Nâbî

Divan Şairi

Doğum
Ölüm
Diğer İsimler
Yusuf (asıl adı)

Divan şairi (D. 1642, Urfa - Ö. 1712, İstanbul). Asıl adı Yusuf’tur. Hacı Gaffarzadeler diye bilinen ve âlimler yetiştirmiş bir ailedendir. Babasının adı Seyyid Mustafa’dır. Urfa’da iyi bir öğrenim görerek Arapça ve Farsçayı şiir yazacak derecede öğrendi. Arzuhalcilik (dava vekili) yaptı. Yirmi dört yaşlarında İstanbul’a (1665) giderek Musahib Mustafa Paşa’ya sunduğu medhiye üzerine onun divan kâtibi oldu. 1671’de yapılan Lehistan seferine IV. Mehmed’le birlikte katıldı. Kamaniçe Kalesinin fethi üzerine yazdığı Fetihnâme ile padişahın büyük ilgisini gördü. 1678 yılında hacca gitti. Dönüşünde kethüdalığa (kâhya) tayin edildi. Mustafa Paşa’nın Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı) göreviyle saraydan uzaklaştırılarak Mora’ya gönderilmesi sırasında onun yanında bulundu. Paşa’nın ölümünden sonra da Halep’e gitti. Devletçe sağlanan özel imkânlardan yararlanarak yirmi beş yıl rahat bir hayat yaşadığı Halep’te evlendi ve eserlerinin büyük bölümünü orada yazdı. Ayrıca bu dönemde İstanbul, Manisa ve Erzurum’daki dostlarıyla yazışarak onlara şiirler ve tebrik kasideleri gönderdi. Halep’e vali olarak gelen Baltacı Mehmet Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi üzerine onunla birlikte İstanbul’a (1710) döndü. İstanbul’da üstad bir şair olarak büyük saygı gördü. Şeyhü’ş-şuara (şairlerin en büyüğü) sayılmaya başlandı. Ömrünün son yıllarında Darphane Eminliği  görevinde bulundu. Ağır hasta iken yazdığı ve ölüm tarihini belirttiği kıta mezar taşına işlendi. Karacaahmet Mezarlığında gömülüdür.

Osmanlı hükümdarlarının altısını gören Nâbi’nin devri, yeniçerilerin başkaldırdığı, vezirlerin mal ve mülkünün gasp edildiği, devletin siyasî ve sosyal durumunun bozulmaya başladığı, Osmanlının duraklama dö-nemidir. Bu dönemde saraydan ve devlet büyüklerinden yardım umarak onlara nazireler yazan pek çok şair türedi. Nâbi, bu şairler arasında farklı bir tarz geliştirmeyi başardı. Kendisini takip edenlerle birlikte bir “Nabi mektebi” kurdu. Bu mektebin başlıca özelliği, bilgi ve düşünce unsurlarını didaktik (öğretici) bir zihniyetle ifade etmekti. Nabi’nin oğluna da sade, mütevazı bir hayat sürmesini, felsefe hariç bütün ilimleri, özellikle dinî ilimleri öğrenmesini, hayatını her zaman “orta tabaka” içinde sürdürmesini önerdiği bilinmektedir. Şiirlerinde sık kullandığı “terazi” imgesi, hayatının sürekli bir denge arayışı içinde olduğunu ortaya koyar.

Şeyhi’nin kaydettiğine göre; “sohbeti leziz, külfetsiz, seriü’l intikal, bediü’l-irtical, gayet güzel ve tatlı konuşan” bir kimsedir. Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi onun güzel besteler yaptığını, musikîde de üstat olduğunu belirtir. Bu yönünün eserlerine gizli bir lirizm kazandırdığı söylenmektedir. Doğu dillerini ve İslâm ilimlerini iyi bilen, İslâm medeniyeti edebiyatına vakıf olan şair, divan şiirinde konu olarak hep aynı temaların seçilmesini ilk eleştiren şairdi. Didaktik şiire büyük önem veren Nabi, devrinin bozulan sosyal, siyasî, ahlâkî durumu karşısında insanları dine, ahlâk ve fazilete çağırdı. Şiirlerinde, özellikle mesnevi tarzında yazdıklarında, tasavvuf ve hikmet konularına geniş yer verdi. Eserlerinde Osmanlı toplum düzeni hakkında görüşlerini de ayrıntılı olarak dile getiren Nabi; para, mevki ve eğlence ihtirasını da eleştirir. O, bu yönüyle devrinin sosyal ve tarihî olaylarının bir aynası olarak görülmektedir. Elli yıldan fazla süren sanat hayatı süresince, devrinin ihtiyaçlarına uygun eserler vererek çevresinin düşünüş ve sanat anlayışı üzerinde önemli bir tesir ortaya koydu. Divan şiirinde bir yenilik gibi görünen bu tarz, daha sonraki yüzyıllarda daha büyük bir önem kazandığı için şairin etkisinin de uzun süreli olduğu değerlendirmesi yapılmıştır.

