Hülya Soyşekerci

Edebiyat Eleştirmeni

Doğum
21 Ekim, 1957
Eğitim
Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi
Burç

Edebiyat eleştirmeni. 21 Ekim 1957’de Aydın’da doğdu. . İzmit- Darıca ve İstanbul’da büyüdü. 1975’te Üsküdar Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığında okudu. 1982’de Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Bir süre Doğu Anadolu Bölgesinde çalıştıktan sonra İzmir'de çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 2007 yılında, İzmir Kız Lisesinde çalışmakta iken emekliye ayrıldı.

Hülya Soyşekerci’nin ilk yazısı 1983'te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlan­mıştı. O zamandan beri gazete ve dergilerde deneme, kitap tanıtımı, inceleme, eleştiri, günce ve öykü türlerinde yazılar yazmayı sürdürüyor.

Cumhuriyet, Radikal, BirGün gazetelerinin kitap ekleri ile Ki­tap-lık, Virgül, Varlık, Yasakmeyve, Hürriyet Gösteri, Ana­dili, Ünlem, Kum, Kül Öykü, Agora, İzmir Kent Kültürü, Lacivert, Damar, Kimse-Siz, MaviAda, Edebiyat ve Eleşti­ri, İle, Afrodisyas, Deliler Teknesi dergilerinde deneme, inceleme, eleştiri, günce, öykü, çocuk yazını eleştirisi ve kitap tanıtma yazıları yayımlandı. Ayrıca Almanya'da üç dil­de yayımlanan Arta Dergisi'nde, Havuz, Anafilya ve Deli­ler Teknesi internet dergilerinde de çeşitli çalışma­ları yer aldı. Son yıllarda edebiyatımızda çok az kişinin emek verdiği özellikle eleştiri alanında daha çok çalışma yapılmasına gayret etti. Eleştiride izlenim­sel yöntemden çok, metni olabildiğince ön plana alan yapısal özelliklerini ve anlam katmanlarını açım­layan bir yöntem uygulamaya özen gösterdi.

Mart 2008’de, Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar başlıklı okuma günlüğü türünde bir kitabı yayımlandı.  

Savur Saçlarını Ege (2008) adlı ortak kitapta bir öyküsüyle yer aldı. Şubat 2009’da İzmirli Öyküler adlı kitabı Ferda İzbudak Akıncı ile birlikte hazırladı. Kadın Öykülerinde İzmir (2009) ve Kadından Sakıncalı (2009) adlı seçkilere birer öyküsüyle katıldı. 

12 Eylül Sabahı adlı 12 Eylül anıları seçkisinde bir anısı ile yer aldı. (2010) Okuma Yolculukları adlı edebiyat eleştirisi kitabı Nisan 2010’da yayımlandı. 2011’de yayımlanan Kızlar ve Babaları (Paradigma Yayıncılık) adlı kitaba bir anı yazısıyla katıldı.

Mart 2011’de yayımlanan Bornova’dan Gün Rengi Sayfalar adını taşıyan yerel tarih-anı türündeki kitabı, Heyamola Yayınları’nın İzmir’im kitap dizisi kapsamında yer aldı.

Haziran 2012’de Mavi Harfler Atölyesi adlı bir edebiyat incelemesi kitabı Komşu Yayınları’nın Sıcak Nal dizisi kapsamında yayımlandı. Üçrenk Seçki adlı metinler kitabını Eylül 2012’de hazırladı. Üçrenk Seçki’de yazarların hiçbirinin gerçek ismi yer almadı; her yazar adını bir renge verdi. Kitapta sadece metinler ön planda yer aldı. “İsimsizce, edebiyata bir söz bırakmak için” alt başlığıyla çıkan kitap, ülkemizde bir ilk’i oluşturdu. Ayşegül Çelik tarafından hazırlanan Alis Harikalar Diyarından Tüymüş Bulunuyor -Gülümseyen Kadın Öyküleri- adlı seçkiye bir mizah öyküsüyle katıldı. (2013)

Savur Saçlarını Ege, İzmirli Öyküler, ÜçRenk Seçki’nin yanı sıra Kadınların Ruh Acıları adlı öykü seçkisinin hazırlık ve derleme çalışmalarında bulundu. (2014)

Son olarak Kasım 2016’da Hayaller ve Harfler adlı edebiyat incelemesi kitabı yayımlandı.

Ayrıca Tezer Özlü hakkında yazılan Tezer Özlü''ye Armağan (YKY, 2014)ve Yusuf Atılgan hakkında hazırlanan Tedirgin Bir Yazar (Destek yayınları) başlıklı kitaba birer inceleme yazısıyla katılmıştır.

Halen basılı gazete ve dergilerin yanı sıra internet sitelerinde edebiyat ve kitaplar hakkında yazmaya devam ediyor. Hayaller ve Harfler adlı kişisel blogunda (http://sanatedebiyatsitem.blospot.com) sanat ve edebiyat yazıları yazmayı sürdürüyor.

KAYNAKÇA: Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar (2008), Vitrindekiler / Cumhuriyet Kitap (19. 6. 2008), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 11, 2009), Bilgi Teyidi (Mayıs 2017).

 

ÖYKÜ VE İNSANIN SONSUZ SERÜVENİ

ÖYKÜ VE İNSANIN SONSUZ SERÜVENİ

 

HÜLYA SOYŞEKERCİ

 

Öykünün bugününe ve geleceğine bakarken, Jean Paul Sartre’ın bir sözünü anımsıyorum: “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya başlar.” Gerçekten, insan hikâyeler kuran, hikâyelerle var olan bir varlıktır. Bu düşünceyi odağa alan William L. Randall, ünlü kitabına “Bizi Biz Yapan Hikâyeler” adını vermiştir. Bir anlamda her insanın hikâyesi olduğu gibi; her insan bir hikâyedir aslında...

Çevremizde her an yüzlerce, binlerce hikâye kaynaşırken; yaşam, geçmişten geleceğe doğru, şimdiki zamanın derinliğinde usul usul akıp giderken; bu hikâyelerin edebiyattaki izdüşümleri; kurmaca ve anlatım sanatından süzülerek, yazarın düşsel dünyasında yepyeni dönüşümlere uğrayarak gerçek birer edebiyat eseri haline gelir. Anlatılanların yaşamdan beslenmesinin yanı sıra, yazarın düş dünyasından, söz yaratma gücünden, bilinçaltındaki yaratım kanallarından geçerek var olması ve sayfalarda ölümsüzleşmesi, sonsuz bir yaratma-var etme-oluşturma sürecinin varlığına işaret eder. John Gardner’ın dediği gibi “sanat gerçekliğe öykünmez, yeni bir gerçeklik yaratır.” Bu yeni gerçeklik, kurmaca içinde var olan bir gerçeklik olarak yansır okurun alımlama dünyasına.

“Büyük anlatılar çağı”nda yaşam ve insanın yaşam algısı gibi, hikâyeler de bütünlük taşıyordu. Yaşam ağır ağır akarken, uzun anlatılar bu akışa uygun olarak şekilleniyor; bir bütünlük içinde geniş zamanlara yayılıyordu. İçinde yaşadığımız modern çağ, teknolojinin inanılmaz hızıyla birlikte bambaşka bir yaşam tarzı, farklı bir dil ve algılama biçimi yarattı. Bu durumu 1930’lu yıllarda fark eden kuramcı Walter Benjamin “Hikâye Anlatıcısı” adlı makalesinde, deneyimin giderek değer kaybettiğini belirtir ve ‘gerçek hayatın dokusuna nüfuz etmiş akıl’ olarak nitelediği bilgeliğin; yani hakikatin destansı boyutunun ölümü nedeniyle, hikâye anlatma sanatının yavaş yavaş ortadan kalktığını gösterir. Hikâye anlatıcılarının giderek geçmişte kaldığına, büyük anlatıların sona ermesiyle birlikte yeni bir iletişim biçiminin doğduğuna işaret eder; bu yeni iletişim biçimi enformasyondur. “Hikâye anlatıcılarına az rastlıyorsak bunda enformasyon ağının belirleyici bir rolü vardır.” diyen Walter Benjamin, günümüzde olup bitenlerin hikâye anlatıcılığının değil enformasyonun işine yaradığını belirtir. Uzun süreli, fedakârca bir çabanın ürünü olan geleneksel anlatıların yok olduğunu; zamanın önemsiz olduğu zamanların geride kaldığını dile getirerek “modern insan kısaltılmayacak şeyler üzerinde çaba sarf etmiyor artık.” der. Bu bağlamda, kendini sözlü gelenekten, klasik hikâye anlayışından kopartan short story’nin (kısa öykü) gelişimi olgusuna dikkat çeker. 

Kısa öykü, varoluşunu tam anlamıyla modern zamanlar üzerinden kuran; dili, tarzı, kurgusu ve biçemiyle modern zamanların insanına seslenen, onun parçalanmış algılarıyla uyum sağlayan, o algılarla iç içe geçen bir türdür. Kısa öykü metni içindeki zihin, modern insanın zihniyle paralellik gösterir. Bu öykülerde anlatı geleneğinin yaslandığı olay ve onu dile getiren anlatıcı’nın alışılagelen “hikâye etme tekniği” (tahkiye) ortadan kalkmıştır; klasik anlatı formatının asli unsurlarından ‘serim- düğüm- çözüm’ yer almaz ya da bu bağlar oldukça gevşek bırakılır. Çoğu zaman belirli bir başlama ve bitiş noktasına yer verilmez. Olayın kronolojik akışı söz konusu değildir; insan zihninin doğal algılama biçiminin kronolojik olmadığı, zihnin aynı an’da hem ileriye hem geriye doğru hareket edebildiği (düş kurma-anımsama) dikkate alındığında, kısa öykünün ontolojik açıdan insan zihnine yakınlığı ilginçtir. Kısa öykülerde, kişilerin zihinlerinin saydamlaştırıldığı; içteki karmaşanın ve gizemin bilinç akışı tekniği yardımıyla su yüzüne çıkarıldığı görülür. Kısa öykü, anlam yoğunluğu taşıması ve okurda düş pencereleri açması nedeniyle imge’ye önemli ölçüde yer verir. Bunu gerçekleştirirken şiire yakın dursa da, hiçbir zaman şiirle özdeşlik taşımaz. Kısa öykünün fragmana benzeyen yapısı, onu sinema sanatının modern kurgulama teknikleriyle de yan yana getirir.

Günümüzde yazılan öyküleri bu çerçevede ele almak yerinde olur. Pek çok öykücü, modern kısa öyküye uygun olarak öykülerini kurgulamakta ve onları bu algı üzerinden var etmektedir. Kısa öyküde ‘yansıtma’ değil; ‘gösterme’ önem kazanmıştır. Günümüzün kısa öyküleri ‘anlatmak’ değil; ‘susmak’ üzerinden konuşurlar. Susku’larda anlam yoğunlaşır, derinleşir. Bu boşluk ve suskular, okurun yaratıcı ‘alımlama gücü’ ile metin içi anlam ve önem kazanır. Kısa öyküler olaya yaslanmaz; ama olayın parça parça kesitlerini farklı zaman- mekân algıları üzerinden dillendirir; olayın farklı kısımlarına spot ışıkları tutar, düşlem ve yaratıcılıkta okurla yazarın buluşma noktalarına zemin oluşturur. Postmodernlik, “üstün anlatıların reddi” üzerine kurulduğu için, kısa öykü aynı zamanda başka yazınsal türleri de kendi varlığında eritir; bu noktada “melezlik” yadırganacak bir olgu değildir. Fantastik, masalsı ya da gerçeküstücü motifler, özdeyişsel ya da fıkra tipi metin yapılanmaları, kısa diyalog ya da iç anlatılar; resim, karikatür ya da fotoğraf destekli ifadeler; kolajlamalar, metinlerası ilişkiler ve göndermeler, kısa öykü metnine deneysel zenginlik kazandıran unsurlar olarak dikkat çeker.

Öykünün geleceğiyle ilgili varsayımlarda bulunabilmek için, Walter Benjamin’in 1930’lardaki önemli tespitlerinden günümüze kadar, öykünün dünyada ve ülkemizdeki seyrini dikkatle gözlemlemek; farklılık ve benzerlik ilişkilerini analitik bir bakışla kavramak ve yorumlamak gerekir. “Şimdi” kavramı içinde geçmişten pek çok unsur yer aldığına ve aynı an’ın içinde birçok zamanı bir arada yaşadığımıza göre, insan bilincini köprü yaparak geçmişi ve geleceği birbirine bağlayan ‘düşünce’ ve ‘düş’ gücünün, gelecekte yepyeni öykü oluşumları yaratacağına dair tahminde bulunmak zor değil. Geleceğin öyküsü, teknoloji içinde değişen dünyasal algılara uyan; her türlü kalıp, klişe ve sanatsal formu kıran; her an yeniden şekillenen akışkan, değişken gerçeklikle uyum sağlayabilen öyküler olacaktır.

İnternetin gelişiyle birlikte edebiyatın da değişmeye ve farklılaşmaya başladığı görülüyor. Edebiyatın değişmesi yalnızca dijital yayıncılığı değil; eserlerdeki yazınsal biçemin, tarzın değişmesini de beraberinde getiriyor. Yeni öyküler “flash fiction” yani çok kısa öykülerden oluşuyor; (en fazla 300 kelime) bunlara Batı’da “sudden fiction” (ani öykü); “micro story”(mikro öykü) ya da “postcard fiction”(kartpostal öykü) gibi adlar veriliyor. Bazı dergilerde en fazla 55 kelimeyle sınırlandırılıyor flash fiction’lar. Twitter’ın 140 karakterlik formatı içinde oluşturulan “tweet-öykü”ler giderek yaygınlaşıyor.  Belirtildiğine göre, internetten çok önce de bu tarz çok kısa öyküler yazılıyordu; Kafka, Çehov, Cortazar bunları deneyimlemişti. O yıllarda kitabın uzun öyküleri arasında birer dinlenme arası gibi yer alıyordu bu öyküler.

ABD’de bir sitede en fazla 6 kelimeden oluşan öykülere yer verildiği dile getiriliyor.(Hemingway’in ünlü “Bebek Patikleri”nden esin alıyorlar.) Bir de “Fan Fiction” söz konusu. Amatör yazarlar, hayranlık duydukları bir edebiyatçının en sevdikleri yapıtını internet üzerinden dünya çapında yeniden kaleme alıyorlar. Bu metinlerarası çalışma, Tolkien, James Joyce, Oscar Wilde gibi yazarlarla başlamış durumda. Gerçekleştirilenlerin çoğunu, bir çeşit amatörce çaba, eğlence ya da oyun olarak değerlendirmek mümkün.

Görünen o ki,  internet ortamı edebiyatta dilin ve coğrafyanın sınırlarını kaldırıyor; amatör ve profesyonel farklılıklarını en aza indirgiyor; “yazar” ile “yazan kişi” arasındaki nitelik farklılıklarını görünmez kılıyor. Bu durumun iyi edebiyatın lehine gelişen bir durum olabileceği, şu an için hayli kuşkulu görünüyor. İyi edebiyat; yazılmayı, okunmayı ve keşfedilmeyi bekliyor. Zamana yazılmış tüm nitelikli eserler ise her dem taze kalmayı sürdürüyor; çünkü bu eserler, sayfalarında, insan gerçekliğini yeniden üretmeyi, yaşamın anlamlarını çoğaltmayı başarıyor.

Bence, geleceğin öyküsü sadece teknolojinin olanakları içinden geçerek değil; aynı zamanda insani ve estetik değerlerle donanmış bir öykü anlayışı üzerinde yükselerek ve insanlığın yazınsal geçmişinin kalıcı izlerini geleceğe taşıyarak var olacaktır. Anlatılan, gösterilen ya da spot ışığı tutulan “insan gerçekliği” olduğu sürece, öykülerdeki önemli biçim değişiklikleri öz’ün etrafında şekillenecektir. Öykülerdeki aydınlanma anları okurun aydınlanma anlarıyla buluşacak; öykülerde resmedilen hayat; parçalı, karmaşık ve belirsiz olsa da, bu öyküler yaşamın baş döndüren hızı karşısında, okurun durup soluk almasını sağlayacaktır.

Gelecekte öykü “yaşayan” ve” yaşatan” bir tür olmaya devam edecektir…

 

Kaynakça

Gülenay Börekçi, “Altı kelimeyle kitap yazılır mı?” Habertürk, 26.03.2011.

Lacivert Şiir Öykü Dergisi, “Geleceğin Edebiyatı(dosya)” sayı 54, Kasım -Aralık 2013.

Walter Benjamin “Hikâye anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, 4. Basım, Eylül 2006.

William L.Randall “Bizi Biz Yapan Hikâyeler” Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1999.

 

 

 

 

ŞİİRLERDEN ÖYKÜLERE ORHAN VELİ

ŞİİRLERDEN ÖYKÜLERE ORHAN VELİ

 

HÜLYA SOYŞEKERCİ

 

Şairlerin yazdığı az sayıdaki öyküleri okumak bambaşka bir edebiyat yolculuğuna çıkarır insanı. Yaşamın şiir penceresinden algılanışı, şair yüreğiyle duyumsanışı üzerinden yepyeni ve farklı tarzda yazılan öykülere açılmak, bu öykülerdeki şiir izlerini keşfetmek, imgelerin ardına düşmek, edebiyata gönül verenler için keyifli bir okuma serüvenidir. Şairliği ile öne çıkan Onat Kutlar’ın, Ülkü Tamer’in, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Hulki Aktunç’un… daha birçok edebiyatçının yazdığı öykülerin şiirleri kadar değerli olduğu düşüncesi, çoğumuzun katıldığı bir gerçeği yansıtıyor. Orhan Veli’yi de bu adlar arasında anmak yerinde bir tespit olacaktır.

Orhan Veli’nin 1947-50 arasında Tanin gazetesi, Seçilmiş Hikâyeler ve Yaprak dergilerine yazdığı öyküler, yakın zaman önce Hoşgör Köftecisi adıyla bir araya getirilerek yeni kuşak okurların beğenisine sunuldu. Kitapta şairin 6 kısa öyküsünün yanı sıra, William Saroyan’dan Yaşasın Aşk adıyla çevirdiği bir öykü ve Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor başlığı altında bir gazeteye verdiği röportajın metni yer alıyor.

Her sayfasından yoğun yazınsal anlamlar devşirilen bu incecik kitapta, kısa öykü türünün Orhan Veli tarafından şairce yorumlanıp içtenlikle deneyimlendiği görülüyor. Kitaba adını veren ilk öykü, başlı başına bir Orhan Veli şöleninin şiirsel atmosferini duyumsatıyor. Şiir dizelerinden öyküye taşınan günlük yaşam ayrıntıları dikkat çekiyor; balıkçılar, motorcular, kayıkçılar, emeğiyle geçinen yoksul ama sevecen insanlar Hoşgör Köftecisi’nin mütevazı masalarında bir araya geliyor; içilen şarabın eşliğinde kendi hikâyelerini anlatıyorlar. O masalarda, yazar, anlatılan hikâyelerin ardına düşüyor, onlarda kendi düşlerini buluyor. Bir öykü evi gibidir Hoşgör Köftecisi; orada yaşamdan, yaşanmışlıklardan gelen canlı ve gerçek insan hikâyeleri kaynaşmaktadır. “O şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna girerken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum.” diyen yazarın dünyası, burada anlatılan hikâyelerle biraz daha zenginleşiyor.

Olayı kırsalda geçen Kan öyküsünün sonunda kimsenin kanının akmaması karşısında rahat bir soluk alıyor; Baharın Ettikleri’nde dönemin toplumsal koşullarının ustaca yansıtılmasındaki ve sınıfsal çelişkilerin dillendirilmesindeki güçlü söyleyişlere hayran kalıyoruz. Yer yer ironik üsluba ulaşan öykünün bazı noktaları O. Veli’nin ünlü Pireli Şiir’inin yergilerini çağrıştırıyor. Anlar üzerine kurulan bu öyküde kurmaca-gerçeklik ilişkisi ve çelişkisini gösteren; yazma süreçlerini okuruyla paylaşan yazarla karşılaşıyoruz.

