Hikâyeci, çevirmen (D. 24 Eylül 1926, Adana – Ö. 19 Eylül 2019, İstanbul). İlk ve ortaokulu Adana’da okudu. İstanbul Pertevniyal Lisesi (1946), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü (1955) mezunu. Bitirdiği bölümde iki yıl asistanlık yaptıktan sonra Almanya’ya gitti. Dönüşünde başladığı (1960) İÜ Yabancı Diller Yüksek Okulunda Almanca okutmanlığını emekliliğine kadar sürdürdü.
Sanat
hayatına Varlık dergisinde şiir yayımlayarak başlamıştı (1949). İlk
öyküsü de Varlık dergisinde (Haziran 1951) çıktı. Sonraki yıllarda
hikâye, inceleme ve çevirileri Varlık, Yelken, Türk Dili, Ataç, Dönem, Yeni
Dergi vd. dergilerde yer aldı. Hikâyeye yeni başladığı döneminde Türk
Dili dergisinin açtığı bir hikâye yarışmasında (1953) ödül almıştı. Elbiseciler
Çarşısı (1964) adlı kitabıyla 1965 Sait Faik Hikâye Armağanını M. Özay ile
paylaştı, Köpek İstasyonu (1988) ile Türkiye Yazarlar Birliği 1988
Hikâye Ödülünü kazandı. Ayrıca Alman edebiyatından ve Franz Kafka’dan yaptığı
çevirilerle tanındı.
Başlangıçta
klasik hikâye düzenine uyan, geleneğe bağlı, olay, zaman ve yer koşullarına
bağlı bir hikâye yazdı. Yalnızlık, tedirginlik, mutsuzluk, çaresizlik, ayrılık
ve pişmanlık gibi temaları geleneksel öykü düzeni içinde, Kafkavari bir
anlatımla işlemeye çalıştı. Genellikle, orta tabaka ve çevrenin baskısına karşı
tepkileri olmayan insanları, umursamazlıkları, savaşma gücünden ve eylemden
yoksunlukları içinde işledi. Hayal gücünün payını en az dereceye indirmiş bu
öykülerde, biri Öztürkçe biri de daha ılımlı bir Türkçe olmak üzere iki ayrı
dil kullandı.
Buhûrumeryem adlı kitabında klasik hikâye anlayışından uzaklaştı.
Şipal’in kişileri genelde yalnızdır ve bu yalnızlık, arkadaşsızlık içinde bir
de cinsel sıkıntı etkisiyle ruhsal bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımı, çeşitli
hikâyelerinde, çeşitli durumlar içinde ve başarılı olarak verebilmiştir.
Vefatı:
Kâmuran
Şipal, 19 Eylül 2019 günü, 93 yaşında iken, İstanbul Bakırköy Çamlık
Hastanesinde çoklu organ yetmezliğine bağlı olarak vefat etti.
Kamuran
Şipal'in cenazesi, 20 Eylül 20129 günü memleketi Adana'da toprağa verildi
İstanbul'da
çoklu organ yetmezliği nedeniyle 93 yaşında vefat eden yazar ve çevirmen
Kamuran Şipal, memleketi Adana'da son yolculuğuna uğurlandı.
Şipal için
merkez Yüreğir ilçesindeki Asri Mezarlık'ta cenaze töreni düzenlendi.
Törene,
Şipal'in oğlu Can Şipal, kızı Suzan Şipal Bachmann, torunları ve yakınları
katıldı.
Cenaze
namazının ardından Şipal'in cenazesi aile mezarlığında toprağa verildi.
"Onun hayatı çalışarak sona erdi"
Kamuran
Şipal'in oğlu Can Şipal, yaptığı açıklamada, babasının çalışmayı çok seven
birisi olduğunu belirterek, "Babam çok çalışkan bir insandı. 2-3 hafta
öncesine kadar hep çalıştı. Tercüme yaptı, yazı yazdı. Onun hayatı çalışarak
sona erdi. Edebiyatı seven bir insandı. Edebiyattan çok iyi anlıyordu, biz de
hayran kalıyorduk." diye konuştu.
Almanya'da
yaşayan kızı Suzan Şipal Bachmann ise babasıyla çok vakit geçiremediğini ve onu
çok fazla tanıyamadığını anlatarak, "O kadar sık gelemedim Türkiye'ye.
Babamı çok seviyordum." ifadesini kullandı.
Kâmuran Şipal İçin Ne Dediler?
“Kâmuran
Şipal, ‘insanlığın iyiliğini’ kendisine ‘dert edinmiş’, ‘bunun için sevgi’yi
ana ilke olarak almış’ bir yazardır. O, ‘bireyleri arasında ayrım gözetilmiyen insanlığın
düşüncesini’ savunmaktadır. Hayalle, ütopya ile kendini aldatmak istemiyor;
‘günlük hayatta karşılaştığı’, ‘bildiği, gördüğü, tanıdığı insanları sevmek’ ve
sevindirmek çabasında. Sonsuz sevgi ile kucaklıyor insanları. ‘Sevinç, haz,
ferahlık duyguları ile insanlığa karşı bir güven duygusu’ varlığını sarıyor.
Çevresine doğru ‘sıcak, yumuşak, ışıl ışıl birşeylerin artsız arasız aktığını’
duyuyor.” (Hikmet Dizdaroğlu)
***
“Şipal’in
öyküleri, Buhurumeryem ve Büyük Yolculuk’a göre zaman zaman dil olarak yorgunluk
belirtileri gösterseler de, iyi ölçülüp biçilmiş, tüm öğeleri yerli yerinde,
kurguları sağlam ürünler. Gerek konuların doluluğu, gerekse anlatımlarının
sıcaklığıyla daha ilk satırlarında okuyanı çekiveriyorlar.” (Ramazan Dikmen)
***
“Onun
hikâyelerinde bir başlangıç, bir düğüm ve düğümün çözülüşü gibi bir teknik
yoktur. Gerilimler vardır ya da yoktur. Onun için sorun, vermek istediğini,
söylemek istediğini en iyi bir biçim içinde verebilmektir. Hikâyelerini
incelediğimizde, Şipal, gerek söylemek istediğini söylemekte ve gerekse bunu
biçimle tam olarak bağdaştırarak, özle biçimi iyice eritip kaynaştırarak yerine
getirmektedir. Şipal, uzun yıllar Kafka üzerinde durmuş, onun üzerinde
çalışmış, yapıtlarını okumuş ve dilimize çevirmiş bir sanatçıdır. Sanıyorum ki,
Kafka üzerine onun kadar eğilmiş bir sanatçımız yoktur. Bu nedenle, Şipal,
Kafka’nın estetiğine çok yaklaşmıştır. Hikâyelerinin anlatımında tam bir Kafka
anlatımı değilse de ona çok yakın bir anlatım buluyoruz. Şipal, Kafka anlatımı
dışında kalabilmekte ve kendi öz anlatımını kurabilmiş bulunmaktadır. Zaman
zaman Kafka’nın anlatımının çekim alanına girmekle birlikte bu alandan çabucak
kurtulmağı, onun büyümesinden sıyrılmağı başarmaktadır.
“Şipal’in
Kafka’ya dönük bir yönü de aynı hikâye içinde çok değişik görüntüleri, değişik
yaşantıları ve ruh değişikliklerini yanyana ve bazan da içiçe verebilmesidir.
Bütün hikâyelerde, olaylar, başka bir deyimle içeriğin giysileri değişik
görüntüler durumundadır. Bu, biraz da çağrışım tekniğinden ileri gelen bir sonuçtur.
Şipal, bir içeriği anlatırken çok değişik ve birbirine bağlı çağrışımlarla
sürdürmektedir hikâyelerini.” (Muzaffer
Uyguner)
***
“Kâmuran
Şipal’in olgunluk çağının, yaratıcı imgelemini, bir analiz yönetimine
dönüştürdüğü bir yapıt ‘Demir Köprü’. Roman kişisi, uçakta başladığı yolculuğu,
anımsamalarla örülü bir iç sese dönüştürür. ‘Öz ben’e ulaşmak için çıkılan bu
yolculuk, kendini aşabilmeye, kendisini kuşatan ‘demir köprü’de sembolize edilen
anlamlar alanına doğru yönelmeyle başlar. Gerçek bireysel kişiliğe kavuşma,
bütünleme sürecini ifade eden yolculuk; büyülü kent, çocukluk, anne,
gökyüzünden inen salıncak ve demir köprü gibi, anımsanan yaşantılardan, simge
motiflerden geçer. Şimdi, geçmiş, an ve gelecek arasında gidip gelen roman
kişisi, aynı zamanda bilinç-bilinçdışı, anneyle-çocuk, bölünmüşlükle-tamlık
arasında yaratıcı bir analize girişir. Hayatı ve kendisinde saklı anlamları,
artık olgunluk düzeyinde, simgeler yoluyla önce ayrıştırmaya ve daha sonra bir
bütünlüğe ulaştırmaya çalışır. Böylece yolculuğa çıkan kişi, geçmişteki beni
ile şimdiki beni arasında yarattığı; bilinç-bilinçdışı durumuyla, kendini
gerçekleştirmiş olur. Çünkü bu analiz, onu, yaşama karşı, bambaşka bir
davranışa, tutuma, yaratıcı bir değişimin olduğu yere gerilime götürecek, yeni
bir ruhsal düzen yaratacaktır.” (Sezer Ateş Ayvaz, Demir Köprü
üzerine)
ESERLERİ:
Öykü: Beyhan (1962),
Elbiseciler Çarşısı (1964), Büyük Yolculuk (1969), Buhûrumeryem (1971),
Köpek İstasyonu (1988).
Roman: Demir Köprü (1999).
İnceleme-Antoloji: Çağdaş
Alman Hikâyesi-1945 ‘ten Sonra (1962).
Çeviri: Dava (1964)
- Amerika (1967) - Bir Savaşın Tasviri (1967) - Hikâyeler
(1974) - Taşrada Düğün Hazırlıkları (1979) - Şato (1982) - Günlükler
1910-1923 (1985) - Değişim (1987) - Ottla’ya ve Ailesine Mektuplar
(2. bas. 1997) (F. Kafka’dan), Epik Tiyatro Üzerine (1964) - Oyunculuk
Sanatı ve Dekor (1982) - Sanat Üzerine Yazılar (1987) (B.
Brecht’ten), Bu Salı (W. Borchert’ten, 1965), Cüce ile Bebek
(öyküler, H. Böll’den, 1967), Kafka’dan İnanç ve Umutsuzluk (M.
Brod’dan, 1968), Otuz Yaş (Bachmann’dan, 1969), Genç Törless (Öğrenci
Törless’in Bunalımları, R. Musil’den, 1972), İpnotizma ve Telkinle Tedavi
(A. Brauchle’den, 1974), Amatör Psikanalizi (1974) - Psikanaliz Nedir
ve Beş Konferans (1975) - Kitle Psikolojisi (1975) - Sanat ve
Sanatçılar Üzerine (1979) (S. Freud’dan), Freud ve Psikanaliz
(1974), Çocukta Oyunla Tedavi (1974) - Çocuk Vicdanı ve Biz
(1977) - Suçlu Çocuklar ve Çocuk Mahkemeleri (1979) - Çocukta Ruhsal
Bozukluklar ve Tedavisi (1981) - Çocuklarımızın Korkuları (1997) (H.
Zulliger’den), Teneke Trampet (G. Grass’tan, 1983), Rilke’nin Genç
Şaire Mektupları (R.M. Rilke’den, 1983), Gençlik Güzel Şey (B.
Necatigil ile, 1983) - İlk Gençlik Yıllarım-Demian (1984) - Çarklar
Arasında (1990) - Narziss ve Goldmund (1990) - Öldürmeyeceksin! (1991)
- Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler (1991) - Peter Camenzind
(1992) - Sidarta (1992) - Hermann Laucher (1997) (H. Hesse’den), Yaşama
Sanatı (1984) - İnsanı Tanıma Sanatı (1985) - Sorunlu Okul Çocuğu
(1996) (A. Adler’den), Denemeler: Konuşmalar Söyleşiler (1984), Seçme
Öyküler (1989) - Aldatılmış Kadın (1999) - Tonio Kröger Tristan
(1999) (T. Mann’dan), Marakeş’te Sesler (E. Canetti’den, 1990), Öbür
Dava: Kafka’nın Felice’ye Mektupları Üzerine (1994), Kadın Psikolojisi (G.
Graber’den, 1996), Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri (Konferanslar,
C.G. Jung’dan, 1996), Hermann Hesse (B. Zeller’den, 1997).
KAYNAKÇA: Hikmet
Dizdaroğlu / Kâmuran Şipal ve Hikâyeciliği (Hisar, sayı: 12, Aralık 1964),
Muhtar Körükçü / Varlık (Ekim 1964), Rauf Mutluay / Yeni Edebiyat (Kasım 1969),
Muzaffer Uyguner / Buhûrumeryem (Varlık, sayı: 787, Nisan 1973) - Şipal,
Kâmuran (TDE Ansiklopedisi, c. 8, s. 176), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990,
1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999),
Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Ömer Lekesiz
/ Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 3 (1999), Sezer Ateş Ayvaz / Bir Olgunluk Çağı
Yapıtı (Cumhuriyet Kitap, 17.6.1999), Vitrindekiler (Cumhuriyet Kitap,
11.11.1999), TBE Ansiklopedisi (2001, s. 772), Yazar ve çevirmen Kamuran Şipal
vefat etti (gazeteduvar.com, 18 Eylül 2019, güncelleme 19 Eylül 2019), Edebiyat
dünyasından acı haber (odatv.com, 19 Eylül 2019), Usta çevirmen Kamuran Şipal
yaşamını yitirdi (sozcu.com.tr, 19 Eylül 2019), Çevirmen ve yazar Kamuran Şipal
vefat etti (724kultursanat.com, 19 Eylül 2019), Kamuran Şipal yaşamını yitirdi (yurtgazetesi.com.tr, 19 Eylül 2019), Kamuran
Şipal yaşamını yitirdi! (haberturk.com, 20
Eylül 2019), Kamuran Şipal son yolculuğuna uğurlandı (timeturk.com, 20.09.2019), Kâmuran Şipal Vefat Etti (tyb.org.tr, 21 Eylül 2019), Yazar ve çevirmen
Kamuran Şipal vefat etti (darussafaka.org,
22 Eylül 2019).
Bir
adam saçlarında kır, tek başına kaldığı evine bir an önce kendini atmak üzere
hızlı hızlı, adeta gözlerini yumarak yürüyor yolda. Sabahtan beri çok şey
görmüştür, çok yüzler görmüştür. Sivri oklar gibi sağdan soldan fırlatılan
bakışlar altında yorgun düşmüş, arada bir yavaşlıyor, sonra açıyor adımlarını.
Eve gelince yatağa arka üstü uzanıyor. Yeniden yatakta arka üstü. Kaç yıl? Arka
üstü. Kaç yıl? Ağır ağır sızıyor gözeneklerinden balıkçı meyhaneleri önünde
akşamın mor alacakaranlığı iniyor ağır ağır, gözeneklerinden sızıyor, morumsu
-ağır- ağır çöküyor üzerine, bastırıyor. Kaç yıl önce örülmeye başlayan ağ.
Anımsamaların ağı yavaş yavaş serpiliyor üzerine: Bir Fransız erkekle İspanyol
eşi. Kenti gezdirmişti bütün gün. Işıl ışıl siyah gözler. Bütün bir gün
gezdirmişti. Nazlı ve nazenin bir vücut. Bütün gün gezdirmiş ve akşam bir
gazinoya götürmüştü. Pembe küçük bir yüz. Gazino rüzgarlıydı ve kadın
omuzlarını içeri çekmişti. Kadın omuzlarına atmıştı ceketini ve yüzüne bakmıştı.
İki de bir bakmıştı. Semaverle çay içmişler ve bakmıştı. İri halkalar, altın
küpeler görmüştü kulaklarında. Ve kadının kulaklarında görmüştü. İlk ürperti,
ilk irkiliş. Yayvan kulak memelerinde görmüştü. Ve ince elleri vardı, bir
piyano çalmaya hazırlanır gibi masa üzerine boylu boyunca uzanan parmaklar.
Boğum boğum halkalar, halka halka boğumlar. İlk kez ateşten sıvı, içten içe
yürüyen sıvı; fosfor ve naftalin karışımı eriyik. Bir ara çayı sürerken eli
eline dokunmuştu kadının. İri iri küpeler. İri iri halkalar. Ve boğum boğum
halkalar dokunmuştu ve elini çekmişti. El çekmişti ve önden yürümüştü kadın.
İri iri halkalar yürümüştü. Ve sıcacık ceket. Kadının ten kokusu. Halka halka
dağılan koku. Ateşli kanın kokusu. İspanya. Ve esnek yaylar çizerek yürümüştü kadın.
Ertesi gün otele gittiğinde kocası çıkmıştı. Karısı özür diliyordu, başı
ağrıyordu karısının, o günkü geziye gelemeyecekti. Adamın kendisi de özür
diliyordu, başı ağrıyordu, akşam gideceklerdi, gezi programının kalan bölümünün
iptali gerekiyor ve çok teşekkür ediyorlardı.
Bir
adam, saçlarında kır, tek başına kaldığı evinde, kendini soyunmadan üzerine
attığı yatakta arka üstü uzanırken bir ara dalar gibi oluyor. Ve tuhaf düşler
görüyor. Bir kadın, yüzünü pek seçemediği bir başka kadına memelerinin daha doğrusu
memeleri arasındaki oluğun gittikçe küçüldüğünden ve aşağılara kaydığından
yakınıyor. Bir ara bir kahvede buluyor kendini. Dışarıdan biri girip
oradakilere sorular soruyor. Derken birine geliyor sıra ve bu biri sorulan
sorunun cevabını dışarıda vermek istediğini söylüyor. Soruyu soranla cevabı
verecek olan dışarı çıkıyor. Arkalarına takılıyor. Bir kaldırımda yürüyor, tam
köşeyi dönerken iki arkadaşı görüyor kendisini; arkadaşları onun öyle kar
altında yürümesine acıyorlar. Bir başka sahne: Bağlık bir yer. Bir çardak.
Yüksek bir merdiven. Merdiven başında bir kalabalık. Merdivenden çıkılması
yasak edilmiştir, ama çıkıyor. Yukarıdan bakınca bıçaklar görüyor aşağıda, bir
sürü bıçak, bağ bıçaklarına benziyor. Bıçakların yanında ne olduklarını pek
seçemediği bir sürü renkli şeyler. Teker teker bunları alıp merdiven altındaki
havuzda yüzdürüyorlar. Bunlardan en sonuncusu bir medüze benziyor ve ayaklarını
çekip çekip bırakıyor suda. Derken gösteri sona eriyor ve medüzün bacakları
gövdesinden ayrılıyor. Bacaklardan bir el oluyor. Baş parmak oluyor.
Afişlerdeki el gibi uzanıyor parmaklar. Medüzün öbür ayakları dibe çöküyor,
dipteki kumlar içerisine gömülüyor. Bunun üzerine merdivenin basamaklarını daha
yukarılara tırmanıyor. Aşağıda eski Romalılardaki gibi bir tak-ı zafer.
Kendisine bakan yüzü altın yaldızlı, ışıl ışıl. Birden annesini görüyor
kalabalıkta ve onun burada ne aradığını bilemiyor. Elinden bir bıçak düşüyor
aşağı, aşağıdakiler bıçağı ele geçirmek için koşuşuyorlar. Yukarıdan bunu
yapmamalarını sesleniyor. O anda daha yukarıdan, adeta bir ağacın tepesinden
düşen bir başka bıçak. Aşağıdakiler tutup tutup kaldırıyorlar: Bir balık. Bir
genç adam ihanete uğramışlar gibi başını kaldırıp hınçla yukarıya, kendisine
bakıyor, adeta öc alır gibi havuzun suyunu hışımla habire karıştırıyor. Havuz
sanki bir niyet kuyusudur. Bir prizmadan kırılarak gelen güneş ışığı gibi renk
renk içi. Yanar döner bir su. Yanıp dönüyor, aşağıdakilerin görmeyi diledikleri
suretler beliriyor içinde. Dilek kuyusu. Birden kızıyor, bağırmaya başlıyor
merdivenin üzerinde, ama niçin kızıp bağırdığını bilemiyor. Derken medüze
benzeyen o yeşil şey çıkıyor ortaya. Dayanamayarak merdivenlerden iniyor.
Fecr-i bahr diye söyleniyor kendi kendine. Deminki genç adam (ansızın hep kadın
olduklarını farkediyor bunların) dilek kuyusunu elde etmek için onu öldürmeyi düşündüğünü açıklıyor
oradakilere. Sonra bunun bir cinayet olacağını söyleyerek vazgeçtiğini
bildiriyor. Merdivenlerden iniyor ve hemen önünde, havuz başında çömelen bir
kızın arkasına dikiliyor. Sonra kendisi de çömeliyor. Kız önce kızar gibi
yapıyor, sonra sesini çıkarmıyor. Yeşil medüzü yakalamak ister gibi
parmaklarını ileri uzatıyor. Kaygan, ıslak, yeşil bir medüz. Yumuşak
dokunuşlarla sertleşiyor parmakları, kabarıyor, kalınlaşıyor. Kızın yüzünü
kendisine doğru çeviriyor. Yüzünü yüzüne dayıyor. Birden ince bir bıyık
beliriyor kızın yüzünde. İrkiliyor. Dehşetle uyanıyor, ter içinde uyanıyor ve
durgun gözlerle tavanı seyrediyor.
Bir
incir ağacının altında iki arkadaş oturmuş konuşuyorlar. Birinin saçlarında
kır, biri otuzlarda. Biri yürüdüğü yoldan yorgun düşmüş, sağdan soldan uzanan,
hoyrat ve haşin uzanan ellerin tehdidi altında kuşkulu, tetikte ve tedirgin.
Öbürsü henüz yolun başında, bir prizmadan dökülen renkli ışıklar ortasında.
Birkaç adım ötelerindeki yoldan yazlık giysiler içinde mini etekli genç kızlar
ve kadınlar geçiyor. İki arkadaş başlarını çevirip çevirip bakıyorlar. Biri
hemen bakıp çeviriyor başını, öbürsü uzun süreli izliyor. İki arkadaş incir
ağacının altında oturmuş konuşuyorlar. Otuzundaki, toplumun seks alanındaki
yasakları, bunların saçmalığını ve yersizliğini örneklerle göz önüne sermeye
çalışıyor. Bir kırmızı ibikli horozun arzularının bile kutsal olduğunu, bunu
yerine getirmek gerektiğini söylüyor, öbürsü gülüyor, yaşanmamış yaşantıların
zırhtan giysisini üzerine geçirip saldırıya geçiyor. “Sizin bu sözünü ettiğiniz
yasaklar yeni değil ki”, diyor. “Bugün bile örf ve adetlerini yitirmemiş birçok
ilkel kabilelerde bu yasakları görürüz”, diye ekliyor, “Biliyorsunuz ilk insan
toplulukları olan klanlarda her klanın bir totemi vardı. Bu toteme mensup bir
erkek aynı toteme mensup bir kadınla evlenemez, onunla sevişemezdi ve bunun
tersi bir davranış ölümle cezalandırılırdı. (…)
(Buhûrumeryem, 1971)
Hikâye,
bir hayat dili midir; hayatın tümünü değil, bir parçasını verir; bir yanını
yansıtır. Böyle olduğu için işlenişinde yoğunluğu gerektirir. Romanda
istediğiniz ölçüde açılıp yayılabilirsiniz dünden bugüne geçer, zamanı tersine
çevirir, enine boyuna durabilirsiniz her kişi her olay üzerinde. Hikâyede bu
olanaklardan yoksunsunuz. Hikâyeci, daha sınırlı - ve, bir bakıma daha güç -
koşullar içinde çalışmak zorundadır. O, bir hayat dilimini, ayrıntılara girmeden,
yoğun biçimde vermekle yükümlüdür. Bundan ötürü hikâyeci, yalnız yazma ve görme
alanlarında değil, düşünme sanatında da usta bir kişi olmalıdır.
Kâmuran
Şipal, kendine güven duygusunun belirtisi olarak, çevirileri yanında, hikâyede
yazmaktadır. Hikâyelerini iki ciltte toplamıştır: ((Beyhan, İstanbul 1962,
92 s, Elbiseciler Çarşısı 1964,
76 s). Hepsi on sekiz hikaye. Yazarın sanatı üzerinde bir yargıya yetecek
sayıda hikâye var demektir.
André
Gide'in Günlük'ünde geçen bir sözü burada tekrarlamak isteriz: "Bir
sanatçı için şu şeyin gerekliliğini savunacağım: Anahtarı yalnız kendisinde
bulunan bir Dünya. Her ne kadar büyük bir şeyse de, sanatçının yeni bir şey
getirmesi yetmez; ama, kişiliğindeki herşeyin yeni olması ya da yeni gibi
görünmesi, herşeye kudretle renk veren mizacının aralığından gözükmesi
gerektir." Kâmuran Şipal'de bu nitelikleri buluyor muyuz?
Bir kez, Feyyaz Kayacan, Bilge
Karasu ve benzeri hikâyecilerde rastlanan, gelenekten ayrılmış, ona karşı, akla
ve mantık düzenine başkaldırmış bir sanat anlayışı taşımıyor. Klasik hikâye
düzenine uyan, geleneğe bağlı; olay, zaman ve yer koşullarına sırt çevirmeyen
bir sanatçı. Onda yeni olan hiçbir şey yok; yeni gibi görünmek eğiliminden de
uzak. Bu durumda, "sıradan" bir hikâyeci olmaktan kurtulmanın
kişiliğini belli etmenin zorluğu meydanda. Hikâyeleri, (Tanzimattan günümüze
değin sürüp gelen) olumlu örneklerini Halit Ziya Uşaklıgil'de, Ömer
Seyfettin'de, Refik Halit Karay'da, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nda, Reşat Nuri
Güntekin'de gördüğümüz, belirgin çizginin dışına taşmamış. Kendinden
öncekilerin ardından gidiyor, onların arasına katılıyor, onlara uyuyor. Oysa,
yetişmesi, öğrenimi, yabancı ülkelerde kalışı, uğraş alanının Batıya ilişkin
olması, tutumunun başka olmasını gerektirirdi. Kervanın herhangi bir kişisi
olmak yerine, Batı sanat anlayışının bir temsilcisi, yeni akımlardan birinin
izleyicisi kimliğinde görünmek daha yaraşırdı kişiliğine.
Kimi
sanatçıların ilk adımları daha güçlü oluyor; ilk eserleri sonrakilerden bir
basamak yukarı kalıyor. Kâmuran Şipal de bunlardan, hikâyelerinin sonuna not
koymadığı için ne zaman yazıldığını bilemiyoruz. Ama önceki eserinde (Beyhan)
topladığı hikâyeler, Elbiseciler Çarşısı'ndakilere göre daha iyi işlenmiş, daha
düzenli, hikâyeler kronolojik sıra dikkate alınarak kitaplara girmişse,
hikâyeciliğinin gelişim çizgisi aynı düzlem üzerinde değil. (…)
Kâmuran
Şipal, belirli bir zümre ya da sınıfın savunmasını yapmıyor, bir davanın
güdücüsü olmuyor. Kişileri, genellikle, orta tabakanın insanları. Çevrenin
baskısına karşı tepkileri yok. Olguları gönül rahatlığıyla karşılamaları,
umursamamazlıkları, savaşmama gücünden yoksunluğun sonucu. Haksızlığa
uğradıkları zaman bile, derlenip toparlanma, karşı koyma, birşeyler yapma
gerekliliğini duymuyorlar. Düzensizlikleri, uğradıkları haksızlıkları,
mutsuzlukları olağanmış gibi karşılamaktadırlar. Bunlar mutluluğu aramayan,
yaşadıkları ortamın koşullarına boyun eğmiş, tutkusuz kişiler. A.Camus'nün:
"Bir insanın bizim için her zaman bilinmez kaldığı, hep bizden kaçan,
indirgenmez bir yanı” kaldığı sözünü unutmuyoruz.. Bu bakımdan, Kâmuran
Şipal'in kişileri de aslında başka türlü, başka yaratılışta insanlar olabilir.
Ama biz, yine Camus'nün belirttiği üzere, kişiler hakkındaki yargılarımızı onların eylemlerine ve davranışlarına bakarak
veririz. Kâmuran Şipal'in hikayelerinde karşılaştığımız kişiler, bu ölçüye
göre, eylemden yoksun durumdalar.
Hikâyelerin
bir bölüğü, oto biyografi niteliğinde. Yazarın hayatının evreleri, bu
hikâyelerinin konusu olmuş. Yaşanmışlığın kazandırdığı güçten olacak, bu soy
hikâyeleri bir başka hava taşıyor. Derli toplu, oturmuş, eksiklerden arınmış
parçalar.
Hikâyeciliğinin
temeli "hayal gücü" ne dayanmıyor, Hayalin payını en az dereceye
indirmiş. Yöresinin insanları, çevresinin olayları ona yetiyor. Bu gereçleri
hayal gücüyle işleyip duyarlı bir hava yaratmayı gerekli bulmuyor. Bu tutumunda
kimi zaman aşırılığa düştüğü de oluyor. O zaman hikâye, bir desteyi yitirmenin
yetersizliğinden kendini kurtaramıyor. Çünkü sanat, bir "ölçü"
işidir. Sanatçı, bu ölçüyü kaçırdı mı ,eser, çaresiz, tökezliyecektir.
Kâmuran
Şipal, hikâyelerinde iki ayrı dil kullanmaktadır. Kimilerinde arı dile yaklaşan
bir Öztürkçecilik eğilimini bulmaktayız. Çoğu hikâyelerinde ise, ılımlı bir
dilin belirtisini görmekteyiz. Üslubun temel öğesi dil olduğuna göre, bu
ikiliğin ortadan kalkması gerek. Roman ve hikayede üslubun önemi söz götürmez.
Sanatçı, dili ve o dilin üslup dediğimiz düzen içinde aldığı biçimle kişiliğini
gösterebilir. Kaldı ki, Türkçe'nin izleyeceği yön artık kesinleştiği için, bu
konuda kararsızlık ve tereddüdün yeri yoktur.
Beyhan
cildi, hikâyeciliği için sağlam bir çıkış belgesidir. Elbiseciler Çarşısı ise,
ulaşılan düzeyin altında kalmaktadır. Bundan ötürü, Beyhan ve Cam Fanus
ayarında hikâyeler yazdığı sürece Kâmuran
Şipal'e genç kuşak hikâyecileri arasında özel bir yer verebiliriz. O, bu
nitelikte hikayeler yazacak güçte bir kişidir. Başarılı bir hikâyeci olmasına
hiçbir engel yoktur. Umutla bekleyeceğiz.
(Hisar dergisi, Aralık 1964)
KÂMURAN ŞİPAL ÜZERİNE
YAŞAR ÖZTÜRK
Mustafa Kemal’in “Arkadaşlar,
efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,
müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet
tarikatıdır” derken sadece dini yaşam açısını kast etmiyordu. Mustafa Kemal
siyasal, ekonomik, kültürel yaşamda, hayatın her alanında “tarikat-şeyh-mürit”
biçiminde örgütlü yapılara karşı çıkıyordu. Boşuna “özgürlük ve bağımsızlık
benim karakterimdir” demiyor. Kültür, sanat ve edebiyat coğrafyasında böylesi
yapılar hem kıyasıya parsel kapma, alan genişletme savaşı hem de parsel içi
kavgalar içinde. Cumhuriyet bu yapılanmaları özenmeleri sarsa da, biçim,
kimlik, yaşayış, anlam değişikliğine uğrayarak özü değişmeden “derin devlet”ler
var.
Mevsim sonbahar. Gecenin
karanlığı şafağa gebedir. Yaprakların sararıp dökülmeye başladığı günler de
bahara. Gömlek değişirken doğa 24 Eylül 1926 günü Çukurova’nın bereketli
topraklarında doğan; önce şair, ardından öykücü, romancı, yazar ve çevirmen
olarak hayatın her alanında eserleriyle yanı başımızda olan 140’tan fazla
kitaba imza atan, ne şeyh ne de mürit olan, Kâmuran Şipal 90 yaşında.
23 yaşında Varlık’ta 1949
Nisanında yayımlanan ilk ve bilinen tek şiiri doğduğu mevsimi anlatıyor: “Yine
bıraktığın gibi bu diyar/ Sen sonbahar şiirlerini severdin/ Yine sonbahar/
Gündüzler bulutlu,/ Geceler sisli ve serin./ Yine bıraktığın gibi deniz/ Rengi
senin yeşilin…/ Kanat çırpar yine kuşlar uzak illere/ Rüzgâr oynaşır ağaçlarda/
Yapraklar dökülür yerlere/ Yine bıraktığın gibi bu diyar/ Sen sonbahar
gecelerini severdin/ Yine sonbahar”
İlk ve orta okulu Adana’da
okuyan Şipal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal... gibi soluğu İstanbul’da aldı ama
doğuran annesinden, kentinden kopuş onu derinden etkiledi. Ana rahminden çıkış
gibidir aile ve doğduğu toprak rahminden ayrılış. Bütün öykü ve romanlarında
bunu nakış gibi işleyip durdu: “Sanırım insanın yaşamındaki en güzel yıllar
çocukluk çağını daha doğrusu onun belli
bir dönemini oluşturan ilkokul yılarıdır(...) Rüzgarlı bir havada renkli bir
uçurtma azar azar salınmış göğe, önce küçülmüş sonra görünmez olmuştur. Sonra
yine yavaş yavaş büyümüş, ip kasnağa sarılmaya başlanmıştır. Ve uçurtma çok
yükseklerde yaralar alıp incinmiş, kolu kanadı kırılmış bir kuş gibi yere
çakılmıştır. Bunca yıl başka kentlerde, yabancı ellerde eğleştikten sonra yola
çıkılırken alınması unutulmuş pek gerekli bir şeyi, onsuz yapılamayacak bir
şeyi almak için gerisin geri dönülmüştür. Unutulmuş bir şey ama ne? Yıkık bir
duvar, her an çöküvermesinden korkulan harap bir merdiven sokağa çıkıldıkça
karşılaşılan kör bir kuyu, daracık ara sokaklar, sokaklar içinde bir sokak,
köşe başında Şam tatlısı satan hacı, bir dilim karpuz, bir dilim kavun, tulum
peyniri...”
Namık Kemal, Tevfik Fikret,
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Cemil Meriç, Aydın Boysan, Reha Yurdakul, Ali Esin,
Halit Kıvanç, Doğan Hızlan, Metin Akpınar ve Metin Erksan’ın okuduğu, adını
okulu yaptıran 2. Mahmud'un karısından alan Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu.
Küçücük bahçesiyle öğrencileri yanında yıkılan Aksaray Postanesini 9 yıl konuk
eden bu okulun öğretmenleri de birbirinden değerliydi: Nurullah Ataç, İhsan Kongar, Reşat Ekrem Koçu,
Keyise İdalı.
İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Dostlukları sırdaşlıkları
ölene kadar süren okul (?) arkadaşı Behçet Necatigil ile tanıştı. İki yıl
asistan olarak çalıştı. İki yıllığına Almanya gönderildi. Dönüşte okuduğu
üniversitede emekli oluncaya kadar sürdürdüğü Almanca okutmanlığına başladı. Çok
sayıda öğrenci yetiştirdi. Kaynak kitap sözlük yoktu. Yanında taşıdığı not
defterine sözcükleri ve karşılıklarını yazıyordu. Çevirilerinde de bu not
defterini sözlük gibi kullandı. Almanca hem zor bir dil hem İngilizce,
Fransızca yanında gölgede kalmıştı. Ancak ikinci Dünya Savaşı’ndan Nazilerden
kaçanların estirdiği bir rüzgar vardı. Almanya’ya gidiş gelişlerini sürdüren
Şipal, Bayan Ingried ile evlendi.
İlk şiirinden bir yıl sonra Varlık
dergisinin 1950 Haziran sayısında “Karpuz Ticareti” adlı ilk öyküsü yayınlandı, ayrıca Türk Dili,
Yelken, Ataç, Yeni Dergi, Dönem dergilerine de yazdı. Çevirileri ile Alman
edebiyatı, sanatı, psikoloji, psikanalizi ve kültürü ile Türkçe arasındaki
dağları delmeye başladı. Sabahattin
Eyuboğlu gibi onun da evi kültür dergahıydı. “Evinde derinlemesine okumalar,
tartışmalar, edebiyat sohbetleri yapılırdı. Özellikle Kâmuran Şipal’le,
edebiyatın ana yapıtları üzerine yapılan bu sohbetler sürüp gitti.”
27 yaşında 1953 yılı “Türk
Dil Kurumu Öykü Ödülü”nü aldı. Behçet Necatigil’in şairliği çevirmenliğini,
Kamuran Şipal’in de çevirmenliği yazarlığını şairliğini gölgede bıraktı. Almanca
yazan ustaları bütün yapıtlarıyla Türkçeye kazandırmakla yetinmedi çağın en
etkili iletişim aracı olan radyo için Almancadan oyunlar çevirdi.
Seçkinci olup kendini toplumdan
soyutlamak yerine kalabalıklar içinde yalnız olmayı, sıradan yaşamayı yeğledi.
Yaşamı, özel dünyası ile öne çıkmaktan uzak durdu. 90 yaşına basan Şipal, kendisi ile
röportajlara, akademik, edebiyat tarihi araştırmalarına, anma etkinliklerine ve
hatta ona verilecek olan ödüllere plaketlere sıcak bakmayarak, kibarca geri
çevirerek kendi dünyasında üreterek yaşıyor ve ışık saçıyor.
Arjantinliler, “yalnızlık
kötü bir eşten daha iyidir”, İngilizler ise “yalnız giden çok yol alır” der.
Montaigne: “Kendimize, tümüyle bizim olan, başkalarının girmeyeceği, gerçek
özgürlüğümüzü oluşturabileceğimiz tam anlamıyla inzivaya çekilip yalnız
kalabileceğimiz küçük bir arka oda ayırmalıyız” ve Umberto Eco: “yalnızlık bir
tür özgürlüktür” diyor. Nursel Duruel'in “Karınca Çalışkanlığı, Ermiş
Sessizliği” diye tanımladığı Şipal, çevirilerine önsöz, sunu yazmayarak okur
ile çevirdiği yazar arasına girmediği gibi okuru etkilemek, aklına akıl katmak,
at gözlüğü takmak da istemedi. Çevireceği yazarları kendisi seçtiği gibi bir kaç
istisna dışında şiir çevirmeye de pek yanaşmadı. Franklin “İnsan kendi başına koştuğu yarışı
da kazanabilir” dediği gibi kendiyle
yarıştı ve kazandı. Sömürüldü ama kimseyi sömürmedi. Çok kırıldı ama kimseyi
kırmadı, incitmedi. Çünkü empati eşiği yüksek kişilerden biriydi.
1964’te ikinci öykü kitabı
“Elbiseciler Çarşısı” ile “Sait Faik
Hikâye Ödülü”nü, 24 yıl sonra 1988’de son öykü yapıtı “Köpek İstasyonu” ile “Türkiye
Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü”nü alan Kâmuran
Şipal ilk romanı “Demir Köprü”yü
1999’da yayınladı. 11 yıl sonra da
2010’da son romanı “Sırrımsın Sırdaşımsın” ile 2011 “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü
aldı. 2011’de “Tarabya Yaşam Boyu Çeviri Ödülü” verildi.
Kâmuran Şipal kendini neden
anlatmaz, adına düzenlenmek istenen etkinliklere, verilmek istenen plaketlere
sıcak bakmaz diyenlerin bilmediği bir şey daha var. Aslında yazdığı öykülerde,
romanlarda ve çevirilerinde kendisi var;
kendini, insanı, yaşamı, dünyayı resimliyor. Yaşamı sırrı, yapıtları
sırdaşıydı.
Yalın, duru, açık, sade, düz,
abartısız, kısa dili ve anlatımı yaşamı gibidir, Şipal’in. Düşünceleri
duyguları sömürmeyi, okuru büyülemeyi değil duygu düşünce tahterevallisinde hoş
bir yolculuğa çıkarmayı yeğler. Yapıtlarında mitoloji, masallar, efsaneler,
yerli yabancı düşünür, yazarlar, şairlerden sözler, dini kutsal kitaplardan
alıntılar, Tarihi kişiler, olaylar, yerler, dile düşünceye dolanan, (“Sırrımsın
Sırdaşımsın” romanına ad olan) türküler... okuru okşar durur. Anadolu, Çukurova ağzı
zaman zaman yemeğe katılan baharat gibi kendini hissettirir, rahatsızlık
vermez.
Almancadan derken sadece
Almanya ve öykü roman akla gelmesin. Bugün psikiyatriden pedagojiye bir çok
alanda uzmanından halka kaynak olan yapıtların çevirmenidir Kamuran Şipal.
Yediden yetmişe herkes anlar çünkü jargonu yoktur.
Adler, Bachmann, Borchert, Böll, Brauche,
Brecht, Brod, Canetti, Freud, Graber, Grass,
Hesse, Hoffmann, Janouch, Jung, Kafka, Mann,
Musil, Rilke, Roth, Schank, Schillemeit, Wagenbach, Weyrauch, Zeller, Zulliger,
Zweig... Çin, Eskimo, Grimm, Mısır ve
Moğol Masalları...Ve kitaplaşmayan dergilerin radyo seslerinin arasında kalan
çeviri yazılar ve oyunlar. 30 yazar (bir çoğunun bütün yapıtları) 142 kitap çevirisi...
Bir öyküsünde “Yaşadığı
hayatın bir anlamı olmasını isteyen biriydim. Benim yaşadığım hayat anlamsızdı
da bunu kendi gözlerimden saklamak için insanlık sevgisi, insanlığa hizmet gibi
masallar uydurmuyor muydum acaba?” sorusunu soruyor. Yanıtını onun yaşam
sırdaşı olan arkadaşı Behçet Necatigil önce Nick’ten çevirdiği: “Biz hepimiz tarifsiz
yalnızlıklar içindeyiz,/ Çünkü derinliğimiz bilinmez başkasınca/ Duyulmaz
sesimiz seslensek de bir dosta,/ Yalnızız okunmayan mektuplarımızla/ Büyür
içerlere doğru benliğimiz” sonra Rilke’den çevirdiği: “Yalnızlık bir yağmura
benzer./ Yükselir akşamlara denizlerden,/ Uzak, ıssız ovalardan eser,/ Ağar
gider göklere, her zaman göklerdedir/ Ve kentin üstüne göklerden düşer” dizeleriyle
veriyor.
Yalnızlık değil onunkisi
“özgürlük ve bağımsızlık.” Ne diyor Özdemir Asaf “Yalnızlık, yaşamda bir an,/
Hep yeniden başlayan.../ Dışından anlaşılmaz./ Ya da kocaman bir yalan,/
Kovdukça kovalayan../ Paylaşılmaz./ Bir düşün'de beni sana ayıran/ Yalnızlık
paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”
Nice yıllara Kâmuran Şipal. Nasıl
sen bizi yalnız bırakmadın yağmur gibi gökten yağan yapıtlarınla okurların alkışlıyor seni, her
daim tıpkı senin gibi “dimdik ayakta.”
KAMURAN ŞİPAL’E
VEDA
Ömer LEKESİZ
Çevirmen
ve öykücü Kamuran Şipal, geçtiğimiz perşembe günü İstanbul’da öldü.
Garip
bir paradokstur: Tanıdığımız birinin ölüm haberini aldığımız anda, onunla
ilgili zihnimizin karanlıklarına gömülmüş hatıralarımız hemen yüzeye çıkıverir
ve ölüm ile bu türden bir hareketin berzahında, öleni hatıralarıyla kendi
canımızda canlı tutarız.
“Ölenin ardından yazı yazmak aslında kendini
anlatmaktır” şeklindeki genel hükme bağlı kalarak, yaşarken tanıdığım Şipal’le
ilgili tüm hatıralarımı sayıp dökmek niyetinde değilim. Sadece şahsiyeti
hakkında bir beyana vesile olması bakımından, şu kadarını nakletmek isterim:
Şipal
ile 2000’li yılların başında beni telefonla aramasıyla tanışmıştım. Yeni Türk
Edebiyatında Öykü (Şule Yayınları) adlı çalışmamda kendisine yer verdiğim için,
nezaket göterip, teşekkür etmek için aramıştı.
Sonrasında
telefon görüşmelerimiz ara ara devam etti. Sanırım 2008’de, benden bir
istirhamda bulunacağını belirterek yüzyüze görüşmek istedi.
Kocamustafapaşa’nın
ara sokaklarında, onun müdavimi olduğu bir mahalle kahvesinde buluştuk. Bir
Alman yazarından yaptığı ve Selim İleri aracılığıyla bir yayınevine teslim
ettiği çevirinin, yayınevinin el değiştirmesi nedeniyle kaybolduğunu
söyleyerek, bulunması konusunda yardımımı istemişti.
Şipal,
görüştüğümüz ortamın mütevazılığıyla azami uyum içindeydi. Kısık sesle,
özellikle de talep kipinde konuşurken, yüzü mahcubiyetle gölgeleniyor, bir
küçük memur ürkekliğinin jest ve mimiklerine yansımasına engel olamıyordu.
Okey
taşlarının şakırtıları arasında, ne dediğini duyabilmek için kendimi zorladığım
Şipal, hiç de Kafka çevirmeni ve ’50 kuşağından ünlü bir öykücü gibi
görünmüyordu; halktan biri olarak, azami sadelik içinde, adeta Anadolu’nun
kavruk insanını tek başına temsil ediyordu.
Benim
daha onu tanımadan seçkin bir öykücü olarak zihnime kazımamın nedeni de bu
değil miydi zaten? ’50 kuşağı öykücüsü olduğu halde, Faşist-Solun, halkı
küçümseyen bakışına, din düşmanlığına hiç katılmamış, Nişantaşı’nın som cahil
ama her konuda gevezelikde mahir entelleriyle çağdaşlık parodisi oynamamış,
Kocamustafapaşa’da, ta Yelken dergisinden tanıştıkları, merhume Afet Ilgaz ile
dostluğunu sürdürmeyi tercih etmişti.
İlk
yüzyüze görüşmemizden sonra, Şipal ile telefonla süren irtibatımız, Gezi Eşkıya
Kalkışmasıyla birlikte bitti.
Tahmin
edilebileceği gibi, Şipal, asla Gezici eşkıyadanyana olmamıştı, ama ahlak
sahibi birkaç Solcuyla birlikte oluşturmaya çalıştığımız gri alanın, yine
onların eliyle Gezi’de hoyratça tahrip edilmesi sonucunda oluşan kırgınlığım,
az ya da çok Sol tanımlı herkesi kapsayıverdiğinden, Şipal’i de aramadım.
Doğrusu yaşça küçük olduğum için benim onu aramam gerekirdi, ama ben aramayınca
o da beni aramadı.
Hatıralarımı
burada kesip, Şipal’in çevirmenliğine ve öykücülüğüne gelecek olursam:
Şipal’in,
Almanca’dan çevirileri, sorunlu çeviriler olarak eleştirilirdi. Buna rağmen
Kafka başta gelmek üzere Thomas Mann, Hermann Hesse, Rainer Maria Rilke, Elias
Canetti, Carl Gustav Jung, Heinrich Böll, Alfred Adler, Wolfgang Borchert,
Sigmund Freud, Günter Grass, Robert Musil v.b. önemli yazarları benim kuşağım
onun yaptığı çeviriler sayesinde okumuştu. Yanlış okuduk ya da doğru okuduk
bilemem ama Kafka ve Canetti özelinde söyleyecek olursam, en azından Yahudi
teolojisiyle modern roman ilişkisinin ilk ve en sıhhatli örneklerini benim
kuşağımın Şipal’in çevirileriyle öğrendiği aşikardır.
Şipal’in
öykücülüğü ise, kimi eleştirmenlerin fazla Kafkaeks bulmalarına rağmen, daima
teslim edilmiş bir hak olarak görüldü.
Şipal’in
öykülerini eşzamanlı ve karşılıklı tartışarak okuduğumuz merhum Ramazan Dikmen,
onun Köpek İstasyonu’ndaki öykülerini değerlendirirken, Şipal’in, Buhurumeryem
ve Büyük Yolculuk öykülerine göre zaman zaman dil olarak yorgunluk belirtileri
gösterdiğini, yine de iyi ölçülüp biçilmiş, tüm öyküsel ögeleri yerli yerinde,
kurguları sağlam yeni öyküler yazabildiğini söylemişti.
Benim
görüşümse, asıl Buhurumeryem ve Yed-i Beyza öyküleriyle tanınan Şipal’in, bu
öykülerine ad olan terimlerin büyüklüğünün altında ezilmekten hiç
kurtulamadığıdır.
O
artık öteye de geçtiğine göre, bu eleştirimi de bir kenara bırakıp, Şipal’i
hayırla yad edeceğim.
Ama
biliyorum ki, Necip Fazıl’dan, Mustafa Kutlu’dan birer oyunun sahnelenmesine
bile tahammül gösteremeyen CHP’nin Sol-Kemalistleri, her şeyden önce halktan
biri olmaları nedeniyle değerli kimi sol yazarları unuttukları, gibi Kamuran
Şipal’i de çabucak unutacaklardır.
KAMURAN:
Ömer Lekesiz / Kâmuran Şipal’a Veda (yenisafak.com, 22.09.2019).