Gazelde açık bir dille yazmanın gerekliliğini öne sürmüşse de kimi gazellerinde bu kurala uymadığı, karmaşık, bol sanatlı ve ağdalı bir dil kullandığı görülür. Ancak didaktik şiirlerinde fikrini söz sanatlarıyla süslemeden, doğrudan anlatma yolunu seçtiği ve sade bir dil kullandığı için beyitleri birer vecize gibi günümüze kadar ezberlenerek gelmiştir. Bu yönüyle Divan edebiyatında Bağdatlı Ruhi’den sonra bu tarz şiirin en büyük temsilcilerinden sayılır. Kusursuz dili ve sağlam tekniğiyle de edebiyatımızın en büyük şairleri arasında yer alan Nabi, şiirlerinde İstanbul Türkçesini kullanır. Sözlüklerden kelime taramak suretiyle gazel yazanlarla da şu beyitte olduğu gibi alay eder:

 

“Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garîbi

Divan-ı gazel nüsha-i kâmus değildir”

 

Devrin önemli şairlerinden olan Sâbit, Râmî Mehmed Paşa, Sâmî, Seyyid Vehbî, Koca Ragıp Paşa gibi şairler, “Nabi mektebi”ne mensup olup şiirlerini onun etkisi altında yazmışlardır. Nabi’nin Türkçe Divan’ı hacim bakımından eski edebiyatın en büyük divanları arasındadır. Ayrıca, yaşadığı devrin özelliklerini yansıtması bakımından önemi büyüktür. Eserdeki şiirlerin çoğunluğunu hikmet ve tasavvuf unsurları oluşturur. Tercüme-i Hadis-i Erbain, Cami’nin kırk hadis tercümesinden yapılmış nakillerdir (Gen. bilgi için bkz. Abdülkadir Karahan, İslâmî Türk Edebiyatında kırk hadis toplama, tercüme ve şerhleri, 1954 ve Kırk Hadis Çevirisi, Necip Âsım tar. Millî Tetabbular Mecmuası, s. 4. 1912). Hayriyye adlı eseri, şairin oğlu Ebulhayr için Halep’te yazdığı mesnevi şeklinde bir nasihatnamedir. Hayrabad, Feridüddin Attar’ın eserinin genişletilerek yapılmış bir tercümesi olup mesnevi şeklindedir ve Fransızcaya da çevrilmiştir (1887). Surname, 1675’te Edirne’de IV. Mehmed’in şehzadeleri için yapılan sünnet düğününü tasvir eden manzum bir eserdir (Geniş bilgi için bkz. Âgah Sırrı Levend, Nabi’nin Surnamesi, 1944). Fetihname-i Kamaniçe, içinde manzum parçalar da bulunan bir eser olup, Lehistan seferine dair bir gazavatnâmedir (Tarih-i Kameniçe adıyla basıldı, 1864). Tuhfetü’l-Harameyn (1849) şairin hac seyahatinin izlenimlerini dile getiren mensur bir eserdir. Zeyl-i Siyer-i Veysî adlı eser, Veysi’nin Hz. Peygamber’in doğumundan Bedir Savaşına kadar gelen hayatını içine alan siyer (Hz. Peygamber’in hayat hikâyesi) kitabına zeyl (ek) olarak yazılmıştır ve Mekke’nin fethine kadar dönemi içine alır (Bulak, 1832). Münşeat adlı eser ise şairin özel ve resmî mektuplarını içine alan bir mecmua olup devrinin sosyal hayatıyla ilgili örnekler içermektedir.

