Divan şairi (D. ?, Edirne
- Ö. 17 Mart 1509, İstanbul). Asıl adı İsa’dır. Âşık Çelebi’nin belirttiğine
göre, Edirne’de bir hanımın kölesiydi. Bu hanımın yardımıyla iyi bir öğrenim
gördü. Şiirleri ve hattatlığıyla tanındı. Şöhreti Saray’a ulaşınca, İstanbul’a gitti ve divan kâtipliğine atandı. Fatih
Sultan Mehmet’ten sonra yeni padişah II. Bayezid’in de takdirini kazandı ve
Bayezid’in büyük oğlu Şehzade Abdullah, Karaman Sancağına gönderilirken onun
divan kâtibi oldu. Şehzade Abdullah’ın ölümü üzerine yeniden İstanbul’a (1483)
döndü. Kazasker Müeyyetzade Abdurrahman Çelebi’nin himayesine girerek Divan’ını
onun adına düzenledi. Manisa Sancağına atanan Şehzade Mahmud’un nişancılığına
getirildiyse de bu görevi kısa sürdü. Şehzade ölünce İstanbul’a dönerek Vefa semtindeki
evine çekildi ve yeni bir resmî görev almadı.
XV. yüzyılın, Ahmed
Paşa’dan sonra en büyük şairi sayılan Necatî’nin önemi, gerek gazel ve gerekse
kasidelerinde Türkçe kavramlar, atasözleri ve halk deyimlerinin geniş yer
tutmasından dolayıdır. Şeyhî ve Ahmed Paşa, İran şairlerinin etkisinde
kalmışken, onun şiirlerinde yerli motiflere ağırlık vermesi, yeni konuları arı
ve duru bir dille işlemiş olması her dönemde sevilen, beğenilerek okunan
şairler arasına girmesini sağladı. Necatî, bu nedenlerle de Türk divan şiirinin
kurucularından sayılır. Alışılmış mazmunların dışına çıkmayı başardığı
şiirleriyle kendisinden sonra gelen Baki, Yahya, Neşatî, Nailî, Nedim, Enderunlu
Fazıl ve Fuzuli gibi çok sayıda ünlü şairi etkiledi. Örneğin Fuzuli’nin bir
gazelindeki ünlü:
“Ne yanar kimse bana
ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı
sabadan gayri”
biçimindeki beyti, Necatî’nin:
“Beni ağlan beni kim
üstüme gelmez ölücek
Bir avuç toprak atan
bad-ı sabadan gayri”
beytinin etkisini taşımaktadır. Necati Bey
Divanı (1963), Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan tarafından bastırıldı.
KAYNAKÇA: Lâtîfî / Tezkire (1896-7) - Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve
Tabsıratü’n-Nuzamâ (haz. Rıdvan Canım, 2000), Bursalı Tâhir / Osmanlı
Müellifleri (c. II, s. 435), Ali Nihad Tarlan / Necâtî Beğ Divanı (1963),
Fevziye Abdullah Tansel / “Necâtî Bey” (İslâm Ansiklopedisi, c. IX, 1964),
Mehmet Çavuşoğlu / Necati Bey Divanı’ın Tahlili (1971), Sehî Bey / Heşt Bihişt-Sehî
Beğ Tezkiresi (haz. Günay Kut, 1978), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990,
1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish
Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People
(2013), Hüseyin Atabaş / Kale ve Bozkır (s. 58, 1994), Büyük Türk Klasikleri
(c. 2, 2002).
