Yazar. 16 Mayıs 1951, Hasköy / Kiğı / Bingöl doğumlu. Yazılarının bir bölümünde Yasir Vurgun, Mahmut Mustafaoğlu imzalarını kullandı. Müderris İsmail Hakkı Efendi’nin torunudur. İlkokulu, üçüncü sınıf dahil babasının yanında okudu. 1960 yılında babasını kaybetti. Hasköy İlkokulu (Kiğı), beş yıl ara verdikten sonra Elazığ İmam Hatip Okulu (1975) ve Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü (1979) bitirdi. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslâm Düşüncesi Anabilim dalında yüksek lisans yaptı. “Kur’an-ı Kerim’de Güzel Kavramı” üzerine tez hazırladı.
Bir süre tarımla uğraştı, İstanbul’da serbest ticaretle meşgul oldu. Fazilet Partisi İlçe başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan danışmanlığı görevlerinde bulundu. Kardeşiyle birlikte kurduğu aile şirketinde çalıştı. MÜSİAD üyesidir.
Ali Haydar Haksal, öykü çalışmalarına lise yıllarında başladı. İlk öyküsü “Tıkırtı” 1975 yılında Millî Gazete’de yer almıştı. Sonraki yıllarda öyküleri ve diğer yazılarını Yeni Devir (1979), Millî Gazete (1980-86), Düşünce, Mavera (1980-86), Yedi İklim, Hece, Kaçak Yayın, Yönelişler gazete ve dergilerinde yayımladı. Milli Gazete’de köşe yazarlığı yaptı. Uluslararası sempozyumlara katıldı, tebliğler sundu. Ülke içinde çok sayıda konferans verdi. Kültürel ve sanatsal etkinliklere katıldı.
1987 yılında arkadaşıyla birlikte Yedi İklim dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Yedi İklim dergisinin sahibi, yazı işleri müdürü ve genel yayın danışmanlığı yaptı. Sesim Bana Yetmiyor adlı öykü kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 1987 yılı hikâye, Yitik Yaşamın Güncesi adlı romanıyla Tuzla Belediyesi Roman Yarışması’nda 2.lik, Yazarlar Birliği İstanbul şubesince Üstat Sezai Karakoç ile ilgili çalışmalarından dolayı, 2013 yılı Ömer Seyfettin Hikâye yarışmasında Güneşe Koşan Adam öykü kitabı, 2014 yılında Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından Üstad Sezai Karakoç ile ilgili çalışmalarından dolayı yılın ödüllerini aldı. Yedi İklim dergisi 1989-1992 arası yayımına ara verdi. Haksal, 1992’den itibaren yayımını sürdüren dergide yazar ve genel yayın yönetmeni olarak çalışmalarını devam ettirdi.
Öykü, eleştiri, inceleme, deneme, roman, gezi ve araştırma türlerinde çalışmaları sürüyor. Baskıya hazır öykü kitapları ve çok sayıda, deneme, eleştiri, inceleme, araştırmaları bulunmaktadır.
ESERLERİ:
Öykü:
Evdeki Yabancı (1986),
Sesim Bana Yetmiyor
(1987),
Sarıldığım Soğuk Bir Ceset
(1988),
Sokağın Adı Issız (1989),
Ay Işığında Vav’ın Odası
(1991),
Zamanların Öyküsü (1994),
Yalnızlık Sarkacı (1996),
Kuşkonmazda Konuşan Adam
(1997),
İçim Su Berraklığında (2000),
Kapıda Bir Çift Ayakkabı
(2002),
Renklerin Dansı (2004),
Rüya Rüya İçinde (2011),
Ruh Denizi (2012),
Güneşe Koşan Adam (2013).
Deneme:
Gelişi Güzel (Anı-Deneme,1988),
Oruç Çağrısı (2007), Öykü
Ağacı (2013).
Roman:
Yitik Yaşamın Güncesi (2002, Tuzla Belediyesi roman yarışmasında 2. lik ödüllü),
İki Ateş Arasında Aşk (2007),
Anzelha İle İbrahim (2012),
Hüzün (2014).
Anlatı:
Sevgilinin Yol Arkadaşı Hz. Ebu Bekir (2011),
Sevgili’nin Hak Dilli Arkadaşı Hz. Ömer (2013).
Monografi:
Âkif Duruşlu Âsım (2006),
Necip Fazıl Kısakürek: Büyük Doğu Irmağı (2007),
Sezai Karakoç: Eleğimsağmalarda Gökanıtı (2007),
Rasim Özdenören: Ruh Denizinden Öyküler (2008),
Bir Medeniyet Şairi: M. Akif İnan (2015).
Araştırma-İnceleme:
Doğu Büyüsü: Ah Kudüs (2010),
Kendilik ve Edebiyat (2014),
Zarif Şair Cahit Zarifoğlu (2016).
KAYNAKÇA: TBE
Ansiklopedisi (2001), Rasim Özdenören / “Haksal’ın Yeni Öykü Kitabı” (Yeni
Şafak Gazetesi, 9 Haziran 2002), Ayşe Cevahir / Yitik Yaşam Güncesi Üzerine
(Kökler, sayı: 2, 2003), İhsan Işık / TEKAA (2. bas. 2009) – Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi (2013), Âlim Kahraman / “Etkilenmek”, Zaman Gazetesi, 5 Mart
1987) - “Bir Dostun Portresi” (Yedi
İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011), Arif Ay / “Ali
Haydar Haksal’ın Öyküsü: Sesimizin Yankısı” -
Mehmet Özger / “Ali Haydar Haksal Anlatılarında Bir Sanatsal Kimlik
Olarak “Ben’in Görüntüleri” - Necip
Tosun / “Ali Haydar Haksal Öyküleri” - Osman Bayraktar / “Ali Haydar Haksal’ın
Hikâyelerinde Temalar ve Tipler” - Osman Koca,” Öyküntüleri Bertaraf Eden
Muhakki: Ali Haydar Haksal” - Rasim Özdenören / “Ali Haydar Haksal’ın Öyküsü
Üzerine Genel Mülahazalar” - Yunus Emre Özsaray / Ruhun Sınırlarında Yazılan Öyküler
(Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011) - Siyaset
Sahnesinden Hikâyelere Yansıyanlar: Ali
Haydar Haksal’ın Bir Hikâyesi Üzerine” (Yaşayan Hikâyemiz, Ed. Necati Tonga,
Kesit Yayınları, 2014, s. 143), Kendisinden alınan bilgiler (2014).
BAYRAM: HÜZÜN VE SEVİNÇ, MEHMET AKİF İNAN’IN ‘HİCRET’İ
ALİ HAYDAR HAKSAL
Bugün bayram. Oruç ayını bitirme mutluluğunun, görev bilincinin, sorumluluk duygusunun, ibadet hazzını yaşamanın bayramıdır bu. Yüreğimiz buruk. Ramazan boyunca Çeçenya’da mazlum müslümanlar katlediliyor. Yiğit adamlar şehit ve gazi oluyor.
Bu yazımızı bayrama ayıramıyoruz. Başlığa bakmayın siz. İçim kaynıyor. Ağlamamak için direniyorum. Yazımı tamamlamam gerekiyor. Sevgili ağabeyim, büyüyüğüm, şair, edebiyat bilimci, denemeci, düşünce, eylem ve gönül adamı Mehmed Akif İnan bizleri bıraktı ‘Hicret’ etti. Hayatın çilesini çekti. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera sürecinin/ doğrultusunun önemli temel taşlarından, isimlerinden oldu. Solodan koroya dönüşen bir büyük oluşumun önemli üyelerinden biriydi. Son beş aydır da doruğunu yaşadı. Onun ecrini kazandı. İmbikten geçer gibi küçük kusurlarını ayıkladı bu dünyada bıraktı, tertemiz bir biçimde Sevgili’nin yurduna gitti.
İnsanlığın onur omurgasını temsil etti. Orada durdu. Eğilip bükülmedi.
Hicret hayatının en önemli kavramıydı. Onun şiirini yazdı.
Sol’un önemli şairlerinden biri öldüğünde şöyle bir başlık atmıştı gazetenin biri: “Azalıyoruz!” Bu bir panik haliydi. Sevgili Akif İnan’ın ölümü sonrasında tam tersi durumdayız. Onlar adına seslenerek diyorum ki: “Çoğalıyoruz!” Öte’yi yaşayan ve düşünenler için hayatın yitirilmiş bir yanı yoktur. Burada da, ötede de çoğalıyoruz.
Bu dünyaya eserler bırakarak gitti. Hicret ve Tenha Sözler şiir kitaplarıyla; az, öz ve tenha sözler bıraktı. Hayatı da imbikten geçirilmiş gibiydi. Çok yazmadı, boş söylemedi.
Tebessüm eden yüzünden esmer duruş parıldadı.
Ankara’da Taceddin dergâhı ve Hacı Bayram-ı Veli’ye yakın durdu. Ankara’nın hep bu bilinen yüzüne döndü, oradan beslendi ve karşı tarafa aktardı. Sırtını manevîliğe dayadı, onun sıcaklığıyla beslendi, yaşadı, yaşattı ve yansıttı.
Şairdi Tıpkı Hacı Bayarm-ı Veli, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi. Şiirin hem biçimde, hem özde gelenek çizgisini sürdürdü. Bu çağ için yazdı ve söyledi. Bir derviş gibi az söyledi, az konuştu yazılarında ve şiirlerinde. Gönül ehliydi; kimse bilmedi, çünkü ihsas ettirmedi. Üstad Necip Fazıl tezgâhından geçti, onun hitabet yönününü üstlendi, salonlara ve meydanlara koştu. Diliyle konuştu, gönlüyle halvet oldu. “Edepti yoğuran güzelliğimi” ifadesinde kendini buldu.
Şairdi, edipti, edepliydi.
Çirkin ve kötü adamların elinden çıkmış ve nasılsa bu doğrultuda kendilerine yer bulmuş tezgâh artıklarının, ustalara olan saygısızlığına üzüldü. Ağabeyler sultasını yıkmaya yeltenenlerin; onlardan beslenerek, onları basamak yapma tercihlerini edep dışı buldu. Edebiyat sözcüğünü tok sesiyle teneffüs etti ve edepli bir edip olarak yaşadı. Üstad’larının ve ustalarının yanında; sessiz, sakin ve kendini bilirdi. Bir iki şiir panayırında bulundu, panayırdaki Şanso Panzha’ların bönlüklerine üzüldü. Büyüyen ve gelişen bir edebiyat çizgisini sulandıranların ortalığı kaplamalarına yandı.
Edebiyat ve sanat ateşini içinde sürekli diri tuttu.
Nüktedandı, hoş fıkralar anlatırdı.
Bir eylem adamı olarak; inanmış insanların önüne örnek tip olarak düştü. Siyasayı sevmedi, ama nasıl siyasa yapılacağını gösterdi. Sanatı siyasaya tercih etti.
Koşar adım değildi. Adımlarını emin ve sağlam attı.
Evet üzülüyoruz. Ağabeyimiz gurbette bizleri bırakarak gerçek yurduna Hicret etti. Bir arefe günü bir bayram günü olacağını nereden bilebilirdik ki. Bugün iki bayram birden yaşıyoruz. Çeçenya’da zafer haberleri geliyor. Ramazan bitti, İslâm dünyası bayram yapıyor. Akif Ağabeyimiz sevgilisine kavuşuyor. Tesellimiz Mevlâna’nın ifadesinde kendini buluyor:
“Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce “Ayrılık! Ayrılık” diye ağlama. Benim sevgilime kavuştuğum asıl o zamandır.
Beni mezara bırakınca: “Veda! Veda!” deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.
Ey can! Bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir yaşam vardır. Gayb aleminde gizlenmiş yüzlerce Yusuf gibi güzeller vardır. Bu ten sureti gidince o can sireti kalır. O can sureti baki ve ten sureti geçicidir. Eğer bu zevki anlamak istersen her gece kendini yokla; tenin ölü gibi yattığı halde ruhun rıdvân bahçelerinde seyreder.”*
* Asaf Halet Çelebi, Mevlana ve Mevlevilik, s. 44., Nurgök Matb., İstanbul, 1957.
KAYNAK: Ali Haydar Haksal / Bayram: Hüzün ve sevinç, Mehmet Akif İnan’ın ‘Hicret’i (mehmetakifinan.com, erişim, 24.09.2016).
IHLAMUR
AĞACI VE EV
Ali
Haydar HAKSAL
Bütün
insanlar benim gibi mi bilmiyorum.
Bu
evlerden çok uzakta, yalnızlığa
itilmiş duruyorum, işte böyle görüyorum kendimi. Yüzüm asık, somurtup
kalıyorum. Yürürken, birileriyle konuşurken, iş yaparken, sevimsiz bir beton
yığınıyım. Nedendir bilmiyorum, öyle miyim?
Şimdi,
her şeyi yerli yerine oturtmak istiyorum. Yapacaklarım, söyleyeceklerim
anlamsız gelebilir. Çünkü hiçbir sonuç benim için şaşırtıcı olmayacak.
Şu
ıhlamur ağacına dokunmak, sonra gölgesine sığınmak istiyorum. Kokusunu
duyumsayarak, bu evlerin karanlık camlarına dalabilirim. Orada, çeken bir şey
olmalı. Ihlamur ağacı, gözlerimde şimdi daha sevimli, daha anlamlı. Tıraşlanmış
dallarına bakınca içim cızz ediyor. Soyulmuş kabuklarını görmek istemiyorum. Çiçek
zamanı, başına çocuklar ve kadınlar üşüşür, dallarıyla koparırlar. Bir bağ
bozumu yaşanır bu bahar günlerinde. Umursamadan yolarlar, kırarlar her yanını.
Talana uğramış gibi darmadağın olur. Sevgim katmerleşir, daha bir bağlanırım
buraya.
Karşı
evlerin camlarına bakmak istesen bile içeriden hiçbir şey seçilemez. Bir
yorgunluk, bir yalnızlık kuşatmış. Tozlar, örümcekler ve akşam güneşinin son
yoklayışıdır. Bir de oldum olası bu ıhlamur ağacı.
Kapının koluna asıldım, içeriden
kilitli. Sarstım, tıkırdattım, sesler çıkardım, karşılık alırım diye. Döşemeye
vurulan bir cılız ses ile kaldı. İniltiden sonra duyduğum en belirgin olanı bu.
İnilti dediğime bakmayın bir zayıf çığlıktı, ben inilti diyorum. Aralıklarla
gelen bu iniltili bağırış, daha çok bir imdattır. Kim bilir ne zamandır bunu
yapıyor sesini duyurmaya çalışıyor. Bir korku, bir heyecan kuşattı. Ne
yapacağımı kestiremeden bocaladım. Ellerim titredi. Kitap yüklü çantamı çoktan
bırakmıştım. Yüzümü ateş bastı. Ne ile karşılaşacağımı ben de merak ediyorum.
Durulamadım bir türlü, elimde değil. Bir korku taşımıyor değilim.
Davranışlarım, düşüncem bir an’a teksif olamıyor. Çabuk karar veren, âni
reflekslerle sonuca giden biriyim. Tereddüdüm olmaz genelde. Kıvrak bir zekâya
sahip olduğum söylenir. Anlık esprilerim hazırdır.
Bırakıp gitmek istedim, olmadı,
vazgeçtim. Bir nemelazımlık hâli geldi geçti. Bu, kendimden bir kaçış olacaktı.
İnsan bazan böylesi düşüncelere yakalanır. İstesem de buradan ayrılamayacağım.
Bu evler, ıhlamur ağacı, içerideki ses ve bu sokak, bu sokağın insanları… Beni
çeken nedir bilemiyorum. Kendimi öylesine kaptırmışım ki, istesem de olmayacak.
Gelgitler anaforu içindeyim. Şeytan bırak git diyor, sana mı kalmış? Alay
ederek gözlerimin içine bakıyor. Bu işi şeytana bırakırsam, bir tepki karşılık
veriyor içten içe. Vicdanımın sesi. Bu kavga giderek büyüyor ve ben dışarıda
kalıyorum.
Sokağı iki ucundan da gözledim, biri
görür diye korkuya kapıldım. Hırsız sanılmak tedirgin etti. Bir çıkmaza düşünce
insan ne bahaneler uydurmaz. Çekip gitsem kim ne diyecek, hiç duymamış olsam,
bu sokaktan geçmemiş görünsem.. Bir kolay yol olmasına rağmen gene de
bocalıyorum git ve kal arasında. Tekrar karşıya geçtim, kirli camlara baktım,
beyaz bulutları akıyor göğün. Çıplak gözlerle baktım bir de. Apak bulutlar,
nedense camdaki gibi giz dolu görünmüyor. Oradan izlemek daha bir hoş. Beyaz
bulutlar aktıkça evler ve ıhlamur ağacı birlikte yol aldılar. Başım döndü.
İçime
sinmiş evi düşünmek zorunda kaldım gene de.
Kapıya dayandım, mermer basamağa adımımı
atınca dönülmez bir yolda olduğumu anladım. Gerçeğin tâ içindeyim. Bitmez
tükenmez çelişkilerim, tereddütlerim uçup gitti. Ne yapmam gerektiği düşüncesi
iyice sardı. “Bu iyi”. Düşünüp söylenirken bile, adımım son basamakta, elim
kapının kolunda. Telâş, korku, panik geride kaldı.
Bu
mermerin de bir inceliği
var, keskin, dönüşleri olmayan basamaklar, yekpare ve zevkle işlenmiş
çıkıntılar, aralarındaki uyum… Aşınmış yerleri sanki bilinerek yapılmış gibi.
Bir ince zevk kapının daha girişinde başlıyor.
Sokak
pislikle dolu ve bakımsız.
Rüzgâr estikçe tozlar savruluyor, evlerin cepheleri tozla örtülü.
Bir kez
daha zorladım, niyetim
açık ve belli ve kolu çevirmekle açılmayacağı da. Vazgeçmem için bu bir neden
olabilir. Çünkü ufacık bir bahane yeterli aslında. Omzumu kapıya yaslayınca
kasnaklarından sarsıldı, ev yerinden oynuyor sandım. İkinci kez bütün gücümle
yüklendim, üzerime devrilecek gibi. Bir an önce de bitirmeliyim. İçerideki ses
âdeta damarlarımın, ruhumun içinde geziniyor. Dışarıda ne olup bitecekse,
hakkımda nasıl düşünülecekse umurumda değil. Bu ev, bu ıhlamur ağacı, bu ses
bir ömür boyu peşimi bırakmayacak biliyorum, hissediyorum.
Kendime
uzandığım bir kapı bu.
Çok şey bulacağım belli. Şimdiden allak bullak olmaya hazırım. İçeride hiçbir
şey sürpriz olmayacak ve şaşırtmayacak. Öyle hazırlanmış, hissediyorum.
Olanca
gücümle yüklendim, dirseklerimle yukarıya,
dizimle hizama, ayakucuyla aşağıya, gücümü eşit dağıttım ve dayandım. Kapı,
menteşelerden çivileriyle söküldü. Kapının üzerinden tozlar başıma döküldü.
Poşetlerimi içeri aldım. Kapının arkasına bir yere attım. Öyle asılı kaldı ve
sallandı. Sallandıkça menteşeleri bir bir döküldü. Çivilerin açıkta kalan
yerlerini pas yemişti. Ağaca gömülü yerleri parlıyor sadece. Kapı içerideki
kilide bağlı kaldı. Üzerime dökülen tozları silktim. Kapının açılmasıyla
birlikte bir kara kedi, ayaklarımın arasından fırladı. Biri daha içeride
duruyor, loşlukta gözleri parladı. Gözlerim evin ışığına alışamadı, evin
lambası nereden açılıyor? İçerideki kedi cılız bir sesle miyavladı. Kediler bir
korku içinde sanki.
İlk
bakışta bir tuhaflık seziliyor. Kapının sallanması kesilince, “pat”, bir
menteşe düştü, ürperti ile sıçradım. Ve ellerim titredi, kedinin yalvarıcı
miyavlaması sürdü.
Yürüdükçe,
esneyen döşemelerin kırılacağını sandım. Tahtaları ortalayarak yürüdüm, sanki
çökeceklermiş gibi.
Benim
için zor olan, bekleyen sürprizlere bir başıma girişmem.
İçeri
girdikten sonra bir yerlere zarar vermekten kaçındım. Adımımı atarken böyle bir
düşünce ileyim. Genzimi yakan bir küf ve rutubet kokusu var. Çoktandır
havalandırılmadığı belli. Burnumu tutmamın bir anlamı olmayacak. Çünkü buna
zamanım yok. Sanki olacakları biliyormuşum gibi davranıyorum. Hapşırdım peş
peşe. Üst kattan gelen inilti şimdi daha belirgin. Burnumu tozlardan
temizledikten sonra biraz olsun soluk alabildim.
Ev
geçmişiyle ayaklarımın altında. Bizim evin bir kopyası sanki. Çocukluğumun köy
evi şimdi yok artık.
Alt holde
duran sandalyelere dokundum, bir şeyler hissedecekmiş gibiyim. Biraz dokununca
anladım, bağlantı yerlerinden gevşemişlerdi. Elimi kaldırınca toz katmanı daha
da belirginleşti. Basit görünen sandalyelerin işçiliklerinde bir özen var. Bir
incelikleri bir, zarafetleri var. Yolumu kesen bu ayrıntıları bırakıp
çıkamıyorum. Ne yana baksam bir sessizlik, bir eşya, bir dokunma yetiyor dikkat
çekmeye. Sanki bu evi merak ettiğimden girmiştim. Musluktaki su damlası bir
derin yerden geliyor gibi. Aralıklarla gelen ses bir giz gibi içimde oyuk
açıyor. Bu loşlukta suyun sesi bir başka anlama bürünüyor o anda. Sesin geldiği
yerin kapısı aralıklı. Eşyaların duruşu, yerleştirilişi özenli bir elin
değdiğinin kanıtı. Daha yukarı çıkmadım, açık kapıya yöneldim Sararmış, küfler
içinde kaybolmuş musluktan damlayan su. Musluğu kapatmaya çalıştım, olmadı,
vazgeçtim. Yanı başında çiviye asılmış, bir zarafet örneği olan ibrik, diğer
duvarda asılı duran bakır sini. Ne kadar kararmış, bakımsız görünseler de
kendini kolayca ele veriyor. İçimden bir şeyler koptu. Daha içeri girer girmez
sarsan ve etkileyen bir havası var. Kokuya ve ışığa alıştım. İlk adımımda
tedirgindim, geçti o da. Burada her durum ve şey birbirini bütünlüyor. Biri
diğerine ters düşmüyor. İnleyen ve yardım dileyen ses, damlayan su, sahipsizlikten
ve yalnızlıktan bir köşeye sinmiş ve pusmuş kedi, evin yayvan döşemeleri,
eşyaların kendisi, görünümü ve düzeni, korkulukların oyması hâlâ ulaşamadığım
titrek ve yorgun ses…
Kafam
karmakarışık, hiçbir
şeyi bir araya getiremiyorum. Çekip gitme düşüncem yok artık, bu labirentin
içinde kendime bir yer arıyorum. Hâlâ inleyen bu bilinmedik sese ulaşamadıysam
suç benim değil.
Bu evin
önünden geçerken beni çeken bir giz varmış
gibi, şeylerin varlığını şimdi anımsıyorum. Neydi anlayamadığım? Bu sokaktan
geçerken bu evlerin özellikle de bu evin önünde duraksamış, bazan oyalanmış, ne
olduğunu anlayamamış, sonra da bırakıp gitmiştim. Tutkunu olduğum ıhlamur
ağacının burada oluşu bir rastlantı mıydı? Evime benzeyen, kapısından eşiğine
kadar bir kopyası olan bu ev, bir sevgi odağı olmuştu benim için. İçinde
bulunduğum ayrıntının bir başka yanı da bu.
Ihlamur ağacını öteden beri severim. Onun
çıplak gövdesi, yapraksız dalları bile ilgi odağım. Kışları uzun uzun severim
onu, o hâliyle. Bahardaki gençliği, diriliğiyle gözlerimin önündedir.
Çiçekleri, yaprakları, yayılan kokusu içinde düşündüm hep. Önceleri evle
ilgisini düşünmemiştim. Şimdi birbirlerini kolluyor gibi duruyorlar. Sokağın
başında durup bakarsanız anlarsınız bunu. Koşar adımlarla gelir, oyalanır, uzun
uzun bakar, dallarının arasından sızan ışık huzmelerine kapılır, daldan dala
konan serçelere dalarken bir hoş olurum. Hâlâ öyleyim. Aldığım tadı, duyduğum
zevki anlatamam. Buranın tutkunuydum. Bir yılın bütün değişimlerini onunla
birlikte yaşamıştım. Buradan başka bir şey gözlerime görünmemişti, bir başka
şey duyumsamamıştım. Bir tuhaflık olmuştu. Burada oyalandıkça, mahallenin
çocukları çevrelemiş, onların tanıdık yüzü olmuştum. Tuhaf bakarlardı.
Günlük
yaşayışımın bir durağı burasıdır. Onsuz edemiyorum artık, yolumu değiştirmek
istesem, vardığım yerde durur, koşar adımlarla buraya yönelirim. Mevsim
değişikliklerinde, bahar günlerinin coşkusu yoktur. Daha farklı bir şey
beliriyor bende. Bilinçaltına yerleşmiş bir şey var, o doğrudur, hiç şaşmayan.
Buraya vardığımda soluğumu tutarım. Bu sokakta tanıdık bir yüzle karşılaşsam
ondan kurtulmanın yollarını arar, bin türlü bahane uydurur, sıyrılırım.
Burayı sahiplendiğim doğrudur.
Geçmiş ve
gelecek beni ilgilendirir. Gözlerim duvarlarda boşuna geziniyor. Evin
atmosferi, havası, durumu aklımı başımdan aldı. Şaşkınlığım ve sevincim bir
arada. Sanki inleyen bu bilinmedik sese ulaşmamak için elimden geleni
yapıyorum. Buraya niçin girdiğimi unutmuş görünüyorum. Kapıyı açtıktan sonra,
dönüp ıhlamur ağacına yaslanmak, hiçbir şeye karışmamak ve sadece düşünmek
belki işime gelebilir.
Bu evin
önünde bir giz var gibi, en azından
benim için. Bir şeylerin varlığını fark etmiştim. Ama neydi anlayamamıştım.
Burada oyalanmış, yıllar yılı ne olduğunu çözememiş sonra da yarım kalmış bir
düş gibi bırakıp gitmiştim. Tutkunu olduğum ıhlamur ağacının burada oluşu bir
rastlantı mı? Özlemini çektiğim evimin kapısından mı içeri girmiştim? Bu, bana
mı nasip olacaktı? İçinde bulunduğum labirentin bir başka yanı bu. Beni buraya
mıhlayan bu ıhlamur ağacı oldu. Kışın hiçbir özelliği olmayan gövdesi bile
ilgimi çekmiş sürekli. Çünkü herhangi bir ağaçtan bir farkı yok. Bazan onu
çiçeklerinin, yapraklarının ve kokusunun içinde düşlerim. Önceleri bu evle
ilgisini hiç düşünmemiştim. Sonraları bağ kuruldu. Şimdi anlıyorum. Burada
birbirlerini kolluyor gibi duruyorlar. Sokağın başına varır varmaz adımlarım
hızlanır, koşarak varırım yanına. Altında oyalanır, başımı kaldırır bakar,
dallarının arasında uçuşan serçeleri, sızan ışık huzmelerini, yaprakların
oynayışında beliren güzellikleri asla kaçırmak istemezdim. Bu ağacın bir
tutkunu olmuştum. Bütün güzellikler benim için burada bütünleşiyor. Bir yılın
bütün değişimlerini birlikte yaşarız. Buraya takılınca artık başka bir şey göremez
oldum. Oyalandıkça mahallenin çocukları çevreler, tuhaf tuhaf bakarlar. Günlük
yaşayışımın bir durağıdır burası. Burasız edemiyorum. Ne kadar yolumu
değiştirmek istesem bile, olmayacak. Çok denedim, sonunda yenik düşen ben
oldum. Mevsim değişikliklerinin yorgunluğunu birlikte birkaç gün yaşarız. Ama
bilinçaltıma yerleşen bir şey var. Burada duraksamak, ağaca doyasıya bakmak,
sonra istemeye istemeye ayrılmak.
Dünyayı kendimden ibaret saymıyorum. Ama
burası bana ait ve kendimin sayıyorum. Üstelik sahipleniyorum da.
Evin
eşyalarıyla daha çok ilgilenecek ne zamanım ne de hâlim var. Geçmiş ve
geleceğim iç içeleşiyor. Gözlerimin evin duvarlarında gezinmesi de boş. Evin
atmosferi, havası bir anda kuşatmış bir kez.
Bu ev bir
sürü şey çağrıştırıyor. Ve ev, benimle bütünleşiyor, içeride inleyen yaşlı
babaannem, Mahmut dayımın evle ilgili çocukluk anıları, evin ermeni ustası
Vartivar ve bu bağdadî yapı… Bir arada sökün ediyorlar. İşler arap saçına
dönüyor. Şimdi, bu ıhlamur ağacının yerine bizim kapıdaki koca gövdeli dut
ağacını düşünebilirim. Çocukluğumun anıları, bütün dallarında gizli. Bir varlık
olarak duruyor orada.
Kapıyı zorlayıp girdiğimde karanlık ve
izbe görünen ev birden aydınlandı. Bir anılar labirentinin içine düşmüş oldum.
Atacağım her adımım bir yenisiyle karşılaşacak. Deminden beri donup kalmam,
hiçbir şey yapmamam da bundan.
Üzerimde
bir ağırlık var. Niçin
olduğunu kestiremiyorum. Her bir yeni adım üzerimden bir yük kaldırıyor.
İçi
dışarıdan çok daha ağır başlı ve onurlu. Korkulukları tutunca kendimi daha bir
güvende hissettim. Parmaklarım çok rahat duruyor. Sanki her şey bana göre
yapılmış. Bana öyle geliyor ya da. Tozlara, küfe ve ağır kokuya aldırdığım yok.
Bir yalnızlığa uzanışın burukluğu bende de var. Bir içtenliğin içinde olduğumu
belirtmeliyim. Sanıyorum bunca bakımsızlığına rağmen evin düzeni yerli yerinde.
Kim bilir onlarca yıldır böyle duruyor. Büyülenmiş oldum. Bilmediğim,
görmediğim tanımadığım eşyalara tanık oluyorum. Bizim evin bazı hatlarını
taşıyor.
Dedemin
odası âdeta hatlarla
kuşatılmıştı. Kendi imzasıyla olanın bir ayrıcalığı vardı. Hepsi özenle
çerçevelenmişti. Anlamadığımız hâlde gider önünde durur, saygıyla bakardık. Bir
saygı abideleşmişti içimizde ona karşı. Odasına girdikçe saygısız bir
davranıştan kaçınırdık. Tozlarını sık sık alırdık. Okuyamadığımız,
anlamadığımız bu hatların önündeki saygımız hâlâ gözlerimin önündedir. Annemin
sesini duyunca telÂşla çerçeveyi kaldırır, uslu çocuklar gibi otururduk. Burada
tablolar var ve boş gözlerle bakıyorum. Oymalı koltuklar, kanepeler, sedirler,
dolaplar, sehpalar… Bir holün girişinde bunlar varsa yukarıda neler vardır kim
bilir?
Döşemelerin
oynaması, esnemesi, yıllardır yalnızlığı yaşadığındandır. Şunu belirteyim ki şu
bir kaç dakika içinde bu evin bir yabancısı değilim. Bu kedi bizim kediye
benziyor. Bir fare merdivenlerin altından çıktı öteye kaçtı, kedi hiç
umursamıyor bile. Şaşkınlığım kedilerin fareleri kanıksaması. Bir kedinin ağır
başlılığından söz edilmişti de, babam güzel bir örnekle kedi fare oyununu
anlatmıştı. Unutamadığım bir öykü bu. Hatta bizim kediye de bu gözle mi
bakılmıştı ne? Babam da gülümsemiş ve anlatmıştı.
/Padişahın
sarayında bulunan kediye olmadık ağırbaşlılıklar ve terbiyeler yakıştırılıyor.
Kedinin de bazı özellikleri var. Örneğin misafirlere ikramda bulunmak için
tepsi taşıması gibi. Paşalara emir buyurmuş bir fare yakalanmış, bir yere
gizlenmiş. Misafirlerin bulunduğu anda kedi servis yapıyor. O sırada
misafirlere tam yaklaşmışken fare bırakılıyor. Kedinin gözleri dönüyor,
ayakları birbirine dolanıyor. Misafirleri düşünmeden tepsiyi fırlatıyor, sonra
da farenin peşine takılıyor. /
Niçin
anlatıldığına bakmadan
kahkahalarla gülmüştük. Aklımıza geldikçe de kendimizi tutamazdık. Bizi
ilgilendiren, kedinin tepsiyi fırlatıp farenin peşine takılmasıydı. Şimdi de
gülümsediğimin ayrımındayım. Şu kedi öyle zavallı duruyor gözlerimin önünde.
Bu ev
kendi içine kapanmış.
Benim adım Mahmut, dedemin adını taşıyorum.
Merdivenleri
çıktım. Evin geniş,
yüksek ferah salonu önüme açıldı. İçeriden gelen sese yaklaştıkça daha bir
netleşiyor. Kapıyı kırıp giren ben, ne zamandır hâlâ ulaşamamıştım. Kim bilir
sesin sahibi nasıl bir bekleyiş içindedir. İçerideki ses de kesildi. Yaşlı
kadın başını güçlükle kaldırabildi. Uzun bir bekleyişten sonra kapıya yöneldi.
Çekine çekine içeri girdim. Yaşlı kadının gözleri parladı, sevincinden
telâşlandı. Gözlerini benden ayırmadı. Elleriyle bir şeyler aranıyor, belki
bastonunu, belki gözlüklerini, belki de bilinmez bir nedenden başka bir şey.
Kadına ne söyleyeceğimi kestiremedim. Yatağının içinde dönünce bir acı çığlık
attı. Yüzünün hatları acıyla buruştu.
“Neyiniz
var” dedim.
“Bacağım kırıldı” dedi. Gözlerinden yaşlar
boşaldı. Ellerini tutmak istedim buz gibiydi. Damarlarından kanı çekilmiş, bir
kuru kemik gibi duruyor bakımsızlıktan. Ellerimin içinde tutarak bir süre olsun
ısıtmak istedim. Eşarbı başında iğreti duruyor, ak saçları dışarıda. Yüzündeki
saçları parmaklarıyla topladı, eşarbının altına sıkıştırdı. Düğümünü biraz daha
sıktı. Konuşmak istedikçe yüzünün biçimi değişti Bacağını oynatmak istemediği
belli. “Günlerdir bu kapı açılmıyor, siz ilk açansınız. Umudumu hepten
kesmiştim” Tane tane dökülüyor sözcükler. “Kimse gelmedi, kapıda bir ses
duydukça çığlık attım. Kimseler kimseyi umursamıyor bu zamanda. Hep ağladım.
İyi bir insan olabileceğini düşündüm. Bir gün biri mutlaka kapımı açacaktı. Alt
kata inmek isterken düştüm, bacağım kırıldı. Bir süre bacağımı peşimden çektim,
artık dayanamadım, çakıldım kaldım. Bir yeğenim var, benden hep para sızdırmaya
baktı. Zamanında kendisine yetki vermiştim, bir dairemi sattı yedi. Sonra geri
aldım yetkiyi. Ondan sonra da uğramaz oldu. Leş kargası gibi, bir gözümü
oymadığı kaldı. Yemini kesince gelip gitmesinin bir nedeni kalmadı. Yanıma bir
kız öğrenci aldım, ondan da çektiklerimi bir Allah bilir.
Sessiz
görünüm bir ağırlık
kazandı, aramızda bir sıcak akım var. Karşılıklı duruşumuz uzun bir sessizlik
getirdi. Bir bekleyişin kavuşmasıydı yaşadığımız. Sustuk, bu ikimiz için de
anlamlı. Bir ortak noktada buluşmanın, kavuşmanın sevinci bir anidenlik
taşıyor. Yaşadığımız âdeta bir anne ile oğlun buluşmasıydı. Bütün acıları
dinmiş gibiydi. Kimdim, burada ne işim vardı? Bunun karşılığını aramıyorum.
Yaşlı kadının buruşmuş yüzü engebeli bir haritanın yüzeyini andırıyor.
Gözlerini benden ayırmıyor. Bir anda çilesinin bazı ayrıntılarını öğrenmiştim
bile. “Kim bilir daha neleri vardır?” dedim. “Yıllardır içimde tuttum, hep
onlarla yaşadım. Direndim çoğu zaman, sonunda yenik düştüm. Kız, annesinden
babasından çektiklerinin çoğunu benden çıkarmak istedi. Benden bekledi. Tamam,
beklesin, bunun için yanımdaydı ya. Şimdi bunları anlatmanın yeri ve zamanı
değil. Hadi, al beni bir doktora götür, bu acılara daha çok dayanamıyorum. Adın
ne senin.” “Mahmut” birden irkildi. “Ağabeyimin adı da Mahmut'tu. “ Biraz
şaşırmış gibiydi. Duraksadı, “Evin anahtarını sana bırakıyorum çünkü ne
zamandır, bu kapıdan ilk girene bırakacaktım. Böyle bir ahdim vardı. Nasip şeninmiş.”
Bir şey söylemek istedim, anladı ve susturdu. Bir şaşkınlığın anaforundaydı.
(Zamanların Öyküsü’nden)
RASİM
ÖZDENÖREN
“Onun anlatısında öz ile form birbirini
bütünleyerek gelişir. Fakat onun, hikâyesini tamamlamak için acelesi yoktur.
Hikâye içten içe gelişir. Bu sakin anlatışın sakladığı asabiye ancak metnin
derununa nüfuz etmek isteyene kendini açar. (…) Bütün öykülerinin ortak
özelliğinin hayatın durağan yüzünü görmek, tutmak ve tatma isteyenlere bir
göndermede bulunduğunu söylemek imkân dâhilindedir.
Zihnimde onun öykülerine en yakın duran
anlatıcının kim olduğu sorusuna en yakın duran cevabın Marcel Proust olduğunu
düşünüyorum.”
Rasim Özdenören, “Ali Haydar Haksal’ın Öyküsü
Üzerine Genel Mülahazalar”, Yedi İklim
Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 27.
NECİP
TOSUN
“Haksal, öykülerinde modern insanın
bunalımlarını, açmazlarını ve çıkışsızlığını örnekler. Mevcut yapılanma
karşısında bireyin yalnızlığı ve kaçınılmaz yenilgisi ilgi alanı olur. Öykü
kişileri durmaksızın sıkılır, etraflarında onları mutlu edecek hiçbir şey
yoktur. Çünkü dışarıda insanın mutsuzluğunu çoğaltan bir düzenek vardır. Her
şeyin farkına varmış bir insanın mutlu olması düşünülemez. Farkındalık,
mutsuzluğu, yalnızlığı, hüznü getirir. Birey, hep geçmişe bakar. Orada ise hep
bir boşluk vardır. En derin boşluğu aşklar oluşturur. Çünkü aşklar hüsranla
sonuçlanmıştır. Kavuşma asla gerçekleşmemiştir. Bu kavuşamamanın adı konmuş bir
nedeni de yoktur. Ayrılmıştır sevgililer, o kadar. Şimdi, anlatım anında, bu
yitirilmişliklere bakılır.
Biçimsel anlamda ise, lirik, şiirsel, coşkulu
bir anlatımı benimserken, tümüyle bir durum ve atmosfer öyküsü yazar. Onun
öyküleri daha çok iç monologlarla oluşturulan, enstantanelere, anlık
göndermelere, çağrışımlara dayalıdır. Haksal, bir mekândaki izlenimden, küçük
bir anıdan, bir duygudan yola çıkarak metnini oluşturur. Onun öyküleri büyük
olaylara, entrikalara, hikâyelere yaslanmaz. Öyküyü kurgu, tahkiye, olay örgüsü
olarak değil, anı parçacıklarının dramatize edilmesi, giderek bir temanın
çeşitli görüşlerle doğrulanması olarak biçimler. Çoğunlukla bir ânın
hikâyesini, izlenimini yazar; donuk bir fotoğrafı atmosfer kurarak canlandırır.
Metne büyük bir öyküyü izah edecek küçücük bir imge yerleştirir. Bir atmosfer
etrafında, sadece duygular ve imgesel göndermelerle öykü ilerler. Hayatın sürüp
giden karmaşası içerisinde, anlatıcının resmi bir anda durduğunda öykü oluşmaya
başlar. Fotoğrafın üzerinde donduğu, kar, deniz, ayna, kent gibi kavramlar,
nesneler odak alınıp duygular, düşünceler öyküleşir.”
Necip Tosun, “Ali Haydar Haksal Öyküleri”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel
Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 46.
ALİM
KAHRAMAN
“Ali Haydar Haksal’ın hikâyelerinde çok fazla
olay yok, ancak okuyucunun belleğinde çok kuvvetli izler bırakan tipler var.
Haksal, öyküsünün en güçlü yanı tip çözümlemeleridir. Onun tipleri ‘kurmaca’,
‘tasarlanmış” insanlar değillerdir. Eksiğiyle, fazlasıyla, birlikte
yaşattığımız, içimizde yaşattığımız kanlı canlı insanlardır bunlar.
Ali Haydar Haksal, üslup sahibi bir yazar.
Öykülerinin altına imza atmasa da, bu onun öyküsüdür diyebiliyorsunuz.
İmgelerin fazlalığı, bu öykülere yer yer şiirsel bir nitelik de kazandırıyor. ”
Osman Bayraktar, “Ali Haydar Haksal’ın
Hikâyelerinde Temalar ve Tipler”, Yedi
İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 21.
“Ali Haydar Haksal’ın hikâye dünyasını, bakımlı
parklara değil, el değmemiş cangıllara benzetirim. Çağrışımlı, birbirine geçmiş
bir dil örgüsü vardır.”
Âlim Kahraman, “Bir Dostun Portresi”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel
Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 25.
BAHTİYAR
ASLAN
“Haksal bir anlamda çağının tanığı bir yazar
olduğunu söylüyor, “ben uygarlığın ruhunda geziniyorum” derken. Çağın tanığı
olmak; çağına, algılayabilen, yorumlayabilen bir gözle bakabilmek medeniyet
fikrinin, köklü bir öğretinin sonucu olarak gerçekleşebilir ancak. Buna
ilaveten bu türlü bir bakışı zorunlu kılan bir medeniyetle… Ali Haydar Haksal,
kendisini Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çizgisinin uzantısına
konumlandırmış bir yazardır.”
Bahtiyar Aslan, “Devlet ve Medeniyet Hüznü
Bağlamında Yalnızlık Sarkacı”, Yedi İklim
Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 84.
YUNUS EMRE
ÖZSARAY
“Onun öyküsü; kendisinin estetik algılayışını
şekillendiren şu iki temel üzerine bina edilir: Geleneğin modern karşısında
başkaldıran ruhu ve doğal olanın insanı cezp edişi.
Ali Haydar Haksal, anlatmaktan önce anlamayı ve
anladıklarını kâğıda aktarmayı seçmiştir. Tıpkı dünya edebiyatındaki
izdüşümleri olan Virginia Woolf, Proust ve Faulkner gibi. Zamanların Öyküsü’nde
öykü anlatımı Faulkner’ın ses ve Öfke’sine yaklaşmaktadır. Sarıldığım Soğuk Bir
Ceset, anlatı imkânlarını kullanmak açısından Virginia Woolf’un Dalgalar isimli
eserinin Türk edebiyatındaki izdüşümüdür.”
Yunus Emre Özsaray, “Ruhun Sınırlarında Yazılan
Öyküler”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar
Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 56.
MEHMET
ÖZGER
“Haksal’ın sözünü ettiği ben, anlatılarındaki
her bir bene dağılan aslında yazarın ben’inden çok farklı sanatsal, evrensel
bir ben’dir. Bu evrensel ben, bir tür insanlık vicdanı gibi tavır takınır.
Hıristiyanlık inancında İsa peygamberin bütün Hıristiyanlar adına acı çekmesi
gibi Haksal’ın anlatıcıları veya poetik benliği de bütün insanlık adına acılar
çekmeyi göze alabilen, her anlatılan ben’in acılarını yüklenen hassas bir
yüreğe sahiptir. Haksal, günübirlik kullanılan ben kelimesini yani kişinin
kendi nefsini gösteren beni fırlatıp atar ve geri dönmek istemez fakat bir
çıkmaz vardır ortada. Anlatmak edimi ancak ben’in sahasında gerçekleşir. Bu
yüzden yine ben’e döner.
Haksal’ın ben’e yüklediği anlam aslında ben’in
nefis hali değil, ben’in ruh halidir. Nefis, bedenin isteklerine dayanır fakat
ruhun bedenden ayrı olarak düşünülmesi gerekir. Çünkü ruh, üzerinde yaratıcının
izlerini taşır. Yaratan güzeldir ve güzeli sever, eşyanın hakikatini bilir, oysa
nefsin azgın istekleriyle kirlenen kalp aynası hakikati göremez. Gördüğü,
nefsin istekleriyle ve isiyle karışmış, bilgi kirliliği ve günah karasıyla
kirlenmiş bir görüntüdür. Oysa Haksal, binlerce yıllık insanlık tarihinde kötü
tecrübelerden geçmemiş, yeni yaratılmış bir peygamber ben’inin aydınlığıyla
eşyaya bakmaktan bahsediyor. Bu bakış elbette diri, parlak ve varlığın özünü
görmeye en yakın olan insan bakışıdır. Haksal’ın ben dediği varlık alanı,
peygamberler, sahabeler ve diğer yol önderlerinin aydınlattığı ışıklı bir
alandır.”
Mehmet Özger,
“Ali Haydar Haksal Anlatılarında Bir Sanatsal Kimlik Olarak “Ben’in Görüntüleri”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak
2011, s. 27.