“Nabî’nin ekol sahibi oluşu, onun düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren sanat anlayışıyla yakından ilgilidir. İnsan, hayat ve toplumla ilgili görüşlerini, çağının huzur ve sükundan yoksun insanına doğru yolu göstermeyi, öğüt vermeyi amaç edinmiş düşüncelerini, Nabî şiirinde vermeye çalışmıştır.” (Mine Mengi)

ESERLERİ:

Divan (1841, 1875), Divançe (Farsça), Terceme-i Hadis-i Erbain (kırk hadis çevirisi, Necip Asım tar. Millî Tetabbular Mecmuası, s. 4. 1912), Hayriyye (Halep’te iken oğlu Ebulhayr için yazdığı ahlâk öğütleri veren mesnevisi, 1889. Fransızcaya da çevrilmiştir. 1887), Hayrabad (mesnevi, yaz. 1705), Surnâme (1675 yılında IV. Mehmed’in şehzadeleri için Edirne’de yaptırdığı sünnet düğünlerini anlatır. Agâh Sırrı Levend tar. Nâbî’nin Surnamesi adıyla, 1944), Fetihnâme-i Kameniçe (düz yazı, Lehistan seferini anlatır, Tarih-i Kameniçe adıyla, 1864), Tuhfetü’l-Haremeyn (Hac yolculuğunu anlatan gezi notları, düzyazı, 1849), Zeyl-i Siyer-i Veysî (Veysî’nin Siyer kitabına zeyl, Bulak, 1832), Münşeât -ı Nâbî (özel ve resmî mektupları).

KAYNAKÇA: Abdülkadir Karahan / Nabî (1953, gen. bas. 1987), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri II (1972), Mehmet Kaplan / Nabî ve Orta İnsan Tipi (Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-I, 1976), Haluk İpekten / Eski Türk Edebiyatı – Nazım Şekilleri- (1985), Samim Kocagöz / Nabi’nin Park Kahvesi (Bir Şehrin İki Kapısı, Kasım 1985), Mine Mengi / Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nabî (1987), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1999), Menderes Coşkun / Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nabi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i (2002).

GAZEL 1

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Bir neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz

 

Çok da mağrûr olma kim mey-hâne-i ikbâlde

Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

 

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine

Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz

 

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest

Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

 

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır ser-mâyesi

Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

 

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh

Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı i'tibârın görmüşüz

 

Kâse-i deryûzeye tebdil olur câm-ı murâd

Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz

GAZEL 2

Bir devlet içün çehre temennâdan usandık

Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık

 

Hicrân çekerek zevk-ı mülâkaatı unutduk

Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık

 

Düşdük katı çokdan heves-i devlete ammâ

Ol dâiye-i dağdağa-farmâdan usandık

 

Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz

Bir yâr içün ağyâr ile gavgaadan usandık

 

Nâbi ol âfetin ahvâlini nakl it

Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık

GAZEL 3

Sipihrün gerdişin yad eyleyüp ahterden el çekdük

Yemün çin-i cebinin seyr idüp gevherden el çekdük

 

Bu bezmün talib olduk biz dahi sahbasına amma

Görüp sâkîde rûy-i itminan sâgardan el çekdük

 

Tuyup meylin hazâna şâhid-i gül-zâr-ı terk itdük

Görüp destâr-ı ağyar üzre verd-i terden el çekdük

 

Olup dil bûte gibi tâb-ı hicrân ile germ-i ülfet

Temennâ-yı visâl-i yâr-i sîmin-berden el çekdük

 

Safâ-yı hâtır üzre olmayan ihsanı neylerler

Görüp sûz-i derûnın micmerün anberden el çekdük

 

Virüp ser-rişte-i gavgaya faysal baht u tâli’le

Feragat eyledük şemşirden hançerden el çekdük

 

Gelû-yı şîşe ile pây-ı humla eğlenüp Nâbî

Giribân-ı hevesden dâmen-i dil-berden el çekdük

DİVAN ŞİİRİNDE TAŞRA VE KENÂR

XVII. yy’ın büyük şâirlerinden Nâbî, özel derslerle tahsilini Urfa’da tamamlamış, 23 yaşında İstanbul’a gelmiş, saltanatın nimetlerinden faydalanarak el üstünde tutulmuştur. Ancak gerileme devrinin çalkantılarının doğurduğu sıkıntılara dayanamayarak 22  yıl sonra İstanbul’dan ayrılıp Haleb’e gitmiştir. 25 yıl sonra  tekrar İstanbul’a dönüşündeki ömrünün son bir yılıyla birlikte 70 yıllık uzun hayatının  sadece 23  yılını İstanbul’da geçirmiştir. Buna rağmen İstanbul onun için herşeydir. Kendisi bir taşra çocuğu olarak taşrayı, taşralıyı, kenar muhitleri beğenmez. İstanbul’un güzelleriyle taşra güzellerini karşılaştırdığı şu beytinde;

 

Bilen hâk-i Sitânbuldur rüsûm-ı şîve vü nâzı

Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz

 

nâz ve edânın usulünü İstanbul güzellerinin bildiğini, kenârın güzellerinin nâzik de olsalar nârin ve cilveli olamayacaklarını söyler. Yine Dîvânında geçen başka bir beytinde de ilmin, irfânın ve bütün güzelliklerin merkezinin İstanbul olduğunu, kendi  kendisine, İstanbul’da yaşamasını ve bu güzellikleri bırakıp kenâra meyletmemesini öğütler.

 

Merkezle âşinâ ol etme muhîte rağbet

Müstağrık-ı hakîkat meyl-i kenârı neyler

 

Aşağıdaki  beytinde de Nâbî, kenar yerlerde bulunan dilberlerin tatsız, tuzsuz olduğunu , İstanbul’da ise gerçek güzellerin bolca bulunduğunu söyler.

 

Hüsn-i nemek be-dûş bulunmaz kenârda

İstanbul içre Nâbî o da rây-gân olur

 

Nâbî, bu konuya Hayriyye’sinde[10][10] de yer vermiştir. Aşağıdaki beyitlerde İstanbul’u anlatırken hünerin, marifetin değerinin anlaşıldığı yerin İstanbul olduğunu,  taşralarda okuyanın, anlayanın bulunmadığını, taşralıların hünerinin sadece para kazanmak olduğunu, sanat ve marifetin kökünün kazındığını zenginliklerinin ziraat, ticaret ve faizciliğe dayandığını, gerçek zenginlik olan, marifet ve kültürden ise hiç eser bulunmadığını söyler.

 

Andadur mâ-hasal-ı kadr ü hüner

Taşralarda kim okur kim dinler

 

Akçedir taşranın ancak hüneri

Hakk olunmuş hünerin sanki yeri

 

Taşrada eylemeğe kesb-i gınâ

 Ya ticâret ya zirâ’at ya ribâ

 

Kalmamış şimdi hele zerre kadar

Taşra yerlerde ma’ârifden eser

 

Nâbî devamla, taşra insanının ne mal olduğunu, İstanbul’u görenlerin anlayacağını, taşrada asrın ulemâsı geçinenlerin İstanbul’da bir meclise girmeleri hâlinde dillerinin tutulup sessiz kalacaklarını ve bir hiç olduklarını anlayacaklarını, yine taşrada makam sahibi olan ve aziz sayılan kişilerin İstanbul’da sıradan âlimlerin toplantılarına bile katılamayacaklarını, taşradaki şan ve şöhretlerinin onlara İstanbul’da etek öpmeye yetemeyeceğini, taşrada baş köşede oturan makam ve mevkî sahiplerinin belki kapı eşiğinde bile yer bulamayacaklarını, taşrada herkese çatık kaşlı davrananların İstanbul’da  kapıcılara bile yüz suyu dökmek mecburiyetinde kalacaklarını söyler.

 

Olduğın halk-ı kenârın alçak

Gören İstanbulu anlar ancak

 

Olur erdikde kemîn meclise hasr

Geçinen taşrada ‘allâme-i ‘asr

 

Mütefennin geçinen sersem olur

Mütekellim geçinen ebkem olur

 

Bulmaz ednâlarının bezmine râh

Taşra yerlerde satan rif’at ü câh

 

Gösteren taşrada çîn-i ebrû

Bunda der-bânlara eyler tek ü pû

 

Olamaz nâ’il-i bûs-ı dâmân

Geçinen taşrada sâhib-‘unvân

 

Taşrada câyı olan sadr-ı celâl

Girmez anda eline saff-ı ni’âl

        

Uzun yıllar İstanbul’dan ayrı kalan Nâbî, Haleb’de de bu görüşlerini değiştirmemiştir. Yine  Dîvânından alınan şu beyitlerinde;

 

Nâbî aceb mi sözlerimiz olsa bî-nemek

İstanbulun lisanın unuttuk kenârda

 

Olduk remîde bî-nemekân-ı kenârda

İstanbulun gözümde uçar mâh-rûları

 

şiirlerinin tatsız tuzsuz oluşunun tuhaf karşılanmamasını çünkü kenarda İstanbul lisanını unuttuğunu, kenârın tatsız tuzsuz ortamına tutsak olduğunu, İstanbul’un ay yüzlü dilberlerinin, gözünde uçuştuğunu söyler. (…)

Yazar: SÜREYYA BEYZADEOĞLU
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör