Siyaset bilimci. Ocak
1952, Fatih / İstanbul doğumlu. Tam adı Nadire Filiz Irmak’tır. Bestekâr
Mustafa Nafiz Irmak, dedesinin dayısı oğludur. İnönü İlkokulu, Cibali Kız
Lisesi (orta kısım), Namık Kemal Lisesi, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi mezunu. Yüksek lisans tezi: “Bürokrasi – Siyasal İktidar
İlişkileri.” (İÜ İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler). Doktora tezi: “Sovyetlerde Gorbaçov Liderliğindeki Radikal
Reform Hareketlerinin Nedenleri – Hedefleri – Uygulanışı İle Doğu Bloku’nda,
Sovyet Cumhuriyetlerinde ve Uluslar arası Alandaki Etkileri – Sonuçları”
(İÜ İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler).
Liseyi bitirdikten sonra
yıl Türk Ticaret Bankasında, Lisans eğitimimden sonra bir yıl kadar Türk Hava
Yollarında çalıştı. Yüksek lisans ve doktora yaptığı yıllarda Taksim’de bir
Ermeni lisesi ile Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesinde vekil öğretmen olarak
çalıştı, özel dersler verdi. Fransız Kültür Merkezinde ve 1990’lı yılların
başında Bordeaux Üniversitesinde dil kurslarına katıldı. 1988 yılından itibaren
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Fakültesinde öğretim
görevlisi olarak çalışmalarını sürdürdü. Fenerbahçe Gönüllüleri (KASDAV),
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, TEMA Vakfı, Attila İlhan Kültür Merkezi, UMED
(Uludağ Üniversitesi Mezunlar Derneği), İFMC (İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mezunlar Cemiyeti) üyesidir
Yazı ve şiirleri 1999
yılından itibaren MÜ İletişim, Trakya Ü. Sosyal Bilimler, Kar Yazın Kültür
Sanat, Evrensel Kültür dergilerinde yayımlandı. TRT 2 televizyon kanalında
yayımlanan ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarık Zafer Tunaya Kültür
Merkezinde düzenlenen kültürel programlara konuşmacı olarak katıldı.
Mimar Sinan
Üniversitesindeki pedagoji eğitimi sırasında resim bölümü vitray atölyesinde
kurşun ve sandviç vitray üzerine çalışmalar yaparak sergi ve kermeslere
katıldı. Çeşitli kültür merkezlerinde Ortaköy ve Kadıköy’deki özel sanat
evlerindeki tasarım atölyelerinde, opera şarkılarının çalışıldığı koro
faaliyetlerinde, Halk Eğitim Merkezlerinde tiyatro çalışmalarında yer aldı.
2007’de Kapitalist Kuşatma Balkanlar – Orta Doğu – Kafkaslar adlı
araştırma ve incelemesi eseri kitaplaştı.
KAYNAK: Nevzat Sudi /
İlginç Bir Yapıt (Kar Kültür ve sanat dergisi, Nisan – Mayıs - Haziran, 2007),
Veysel Atayman / “Popüler Kültür Neyin Nesi?” (Evrensel Kültür, Eylül 2008).
Sokağa çıktığımızda
oradan oraya hızla koşuşturan insanlar görürüz. Tıpkı "insan seli" diye
tanımladığımız bu kalabalık yığını, öylesine mekanik ve bir o kadar telaşlı, Öylesine
vurdumduymaz ve bir o kadar da umarsız görünür göze. Sabah uyandıklarında
kendilerine kolay gelemedikleri için saat, müzik vb. yöntemleri kullanarak güne gözlerini
açanlar olduğu kadar, otomatlaşmış gibi hemen ayılıverenler de vardır. Günü
karşılamada,
bu kendine özgü ruh hallerinin yol açtığı uyanma sendromu içinde ya bezgin, ya umutlu,
ya sevgilinin yanında aşk sarhoşu yarı baygın, ya da akşamdan kalma ağzında ekşi bir tatla
uyanarak açılır gözler. Hepsi de o günü alışageldikleri işlerle boğuşmayı göze
alarak, İsteksiz bir hazırlıkla açarlar göz kapaklarını. Ve yine hepsinin ortak bir
özelliği daha vardır; farklı biçimlerde de olsa, sabahın erken saatlerinden
akşama dek sürecek olan koşturmaca. İşte bu yüzden hayatın içinde akıp giden robotları
anımsatırlar insana. Tıpkı filmlerdeki kareler gibi...
Her şey akar aslında,
zaman gibi... Ne var ki zaman, kendi içinde tüm zamanları da saklayarak akar. Di'li geçmiş, şimdiki,
gelecek zamanları... Ya geçmek bilmez, ya geçiverir anlamadan. Ama her iki halde de akar işte. Nereye gittiğini
kimse bilmeden, elle tutula-madan öylece akıp gider...
Hangisi gerçek zaman bilinci?
Günümüz insanı,
gündelik yaşamını ve yarınlarını artık çağın teknolojik hızına ayarlayarak
yaşamakta. Hani halk arasında "her şeyin bir zamanı var" denir ya... Çalışmanın,
uyumanın, gezmenin, falanın, filanın zamanlaması hani... Bu, zamanı işlevsel
kılmak bakımından ayarlamaktır. Ancak hayat, planlanandan daha hızlı akmıyor mu?
Saatler ne kadar açıklayabilir kî zamanı? Ne denli düzenli-disiplinli olunursa
olunsun, akıp
giden zamanın hızına yetişebilmek olanaksız. Zamanın bu denli kölesi haline gelerek
yaşamak "derya iç-re olup da, deryadan habersiz olarak yaşamak" değil
de nedir?
Bu satırları yazan
bîri olarak, "zamanın ruhu (zeit-geist)"nu anlamaya çalışmak için onca
kafa yorsam da, zamandan yararlanmak konusunda onunla ilişkimin pek de iyi olduğunu
söyleyemem. Bunu şöyle açıklaya bilirim belki; "ben sistemin de, zamanın da
evcilleştire-mediklerindenim." Yaşamdan yararlanmak konusuna gelince; eh! orasını
pek karıştırmayalım. Gerçi "cep de delik sayılmaz, cepken de", ama bu işler
ne de olsa "ince
işler", dolayısıyla sonuçta "organize işler". Yine de "yaşamak" denen şeyin ne anlama geldiğini
kavrayabil-diysem, eh! o da yeter
bana. Brecht aslında "bütün sa natlar
yaşama sanatına hizmet etmek için var" demiyor mu? Şair Ataol
Behramoğlu'nun mısralarındaki gibi: "Çünkü
ömür dediğimiz şey, bayata sunulmuş bir armağandır / Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana."
Her şey akıp gitmiyor
mu, nehirler gibi sonuçta. Bütün acılarına, bütün çekişmelerine rağmen yaşam bir dolu güzellikler de
sunuyor alabilene, görebilene. Kimi sevgiler, öylesine büyütüyorlar ki kalpte
bıraktıkları izi. Ve ben şimdi, emanet edip selamımı bir güvercin kanadına, süzülüp
Akdeniz'in dalgalarından, akasya kokulu zamanlarını İstanbul'umun, gönderiyorum
Endülüs'ün karanfil diyarına, kondursun diye o çelik bakışlı çelebi yârin, su
damlası gamzelerine. O'nun adı Hose, Antoni-o Hose...
Gerçek anlamda bir
zaman bilincine sahip olmak demek, zamana ayar veren sıradan zaman bilincinin ötesine geçmek
demektir. Bu ise yaşanan çağın zamanını olduğu kadar, geçmiş zamanın öneminin
de bilincinde olmayı gerekli kılar. Çünkü insan denen varlık aklın olduğu kadar aynı
zamanda duyguların, arzuların, sosyal ilişkilerin de ürünü olan toplumsal bir
varlıktır. Aynı zamanda insan, yüzyıllar öncesinden atalarının kadim tarihini de
bünyesinde barındıran bir varlıktır. Ancak bütün bu niteliklerin toplamıyla ve
geçmiş zamanların da bilgileri ışığında, gelecek anlaşılmaya ve kavranmaya
çalışılabilir. Martılar gökyüzünden uçarak ge çer elbet, ama aynı martılar
şarkıların, ayrılıkların, sevdaların da içinden geçer, umutların da...
Öyleyse günümüzün
sıradanlaşmış, mekanik zaman bilinci içinde sabahlara gözünü açan, saatlere ayarlı insanı, zamanın içinden
akıp giderken, yeryüzüne, arkasında nasıl bir uygarlık bırakacaktır?
Bugün insan, eğilip suyunu içtiği nehrin
kenarına diktiği
yapılardan akan, arsenikli suları tüketiyor şimdi. Nehir eskisi gibi
akıp giderken, insan elinin kattığı zehirlerle kirleniyor. Ne hava temiz artık, ne
de nehirler.
Hızla eskiyor ve kirleniyor dünya. Zaman mı?
O, hiç eskimiyor aslında. "Eski zamanlar" deyimi bir yanılsama
(illüzyon). Nostalji (özlem), postmodern dönemin belirtilerinden oldu şimdi.
Postmodern kültür de, bir yerde nostaljinin fışkırması ya da patlaması. Eh! romantik bir yanı da var
elbet. Bir sürü şeyi çağrıştırıyor. Bir zamanlar demek, anılarla yüklü zamanlar
demek. Eskiyen
alışkanlıklar, anlayışlar, nesneler, teknolojiler vb. şeyler. İnsan ise, eskittiğinin yerine
yenisini koymak için didinip duruyor hep.
Belki yenilenmek isteğinden, belki
güne ayak uydurmak isteğinden, belki hırsından, açgözlülüğünden. Ne dersek diyelim işte. Bellekler hep şimdiki zamana odaklanmaya çalışsa da, geçmişin
anılarım tozlu raflardan çıkarıp
tazeleyerek, gelecek zamanın umut
denizlerinde kulaç atıp birbirine sarmalanmıyorlar mı? Öyleyse tüm zamanlar "şimdi"nin içinde
kucaklaşmıyor mu?
(Evrensel Kültür, Sayı:108, 2009)