Şair ve yazar (D. 16 Haziran 1939, Tepeköy / İzmir – Ö. 19 Ocak 2010, İzmir). İlk ve ortaöğrenimini Ege’nin köy ve kasabalarında yaptı. Çanakkale Öğretmen Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü mezunu. Dokuz yıl lise ve ortaokullarda yönetici ve öğretmen olarak, 1966’dan itibaren TRT’de programcı, sunucu, yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. TRT’de görev yaptığı dönemde bin beş yüz televizyon ve radyo programı hazırlayıp sundu. 1996’da emekliye ayrıldı ve çalışmalarını İzmir’de sürdürdü. 19 Ocak 2010 günü İzmir’de vefat etti. Cenazesi 20 Ocak 2010 günü İzmir Karşıyaka Bostanlı Beşikçioğlu Camii’nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından Doğançay Mezarlığında Sezgin’in cenazesi, Bostanlı Beşikçioğlu Camisi’nde ikindi vakti kılınan namazın ardından Doğançay Mezarlığı’na defnedildi.
İlk yazısı
“Tekerlemeler”, Türk Dili dergisinde (1959) yayımlandı. Varlık, Gösteri,
Oluşum gibi çeşitli sanat edebiyat dergilerinde ve Cumhuriyet, Milliyet,
Yeni Yüzyıl, Radikal (1997-99) gazetelerinde yazıları, şiirleri,
eleştirileri, röportajları, denemeleri yayımlandı. Şair Hüseyin Atabaş
tarafından, “Hayatın şiirini arayan bir öykücü” olarak nitelendirildi.
Son yıllarda Radikal gazetesinde haftalık “İzmir Esintileri” köşesini
yazdı. 1971 Türk Dil Kurumu Dil Ödülünü, 1984 İzmir Kültür Sanat Vakfı Öykü
Ödü-lünü, Berlin Film Festivalinde Çocuk Filmleri dalında en iyi yapım ödülünü,
1991 Yunus Nadi Röportaj Ödülünü, 1992 Damar Dergisi - Çankaya Belediyesi Öykü
Ödülünü, 2002 Hasan Tahsin Gazetecilik Ödülünü aldı. Son Yazı adlı
oyunuyla da Tiyatro ve TV Yazarları Derneğinin Oyun Yarışması Birincilik
Ödülünü ve 2003’te İzmir’i Sevenler Platformu yarışmasında şiir birinciliğini
kazandı.
“Geçmişin,
insanın bugününü biçimlendirdiğini bilen ve bunu kullanan bir yazar var
karşımızda. Sezgin öykülerini zamanın geniş açısında anlatıyor. Onda zaman,
eskiden günümüze akan bir ırmaktır. Kendisine kalan şeyleri sürgit taşır durur.
Geri dönüşler, eski acılar, kırgınlıklar, sevinçler ve coşkular zaman
ırmağından çekilip, insanın iç dünyasını sarkıt ve dikitlerle büyülü bir havaya
çeviriyor.” (Ayla Kutlu)
“Dinçer’in
şiirinde, tema her zaman bir durumu içeriyor. Babasının ölümünden sonra yazdığı
şiirinde, öznel duyarlığı aşmıştır. Ölümü değil, ölümden sonraki gerçek durumu
yansıtıyor: ‘o sessiz bir ipekböceği sanılırdı / öldüğü gün / bir şey bırakmayınca
ardında / ipekböceği olmadığı anlaşıldı / usta öldü / insanların sağlam basması
için yere / inanırdı kunduralar üreten ellerine / çıplak ayaklar dolaşıyorsa
şimdi yeryüzünde / herkes inanmalıdır bir emekçinin öldüğüne.’” (Vecihi
Timuroğlu)
“‘Gözlerinde
Mavi Kuşlar’, Dinçer Sezgin’in yayımlanan son öyküler kitabı. ‘‘Sokağa Çıkma
Yasağı’’nda başlayan konu çeşitlemesi, daha bir toplumsallık kazanarak, ülke
sorunları durağına ulaşıyor. İlk kitaptaki ‘‘kapalı devre’ ilişkiler,
ayrıntılar- nasıl söylemeli- sokaktaki insanın günlük yaşamını, yönetim erkiyle
ilişkilerini içine alarak varsıllaşıyor. Bu öykülerle, ilk iki kitaptaki
pürüzsüz dilin, sağlam ve rahat anlatımın, başarılı kurgunun ustası Dinçer
Sezgin’i yeniden bulu-yoruz. Bu öykülerde de onun ipek gibi söylemi, hüznün
izleğinde yine sürüp gidiyor. Kimi öykülerinde fantastik söyleme aralanan kapı
kapanıyor, yaşamın gerçekliğine açılan bir başka kapı çıkıyor önümüze. Bu
kapıdan çıkıp yürüdüğümüz yol boyunca bir insan sıcaklığı kucaklıyor bizi.”
(Hüseyin Atabaş)
ESERLERİ:
Öykü: İnsanların
Ayak Sesleri (1959), Geçmişe Bakan Kadın (1991), Sokağa Çıkma
Yasağı (1994), İzmir Esintileri (1994), Gözlerinde Mavi Kuşlar (1999),
Kaveko (2005), Düş Kıyısında Beklemek (2005).
Çocuk Öyküsü: Çılgın
Geliyor (1996), Bir Şişe Gözyaşı (2002), Düş Sokağı Çocukları (2004).
Şiir: Kanıma Güller
Seren (1993), Bir Düştür Uyanışın (1999), Narfidem (2002).
Deneme: Kemanıma
Güvercin Konsa (2002), İmam Bayıldı Nasıl Yapılır? (2004), Deneyememeler
(2004).
Oyun: Geçen Yıl (1998).
KAYNAKÇA:
Okan Yüksel / İzmirli Ozan Gazeteciler (1997), Mustafa Emre / Yalnızlık, Hüzün
ve Coşku Yolculuklarının Yazarı Dinçer Sezgin - Hüseyin Atabaş / Yaşamın
Şiirini Arayan Bir Öykücü - Remzi İnanç / Sevdanın ve Yaşamın Sanığı ve de
Anlatıcısı - Osman Bolulu / İzmir Resimleri (Cumhuriyet Kitap, 13.5.1999),
Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE
Ansiklopedisi (2001), Ahmet Günbaş / Dinçer Sezgin Yeni Şiirlerini “Narfidem”de
Topladı: Seslerden Bir Ses (Cumhuriyet Kitap, 21.2.2002), Emrah Altıok /
Söyleşi (Kuzey Yıldızı, sayı: 3, 2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009),
Dinçer Sezgin'i uğurladı (radikal.com.tr, 20.01.2010), Türkiye
Yazarlar Birliği / Türkiye Kültür Sanat Yıllığı (2011).
Sonunda bulmuştu onu.
Kentin biteceği, başka bir dünyanın insanlarının kurdukları düşlerin, başka mimarların diktikleri dev yapıların, başka bahçelerin, başka şiirlerin, başka sorunların, başka şarkıların yaşandığı köye girerken aradığı gülü bulmuştu.
Yaşadığı kentin her şeyini; caddelerini, sokaklarını, bahçelerini, manavını, bakkalını, terzisini, elektrikçisini, kızgınlıklarını, kırgınlıklarını, sevgilerini, sevgisizliklerini biliyordu. Ve kentin hiçbir bahçesinde, hiçbir çiçekçisinde aradığı gülün olmadığını da biliyordu. Biliyordu çünkü, tümünü de tek tek dolaşmış, aradığı gülü sorup soruşturmuştu. Hatta çiçekçiler, onu görür görmez, daha sormadan aradığı gülün bulunmadığını söylemeye başlamışlardı. Ama o yine de aramaktan vazgeçmiyordu.
Kenti ezberlemişti.
Her sokağı; bildiği tanıdığı, gülünü ararken bıraktığı izlenimlerle doluydu.
O bir mucize bekliyordu. Belki tanıdığı bir bahçede o gece, aradığı gül açmış olabilirdi.
Nasıl birgül arıyordu?
Aslı aranırsa kendisi de bilmiyordu. Ancak görünce tanıyacaktı o gülü. Görünce "Hah, işte aradığım gül" diyecekti.
Nasıl açmış olacaktı o gül?
Nasıl kokacaktı?
Biçimi nasıl olacaktı?
Öteki güllerden ayrımı neresinde olacaktı?
Hele hele nasıl kokacaktı o gül?
Bu sorularla ilgili olarak kafasında hiçbir yanıt, söz yerindeyse hiçbir önyargısı yoktu.
O yalnızca, hiçbir gülün aradığı gül olmadığını görmüş ve saptamıştı bugüne değin.
Pekiyi, gülleri koklayıp öylemi vermişti bu kararını? Hayır.
Eliyle yoklayıp, tazeliğini öğrenip öyle mi ulaşmıştı bu karara? Hayır.
Aradığı gülle, gördüğü güller arasındaki ayrımı saptamak için bilimsel araştırmalar yaptıktan sonra mı doğmuştu bu karar? Hayır.
Pekiyi, güllerin renkleri, biçimleri, kokuları hakkında bir şey duymuş, böyle bir duyumdan sonra mı varmıştı bu karara? Hayır.
Öyleyse nereden biliyordu aradığı gülün, gördüğü güller arasında bulunmadığını?
Biliyordu işte ve bunu kendisine de açıklayamıyordu.
Bu yüzden de, kafasındaki gülü bulmak için araştırmasını, kesintisiz sürdürüyordu.
Zaman zaman kentin uzak bir yerinde, yeni bir gül bahçesi yetiştirildiğini duyuyor ve hemen, işi gücü bırakıp o gül bahçesine koşuyordu. Otobüslere biniyor, yapılan tariflere göre elindeki adresi arıyor, otobüsten inip saatlerce yürüyor, sonunda söylenen gül bahçesini buluyordu. Buluyordu ama aradığı gül orada da çıkmıyordu karşısına. Hayal kırıklığına uğramış bir durumda dönüyordu geriye.
Bazen de gülleriyle, gül bahçeleriyle ünlü kentlere, kasabalara gidiyordu. Ama ne yazık ki aradığı gülü bulamıyordu.
Uçaklarla, trenlerle, vapurlarla, otobüslerle içindeki o gülü arıyordu.
Denemediği hiçbir şey kalmamaya başlamıştı. Ve umudu yavaş yavaş azalıyordu. Azalıyordu ama, içindeki bir yerlerde bir şık sürekli duruyordu. Sanki biraz daha çaba gösterse, bu arama işi için değişik bir yöntem bulsa, geliştirse, arama işini çok çok yoğunlaştırsa o gülü bulabilecekmiş gibi bir ışık, içinde yanıp sönüyordu.
Bunun için, gül konusunda bilgisine güvendiği kişilere, aradığı gülle ilgili sorular sormaya başlamıştı. Ama soru sorduğu herkes, "Nasıl bir gül?" dediklerinde susup kalıyordu. Soru sorduklarının alaycı bakışlarına aldırmadan, içindeki o ışığa, o yanıp sönen ışığa ve güvene dönüyordu. Zaten o gülü bunca zamandır aramasının temelinde de, bu güvenin varlığı yatmıyor muydu?
İşin acı yanı, zaman akıp geçiyordu. . Evet o, o gülü bulma inancını taşıyor ve bir gün, beklenmedik bir zamanda ve yerde o gülle karşılaşacağını biliyordu ama, bu arada zaman akıp gidiyordu. O gülü getirmesi gereken zaman geciktikçe gecikiyordu. Birilerine gül götürmenin zorunlu bir zamanının hem olduğunu, hem olmadığını elbetteki biliyordu. Ama o, aradığı benzersiz gül için kendisine bir zaman koymuştu. Çünkü her gül, aynı sonucu doğurmayacaktı. (…)
(Cumhuriyet Kitap, 14 Ocak 1996, sayı:512)