Çıkalı
göklere âhım şereri döne döne
Yandı
kandili-i sipihrün ciğeri döne döne
Ayağı
yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın
Zevk
u şevk ile verir cân ü seri döne döne
Şâm-ı
zülfünle gönül Mısr-ı harâb oldu deyu
Sana
iletti kebûter haberi döne döne
Sen
durub raks edesen karşuna ben boyun eğem
İne
zülfün koça sen sim-beri döne döne
Kâbe
olmasa kapın ay ile gün leyl ü nehâr
Eylemezlerdi
tavâf ol güzeri döne döne
Sen
olasan deyu yer yer asılub âyineler
Gelene
gidene eyler nazarı döne döne
Ey
Necâti yaraşır mutribi şeh meclisinin
Raks
urub okuya bu şi’ri-teri döne döne
Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı
Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı
Beni ağlan beni
kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı
Ne belâdur bu ki hâl ü hatun âşüfteleri
Çeke hecr âteşini bunca belâdan gayrı
Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzini
Âşıkun kimisi var ola Hûda'dan gayrı
Ne garaz eyleye uşşâk visâlün var iken
Ne murâd idine bîmâr devâdan gayrı
Ol elif kaametün ile kaşuna râ diyeli
Gönlümi eğleyimez kimse buradan gayrı
Yüzine tutsa Necatî ne aceb haclet elin
Nesi var yüze gelür dest-i duâdan gayrı
Bir
yüzü gül gonca-leb dil-dâr dersen işte sen
Sen
güle bülbül gibi kim zâr dersen işte ben
Zülfü
anber boyu ar’ar serv-kadd ü lâle-had
Bir
semen-ber gonca-leb dil-dâr dersen işte sen
Mihnet
ü derd ü gam-ı aşkınla olmış haste dil
Bir
belâ-keş âşık-ı didâr dersen işte ben
Hecr
ile cân ü gönül mülkünü yağmalar kılur
Bir
kaşı yâ gözleri mekkâr dersen işte sen
Her
zamânda der Necâti hây ömrüm hâsılı
Zülfümün
dârına kim ber-dâr dersen işte ben
Gerçekte Necati'nin
tek eseri bir divandan ibarettir ve bu eser ona Osmanlı edebiyatında seçkin bir
yer sağlamakta yeterli olmuştur. Necati'nin Nesimî gibi bir ilhama sahip
olmadığı doğrudur. Oldukça sıkılgan bir şairdir ve bir an bile kendi mevkiinin
ne olduğunu aklından çıkarmaz. Buna rağmen dönemin umûmî hükmüne göre, o güne kadar görülen Türk
şairlerinin en büyüğüdür. Seleflerinden
daha sanatkar, daha mahir ve daha orjinaldir. Ahmed Paşa'nın izinden gitmekle birlikte onun eseri bu
yol açıcı şairin eseri gibi bir adaptasyonlar
ve tercümeler yumağı değildir. Eğer şiirleri Cem'in şiirlerinde bulunan
mertlikten yoksunsa bu, mısralar üzerinde inceden inceye durulmasından ve
zarifleştirilmesindendir. Cem'in şiirlerinde kendi şahsiyetinden kaynaklanan bir orjinallik vardır; Necati'nin eserinin
orjinalliği ise şairin yaratıcı hayal gücünden kaynaklanmaktadır.
Şiirlerinde çok bulunan mecazlar İrânî tarzda olmakla birlikte herhangi bir divandan alınmış değildir; şairin kendi
kabiliyetinin tatbiki ve müşahadeleri
sonucudur.
Bütün tezkireciler Necati'yi, zamanına kadar
Anadolu'da yetişen şairlerin en büyüğü olarak tanımakta birleşmektedirler. Dostu Sehi
ayrıntılara girmemekle beraber tabiatıyla şairin medhi konusunda oldukça gayretlidir.
Bakî gibi
bir dehadan ve Fuzûlî gibi bir şairin henüz İstanbul'da ismen bilinmediği sıralarda eserini yazan
Latifi, Necati'nin en büyük Türk şairi olduğunu açıkça ifade eder ve onun
şiirleri durdukça bir divan düzenlemeye kalkışmanın gereksiz olduğunu söyler. Aynı yazar, şairin baştan
sona sürdürdüğü ve başkalarıyla kıyaslandığında
şiirini üstün kılan usta işi muvazene ve ahengin oldukça mükemmel olduğunu belirtir. Şairin orjinalliğini de
medhederek tamamıyla kendisinin olan ve başka hiçbir şaire benzemeyen
bir üslubu olduğunu söyler: "Bol mecazlı
mısralarında dil, ruhunu bulur ve kendisinden sonra gelen şairler bu ifade yolunda onu izler." Şiir hakkında
hüküm verebilecek durumda olanlar da Latifi'yi izleyerek mecazlardaki hüneri
dolayısıyla ona Tûsî-i Rum (Firdevsi) ve Sultanu'ş-Şuara unvanını verirler; bu
meslekte daha sonra gelenlerin takdirini göstermek için tezkirecimiz, meşhur
şairlerden İshak Çelebi tarafından yazılmış bir beyti nakleder:
Şi'rün
dilersen okuna makbul-i halk ola
Safî Necâtî' şi'ri gibi pür mesel gerek
Latifî'nin naklettiği
diğer şiir daha aşağı derecede şairlerden Tâliî adında birine aittir.
Latifi, yukarıdaki
sözlerine devam ederek Necati'nin, üslubundaki güzellik dolayısıyla
kendisinden önce gelen bütün şairlerin eserlerini ilga olunmuş kitaplar
derekesine (inen basamak, inen derece) düşürdüğünü söyler. Herkesin, Necati'nin
şiirine neden bu kadar itibar ettiğinin sebebi olarak da bir aşığın kalbinin samîmi
ifadeleriyle birleşmiş mükemmel tatlılığı ve çok bol mecazlarındaki uygunluğu gösterir.
Aşık, bu konuda biraz
daha sakindir; Necati'nin Anadolu'yu bülbül bahçesine ve papağanların şeker
koruluklarına çevirdiğini; memleketinin şairlerini, İran şairlerinin atmayı
âdet haline getirdikleri kınama taşlarıyla yaralanmaktan koruduğunu söyler.
Necâtî'yi selefi Ahmed Paşa'yla kıyaslarken Ahmed Paşa'nın
sanatkârlıkta üstün olduğunu söylemekle birlikte aralarındaki farkın büyü ile mucize arasındaki fark ya da mum
ışığı ile güneş ışığı arasındaki fark gibi olduğunu belirtir. Aynı münekkit
şairin eserinin, halefi Zâtî'nin eserinden farkını izah ederken Zâtî'nin
şiirlerinde ince bir çalışmanın neticesi olarak bir zorlamanın bulunduğunu, Necati'nin şiirlerinde ise herhangi bir gayrete
girilmeden tabî bir hünerle
ifadelerin yerini bulduğunu söyler. Latifi gibi Aşık Çelebi de
Necati'nin bütün şiirlerini baştan sona varolan aynı derecedeki mükemmelliği,
etkili mecazları ve birçok kavramlardaki orjinalliği dolayısıyla medheder.
Necâtî'yi Anadolu şairlerinin ilk büyük üstadı sayar ve mısralarının çoğunun atasözü gibi kullanıldığını ifade eder. Bu
asırda çok parlak bir şairin yetişmiş
olmasının da şaşırtıcı olduğunu ilave eder.
Hasan Çelebi de her zamanki üslubuyla Necati'nin
şiirlerini özellikle gazellerdeki ve mecazlarındaki hüner dolayısıyla medheder;
bu medhin bir delili olarak da babası
Kınalızâde Âlî'nin şu beytini nakleder:
Haşre dek her şair ü kâmil dise şi'r ü gazel
Gelmiye kimse Necâtî gibi mahir fı'1-mesel
Âlî, önceki münekkitlerin hükümlerini,
Necati'nin eserinin tamamında eşit derecede
var olan mükemmellik hakkındaki görüş müstesna olmak üzere onaylamaktadır. Bu şairin Hâfız-ı Rum şeklinde
anlatılmasının doğru olmadığını söyler.
Heşt-behişt ismiyle ilk sekiz Osmanlı sultanının Farsça Vekâyînâme'sini yazan tarihçi
İdris, Necâtî hakkında oldukça yüksek bir üslup kullanır ve ona Hüsrev-i Rum der. Âlî bu unvana karşı çıkar; ancak
bunun, kendisinden önce gelen Türk
şairleriyle kıyaslandığında onların en büyüğü anlamına geliyorsa o
takdirde uygun olacağını, aksi halde gazelleri gibi mesnevileri de aynı ölçüde meşhur olan İran şairi Hüsrev-i Delhî arasında
bir kıyaslama yapma gayesinin beyhude
bir gayret olacağını ifade eder.
Latifi, Necati'nin
şiirlerinin çoğunun, büyüyüp yetiştiği Kastamonu'da yazılmış olması dolayısıyla
şiirlerinde bu bölgeye garip gelen kelimeler olduğu kadar
mahallî âdetlere yabancı olabilecek kinayelerin de bulunduğunu söyler. (…)
(Osmanlı Şiir Tarihi, c. 1, çev. Ali Çavuşoğlu, 1999).