Öğleden Sonra öyküsünde denizin, balıkçıların dünyasına, Orhan Veli’nin toplumsal dokundurmalarına tanık oluyoruz. Güneş batıp gün bittiği halde olayı sonuca bağlanmayan bu öykü, okuyanın zihninde iz sürüyor; yaşamın sürerliliğine paralel olarak öykü de okurda sürüp gidiyor.

İşsizlik öyküsünde işsizken mayonezli levrek hayali kuran anlatıcı(yazar), ironik ve bazen de mizahi söyleyişleriyle etkiliyor bizleri. Düşlerden düşlere atlayan, işlerden işlere koşan yazar, kendini gizlemeyip gerçek adını veriyor bu öyküde. Kurmacanın gerçeklikle, düşlerin yaşananlarla buluşmasından, farklı, zengin bir şiirsellik çıkıyor ortaya. Denize Doğru adlı metninde deniz-kara ikiliğini; bu ikilikten doğan çelişkileri gösteren yazar, denizden uzak kalmanın yarattığı etkileri öyle anlatıyor ki, onun Hürriyete Doğru şiirini içten içe duyumsuyor; ondan yankılanan seslere, o şiirden yansıyan imgelere açılıyoruz. Denize kavuşmanın yarattığı coşkulu duyguların lirizmi yüreğimizle buluşuyor. Bu öyküsünde de toplumsal çelişkileri vurgulamayı ihmal etmiyor Orhan Veli. Kitabın sonundaki söyleşide belirttiği gibi, edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesini istiyor; çoğunluğun yani yoksul kesimin anlayabileceği ve onların meselelerinden söz eden bir edebiyattan yana olduğunu vurguluyor.

Hoşgör Köftecisi’nde yer alan öykülerin arka planında Orhan Veli şiiri soluk alıyor. Onun öyküleri de şiirleri gibi farklı, sıra dışı ve özgün. Kolay söylenmiş, kolay yazılmış gibi duruyor ama içinde insanlığa özgü bütün hallerin evrensel çizgilerini taşıyor bu öyküler. Yazar, rahat bir kurgulama gerçekleştiriyor, daha doğru bir deyişle kurguyu dert etmeyen öykülemeler yapıyor; yaşanan ânın içinde derinleşmeyi ve içtenliği önemsiyor. Anlatıcı ile yazarın özdeşimiyle sıkça karşılaşıyoruz bu metinlerde. 1.kişi anlatımının olanaklarıyla yazar öykülerinde kendi dünyasını şekillendiriyor; düşlerini, denizi, balıkları, kayıkları, kayıkçıları, yoksulluğu anlatıyor ve şiirsel- lirik söyleyişlerine yer yer eleştirel bir tonlama kazandırarak, toplumsal farklılıkların ironisini gerçekleştiriyor.  

Orhan Veli’nin, şiirlerindeki dünyayı öykülerine taşıdığı ve kendi yaşamından karelerle bu öyküleri zenginleştirdiği gerçeğinden hareket edilince, şiirden öyküye, öyküden şiire gidip gelen bu metinlerin Orhan Veli’nin yazınsal evrenine güçlü bir ışık tuttuğunu belirtmek mümkün oluyor. Yazarın lirik söyleyişinin yer yer eleştirel-yergisel boyutlar kazanmasındaki yazınsal ustalığı keşfetmenin, zihinleri yepyeni çağrışımlara açacağını, ruhlarda bambaşka heyecanlar yaratacağını düşünüyor; edebiyat tutkunlarına Orhan Veli’yle Hoşgör Köftecisi sayfalarında buluşmalarını içtenlikle öneriyorum.

(Hoşgör Köftecisi, Orhan Veli, YKY)

 

YARATICILIKLA DOLU, DENEYSEL ve ÖZGÜN BİR ROMAN “EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI”

YARATICILIKLA DOLU, DENEYSEL ve ÖZGÜN BİR ROMAN

“EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI”

 

HÜLYA SOYŞEKERCİ

 

 

"Gerçek bir sanat yapıtının, roman olsun, şiir olsun, resim olsun, her zaman anlaşılamayan / açıklanamayan bir yanı vardır. Ola ki, onu sanat yapıtı yapan nitelik de bu yanıdır. O yapıtı anladığımız ölçüde, bu gizeminin ayrımına varırız. Ayrımına varmak-söylemek gerekli mi-gizi anlamak ya da kavramak değildir. Açıklamak ve çözümlemekse hiç değil. O gizemin varlığını duymaktır. İşlevini en iyi yerine getiren eleştirmen, denemeci, bu gizi açıklamaya kalkmaz; olsa olsa bize o gizin varlığını duyurur. Daha da ileri gideceğim, sanatçının kendisi de o gizi açıklayamaz bize. Çünkü sanat yapıtı, yazarını, şairini, ressamını aşarak gerçekleşir..."

 

                                                   Ferit Edgü / Mart 1985

 

Ferit Edgü,  özgün yapıtlarıyla, biçim ve içerik deneyleriyle sıra dışı ve minimalist bir edebiyat anlayışının ülkemizdeki öncülerinden biri oldu ve bu bağlamda birçok kısa öykü ve novellaya imza attı. Az sayıda sözcükle kurduğu metin yapılarında, yoğun anlamları dar bir alana sığdırarak, suskunun içinde çoğalan içsel anlam yankılarına kulak vermesini sağladığı okurunu, gerçek bir anlam yaratıcısına dönüştürmeyi başardı. Onun yapıtlarına, bu derinliğin yanı sıra görselliğingetirdiği yeni biçimsel deneyimlemeler de ayrı bir zenginlik kazandırdı.

Ferit Edgü’nün yazınsal dünyasını en iyi temsil eden eserlerden biri de Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı adlı kısa romanı.  Dr. Mutlu Deveci tarafından, Ada dergisinin 10. sayısında “Ferit Edgü ile sanat, edebiyat ve dil üzerine” başlığıyla gerçekleştirilen söyleşide, bu kitabının hangi edebi türe dâhil edilebileceği sorusunu şöyle yanıtlıyor Ferit Edgü: “Ne öykü, ne roman. Türkçe'de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun bulamadım. Roman değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük, kısa öykü gibi küçük roman diyelim.”

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’nın öncü ve özgün nitelik taşıyan birçok yönü olduğunu belirtmemiz gerekiyor öncelikle. Roman, üç ayrı bölümden oluşuyor. Bu üç bölüm birbirini tamamladığı gibi, aynı zamanda metnin birtakım katmanlara ayrılmasını da sağlıyor. I. bölüm, Çakır’ın Öyküsü adını taşıyor. II. bölümün adı ise Su Testileri. I. ve II. bölümün arasında Ara başlıklı bir bölüm yer alıyor. Ara bölümü, roman metnini üst kurmaca boyutuna açıyor.

Aynı söyleşide Ferit Edgü, romanının düşsellik ve görsellik niteliklerine de değiniyor: “Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım. Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’nın birinci bölümü, tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu kanımca düşten geçer.”

Genel olarak sanat ve edebiyat anlayışı içindeki düşsellik ve gerçeklik konusundaki düşüncelerinibu sözleriyle dile getiren yazar, düşün içinden geçen gerçeğin ve gerçeğin içinde gizlenen düşün ardına düştüğünü ifade ederek, roman ve öykünün her şeyden önce bir kurmaca ve bu kurmacanın asıl mimarının da yazarın imgelemi olduğunu sezdiriyor. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanının, fotoğraf anlatımlarından oluşan I. bölümüne; Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’ne dikkatlerimizi çekiyor.

Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü öncesindeki sayfalarda, anlatıcı-yazarın Çakır’ın öyküsünü yazma serüvenini, bu öyküyü yazmaya bir türlü cesaret edemeyişini okuyoruz öncelikle.  Romanın ilk sayfalarında yazarın (anlatıcının) bir “yazan kişi” olarak kaygılarını, sözcüklerle anlam alışverişini, dilin olanakları ve sınırlarını keşfetme çabalarını, yaşadığı sıkıntı ve tereddütleri dile getirdiğine tanık oluyoruz. Yazdıklarını yayımlatma konusundaki çekingenlik ve korkularını şöyle ifade ediyor: “İnsan yayımlamadığı sürece düzeltebilir. Düzeltmek demek, özeleştiri demektir. Yayımlandıktan sonra böyle bir olanak yok. Bu durumda, eleştirileri sineye çekmek gerek. Göğüs germek gerek. Ya da aldırmamak. Ama yayımlamak aldırmak demektir. Oysa eleştirilere aldırmayan, onlara göğüs geren, sineye çeken hiç kimseyi görmedim. Bu da beni korkuttu. Yazdıklarımı önemseyip değerseyip yayımlarsam, dışarıdan gelen eleştiriler, haklı olsalar da beni yaralar ve ben de yaramı sarmak için kendimi, yani yazdıklarımı savunmak zorunda kalırım diye yayımlamadım.”  (s. 10) Anlatıcı yazar, yayımlamadığı sürece yazılarına en ağır eleştirileri kendisinin yaptığını ve bundan hiç yara almadığını belirtiyor ve dolayısıyla kendini kimseye; özellikle de okura karşı savunmak durumunda kalmadığını içtenlikle ifade ediyor. Burada, yazarın yazma ve yayımlatma; yayımlatma sonrasındaki olası eleştirilerle ilgili kaygı ve tereddütlerini okurken, pek çok yazarın yaşadığı bu psikolojinin derinden duyumsatıldığını fark ediyoruz. Elli bir yaşına gelmiş olan anlatıcı yazar, kırk yıl öncesinde, kendisi daha on yaşındayken ölen Çakır’ın öyküsünü şekillendirmeye çalışıyor böylece.

Çakır, kambur, yoksul bir arabacıdır. Anasız babasız büyümüştür; hayatta hiç kimsesi yoktur; en büyük varlığı ve aşkı atlarıdır. Ev içinde değil de atlarıyla ahırda uyumayı yeğler. Anlatıcının belirttiğine göre, Çakır, babasının yanında çalışan biridir. Çocukluğu Çakır’la bir arada geçen anlatıcı, onun dünyasını sözcükler dünyası içinde anlatmayı seçtiğinde, aslında Çakır’ın yazıda yaşamak isteyen biri olduğunu anımsar. Öyle ki, uzun kış gecelerinde Çakır ona masallar anlatmış,sanki ileride yazacağını bilerek, yazmasını isteyerek anlatmıştır onları. Çocuğun, bu masalları defterine değiştirerek ve yepyeni düşler katarak yazdığını görünce babasına şöyle demiştir Çakır: “Bey, biliyor musun ki garip bir oğlun var, ona her anlattığım masalı değiştirerek yazıyor defterine.”(s.10) Çocuğun büyük bir adam gibi yazdığını keşfetmiş ve babasına bu durumu söylemiştir. Ancak baba bu konu üzerinde hiç durmamıştır bile. Anlatıcı, “daha o yaştayken, kendisini ve yazdıklarını ciddiye alan, geleceğinin sanki elinde olduğunu sezen” bir insan olarak anımsıyor Çakır’ı. Sevgiyle doludur Çakır; sadece atları değil insanları ve yaşayan her şeyi sever. “…yaşamın içinde öylesine bir yer edinmişti ki kendisine, sanki bu ülkenin, hatta bu dünyanın insanı değildi.” (s.13) diye nitelendirilir anlatıcı tarafından. Onunki anlatıcıya göre biraz “çakırkeyif” bir yaşamdır.

Çakır’ın hayatında hiç fotoğraf çektirmediğini, çektirmek zorunda kalmadığını keşfetmek, anlatıcıya yepyeni bir bakış açısı kazandırır. Çakır’ı düşlediği kimi fotoğraflar içindeki halleriyle anlatacak, betimleyecektir: “Çakır’ın yaşamından ölümüne değin yüzlerce çekilmemiş fotoğrafı gözlerimin önünden geçiyordu. Bu var olmayan fotoğrafları var etmek için sözcüklere başvuracaktım.” (s.15) Böylece, Çakır’ın odakta yer aldığı bir “foto yazarlık” çalışması yaparak, bir“sözcük albümü” oluşturmaya başlar. Bundan sonra Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nü okumaya ve sözcüklerle kurulan fotoğraflar içinden Çakır’ın yaşamını görsellik boyutlarıyla izlemeye başlarız. Düşlediği bu albümü hiçbir zaman yayımlayamayacağını belirten anlatıcı, böylece hiç kimsenin gözünü boyamış olmayacağını söyler ve devam eder: “Hem boyasam da ne çıkar? Çakır’ın yaşamı bir masal değil miydi? Bugün, masalın yerini, foto-romanlar aldığına göre…” (s.16) Böylece, numaralı fotoğrafları sırayla okumaya başlayınca Çakır’ın trajik yaşamını da “görmeye” başlarız.

Sözcüklerden oluşan bu foto- albümün ilk sayfasında, iki yaşlarında, terk edilmiş, üstü başı toz toprak içinde, bakımsız ve sakat bir çocuğun fotoğrafını bir gazete sayfasında görür ve alt başlığı okuruz: “Sokak ortasına terk edilmiş bir çocuk bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru, Darülaceze’ye teslim edildi.”(s.17) Yazar Ferit Edgü, anlatıcısı aracılığıyla ilginç bir yazınsal deneye imza atıyor böylece. Kahramanı Çakır’ın yaşamından an’ları birer fotoğraf karesi içine alıp donduruyor; bunu dilin sözcüklerini en yalın ve en özlü biçimde kullanarak gerçekleştiriyor. Fotoların siyah- beyaz olması nedeniyle, pek fazla rengin anılmadığı; ama sezdirildiği görülüyor. Mesela, Çakır’ın karpuz sergisi başında çekildiği “düşlenen” fotoğrafında kırmızı söylenmese de başka sözcüklerin yarattığı çağrışımlar yoluyla duyumsatılıyor: “Sağ elindeki bıçağı karpuza batırmış. Karpuzun kan gibi çıkacağından emin.” (s. 18)

Sonrasında her fotoğrafta Çakır’ın yaşamından ayrı bir dönemin aydınlandığını görüyoruz. Annesinin mezarı başındayken, girdiği çeşitli işlerin başındayken(balıkçılık, turşuculuk, helvacılık…) Fotoğraflarda ya tezgâh başında ya da sergide dururken gösterilir Çakır. Bir yanlışlık yüzünden başının belaya girmesi, adam yaralamayla suçlanması ve gazetede yer alan elleri kelepçeli fotoğrafı… Pazar kayığında küreklerin başında müşteri beklerken… Bir kır yemeğinde, anlatıcının babasıyla yan yana… Atıyla birlikteyken… Atlarla uğraşırken… At arabacılığı yaparken… Arabanın yükleri ağır, kasketini başının arkasına atmış, köylü sigaralarından birini yakmak üzereyken… Süslü bir arabayla faytonculuk yaparken… Ahırın önündeyken… Düş kurarken… Çocuk anlatıcıya masal anlatırken… Bunlara benzer nitelikte, hayattan pek çok an, pek çok tablo… Sona doğru, Dr. Josef’i Çakır’ı muayene ederken gösteren bir fotoğraf. Dipnotta Fransızca olarak verilen kötü haber: Ne yazık ki çok geç kalınmıştır, Çakır’ın ciğerleri berbattır… Sonraki iki fotoğrafta Çakır’ın ölüm döşeğindeki gülümseyen hali ve son anlarında atının onun yanında yer alması gösterilir. Atın gözlerinde, yaşanmış bir hüzün vardır… Çakır’ın son anlarında gülümsemesi karşısında sorular çoğaltır anlatıcı: “Gülümsüyor. Bana mı? Anlatacağı masala mı? Yoksa birazdan ardında bırakacağı yaşama mı? Yoksa soluğunu ensesinde duyduğu ölüme mi?” (s. 46) Böylece, Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nün son fotoğrafını da görmüş ve Çakır’ın hazin hikâyesini tamamlamış oluruz.

 

Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nde, olaylardan ya da bir olay örgüsünün varlığından söz etmek olanaksızdır; burada Çakır’ın yaşadığı olaylar, an’lara indirgenmiş; anların, parçalar halindeki yaşam kesitlerinin yazınsal ve görsel bir dil üzerinden kurgulanması gerçekleştirilerek, parçalı bir yapı içinde Çakır’ın yaşamına spot ışıkları tutulmuştur.

 

Bu bölümden sonra, Ara başlıklı, italik harflerle yazılmış başka bir bölüm geliyor. Bu bölümün sayfalarında okur olarak bizi bir sürpriz beklemekte. Anlatıcı, Ara bölümüne şöyle başlıyor: “Çakır’ın öyküsünü, yıllar önce bir sabah Boğaz vapurunda tanıştığım yaşlı bir adama borçluyum.” (s. 51) Anlatıcının cümleleri art arda eklenir ve anlarız ki Çakır’ın öyküsünün asıl sahibi vapurdaki yaşlı adamdır. Yıllarca bu öyküyü yazmak istemiş, Çakır’ı ve masallarınıkendi içinde taşımış ve yaşatmıştır. Bu durumda Çakır’ı asıl tanıyan, onunla yaşayan kişi yaşlı adamdır. Anlatıcı, yaşlı adamdan dinlediği bu öyküyü dillendirmiş, nakletmiştir bize. Böylece, birbiri içinde yer alan iki ayrı kurgunun varlığından söz etmek mümkündür. Anlatıcı, başta dile getirdiklerini aslında yaşamadığını,  yaşlı adamdan dinlediği öyküyü anlatmış olduğunu belirterek okuru şaşırtır. Bu durumda okur “yabancılaştıran” bir metnin içine çağrılmış, anlatıcıların yer değiştirdiği bir kurgu oyununun içinde olduğunun farkına varması sağlanmıştır. Vapurdaki yaşlı adamınbaşka öyküleri de vardır. “Bir sabah yine böyle karşılaşırsak size Kıni’nin öyküsünü de anlatmak isterim. Hep yaşadım ben bunları. Hep tanıdım bu insanları. Ne yazık ki artık insanlarla ilgilenen, acı çekmesini bilen samimi yazarlar pek yok günümüzde. Ne yazık!” (s.53) diyen yaşlı adam, hayat, yazar, içtenlik ve edebiyata dair eleştirisini de dile getirir böylece. Anlatıcı, aradan geçen bir süre sonunda, yaşlı adamı vapurda göremeyince onun izini sürer, Hisar’daki balıkçı kahvesinde, uçtaki bir masada arkası dönük otururken görür onu. Yaşlı adam, “…içinde her şeyin olduğu ve hiçbir şeyin olmadığı, kimilerinin sonsuzluk dediği boşluğa bakar gibi” dir. (s.54) Anlatıcı, ihtiyarın olduğu masaya doğru ilerler. Ara bölüm bu noktada kesilir; anlarız ki ondan Kıni’nin öyküsünü de dinlemeye başlamıştır anlatıcı. Çünkü bir sayfa sonra Su Testileri adlı 3. bölüm başlamakta, Kıni, Esat, Fethi Baba gibi karakterler arasında geçen yeni bir öykünün satırları yer almaktadır. Artık, bu öykünün asıl sahibinin yaşlı adam olduğunun bilinci ve farkındalığıyla okumaya başlarız yeni sayfaları.

Su Testileri’nde bir suç ve şiddet öyküsünün sayfaları arasına gireriz. Kıni ve Esat çok yakın iki arkadaştır. Birlikte büyüyen bu iki arkadaşı, hayat Fethi Baba adlı karanlık işler çeviren bir adamın yanında er almaya, ona hizmet etmeye sürüklemiştir. Kıni, Esat’ın, kız kardeşi Zehra’yı sevdiğini öğrendiğinde Esat’a oraları terk edip gitmesi gerektiğini söyler. Aslında Kıni bu beraberliğe karşı değildir; ancak Fethi Baba’nın böyle bir durumda Esat’ı yaşatmayacağı düşünerek kaygılanır. Esat, elindeki malları satarak kaçacağını söyler. Bu arada el ayalarını bıçakla kesen iki arkadaş kan kardeşi de olurlar. Ancak Fethi Baba, Esat’ın ortadan kayboluşunu hemen fark eder; adamlarına Esat’ı aratmaya başlar; onun izini sürer. Kıni’yi de bildiklerini söylemesi için sıkıştırır. Esat kaçmaya çalışırken Canan adındaki bir büyücünün evine sığınır. Ancak, ne olduğu bilinmeyen ağır bir hastalığın pençesindedir; ateşlenir ve sürekli kâbuslar görür. Canan, ölüm döşeğindeki Esat’ı iyileştirmek için çırpınır. Bu bölümde, okur olarak sanki bir masal dünyası içindeymişiz gibi hissederiz kendimizi. Sonrasında olaylar hızla gelişir ve bir trajedinin içinde yol almaya başlarız.

 

Su Testileri bölümünün en önemli özelliği; olayların tek anlatıcı aracılığı ile değil, öyküde yer alan bütün kişilerin sesleri, kendi anlatımları, farklı bakış açıları ve iç konuşmaları yoluyla anlatılmasıdır. Anlatı, ara sıra diyaloglarla da beslenerek anlam ve anlatım açısından zengin, çok sesli, senfonik bir metin yaratılmıştır.

 

Bu bölümde en çok dikkat çeken noktalardan biri, kişilerin iç konuşmasında eksik bırakılan, tamamlanmamış cümleler aracılığıyla okura zengin bir çağrışımlar dünyasının kapıları açılması ve metnin anlamlarının çoğalmasının sağlanmasıdır. Yazar, olayları bilinçli olarak çözümsüz bırakır; belirsiz ve netlik kazanmayan anlatımlar sunarak ve boşluklar bırakarak, çözüm ya da sonuçları okurun imgelemine bırakmayı yeğler. Kişilerin her birinin iç konuşmaları da onlara ruhsal derinlik kazandırmakta, böylece sayfalarca sürebilecek ruh tahlillerine gerek kalmadan, kısa ve etkili bir yoldan gidilerek, kişilerin iç dünyasının labirentlerinde dolaşma olanağı sağlanmaktadır okura.

 

Bu bölümde toplumdan dışlanmış Büyücü Canan karakteri,  sevgi dolu ve özverili iç dünyasıyla insanların önyargılarındaki yanlışlığı gösteriyor. Fethi Baba gibi suça bulaşmış, karanlık kişilerin iç dünyasındaki öfkeye, onuniç konuşmaları aracılığıylaayna tutulmuş oluyor.

 

IX başlıklı kısımda üç ayrı anlatımın( 1. tekil, 2. tekil ve 3. tekil kişi anlatımı) aynı kısımda bir arada yer alması, X. başlıklı kısımda Canan’ın iç konuşmasının arasında 3. tekil kişi anlatımına yer verilmesi, metne çoğul bakış açıları kazandırıyor. Aynı olguyu, durumu ya da olayı, farklı açılardan görme, algılama ve anlama olanağı buluyoruz böylelikle. Ferit Edgü’nün asıl istediği bu; okura gerçekliğin farklı yüzlerini değişik açılardan göstermek, yorumu ve değerlendirmeleri okura bırakmak… Yazar, her şeyden önce has edebiyatın içinde yer alan estetik değeri yüksek, öncü ve özgün bir metin yaratmayı amaçlıyor ve bu amacına Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı gibi sıra dışı bir roman metniyle ulaşmayı başarıyor.

 

Son bölümde yer alan bazı sayfalarda, tekrarlanan sözcükler ve cümleler görülüyor. Bu tekrarlarla metne şiirsellik kazandırılıyor ve anlamların güçlenmesi sağlanıyor. Bir suç ve şiddet öyküsünün bu denli estetik formlar içinde oluşturulması, farklı bir deneysel çaba olarak da ilgi uyandırıyor.

 

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, minimalist ve deneysel yazın anlayışına göre kurgulanmış yaratıcı metinlerin en dikkate değer olanlarından biri olarak edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yeri şimdiden almış durumda. Az sayıda sözcükle konuşan derin bir edebiyatın izini süren yaratıcı okurlar, bu değerli romanın içinde kendilerine seslenen sonsuz ve sınırsız bir yazınsal evrenin varlığını keşfedecekler…

 

 

(Ferit Edgü, “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı”, Sel Yayıncılık, 2012)

 

 

 

Hülya Soyşekerci: “İyi edebiyat yapıtları, toplumun dönüşmesine de zemin oluştururlar.”

Hülya Soyşekerci: “İyi edebiyat yapıtları, toplumun dönüşmesine de zemin oluştururlar.”

FavoriteOkuma listeme ekle

hulya-soysekerciSöyleşi: Merve Koçak Kurt 

Hayaller ve Harfler, eleştirmen Hülya Soyşekerci’nin ‘okuma notları’ndan oluşuyor. Komşu Yayınları-Sıcak Nal Dizisi’nden çıkan kitapta Orhan Veli’den Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Sabahattin Kudret Aksal’dan Namık Kemal’e, Suat Derviş’ten Leyla Erbil’e ve daha birçok yazara dair yazdıklarını paylaşıyor okurla. Soyşekerci ile “Hayaller ve Harfler”i üzerine söyleştik.

“Hayaller ve Harfler”, okuma notlarınızdan oluşuyor. Kaç yılda birikti kitabın içindeki yazılar? Nasıl bir serüven izledi kitap hâline gelişi?

Kitabın oluşma serüveni dört yılı buluyor. Önceki kitabım “Mavi Harfler Atölyesi” 2012’de yayımlanmıştı. Bu süre içinde basılı edebiyat dergileri, internet siteleri ve e-dergilere yazdığım yazılar epeyce çoğaldı. Buralarda parça parça yer alan yazılarımdan bir seçki oluşturdum. Edebiyatta iz bırakmanın kitap aracılığıyla gerçekleştiğine inanan;  sistemin, meta’ya indirgediği kitaba hâlâ büyülü anlamlar yükleyen biriyim. Yazıları kitaplaştırmadaki kararlılığımda, kitaba verdiğim bu öznel değerin de payı var.

“İntibah’ta Cariyeler ve Düşmüş Kadınlar”, “Cahit Sıtkı Tarancı’nın Öyküleri”, “Kerime Nadir’in Gotik Romanı ‘Dehşet Gecesi’”, “Leyla Erbil İzleri”, “Öykünün Derin Sularında Bir Usta Nursel Duruel”, “Sevgili Arsız Ölüm’ün Büyülü Dünyası”… yazı başlıklarınızdan bazısı. Geniş bir yelpazede olan bu yazıları bütünlüklü hâle getirirken neleri gözettiniz peki?

Yazıların bir araya geldiğinde anlamlı bir bütün oluşturmasına dikkat ettim. Bu kitapta özellikle yerli edebiyata dair yazılarımı bir araya getirmeye özen gösterdim. Çevremde kendi edebiyatımıza önyargıyla yaklaşıldığına; yabancı yapıtlardaki ruhsal ve felsefi derinliğin yerli edebiyat yapıtlarında bulunmadığına dair birçok yoruma tanık oluyor; üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi görmüş biri olarak bu durumdan üzüntü duyuyor ve edebiyatımıza haksızlık edildiğini düşünüyorum.  Kemal Bilbaşar gibi bazı edebiyatçılarımızın Batılı yazarlardan epey önce insanın varoluş sorunsalına dikkat çeken derinlikli romanlar yazdığını; Leylâ Erbil, Ferit Edgü gibi yazarlarımızın Batı’dakiler kadar özgün, deneysel öykü ve romanlara imza atmış olduğunu,  edebiyatımıza önyargılı yaklaşanların pek çoğunun dikkate almadıkları kanısındayım. Hatta “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı” ve “Çığlık” gibi yapıtların Batı’da bir benzeri olmadığı fikrindeyim. “Kalan”daki ruhsal, düşünsel, tarihsel derinlik; özgünlük ve çok katmanlı deneysellik de Batı’daki birçok yapıtla yarışacak kadar başarılı.

“Hayaller ve Harfler”de nitelikli yerli edebiyat yapıtlarını incelediğim yazıları bir araya getirmeye özen gösterdim. Estetik değer taşıyan metinlerin yazarları ve eserleri ilgi odağımda yer aldı. Dile farklı boyutlar ve yeni dokular kazandıran; kendi üslubunu başarıyla oluşturan yazarları ön plana aldım. Her gün yaşanan olaylara ve “sıradan” dediğimiz insani durumlara farklı bir perspektiften bakmayı başaran; toplumun ve insan hallerinin çelişkili gerçeklerini edebi biçimde işleyen; kısacası, insan-toplum diyalektiğini kurarken edebiyat estetiğinden ödün vermeyen yapıtlara ve yazarlara ağırlık verdim. Güncele, moda olana, çok satanlara ya da popülerliğe teslim olmayan yazarlara ve yapıtlarına birer spot ışığı tutarak, hak ettikleri değerin verilmesi ve unutulmaması için yazı yoluyla ciddi bir çaba gösterdim. Baş döndürücü hıza teslim olmuş bir dünyada,  has edebiyatın ağır ağır akan kadim ırmağına dalmak ve o derinliklerden az bulunur güzellikleri gün yüzüne çıkarmak istedim.

HAYALLER ve HARFLER KAPAK“Bir yazar, kanımca, dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenen birisidir; yani, insanoğlunun ne kadar sefil olabileceğini anlamaya, bunu içselleştirmeye ve bu gerçekle bağ kurmaya çalışan, ama bu anlama çabasıyla da yozlaşmaya, sinik ve yüzeysel biri olarak kalmamaya gayret gösteren birisidir. Edebiyat, bize dünyanın neye benzediğini anlatabilir.” der “Başkalarının Acısına Bakmak”ta, Susan Sontag… Edebiyat, sizin için neler ifade ediyor böyle durumlarda?

Bir yazarın, içinde yaşadığı zamana yapıtları yoluyla tanıklık etmesinin, başkalarının acılarını dile getirmede duyarlı davranmasının büyük değer taşıdığı kanısındayım. Bu duruş, yazarın vicdani sorumluluğu anlamına gelir. Çağına ve yaşadığı zamana tanıklıklarını, insan-toplum-hayat diyalektiği üzerinden oluşturduğu edebi metinlerle dile getiren; insanlık dramlarını yaşadığı çağın gerçekleriyle buluşturabilen yazarlardır geleceğe kalanlar.  Bu bağlamda, “klasik” ve “modern klasik”  yazarların önemi ve değerine dikkat çekmek isterim.

Aydın sorumluluğuyla yazmada, vicdan ve adaleti dile getirmede dikkat edilmesi gereken husus; metinlerde sığlığa düşmeden, edebiyattan ödün vermeden, gerçekleri doğrudan değil, insan yaşamlarının dokunaklı ayrıntıları üzerinden ifade edebilmektir. Yaşantıların ya da tanıklıkların, olduğu gibi dile getirilmesi, “belgesel gerçekliği” içinde kaldığı için yazıyı sınırlandırır. Hayatın edebiyat estetiğiyle yeniden düzenlenmesi; gerçekliğin, kurgu, dil ve üslup aracılığıyla metin içi gerçekliğe dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu noktada artık o metnin “belgesel olma” değil, “edebi olma” hali söz konusudur.  Sartre’ın bir sözü geldi aklıma: “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.”

Sait Faik’ten yaptığınız bir alıntıyla soralım size de: “Edebi eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?”

Elbette, daha âdil, daha güzel bir dünyanın kurulmasında, yeni bir insan modelinin oluşmasında,  düşünsel/estetik değer taşıyan öncü yapıtlar çok önemlidir. Ütopyalar da yazınsal bir yapıttır sonuçta. İyi edebiyat yapıtları,  insanı dönüştürebildiği gibi, toplumun dönüşmesine de zemin oluştururlar. Yeter ki insan okuduğu yapıtları özümseyip içselleştirmeyi başarsın; öncelikle kendini dönüştürecek “içsel devrim”ini gerçekleştirebilsin. Bu dönüşüm, bireyden topluma doğru, suda halkalar misali genişleyecektir bence.

Birçok eserle ilgili not düşmüşsünüz kitabınızda. Mesela: “Gulyabani, satır aralarında sezdirilen modernist ve bilimsel felsefesiyle, metne sindirilen mizah ve ironisiyle, bir tiyatro oyununu anımsatan hareketli diyaloglarıyla, başta Hasan ve Muhsine olmak üzere canlı ve inandırıcı tipleriyle, edebiyat tarihimiz içindeki yerini daha uzun yıllar koruyacak değerde, özgün ve ilginç bir romandır.” Bu notları okurla –kitap olarak–paylaşırken neyi amaçladınız?

Başta belirtmiştim; kendi edebiyat yapıtlarımıza duyarsız ya da önyargılı olabiliyoruz. Hâlbuki onları okurken gerçek bir edebiyat tadı alabileceğimiz gibi,  içinde, yazıldıkları döneme dair önemli ayrıntılar da keşfedebiliriz. Bu ayrıntılar, toplumun yaşayış/düşünüş tarzı ve insan davranışları açısından dile getirilir çoğu kez. Roman ya da öykü kahramanları,  anlatıldıkları dönemin insanını temsil eder;  o döneme özgü kimi özellikleri kendi varlıklarında somutlaştırırlar. Edebiyat tarihimizde yer alan eserler dikkatle incelendiğinde hem zamanın insanı hem de toplumsal düşünce, inanç ve yaşayış sistemi daha yakından görülebilir. Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların edebiyat içindeki tanıklıkları, toplumumuzun geçirdiği serüveni de gösterip ışık tutar bizlere. Geçmiş zamanlar, resmi tarih üzerinden değil; o geçmişi var eden insan hikâyeleri üzerinden daha net olarak anlaşılabilir. Edebi eserler bu konuda önemli birer yol göstericidirler.

Kitabınızı okuyanlar, birçok yazarla ve eserle ilgili çeşitli bilgiler edinebiliyorlar: “Haldun Taner, iyi bir hikâye kurucusu olduğu için iyi oyunlar kaleme alan bir yazardır. İnsanları dikkatli gözlemlemesi, onları çarpıcı, etkileyici davranışlar ve doğal diyaloglar yoluyla canlandırması, yazarın oyun ve öykülerinin yapı taşlarını oluşturur.” gibi… Kitabınızı okumak için, bahsi geçen yazarları ve eserlerini okumuş olmak şart mı? Yoksa biraz da onları okumaya yol açmak için mi yazıldı “Hayaller ve Harfler”?

Bahsi geçen yazarları ve eserleri önceden okumuş olmak şart değil. Asıl amaçladığım; iyi edebiyata edebi bir biçimde dikkat çekebilmek, o eserleri okumaya dair merak, ilgi ve istek uyandırmak… Kitaplar ve yazarlar hakkında bilgi birikimi oluşturarak, bilgiden bilince kapı aralamak… Önceki üç kitabımda da hedeflediğim bu ideallere “Hayaller ve Harfler”de daha fazla yaklaştığıma inanıyorum.

“Füruzan’ın öyküleri benim açımdan böyle kalıcı etki bırakan, unutulmayan, değiştiren ve dönüştüren metinlerdir. Onun öykülerinde dillendirilen hayatlar, insanlar ve dramlar, incecik bir iç sızısı yaratır bende; bir yandan duygulanırken öte yandan insan sevgisinin, vicdanın adalet duygusunun anlam ve değerini düşünürüm.” demişsiniz kitabınızda. Bir yazar, bir okur(un)un hayatında neleri değiştirebilir mesela?

Yazardan okura uzanan ve sözcüklerden oluşan görünmez bir merdiven vardır. Okur, bu merdivenden geçerek yazara ulaşır; onun dünyasını anlar, eserini içselleştirir. Yazar da aynı merdivenden geçerek sözcüklerle yarattığı kurmaca dünya içinde okurun yüreğine dokunmayı başarır. Bu, inanılmaz bir serüvendir; eğer okur ile yazar, buluştukları metinde yürek diliyle konuşup anlaşırlarsa, o noktada “edebi ve ebedi” bir dostluk başlamış demektir. Bu dostluk, okurun zihninde yepyeni anlam pencereleri açar; o pencerelerden yazarın söz ışığı yavaşça süzülerek okurun yüreğini aydınlatır. Bu iç aydınlanma, okurun hayatını da yavaş yavaş değiştirip dönüştürecektir.  Çünkü biliyorsunuz “sözcükler, hayatı değiştirir.”

“Benzer sancılardır, benzer kırılmalardır içte yaşananlar. İnce ruhlu, hayata farklı bakan, sık sık dünyanın dışına çıkıp yaşayan naif ruhların dertleri çok benzer birbirine. Yazarak, sanata sığınarak dayanılabilir bu dünyaya. Böylece sanat ve edebiyat, gerçeğin insanı acıtan sert ve sivri köşelerini yumuşatır ve hayata anlam kazandırır.” derken, sanki biraz da “teselli” verir gibisiniz yazanlara. Yazarak, sanata sığınarak nasıl dayanabiliriz bu dünyaya sizce?

Tezer Özlü, “yeryüzüne dayanabilmek içindir edebiyat” diyor. Evet, ancak edebiyatla dayanabiliriz, istemeden fırlatıldığımız bu dünyaya ve ruhumuzdaki yeryüzü ağrısına. Edebiyatın içindeki muhayyel dünya; hayatın acılarına, kötülüklerine, sert gerçeklerine katlanabilmek için en uygun, en değerli mekândır. Harflerden, sözcüklerden, cümlelerden oluşan bu metin içi dünya, anlamlarla genişlediği ve bize yeni özgürlük alanları açtığı için de değerlidir. Edebiyat, insana nefes aldırır; nefes yaşamsaldır.

“Hayaller ve Harfler”. Neden ve nasıl yan yana geldi, gelir? (Belki de yan yana değil iç içe…)

Edebiyat;  harflerle oluşan metinlerin içerdiği dünyada, hayallerle (düşler, imgeler, rüyalar, kurgular) var olan, sözcüklerin yan yana gelmesiyle şekillenen bir anlamlandırma sanatı. “Hayaller” edebiyat sanatının içyapısını, ruhunu temsil eder; “Harfler” onu ölümsüz kılar. Söz’ün sesini simgeleyen, anlamını yüklenen harfler, zamanda bir çentik açar; orada kalıcı bir iz bırakır. Hayaller ve harfler olmadan edebiyatın var olması ve yaşaması olanaksızdır.

edebiyathaber.net (30 Aralık 2016)

- See more at: http://www.edebiyathaber.net/hulya-soysekerci-iyi-edebiyat-yapitlari-toplumun-donusmesine-de-zemin-o...

Yazar: Röportaj

DEVİNEN BİR DÜŞÜNCE EVRENİNDE YAZILARIYLA HÜLYA SOYŞEKERCİ

DEVİNEN BİR DÜŞÜNCE EVRENİNDE

YAZILARIYLA HÜLYA SOYŞEKERCİ

 

RAŞEL RAKELLA ASAL

 

D.H. Lawrence şöyle bir tespitte bulunur:  “Bir düşünce serüvencisidir insan.  Uzak çağlardan beri düşünegelmiştir.  Tahtadan, taştan küçük biçimlerde düşünüyordu ilkin.  Sonra dikilitaşlar, kilden silindirler, papirüsler üzerinde hiyeroglifle düşündü. Şimdi de kitaplarda düşünüyor, iki kapak arasında.” Bu serüvenin son aşaması bugün de bütün hızıyla sürüyor.  İnsan, “iki kapak arasında” düşününce felsefe gibi, edebiyat gibi, insana dair olan her şey hakkında bilgi üretmeye, yorum getirmeye odaklanıyor. 

Aslında -birçok şeyde olduğu gibi- hepimizin bir kitap okuma zamanı vardır; kendiliğinden olan, kendini dayatan “beni oku, beni oku” diye direten… Kitapların okunması öyledir zaten. Hele bir kitap kurduysanız, okuma yolculuklarına yelken açmışsınız demektir. Bazen, arkadaşlarla oturmuş, ondan bundan konuşurken, sohbet bir yerde durur, birden bir yerden okuduğunuz bir kitap çıkagelir. Kendini sohbetin odağına yerleştirir. Eğer arkadaşlar da sizin gibi kitap kurduysa ortalıkta peş peşe yorumlar dolanır. Gülüşmeler, ünlemler, hatta kahkahalar birbirine karışır. Tersi de olabilir. Boyunlar bükülür, hüzün, acı, iç çekmeler sarar ortalığı; susulur… Günlük yaşamdan kopulur. Sözü edilen kitap, her şeyi yok edip kendi egemenliğini kurmuştur. Artık, dışarıda ne olursa olsun, kitap hepinizi düşündürür. Kitabı anlamaya çalışırken, düşünürken, okurken, hiç rahat edemezsiniz. Bu konudaki yorumları dinlerken kitapla bir bağ doğar aranızda. Zamanla değiştiğinizi de duyumsarsınız. Ağır, derinden bir değişmedir bu. Bu değişme düzeyli okumalar doğrultusunda gelişir. Size bir donanım kazandırır.

Batı özentiliği gibi gelebilir kulağa ama gerçek; Prag’a gittiğinizde buram buram Kafka kokar. Ya da St. Petersburg’da, elinizde Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, kitapta Raskolnikof’un bulunduğu bütün mekânları gezebilirsiniz. Ya da Dublin’de James Joyce rotalarında; elinizde bir harita, Ulysses’in ya da Dublinliler’in izini sürebilirsiniz.

Yazarların ve şairlerin izini bir kere sürmeye başladınız mı karşınıza birçok edebi eser çıkar. 

Hülya Soyşekerci’nin Kasım 2016 da Komşu Yayınları’ndan çıkan “Hayaller ve Harfler” böyle bir çalışmayı içeriyor. Namık Kemal’den,  Hüseyin Rahmi Gürpınar’a, Suat Derviş’ten Sevgi Soysal’a, Türkiye Cumhuriyet döneminin ilk ürünlerinde, Türk edebiyatının geçirdiği evreleri de yaşıyoruz; biz farkına varmasak da yazarların kişisel tarihleri de bizlerle birlikte yaşıyor. Sabahattin Ali’yi anarken Sait Faik’ten söz etmemek olmaz aslında.  Tante Rosa’nın yaşamakta ısrar ettiğini biliyor musunuz?  Ya da Ferit Edgü’nin yenilikçi ve özgün sesinde hiç gezindiniz mi?  Edebiyatımızda yaşayan “Hayalet”imizi tanıdınız mı?  Hayalet Oğuz’un yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdiğini bilir misiniz? Ya da varoluşçu düşüncenin ağlarına takılan Demir Özlü ile hiç tanıştınız mı?  Hülya Soyşekerci, dünden bugüne uzanan edebiyat serüveni içinde, yazılı sanatların oluşumsal ve yapısal özelliklerini geniş ölçüde vurgulamanın yanı sıra, Türk edebiyatının yazılı birikimini gösterebilmiş bir yazın insanı. “Hayaller ve Harfler”de otuz iki kitap incelemesinin toplandığı edebiyat dünyamıza dair yorumlarıyla klasikleşmiş Türk edebiyatının izlerini bulacaksınız.

Okuma ve kitaplar hakkındaki kitaplarıyla dikkatleri çeken Alberto Manguel bir söyleşisinde, edebiyat eleştirisini bir edebi eseri farklı yönlerinden ele alan, inceleyen ve hakkında hüküm veren bir bilim dalı olarak ele alır. Bu bilim dalı zaman içerisinde gelişerek farklı kuramlarla desteklendi. Edebiyat eleştirisi 21. yüzyıla gelindiğinde çok farklı kuramları ve okulları olan bir bilim dalı haline geldi. Bu bilim dalının gelişmesiyle birlikte sanat eserleri ve sanatçılar üzerine daha fazla söz söyleme imkânı doğdu. Edebiyat eleştirisi yansıtmacılık, anlatımcılık, eser merkezli ve okur merkezli olmak üzere dört ana kuram etrafında şekillendi.

 “Eleştiri nedir? Eleştirmen kimdir?” türünden sorular soran, sorulan bu sorulara yanıtlar arayan bilim insanları ortak bir eleştiri ve eleştirmen tanımı yapmazlar. Ortak bir tanım yapılamaz ama yapılan tanımlarda incelemek, ölçmek, biçmek, çözümlemek, değerlendirmek, yargılamak gibi ortak sözcüklerle karşılaşılır.

Hülya Soyşekerci, eleştirisinin sınırlarını bilen bir yazar.  Onun eleştirici yönü yalnızca soldan sağa doğru bir okuma değildir, kendi kişiliğinin, kendi deneyimlerinin süzgecinden geçirerek, yapıtı yeniden söylemektir. Hülya Soyşekerci’nin yazılarının bir kısmı, edebiyatı model alan özgün "denemeler" niteliğinde.

Kendi görüşlerini sabitlemeksizin, otoriter bir biçimde diretmeksizin yazarken, bir tutarlılık arama çabasının yerine değişik bakış açıları geliştirir. Hülya Soyşekerci için yapılacak doğru yorum, onun kesin yargılarla yazmadığıdır. Çalışmalarının arkasında metin çözümlemelerini yaparken incelediği metinlerden yola çıkarak okurunu düşündürmek, sarsmak, kendinden geçirmek ve kendine getirmek için yazar. O, edebiyatta aradığı, yeğlediği, okuruna göstermek istediği üzerinde incelediği metni anlatan bir “akademik” otorite değil, kendini okuduğu metinlere katan, okuduklarından etkilenen, etkilendiği özellikleri kendi yazısının içine katan bir yazardır.  Yazdığı metnin ufuk açıcılığı onun kendi yaratıcılığının da bir özelliğidir.

Çağdaş Türk yazınında öykünün ayrı bir yeri var.  Füruzan, öykücülüğümüzü onurlandırmış bir yazar. Füruzan’ın öykülerinde insanı en derin, en ince ve en yoğun anlamlarla kuşatarak anlattığını ve birey-toplum diyalektiğini sezgi ve duygular yoluyla, ‘ruhla dolan gizli bir dil’le, akıcı, duru bir anlatımla gerçekleştirdiğini belirtir. Ve şöyle yorum getirir: “Onun öykülerinde, slogancılığa, şablonculuğa hiçbir zaman rastlanmaz. Belki bu yüzden, yazıldığı dönemde “toplumcu gerçekçi” olarak nitelendirilen pek çok öyküden daha gerçekçi, daha yakın ve daha derin gelir bize Füruzan’ın öyküleri.”

Salâh Birsel’le yaptığı okuma yolculuğunda okuru farklı, sıra dışı ve özgün bir yazarla tanıştırmakla kalmaz, okurun deneme yazı türünü daha iyi anlamasına çalışır; günlük tutmanın önemini ve değerini vurguladığı gibi, edebiyat dünyası ile ilgili engin bilgilerini samimiyetle paylaşırken okura yol göstericilik misyonunu yerine getirir. 1919 doğumlu Salâh Birsel’in edebi günlükler kaleme alan az sayıdaki yazarlarımızdan olduğunu, günlüklerinin l0 ciltlik bir toplamı oluşturduğunu, 1986 da “Yaşlılık Günlüğü” adlı kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü aldığını öğreniriz.  İlk ve tek romanı “Dört Köşeli Üçgen”i 1957’de Ulus gazetesinde tefrika halinde yayımlandığını, l960’da kitaplaşan bu romanın felsefi sorgulamaları ile edebiyatımız içinde özgünlüğü ve denenmemişliği ile dikkat çektiğini okuruz.  Hülya Soyşekerci’ye göre, gazeteci ve öykü yazarı Orhan Duru’nun ilk ve son romanı “Az Roman”ın en önemli özelliği; hayatla kurmacayı bir araya getirmesi, gerçeklerle düşleri buluşturması ve metnin bitim noktasında sonlanmayıp hayata dokunarak adım adım ilerlemeye devam etmesidir.

Hülya Soyşekerci 1950’li yıllarda yapıt veren Sabahattin Kudret Aksal’ı, Tomris Uyar’ın onun hakkında söylediği “denge, ölçü, aydınlık” sözleriyle tanıtır.  Yayınlanmış ilk öykü kitabı” Gazoz Ağacı”(1954) ve “Yaralı Hayvan” (l956) ile şiirimizin yanı sıra öykücülüğümüzün de değerli bir adlarından biridir. “Gazoz Ağacı” ile 1955 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, “Yaralı Hayvan” ile1957 TDK Sanat Armağanı’nı alan yazar, “Vav’lar” öyküsüyle 1985 Enka Bilim ve Sanat Ödülü’ne hak kazanmıştır. 

Okumaya devam ettikçe edebiyatımızın en sıra dışı kimliği olan Hayalet Oğuz ya da asıl adıyla Oğuz Haluk Alplaçin’le tanışırız. “O Pera’daki Hayalet”ten öğrendiğimize göre 1950 kuşağı sanatçılarının masa başı sohbetlerinin müdavimi Hayalet Oğuz, ince ve sıska görünümüyle hayalete benzermiş.  Sessizce gelip sohbete katılır; içkisini içer, mezelerini yer, çoğu zaman kara gözlüklerinin arkasına saklanan bu gizemli adamın efsaneleşmiş öyküsünü okurken, 1950’lerin, ’60ların Beyoğlu ve çevresindeki entelektüel yaşamın sayfalara tüm canlılığıyla yansıdığına tanık oluyoruz.  Sezer-Orhan Duru ikilisinin, Hayalet Oğuz hakkında güzel tespitleri var: Onu, bir dönemin gerçek bohemi, yazın dünyamızın kalender ve efsane kişisi olarak niteliyor, “aramızdan bir hayalet gibi geçti” diye değerlendiriyorlar. Hilmi Yavuz, Leyla Erbil, Tezer Özlü, Ahmet Oktay, Fethi Naci gibi ustaların anılarında yer verdikleri Hayalet Oğuz’u Leyla Erbil, “Eski Sevgili” adlı uzun öyküsünde onu öykü kişisine dönüştürüyor, Tezer Özlü onu “Hayalet Oğuz” adlı öyküsüyle ölümsüzleştiriyor. 1975’te, kırk altı yaşandayken hayata veda eden Hayalet Oğuz’un cenazesini arkadaşları aralarında para toplayıp kaldırıyor.  O gün mezarının üstü çiçeklerle örtülüveriyor bir anda. Can Yücel, Ahmet Oktay ve Cevat Çapan onu şiirlerine taşırlar.  Demir Özlü’nün ifadesiyle “Chagall’ın resimlerinde havada duran insanlar gibi” gelip geçer Hayat Oğuz, adressiz, mülksüz, evsiz yaşamayı yeğleyen sessiz ve umarsız başkaldırısıyla edebiyatın yüreğine ve belleğine derin izler bırakır. 

“Mitoloji Sözlüğü”nün yazarı ve “Mavi Yolculuk”un isim annesi Azra Erhat’ı “Bir Mavi Kadın” olarak ağırlar sayfalarına.  İkinci basımı 1975’te yapılan “İşte İnsan”(Ecce Homo) sayfalarında ilerledikçe görkemli bir kültür, edebiyat, sanat, felsefe ve mitoloji şöleninin içinde gezindiğini söylüyor. 1915 yılında doğan Azra Erhat’ı ülkemizin aydın, düşünen, tartışan, sorgulayan, araştıran bilim kadınlarının simge adlarından biri olarak tanıtırken onun aynı zamanda iyi bir çevirmen oluşunun altını çiziyor.

Yine sayfalarda gezinirken benzersiz bir kültür insanını, Haldun Taner’in doğumunun 100. yılı dolayısıyla yurt çapında birçok edebiyat ve kültür etkinliğiyle 2015 yılında anıldığını öğreniyoruz. 1950’li yılların en sevilen ve en beğenilen öykücüleri, Sait Faik, Orhan Kemal ve Haldun Taner’dir ve o yıllarda” “Hikâyeciliğimizin üç ası” olarak nitelendirilirler.  Haldun Taner’in 1951’de, “Tuş”, 1953’te “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu”, 1954’te “Ayışığında Çalışkur”, yine aynı yıl “On İkiye Bir Var” adlı öykü kitapları art arda yayımlanır.  1953’te New York Herald Tribune gazetesin düzenlediği uluslararası öykü yarışmasında “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” adlı öyküsüyle birinci olur. Bu öykü, kısa sürede dünyanın yirmi diline birden çevrilerek yayımlanır. Birkaç yıl sonra, 1955’te “On İkiye Bir Var” ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan yazar, Varlık dergisin 1956’daki büyük kamuoyu anketinde Türkiye’nin en beğenilen öykücüsü seçilir. “Tuş” adlı öyküsü 1956’da aynı adla filme alınır.

1955’e kadar öykü ağırlıklı çalışmalarını sürdüren Haldun Taner, aynı yıl tiyatro eğitimi için Viyana’ya gider.  Max Reinhardt Akademisi’nde ünlü tiyatro profesörü Kindermann’ın yanında eğitim görür.  İki yıl boyunca Josephstad Enstitüsü’nde tiyatro ihtisası yapar ve kentin çeşitli tiyatrolarında reji asistanlığı görevinde bulunur.  1967’de Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Ahmet Gülhan’la birlikte Türkiye’nin ilk kabare tiyatrosu olan “Devekuşu Kabare”yi kurarlar.  1968’de LCC Tiyatro Okulu’nu kurar, burada kuramsal tiyatro dersleri verir.  1972’de “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” adlı oyunu ilk kez bu tiyatro salonunda sahnelenir.  Bu oyun Türk Dil Kurumu 1972 Tiyatro Ödülü’nü alır. 1969’da Münir Özkul ile birlikte “Bizim Tiyatro”yu kurar ve burada dramaturgi dersleri verir. “Humorist mizah anlayışı ve hümanist dünya görüşüyle” yazdığı öyküleriyle uluslar arası kamuoyunun dikkatini çeken yazarın “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” adlı öyküsü 1969’da Uluslararası Bordighera Mizah Festivali Ödülü’nü, 1983’te “Yalıda Sabah” adlı son öykü kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü alır.    

 

Proust tüm yazarlık çabasının geçmiş zamanı kurtarmak olduğunu söyler.  Sonunda öyle bir yere gelir ki, “Asıl gerçek yaşam yazındır”, diyebilir. Geçmiş daha geçmiş değilken tümüyle görmediği, yaşamadığı şeyleri bile yeniden görüp yaşamasını sağlar yazın. Yazarla anlatıcı arasında bir ayrım vardır ama Proust daha çok bir anlatıcı olarak bile olsa hep kendi yaşam çevresinde olup bitenleri kurtarır zamandan.  Hülya Soyşekerci’nin ele aldığı eserler edebiyatımıza mal olmuş yazarları ve yapıtlarını, Türk edebiyatına mal olmuş yazını kurtarmaya çalışıyor zamanın elinden. Bunu yazarak,  bütün boyutları ile araştırarak yapıyor. Edebiyat yazılarına başladığından beri değişik edebiyat yapıtlarını değerlendirmeyi bunun için yeğliyor.  Zamanı edebiyat değerlendirmelerinde daha geniş bir sahne içinde yakalamaya çalışıyor.   Ama söylemek bile gereksiz; Hülya Soyşekerci kendinden öncekilere bakarken, çağdaşlarıyla da bağlantı içindedir.  Çağından ve çevresinden kendisine ulaşabilen bütün verilerden yararlanarak kendine özgü bir yoruma varmaya çalışır. Toplum sadece bugünü ve görüneni değil; geçmişi, geleceği, görüneni ve görünmeyeni de içeren sürekli bir ortaklıktır. Hafıza birey için ne kadar önemli ve ne kadar varoluşsal ise toplumlar için de o kadar önemlidir. Çünkü toplum, bireylerin toplamından daha büyük ve daha geniş bir gerçekliktir. Bu nedenle toplumsal hafıza titizlikle korunması, sürekli ayakta ve diri kalması gereken toplum için varoluşsal önemde bir değer ifade eder. Hafızasını kaybeden kimliğini, kimliğini kaybeden de varlığını kaybetmiş sayılır

Hülya Soyşekerci’nin eleştiri, inceleme yazıları sürekli devinen bir evrendir, bir kanıda, bir düşüncede demirlemez, demirleyemez, hiçbir zaman “Oh!” deyip oturamaz, her kesinlik, aydınlatılması gereken yeni bir belirsizliğin başlangıcı olur onun için, o daha “kesinlediği” dakikada “sormaya” başlar.  Düşünen ya da yazan Hülya Soyşekerci’nin yazın serüven, insan usunun tükenmez serüvenidir.   Yaratıcı düşünce, onun için üzerinde durulması, aydınlatılması gereken bir bilgidir. Üniversite yıllarında edebiyatın yanı sıra aldığı sosyal bilimler eğitimi onu tarihi doğru okumasına katkı sağlar; dün ile bugün arasında sağlıklı bir ilişki kurabilmesinde belirgin bir rol oynar.  Özetle, Hülya Soyşekerci, bir hatırlatıcıda olması gereken bütün gerekli vasıflara sahip olarak yılların birikimini, eserleri yoluyla yeni nesillere aktarabilen ve toplumsal hafızanın oluşumuna kendi kararınca katkıda bulunan bir yazardır.

Yazar- okur birlikteliğinde bir bilgi çemberi halinde yazı metni kendi döngüsünde ilerler.  Çemberin sürekli dengesi önemlidir.  Açılmış olan sorgulama çevresinde yoğunlaşır bu çemberin dengesi.  Ve bu yazar-okur arasında gerçekleşen bu bilgi alışverişi bir ebedi değiş tokuş içerisinde ilerler. Her yeni bilgi, yeni bir dil, yeni bir söz, yeni bir sestir.  Metinde yankılanan bu şey, edebiyatın bütünlüğünün, dünyanın bütün bilgisinin akışıdır.  Dünyanın bütünlüğünün, dünyanın düzeninin, dünyanın bütün bilgisinin, biz dünyalıların bütün bilgilerinin kendi içimizde yeniden tınılar yayan yankısıdır.  Bu bakımdan edebiyat evreni dünyevidir, dünyayı içinde barındırır, birbirlerinde nabız gibi atan, birbirlerinin içinde vuran kalplerdir.

Bir toplumun ayakta kalabilmesi, bir arada yaşayabilmesi açısından bir toplumsal bellek oluşumuna ihtiyaç duyulur. Toplumsal bellek, o toplumun tüm üyelerini gönüldaşlık, duygudaşlık zinciriyle birbirine bağladığında faydalıdır. Bellek salt kişinin kendi zihninde oluşan bireysel bir süreç olmanın çok ötesinde, kişinin varlığını anlamlandırdığı geniş  toplumsal yapılanma izleğidir. Bu bağlamda “belli bir toplumun özvarlığı”, o toplumun maddimanevi yaşam kodlarına işaret eder.  Ortak bir yaşama sahip olmanın aynı zamanda; ortak aklı paylaşmak, aynı aklı taşımakla eşanlamlı olduğu düşünüldüğünde yaşanmış geçmişin tanıklığının; gelecek kuşaklara aktarılmasında onların eğitimlerinde doğrudan etki göstereceği sonucuna varmak güç olmayacaktır.  Hülya Soyşekerci’nin “Hayaller ve Harfler” kitabında topladığı denemeleri, Türk edebiyatındaki başyapıtları genç kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak sunan bir el kitabı, bir başvuru niteliği taşımaktadır.  Hülya Soyşekerci’nin “Hayaller ve Harfler”deki bu yazılarıyla toplumsal hafızamıza katkı sağladığı rahatlıkla söylenebilir.

 

VARLIK Edebiyat dergisi, Mart 2017 sayısında yayımlandı.

 

 

Yazar: RAŞEL RAKELLA ASAL

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör