz veznine en kuvvetli mızrabı vuran şâir de odur.

Ziyâ Gökalp'ın «Türkçülüğün Esasları» isimli eserinde; «Başka milletler, asrî medeniyete girmek için kendi mazîlerinden uzaklaşmağa mecburdurlar. Halbuki Türklerin asrî medeniyete girmeleri için, kendi eski mâzilerine dönüp bakmaları kâfidir,» diye çok yerinde söylenilmiş bir söz vardır. Yahyâ Kemal'in şiirlerindeki bugünden çok yarının malı olan o ileri yeniliği, işte böyle bir bakışın ışıklarında aramalıdır. O kadar ki:

Tâ Budin'den Irak'a, Mısr'a kadar

Fethedilmiş uzak diyarlardan

Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,

Ses götürmüş bütün baharlardan.

O dehâ öyle toplamış ki bizi,

Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsikîsinde bir taraftan dîn,

Bir taraftan bütün hayât akmış;

Her taraftan Boğaz, o şehrâyin;

Mâvi Tunca'yla gür Fırat akmış.

Nice seslerle gök ve yerlerimiz,

Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

Bize benzer o kâinat akmış.

mısrâları büyük mûsikî üstadı «Itrî» nin mûsiki sanatı için olduğu kadar, Yahyâ Kemal'in kendi şiir sanatı için de emsalsiz bir târif olmuştur.

Türk dili edebiyatında, Yahyâ Kemal'in şiiierindeki güzelliğe ulaşanlar; akınlarda çocuklar gibi şen atlıların Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle uçtuklarını dile gelmiş bir mûsikî hâlinde duyarlar; ve:

Baktım konuşurken daha bir kerre güzeldin,

İstanbul'u duydum daha bir kerre sesinde.

diye sevilen güzele:

 

Târihini aksettirebilsin diye çehren

Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış.

dedirten şanlı zaferlerin ilâhî temposunu kendi nabızlarında sayarlar. Onun «Eski şiirin rüzgârıyle» söylediği şiirlerinde yedi yüz yılın süzgecinden geçirilmiş bir Osmanlı - Türk sesi, ve belki onlardan daha ibdâî olan yeni şiirlerinde ideal bir «Türkiye Türkçesi» seslenir. «Vuslat» da aşkımızı, «Uçuş» da şevkimizi, «Itrî» de mûsikîmizi, «Deniz Türküsü» nde türkümüzü dile getiren zevk ve heyecan akışlarında hep bu sesleniş vardır.

İmparatorluk devrinin hayat ve hayâl dolu iklimlerinden süzülüp gelen bir rüzgâr gibi; ihtişamlı bir mâzinin zevkli ve saltanatlı hâtıralarıyle yüklü gazellerinde terkib-i bend'lerınde, rubâî ve şarkılarında; «Dîvan şiiri» nin tılsımlı bir sanat inbiğinden geçirilmiş diri, canlı ve hattâ «öz ve bütün şiir» anlayışı bakımından eskileri eşsiz bir kudretle bütünleyip ebedîleştiren terennümleri duyulur. Yahyâ Kemal'in şiirlerinde «vatan sevgisi» :

 

Günler kısaldı, gönlüm ölümden sakınmıyor . .     

Lâkin vatandan ayrılışın ıztırabı zor.

diyecek kadar canlı ve;

 

Eğer mezarda, şafak sökmiyen o zindanda

Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda,

     Cihan vatandan ibârettir îtikadımca—

Budur ölümde benim çerçevem, murâdımca;

Vatan şehirleri karşımda her saat bir bir,

Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,

Şerefli kubbeler iklimi Marmarayla Boğaz,

Üzerlerinde bulutsuz ve bitmiyen bir yaz,

Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz.

Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,

İçimde dalgalı Tekbîr'i en güzel dînin,

Zaman zaman da Nevâkar'ı doğsun Itrî'nin,

Ölüm, yabancı bir âlemde bir geceyse bile

Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.

gibi emsalsiz bir cennet özliyecek kadar heyecanlıdır. Ve eğer hakîkî Türk şiiri; sesinde bizim, rûhunda bizim, hâtıralarında bizim bulunduğumuz şiirse, Yahyâ Kemal Türk şiir lisânına hakîkî formunu ve Türk milletinin edebiyâtına «özlenen şiir» i vermeğe muvaffak olan şâirdir.

 

KAYNAK: Nihat Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler.

 

 

Yazar: NİHAT SAMİ BANARLI

KENDİ GÖK KUBBEMİZ

 Onun birçok şiirinde bütün milletleri tatmin edecek genişlikler bulunması, her büyük şâir gibi önce kendi milliyetinin dehasını dile getirmiş olmasındandır. (…)

Kendi Gök Kubbemiz’in sonuna bırakılan kısmen egzotik, kısmen fantastik şiirler, şairin bir an evvel bitirip yine Hürriyet’de neşretmek istediği ve listesini hazırladığı on bir şiiri bitirilseydi, muhtemelen dördüncü bir başlık altında, daha başka bir şekil alacaktı. Yazık ki buna imkân kalmadı. Bununla beraber, bu kitabın tertibinde şâirinin düşündüğü, vahdet içinde tenevvü okuyucuların dikkatini çekecek güzelliktedir. O kadar ki bu kitapta her şiir, Kendi Gök Kubbemiz başlığı altında sıralanmaya hak kazanmış, milli bir sema içinde rüzgarlıdır.

Bu kitapta toplanan şiirlerin iki tanesi, Sicilya Kızları ve Madrid’de Kahvehane, şairi tarafından neşredilmemiş manzumelerdir. Bunlardan Sicilya Kızları; hatıralar arasındaki bir defterde yazılı son şeklinden alınarak; Madrid’de Kahvehane ise, kendi el yazısı ile kaleme aldığı son şekle uyularak buraya konulmuştur. Şairin, Biblos Kadınları adı ile tanınmış şiiri ile Britanya Sahilinde isimli hürriyet şiiri ise, Bitmemiş Şiirler isimli eserinde neşrolunacaktır.

Yahya Kemal, şiirleri üzerinde yıllar yılı işleyerek, onlara dil ve söyleyiş bakımından en mükemmel hâli vermeğe çalışan şâirdir. Her mısrasını halis şiir anlayışına en uygun bir mûsiki cümlesi halinde söylemek için şiirlerini dünya tarihinde nadir görülmüş bir sabırla işlemiştir. Bu işleyişin, bazı şiirlerde 10 yıl, 20 yıl, hatta 40 yıl sürdüğü olmuştur.

Süleymaniye’de Bayram Sabahı onun, en uzun zamanda bütünlenen şiirlerindendir.

Büyük şair şiiri, önce birtakım sesler halinde duyuyor; sonra bu sesleri en iyi ifâde edecek mısrâları söylüyor; böylelikle, onun şiirleri Türk dilinde, tam bir ses ve söz anlaşması halinde terennüm ediliyordu. Bu şiirlerin büyük bir kısmının bu yoldaki söylenişleri, bu gün, bir sinema şeridi gibi sözle görülecek bir şekilde elimizdedir: Her şiirin nasıl başladığı, nasıl işlendiği ve en son şekline nasıl vasıl olduğu, bu şiirlerin sıraya konulan çok sayıda müsveddelerinde ayan beyan görülmektedir. Onun şiir tasarılarının mühim bir kısmı, meydana gelişlerindeki diğer faktörlerin de izahları ile birlikte Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası I ve II’de fotokopiler halinde neşredilmiştir.

Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Enstitüsü tarafından, titiz ve metotlu bir çalışma ile hazırlanmıştır: Eser önce bir taslak halinde 12 nüsha olarak bastırılmış; bu nüshalar, Vehbi Eralp, Hâlis Erginer, Abdülhak Şinasi Hisar, Mehmed Kaplan, Necmeddin Halil Onan, Sait Nazif Ozankan, Ahmed Hamdi Tanpınar’dan müteşekkil bir heyet tarafından incelenmiş ve varılan görüş birliği sonunda kitap kesin şeklini almıştır.

Şiirlerin yazılışında tâkip edilen imla, şâirin, kendi el yazısı ile belirterek bize bıraktığı ve asılları Yahya Kemal Enstitüsü arşivinde bulunan şiirlerindeki imladır. Bu imlâ, 1956-1957 yılında Hürriyet gazetesinde neşredilen 65 şiirdeki imlânın da aynıdır.

Nihad Sami Banarlı

 (Kendi Gök Kubbemiz, 1988)

 

Yazar: NİHAT SAMİ BANARLI

YAHYA KEMAL ŞİİRİ

Şair bu şarkılarının, bu şiirlerinin kelimelerini nasıl intihap etmiş ve kullanmıştı ki doğrudan doğruya aşkının dâüssılasını söyler gibi, bu mısralar emsâlsiz bir gönül musikisi tesiri uyandırıyordu. Bu zâhiren pek sâde fakat pek içli duyduğumuz bu mısralar ilânihâye canlı kalacak bir bal içinde avlanmış arılar gibi, bu dilin tadında duyuluyordu.

Bunları duyduğum zaman gönlümün ilelebet bu şiirin tesirinden kurtulamayacağını, gençliğimin hatıraları gibi onları duyar duymaz aşınmaz ve ölmez duygular gibi tekrar bulacağımı anlamıştım.

Yahya Kemal’in bu tarzda şiirleri, dinlenmedik mûcizevi bir tesir ile büyük bir aşk şiiri olmuştu. Şiirinde artık aşk bir çocuk oyuncağı değildir. Aşk bu şiirde vekarlı, söz götürmez, fermânının önüne geçilmez eski büyük şairlerin bize duyurmaya çalıştıkları bir nevi hummâ gibidir. Zira bir eski zaman aşkıdır. Sevilen kadınlar birer Leylâ ve âşıklar biraz Mecnun gibidir. Burada ‘Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar’ duyulur.

                                                                          

                                                                            (Yahya Kemâl’e Vedâ)

 

Yazar: ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

YAHYA KEMAL'İN ŞİİRİMİZE GETİRDİĞİ

Çağdaş Türk şiiri, Yahya Kemal'le başlar. Çünkü şiir dilimizi, gerçek anlamda Türkçeleştirmeyi ilk o başarmıştır. Evde, sokakta, çarşı-pazarda konuşulan dil onunla şiirimize girmiş, ışıklanmıştır. Ve modern şiirimiz onunla birlikte halka malolmaya yüz tutmuştur.

 Bugün, 108. doğum yıldönümü olan büyük şairimizi saygı ve rahmetle anarken, geriye dönmek ve gerçekleştirdiklerinin altını kalın çizgilerle çizmek istiyoruz. Yahya Kemal, sadece bir şair değil, bir düşünür, elinde ihtişamlı günlerin hatıralarıyla parıltılı tuğu, yeni ufuklara koşan bir önderdir. Sağlam bir tarih şuuru, coşkun bir milliyet duygusu, zengin bir kültür ve bilgi birikimiyle bütün hayatı boyunca bizim olanı aramış, bize lazım olanı düşünmüştür. Özgün fikir ve tavırlarıyla daima dikkatleri üzerinde toplamış, çevresinde giderek büyüyen sımsıcak, samimi bir dost halesi oluşturmuştur. Şiirini milli temeller üzerinde yükseltmeye çalışmıştır.

Vatanın kâinatı dışına çıkan edebiyatın orijinal olmasının imkansızlığı düşüncesindedir. O yüzden Kendi Gökkubbemiz’in şairi olmak istemiştir. Türk toplumunun ruhu, tarihi ve sezişi, her şeyden çok önemli olmuştur onun için. O kadar ki, kendisini milletinin özü gibi duymuş, şiirlerinde ben değil, biz zamirini kullanmıştır daha çok.

Yahya Kemal için, şiirini serseri ilhamların yönlendirmesine asla izin vermemiştir hükmü rahatlıkla verilebilir. Her zaman ne yapmak istediğinin farkında olmuş, belirlediği hedefe doğru adım adım ilerlemiştir. 1903 yılında kaçtığı Paris'ten 9 yıl sonra geri dönerken şiirde yapmak istedikleri çok kesin hatlarla olmasa da kafasında şekillenmiştir. Zamanla bunları geliştirecek, düşündüğü yepyeni ve orijinal söyleyişe ulaşacaktır.

Amaçlarından birincisi halkın konuştuğu dilde şiir yazmak olmuştur. Şiirin ancak bu şekilde bütün toplumun malı olabileceği görüşündedir:

Ben istiyordum ki Türk şiiri herkesin lisanıyla yazılmış olsun. Türk'ün hançeresine uygun kelimelerle ve bir âhenk içinde yaratılsın.

İstanbul Türkçesi'nin aradığı özellikleri kendisinde topladığı inancındadır. Fakat uğraşmaya başlayınca anlar ki bu iş hiç de kolay olmayacaktır. Tanzimat Edebiyatı'nın ortaya çıkışıyla Fransız tesiri yayılmış, zevkimiz bozulmuş, Türkçemizin tavrı, hatta grameri farklılaşmıştır. Servet-i Fünûncular da Türkçeyi yavaş yavaş bir tatlısu lehçesine dönüştürmüşlerdir. Kaldı ki, bu alafranga dönemden önce de, yüksek tabaka edebiyatında Türkçe şiir dilimiz olamamıştır. Divan şairleri genellikle halkın konuştuğu dile itibar etmemişlerdir.

Yahya Kemal'in ikinci amacı, Türk şiirini fazlalıklardan kurtarmak ve ona asıl unsur olan ritmi kazandırmak olmuştur. Ona göre şiirin asıl maddesi mânâ değil, lafızdır. Burada sembolistlere yaklaşmıştır:

Sembolistlerin en büyük hizmeti bu ikisi arasındaki farkı anlatmak olmuştur. Sembolistler şiirin teşbih ve istiareden ibaret olmadığını, bunların fazlalık unsurlar olduğunu da tesbit etmişlerdir. O zamana kadar birçokları zannediyorlardı ki, şiir yazmak, muvaffakiyetli teşbihler yapmaktır. Şiir bu değildir. Şairlik mânâyı lafıza tahvil etmek sanatıdır. Kelimelerin hususi bir ahenk husule getiren terkibinden şiir doğar.

Şiirde sese, yani mısradaki ahenk dalgalanışlarına çok önem vermiştir. Bir ritmi, bir müzikalitesi olan mısra, ancak öz mısradır. Nedim'in ünlü;

Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun.

 mısraında mânânın ritm olup çıkması gibi.

Yahya Kemal'in şiirine yerleştirmeye çalıştığı mûsıkî elbette Türk mûsıkîsidir. Şiirinin bu temel estetiğini bir beyitinde şöyle ifade etmiştir:

Üstâd elinde ser-te-ser âhenk olur lisan

Mızraba ses verir kelimatiyle tel gibi.

Çizdiği bu çerçeveye uygun olarak bir mısra için günlerce, haftalarca uğraşmıştır. Bazı şiirlerinin tamamlanması uzun yıllar almış, bu sebeple sağlığında hepsinin bir kitapta toplandığını görememiştir. Sözgelimi, 1514 ve 1517'de doğuya ve güneye açılmış iki büyük Türk seferinin aşamalarını, o asrın klasik şiir Türkçesiyle dilegetiren, bir Yavuz Sultan Selim Destanı niteliğindeki Selimnameyi tam 39 yılda sonuçlandırabilmiştir.

Yahya Kemal'in üçüncü amacı ise, sentetik şiir yapmak olmuştur. Bunu da şöyle izah etmiştir:

"Bizim şiirde beyitler vardı, hakikî manzume yoktu. Halbuki manzume, muhtelif kısımları birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir bestedir."

Yazılan değil, söylenen şiirin peşinde ömür tüketmiştir kısacası:

Öz şiir odur ki dilde gezer bir mesel gibi

Darülfünun'dan talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dikkat çektiği üzere, Yahya Kemal yedi asırlık bir çalışmayla elde ettiğimiz sesi tekrar bulan şairimizdir ve kendinden sonraya hakikaten çok şey bırakmıştır:

Şiirimize eski asaletini iade eden o olduğu gibi, hecenin zaferini temin eden de o olmuştur. Neslimiz için onun sohbeti ve onun eserleri en istifadeli mektepti. Biz, bugünün yazı yazanları ilk hızımızı hep ondan aldık. Ve galiba da yaptığımız işte, iyi şeyler varsa çoğu ona aittir.

                                                                                             

                                                                                    (Edebiyat ve Hayat, 2005)

 

Yazar: ALİ BUDAK

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör