Tiyatro oyuncusu,
tuluat ustası ve yöneticisi (D. 1886, Şehzadebaşı / İstanbul – Ö. 26 Nisan
1943, İstanbul). Naşit Bey,
Komik Naşit Efendi ve Komik-i Şehir (Büyük Komedyen) olarak da anılır. Miralay (albay)
Ahmet Bey’in oğludur. Tiyatro ve sinema oyuncusu Adile Naşit
ile Selim Naşit Özcan’nın babaları, Naşit Özcan’ın
dedesidir. Soyadı kanunundan sonra Özcan soyadını aldı. İlköğrenimini
Kuyucu Muratpaşa İlkokuku’nda yaptı, ardından Beyazıt Rüştiyesi (ortaokul)’nde
okuduktan sonra Eyüp’teki Baytar (Veteriner) Mektebi’ne girdi. Okuldan sık sık
tiyatroya kaçtığı için 14 yaşında er olarak Muzıka-i Humayun
(Saray Orkestrası, 1900)’a alındı.
Burada Kuklacı Halim Bey ile Viyolonist Zeki Bey’den dersler aldı. Yapılan
sınavda on iki çeşit taklit yaparak başarı kazanmış ve Saray ortaoyunu takımına
alınmıştı. İlk tuluat hocası Abdi Efendi’dir.
Naşit Özcan’ın
oyunculuk yaşamı Abdürrezzak Efendi’nin
yanında başlamıştı. Kavuklu Hamdi ve Küçük İsmail’in Ortaoyunu
Topluluğu, Kel Hasan’ın Tuluat
Topluluğu, Mınakyan Topluluğu gibi çeşitli topluluklarda uzun sure çalıştı. Ortaoyunu,
kukla
ve Karagöz
çalışmaları yaptı, çeşitli topluluklara girip çıktıktan sonra, Kavuklu Hamdi’nin
Ortaoyunu Kolu’na ve Benliyan’ın Operet Topluluğu’na girdi. Saray tarafından
Fransa’ya gönderildi. Dönüşünde Saray’da oyunlar sergileyen Bertrand’ın
Pandomim Toplulu’ğuna, ardından yine Saray’daki İtalyan Operet Heyeti’ne
katıldı. Güllü Agop’un Saray’da kurmuş olduğu Dram Kumpanyası’nda da çalışan
Naşit, Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra, halk önünde oynamaya başlamıştı.1910
yılından sonra serbest olarak çalışmaya başlayarak kendi adına topluluklar
kurdu. Direklerarası’nda, Fevziye Tiyatrosu ile Eyüp Sultan’da gösteriler sundu,
1913 yılından sonra Şehzadebaşı Şark Tiyatrosu ile Millet Tiyatrosu’nda sahneye
çıktı. Bütün ortaoyunu tiplerini başarıyla canlandırırken, bir yandan da Mınakyan Kumpanyası’nın
dağarcığındaki melodramlarda da oynuyordu. Modern yapıtların tümüne, kendine
özgü giysisiyle değil, rolün gerektirdiği kostümle çıkmıştır.
Naşit, kendi adına kurduğu topluluklarda
çalışmalarını Cumhuriyet Dönemi’nde de sürdürdü. Kendine özgü bir repertuvar
yaratmıştı. Osmanlı imparatorluğu içinde yer alan çeşitli halkların lehçelerini
büyük bir ustalıkla taklit etme hünerini gösteriyor, buna karakterler
arasındaki ayrıntıları da yerleştiriyordu. Halkın nabzını yoklamasını çok iyi
bilirdi. Ünü İstanbul sınırlarını aşmıştı. Ortaoyununda Kavuklu rolüne çıkardı.
Yabancı piyeslerden Türkçeye uygulanan oyunlarda da rol aldı, yerli tipleri
keskin çizgilerle belirten kendi oyunlarında da aynı başarıyı gösterdi. Sinema,
ortaoyunu ve melodramlardaki başarısının yanı sıra asıl ününü yeni tipler
yarattığı tuluat tiyatrosunda kazandı. Tuluat oyunlarının İbiş tiplemesine yeni bir kişilik
kazandırdı. Aşçıbaşı Tosun Ağa,
Leblebici Horhor, Hoşkadem Kalfa, Surpik Dudu yarattığı ve başarıyla
oynadığı en önemli tiplerdir. Oynadığı oyunlardan bazıları şunlardır: “Beyimin
Tiyatro Merakı”, “Yahudi Doktorun Metresi”, “İstanbul Çapkını”, “Çifte Köy
Düğünü”.
“Sultan
Abdülhamit’i bile güldüren adam’ olarak anılan Naşit Özcan, evli olduğu yıllarda
Kantocu Amelya Hanım’a âşık olmuş, eşinden ayrılarak, sonradan Emel adını alan
Amelya Hanım’la evlenmişti. Bu evlilikten Adile Naşit
ile Selim Naşit Özcan dünyaya geldi. Naşit’in çıraklarından
biri, ünlü komedyen İsmail Dümbüllü’dür. 1938 yılında jübilesi yapılan
sanatçı,1940 yılından sonra sahneye çıkmamıştı.
Toplam olarak 38 yıl kadar sahneye çıkmış, Türkiye’de en çok kazanan aktör
olduğu halde para tutmamıştır. Müzikli oyunları operetleştirmek, yazılı eserleri tuluata çevirmek, tuluatın
komiğini İbiş’likten kurtarmak belli başlı meslek özelliklerini oluşturuyordu.
Tiyatrocu ve
özellikle tuluatçı yönüyle tanınan Naşit Bey, 14 Ocak 1937 tarihli “Tan” gazetesinde kendisiyle yapılan bir
söyleşi de sinemadan daha çok hoşlandığını söylemiş ve sözlerine şöyle devam
etmişti: “...Vakıa sahnede halkla karşı karşıya durmaktan zevk alırım amma,
film daha rahat ve halk üzerinde tesiri de daha iyi...” Dört film yapan
Naşit Bey, “Bir Millet Uyanıyor”
adlı filmde asker, “İstanbul
Sokaklarında” dilenci rollerinde oynamış, “Naşit Dolandırıcı” ve “Düğün
Gecesi” adlı iki de komedi yapmıştır. 26 Nisan
1943’te öldü. Karacaahmet
Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir.
Adile ve Selim
Naşit, 1961 yılında, babaları adını verdikleri Naşit Tiyatrosu’nu kurmuşlardı. Oğlu Selim Naşit Özcan
(1928-2000), kızı Adile Naşit (1930-1987) ve torunu Naşit Özcan (D. 1957) da tiyatro
izleyicisinin ilgi gösterdiği isimler olmuştur.
KAYNAKÇA:
İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), Mustafa N. Özön - Baha Dürder / Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi (1967), Metin
And / Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu 1908-1923 (1971) - Geleneksel Türk
Tiyatrosu, Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri (1985), Prof. Özdemir Nutku / Efdal Seninçli / Benden Sonra
Tufan Olmasın (Muhsin Ertuğrul’un anıları, 1989), Metin And / Geleneksel
Türk Tiyatrosu (1985), İsmail Biret / Komik-i Şehir Naşit Bey ve
Çocukları (Anı, 2005),
İhsan Işık / Ünlü Sanatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 5, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
-Ahmed Taşgetiren - Efendim Kur'an dostu üç hocamızla bir "Kur'an
sohbeti" yapmayı düşündük. Sohbetimize Kur'an-ı Kerim ile beraberlik
seyrini dinlemekle başlayalım isterseniz. Efendim ilk Kur'an öğrenişiniz ve
Kur'an'la ünsiyetiniz nerelerde başladı? Daha doğrusu Kur'an'la özgeçmişinizi
bizlere özetler misiniz?
Mehmed Ali Sarı - Efendim bendeniz, Bolu'nun Seben kazasının Tebe
köyünde dünyaya geldim. O tarihlerde civarımızdaki tek ilkokul bizim köyümüzde
bulunuyordu. Köyümüzün Hocası, Muharrem Efendi diye tanınan çok ihlaslı bir
zattı. Bir de hoca efendinin yakın dostu Mustafa Gültekin adında bir ilkokul
öğretmenimiz vardı. Kendisi Darul Hilafe'de okumuş, daha sonra da muadil
okullara girememiş, geçiş dönemi ricalinden bir zattı...
Muharrem hoca, köyün çocuklarına
Kur'an'ı Kerim dersleri verirken, biz de müthiş bir merak ile hoca efendinin bu
eğitimine katıldık. Muhterem validemin yardımlarıyla Kur'an-ı Kerim öğrenimime
ilk olarak surelerden başladım.
İlkokulu bitirdikten sonra çok
ilginçtir, köyümüzün ilkokul öğretmeni benim hafız olmam için büyük teşviklerde
bulunmuştur. Ki o tarihler, yani 1943'lü yıllar Kur'an okumanın yasaklandığı
yıllardır. Babam da o tarihlerde Emin Sazak beyin çiftliğinde kahya olarak
çalışmaktaydı. 1943 senesinde ilkokul öğretmenimizin gayretleriyle hafızlığıma
başladım. Tabii ilk zamanlarda ilkokul öğretmenimizin Kur'an'ı Kerim'deki
maharetini bilmiyorduk. Fakat sonra kendisinin son derece ehli Kur'an birisi
olduğunu öğrendik.
Hafızlık yaparken, yasak olması
sebebiyle hocam beni okutmaz sadece takip ederdi. Köyümüze sık sık jandarma
gelir Kur'an eğitimi yapılıp yapılmadığını kontrol ederdi. Köylü, her jandarma
gelişinde "acaba yine kimi götürecekler" gibi bir endişe içerisine
girerdi. Böyle, jandarma baskınına uğrama endişeleri altında sekiz sayfaya
kadar hafızlığıma çalıştım. Daha sonra köyden bazıları "ilkokul öğretmeni
Kur'an öğretiyor" diye şikayette bulundular.
Hocamız bu şikayet üzerine çok
korktu ve "oğlum sen artık bu köyde okuma, seni başka bir köye
gönderelim" dedi. Yakınımızdaki köyde bir hafız efendi vardı, beni ona
gönderdi. Derslerimi dinletmek için bu köye babamın bana tahsis ettiği bir
merkeple gidip gelmeye başladım. Çok enteresandır hafızlığımı tamamlayıncaya
kadar bu merkep benim hafızlık arkadaşım oldu. Köy bize iki saatlik bir
mesafedeydi. Merkep üzerinde oraya giderken dersimi yapıyor, dönüşte de yeri
ezberleyeceğim sayfaları hazırlıyordum. Sürekli olarak köye hep belli saatlerde
giderdim. Köye her girişimizde bizim merkep sürekli anırırdı. Neredeyse bunu
adet haline getirmişti. O hale geldi ki köylüler o saatlerde bir anırma sesi
duyduğu zaman "bizim hafız geliyor" derlerdi.
Daha sonra Bolu'ya geldim ve
hafızlığımı orada dinlettim. Ardından 1947 senesinde İstanbul'a geldim. Üç
hafız arkadaş olarak bizi İstanbul'a bir tüccar terzi grubu getirmişti.
İstanbul'a gelince Sirkeci'de Bolu
Oteli'ne yerleştik. Bizleri getiren terziler alışverişlerini tamamlayınca sıra
bizlere geldi. Bizleri nereye bırakacaklarını düşünürken, Hafız Osman Akkuş
hocaya götürmeye karar verdiler. Sonra hep beraber Osman hocanın yanına gittik.
Yanlarına vardığımızda hoca efendi üç hafızı bir anda dinliyordu. Daha sonra
bizleri getiren ahilerden biri "hocam biz bu çocukları sizin yanınızda
okutmak istiyoruz" dediler. Hocaefendi kendilerine "şayet yatacak bir
yer bulursanız ben okuturum" dedi. Daha sonra oradan Örücüler Camii İmamı
Hafız Hilmi Efendi'ye gittik. O da aynı şeyleri söyledi, yer bulduğumuz takdirde
bizleri okutacağını ifade etti. Yani koca İstanbul'da üç tane talebeyi
barındıracak yer yoktu. Daha sonra büyük bir ümit kırıklığı içerisinde otele
geri döndük.
Otele vardıktan sonra İstanbul
dersiâmlarından Galip Efendi kaldığımız otele geldi. Bizi otelde görünce
"oğlum siz kimsiniz, burada ne yapıyorsunuz?" diye sordu.
"Efendim Bolu'dan geldik, filanlardanız."şeklinde kendimizi
tanıtırken abiler de bu arada içieri girdiler ve onlar bizim hafızlığımızı
biraz daha ilerletmek, Arapça vesair dini ilimleri öğrenmek maksadıyla
geldiğimizi fakat yer bulamadığımızı anlattılar. Hocaefendi üçümüze şöyle bir
baktıktan sonra beni işaret ederek "Bunun yeri hazır dedi. Bu arada ben de
yer" bulamadık geri dönüyoruz" diye seviniyordum. Çünkü daha nede olsa
14-15 yaşında ana kuzusu idik. "Bunun yeri hazır" deyince beni hemen
hoca efendinin eline tutuşturdular. Elimde bir bohçam vardı. Hocaefendiye
"hocam bir bavul alalım da şu eşyalarımı içine koyalım" dedim.
"Olur oğlum" dedi. Daha sonra Mercan yokuşunun oraya gittik ve
Bolu'lu bir esnaftan 17 liraya kağıt bir bavul satın aldık. Tabii o tarih
itibariyle oldukça pahalıya aldık bavulu.
Bavulu aldıktan sonra Karaköy'e
geçtik. Galip Efendi, Galata Köprüsü'nün hemen yakınında bulunan, şimdi ise
tamamen yıkılan bir camide ders vermekteydi, kendisiyle oraya gittik. Dersten
sonra Galip Efendi beni Beyoğlu'nda lokantacılık yapan Hacı Salih'e götürdü.
Hacı Salih efendi daha önce Galip hocaya "şayet hafızlık yapmak, okumak
isteyen birini bulursan onu bana getir, ben onu okuturum" demiş.
Galip hocayla birlikte öğlen vakti
Salih Efendi'nin yanına varınca "işte senin istediğin çocuğu
getirdim" dedi. Salih Efendi Allah rahmet eylesin hocaya çok hürmet ve
alaka gösterdi. Bizi bir masaya oturttu ve ikramda bulundu. Daha sonra Galip hoca
beni bıraktı ve lokantadan ayrıldı. Salih Efendi bana "oğlum bak şu karşı
tarafta Ağa Camii var, oraya git, akşam vakti buraya gelirsin ve eve
gideriz" dedi. Akşam olunca beraberce Salih Efendi'nin Ayazpaşa'daki , önü
bahçeli ve iki katlı evine gittik. Allah rahmet eylesin hanımı kapıyı açınca
"bu da kim?" diye sordu. Salih Efendi de "altı çocuğumuz vardı,
bu da yedincisi" dedi. Çocukların hemen hepsi benim yaşımda idi. Sonra
erkek çocukların yattığı yerde bana da bir yer verdiler ve orada kalmaya
başladım. Ağa Camii'nde hafız Rahmi Efendi'den ders görmeye başladım. 1951
yılına kadar "Kıraat-ı Aşere" okudum. Ağa Camii'nde cemiyetimiz oldu.
Cemiyetimize Varnalı hafız Hamdi Efendi gibi muhterem zevat ta katılmıştı. Ağa
Camii'nde bir iki yıl kaldıktan sonra 1951'lerde İmam Hatip Okulları açıldı.
Hatırlıyorum İmam Hatiplerin açılışı bir ümid olarak mahfillerde şöyle bir
esmişti.
Mahfillerde de o zamanlar
Anadolu'dan gelen hafızlar kalırdı. Allah rahmet eylesin Mustafa Göl hoca da,
bizim Çemberlitaş Atik Ali Camii'nin mahfilinde bir grup arkadaşıyla kalıyordu.
Biz o dönemde bir ara mukabele okuma münasebetiyle Kastamonu'ya gitmiştik.
Orada Mustafa Efendi'ye "ne yapacağız, İmam Hatiplerde okuyacak
mıyız?" diye sorduk. Kendisi "tabi okuyacağız, bizim için açılıyor bu
okullar" dedi. Ondan sonra kaydımızı yaptırdık. Benim bir yaş problemim
vardı. Onun için biraz geç kaydoldum. Böylece İmam Hatip Okullarına ilk giren
öğrenci olduk. İmam Hatip' ten mezun olduktan sonra Yüksek İslam Enstitüleri
açıldı ve oraya kaydımızı yaptırdık.
İsmail L. Çakan - Hocam bu arada şöyle bir soru sorsam. O zamandan bu
zamana Kur'an'la içice bulunuyorsunuz. Hiç memnun olmadığınız veya pişmanlık
duyduğunuz oldu mu?
Mehmed Ali Sarı - Hayır efendim, kesinlikle olmadı. Aksine Kur'an
bize iki kanat oldu ve bizi uçurdu. Kur'an sayesinde olmadık cemiyetlerde ve
toplumlarda bulunduk. Kur'an eğitimi yaptığım dönemlerde hiç maddi bir sıkıntı
görmedim.
Ahmed Taşgetiren - Hocam siz baskı dönemindeki insanları da sonrasını
da gördünüz. İki dönem arasında nasıl bir fark müşahede ettiniz? Kur'an
açlığından söz etmek mümkün mü?
Mehmed Ali Sarı - Bizim, sesi güzel bir arkadaş grubumuz vardı.
Kazamızın camisinde Perşembe günleri Kur'an okurduk. Cami cemaatı
"hafızlar erken gelir Kur'an okumaya başlar" düşüncesiyle bir-iki
saat öncesinden camiye gelirlerdi. Yani cemaat Kur'an-ı Kerim'e açtı. Sırf
Kur'an okuyoruz diye bizlere iltifat ederler, parmakla gösterirlerdi.
Ahmed Taşgetiren - İsmail Karaçam hocam biraz da sizin Kur'an'la olan
özgeçmişinizi dinleyelim. Nerede, nasıl başladınız Kur'an öğreniminize?
İsmail Karaçam - Burdur'un Kayaaltı köyünde dünyaya geldim. 1943
senesinde ilkokula başladım. Malumunuz o tarihlerdeki yoğun baskı yüzünden
Kur'an eğitimi yapılamıyordu. Bu arada Kur'an okumasını bilenler, imamlık
yapacak olanlar, ölülerimizi yıkayacak olanlar birer birer aramızdan çekilip
gidiyordu. Hatta "cenazelerimizi kaldıracak kimse kalmayacak, bizim
oraların ifadesiyle mundar gideceğiz, ne olacak bizim halimiz ya Rabbi "
diye halkta büyük bir teessür vardı. Derken 1946'den sonra bu baskılarda bir
gevşeme başladı.
Biz ilkokulun üçüncü-dördüncü
sınıflarında idik. Benim bu yola sülûk edişimde kendisine çok medyunu şükran
olduğum bir amcam vardı. Allah rahmet eylesin bu amcam, İmamlık yapacak düzeyde
değildi ama köyün camiini altmış sene boyunca hep o açmış ve temizliğini hep
kendisi yapmıştır. Biz ve diğer amcalarımın evleri yan yana bulunuyordu.
Kendisi camiye gitmek için evden çıktığı zaman bizim kapıya gelir "İsmail
hadi emmim" diyerek beni çağırırdı.Sonra yanda bulunan amcamın evine gider
diğer amcamın oğlunu çağırırdı. Onun adı da İsmail idi. O tarihlerde kendisinin
oğlan evladı yoktu. Fakat daha sonra Allah ona da bir evlat ihsan etti onun
adını da İsmail köymuştu. Rahmetli dedemin adının İsmail olması nedeniyle
hepimizin adını İsmail koymuşlardı.
Bu camiye gidiş-gelişlerimiz bizi
camiye iyice alıştırdı. Derken amcam bizleri ezana da alıştırdı. Dinleye
dinleye cami İmamından ezanı öğrenmiştik. İşte "Tanrı uludur, Tanrı uludur
diye okurduk. 1950'ye yani ezan aslına dönüştürülünceye kadar ezanı bu şekilde
okuduk. İlkokulu bitirmeden köyün İmamı, bizim oraların tabiriyle
"Vel'hafız" hocamdan yavaş yavaş Kur'an öğrenmeye debaşladım.
İlkokulu bitireceğimiz sene bizim
köyden üç kişi bu dediğim hocamızdan hatim indirmişlerdi. Köyde kendileri için
şâşâlı bir hatim merasimi yapılmıştı. Köylüler bu üç arkadaşı tekbirler,
ilahiler eşliğinde köy meydanında dolaştırıyorlardı. İlkokul hocalarımız da,
Allah hepsine rahmet eylesin bizim de hatim merasimine katılmamızı istediler.
Biz de merasime katıldık. Üç arkadaş ta güzelce giydirilmiş ve süslenmişlerdi.
Allahû zülcelal o yaşımda fakire
öyle bir Kur'an muhabbeti ihsan etmişti ki hiç unutmuyorum o üç arkadaştan
ikisinin yanına gittim, birini bir koluma diğerim de öbür koluma aldım. O
vaziyette köy meydanında yürürken biran kendimi sanki cezbe halinde hissettim.
Allah Teala'dan "Ya Rabbi bana da Kur'an'ı hatmetmeyi nasip et' diye
niyazda bulunuyordum. Gerçekten de bir hatim indirmiş olmaları sebebiyle bütün
köylünün bu üç arkadaşımıza göstermiş oldukları ilgi ve alaka çok nazarı
dikkatimi celb etmişti. Bir taraftan ağlıyordum bir taraftan bana da ihsanda
bulunması için Allah'a yalvarıyordum.
Kur'an öğrenmeye karşı duyduğumuz
bu istekle hem ilkokulda okumaya, hem de Kur'an öğrenmeye devam ettik. Bizim bu
dönemdeki tedrisatımız köy enstitülerinin hızla devam ettiği bir devreye
rastlıyordu. Bize Gönen Köy Enstitüsü yakındı. Köyümüzden de bir hayli okuyan
vardı. İlkokul da, ablamla birlikte derslerimiz fena değildi. Ondan dolayı ilkokul
öğretmenimiz, okullardan söz açıldığı zaman lafı döndürüp dolaştırıp bize
getirir, "İsmail'in yerinde olsam muhakkak surette Gönen Köy Enstitüsü'ne
giderdim" şeklinde bizi yönlendirmeye çalışırdı. Ben ise, o Kur'an öğrenme
arzusu ve aşkıyla "hayır, ben hafız olacağım öğretmenim" derdim
1948 senesinde ilkokulu bitirdik.
Bu arada köyümüzün İmamı köyden ayrılmak zorunda kaldı. Köyümüz hocasız
kalınca, Kur'an okumasını bilen, hatim indirmiş, ama talim terbiye nedir bilmez
dört arkadaş "Burdur'a gidelim de orada okuyalım" dedik. Burdur'da
bir gayrı resmi Kur'an kursu vardı. O dönemde din adamlarının nasıl tahkir
edildiğini, haysiyet ve şereflerinin nasıl tarumar edildiğini biz gözlerimizle
gördük. Bunun en açık misali benim hafızlık hocamdır. Kendisi bir köyde hem
İmam hem de öğretmenlik yapıyordu. Daha sonra, hocalığı galip geliyor diye
öğretmenlikten atılmıştır.
Burdur'da vakıf malı olduğu halde
satılan bir mescidde öğretim görüyorduk. Mescidi, camcılık yapan Yakup Efendi
diye bir zat satın almış ve orayı dükkan olarak kullanıyordu. Kur'an eğitimi
yapacak bir yer olmadığı için Yahya Efendi'den müsaade istendi. Allah razı
olsun kendisi de buna müsaade etti. Ama bir yanda Kur'an eğitimi yapılırken bir
tarafta da cam sandıkları yığılı bir vaziyette dururdu. Kur'an'ı Kerim'in,
İslam'ın adeta garip kaldığı bu ortamda hafızlığımızı yapmaya çalıştık.
Hocamızın adı Hüsnü Er idi, maaşı yoktu. Yörenin varlıklılarından bir zatı
muhterem hocamızın halini bildiği için kendilerine az çok yardımda bulunurdu.
Burdur fakir memleket olduğu için başka yardımda bulunan olmazdı. Ancak
Kur'an'ı Kerim dersine gelen talebeler, Perşembe günleri
"Perşembelik" diye on kuruş, yirmi kuruş dolayında bir para
getirirler ve hocanın kürsüsünün üzerine bırakırlardı. Tabi, bu da ayrı bir acı
manzara teşkil ederdi. İşte bu ortam içerisinde bir taraftan hafızlığımıza
devam ediyor, diğer taraftan Burdur'un Ulu Camii İmamı Hamid Bilge Efendi'den
de talim dersleri alıyordum.
Hafızlığımı bitirdikten sonra
Burdur'da bir yerde görev almayı düşünürken o arada İmam Hatip Okulları açıldı.
1951 senesinde nerede okuyalım derken Kının'da da İmam Hatip Okulu açıldığını
öğrendik. Ve orada okumaya karar verdik. Biz Kının'a gittiğimizde okullar
açılmış ve kayıtlar tamamlanmıştı. Fakat Kının İmam Hatip Okulu'nun Müdürü çok
muhterem bir zattı. Kendisi, Osmanlı döneminde, alay müftülüğü görevinde
bulunmuştu. Okula geldiğimizde bize birer aşr-ı şerif okuttu. Ve okuyuşumuzu
çok beğendi. Ardından "hemen sizin kaydınızı yapıyorum" dedi.
Kaydımız yapıldıktan sonra dışarıya çıktık, duvarda ders programı asılıydı.
Programda tarih, coğrafya hele matematik derslerinin olduğunu görünce benim
ödüm patladı Ondan sonra yanımdaki arkadaşla birbirimizi kandırdık. Bu mektebe
gitmeyelim dedik. Babalarımız memlekete dönüp yorgan-döşek almak için hoca
efendiden müsaade istedi. Hep beraber memlekete geldik ama bir daha geri
dönmedik.
Memlekete geri dönünce biçare
vaziyette idik. Hafızlığımız bitmiş ama vazifemiz yoktu. Isparta'daki okula da
gitmemiştik. Burdur'da bir kaç zengin hacı efendi gıyabımda "bu çocuğun
sesi, edası fena değil bunu İstanbul'da okutalım" demişler. Bana da bu
teklifi getirince sevinçten uçtum tabii. 1952 senesinde İstanbul'a geldik. Bu
zevatın bütün bize yaptıkları da, sapan taşıyla atılan bir taş gibi İstanbul'un
ortasına bırakmaları oldu. Bana Burdur'da söyledikleri "sana oturacak bir
ev bulacağız, bir lokanta göstereceğiz orada yemeğini yiyeceksin ve sadece
derslerinle ilgileneceksin" demişlerdi. Fakat ben bu zevata her zaman,
"okumamda üzerimde hakkı olanlar" diye dua etmişimdir ve hala
etmekteyim. 1952 senesinde İstanbul İmam Hatip Okulu'na kayıt olduk ve burada
okumaya başladık. Bu arada Mehmed Ali gibi bir kaç arkadaşla birlikte aynı
zamanda musikî dersleri almaktaydık. Allah rahmet eylesin Ali Rıza Sağman hoca
bize iki sene boyunca mevlüd meşketmiştir. Yazın da Salih Şeref, Abdullah Aydın
gibi hocaefendilerden arapça, fıkıh, usulü fıkıh gibi dersleri okurduk. 1959
senesinde İmam Hatip'i bitirdim ve o sene içerisinde açılan Yüksek İslam
Enstitüsü'ne kaydımızı yaptırdık ve sonra da ilk mezunları olduk.
Ahmed Taşgetiren - Emin Işık hocam biraz da sizin Kur'an'ı Kerim ile
buluşmanızı dinleyelim.
Emin Işık - Efendim bendeniz, Antakya'nın Tepehak köyünde doğmuşum.
Babam bizim köyün İmamıydı. Dedem de aynı köyde uzun yıllar imamlık görevinde
bulunmuş. Bildiğim kadarıyla altıncı dedeme kadar böyle İmam veya hafız idi.
O senelerde babam, çocuklara kışın
Kur'an'ı Kerim öğretirdi. Bu arada köyümüze bir ilkokul açıldı bir de eğitmen
olarak Ömer adında bir asker tayin etmişlerdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı
başlayınca köyde o zamana kadar askerlik yapmamış dokuz kurayı bir anda askere
aldılar. Ayrıca dört-beş kura da silah altında bulunuyordu. Çok iyi
hatırlıyorum, tam 13 kura, seferberlik yıllarına benzer bir şekilde askere alınmışlardı.
Babam da yedek olarak askere alınanlar arasındaydı. Tüm bu askerler Ulaştırma
Bakanlığı'nın emrinde yol yapımında kullanıldılar. Kışın çok soğuk, iş
yapılamayacak günlerde izin verirlerdi. Böylece hem babam hem de köyümüze
gönderilen asker eğitmen Ömer tekrardan asker oldu. 1944 senesinde ancak
askerliklerini tamamlamış olarak geri döndüler.
Eğitmen Ömer okulu kaldığı yerden
yeniden başlattı. Okul açılınca ben de babama okula gitmek istediğimi söyledim.
Hatırlıyorum bir gün beş kuruşa bir defter ve bir alfabe kitabı satın aldım ve
okula başladım. Bu arada demokrasinin geleceği 1946'lı yıllarda köylüler babamın
tekrar Kur'an okutmaya başlamasını istediler. Köyümüzün biraz nüktedan bir
Mahmud dayısı vardı, babama gelerek "Bizler bayramlarda ölülerimizin
mezarında Yasin, Tebareke okuyoruz, bizden sonrakiler de gelecekler, bizim
mezarımızda, Suna topu tut. Jale uyu uyu yat uyu, gibi şeyler okuyacaklar"
derdi. Fakat babam cesaret edip Kur'an okutmaya başlayamadı.
Daha sonra babam köyümüzün
muhtarına bir teklifte bulundu. Muhtarımızın benim yaşımda bir oğlu vardı, onun
adı da Emin idi. Babam muhtar efendiye "eğer sizin Emin'i de Kur'an
öğrenmeye gönderirseniz o zaman okutabilirim" dedi. Babamın böyle
söylemesinin sebebi, muhtemel bir şikayet karşısında muhtarı da yanına almaktı.
Böylece babamdan Kur'an okumaya yeniden başladık. Öğleden önce okula gidiyorduk.
Öğleden sonra ise camiye bitişik, İmam odasında babamdan Kur'an'ı Kerim
dersleri alırdık. Babam çocukları okuturken içimizden biri nöbetçi olurdu.
Nöbetçi olan pencerenin kenarına oturur, yolu gözlerdi. Kaymakam, tahsildar
veya ilkokul müfettişleri gibi herhangi birinin gelip gelmediğini kontrol
ederdi. Köylüler, onlardan Azrail'den korkar gibi korkarlardı. Fötr şapkalı
birisi yolun başında görüldüğünde nöbetçi hemen uyarır, sağa sola kaçışırdık.
Yani netice olarak bendeniz kendi öz babamdan, kaçak olarak ve gözcüler altında
ilk Kur'an'ı Kerim tahsilimi dramatik bir şekilde yaptım.
Bu dönemde akrabalarımız babama
"bu çocuğun sesi güzel, niçin hafız yapmıyorsun" dediler. Babam da
"ben hafız olacağım diye ilim bakımından mahrum kaldım, Emin' in de aynı
durumla karşılaşmasını istemem, sonra nasıl olsa hafız olur" dedi. Halbuki
işin aslı böyle değilmiş. İnsan kendi kendine hafız olamıyor, 15 yaşından sonra
hafızlık yapmak ta zor oluyormuş. Yani hafıza tazeyken hafız olmak kolaydır.
Ben biraz geç başladım onun da zaman zaman acısını çekiyorum.
1951 yılında İmam Hatip
Okulları'nın açılacağı haberleri yayılmaya başladı. Babama "buralar fena
mektep değil" dedim. Babam da "bunların ne yapacağı belli olmaz, dur
bakalım mektep bir açılsın da okutulan dersleri bir görelim" dedi. Bir
sene öyle bekledim. Yine pek göndermek istemiyordu. Zeki Ünal diye, hafızlığını
tamamlamış bir arkadaş vardı, bizim yöreden bir tek o Adana İmam Hatip Okulu'na
başlamıştı. Biz de ondan haber beklemeye koyulduk. Neyse Zeki, sömestr
tatilinde geldi de kendisinden derince bir malumat aldık. Zeki' nin
anlattıklarından babam da ikna oldu. Bu arada Zeki "senin sesin güzel
neden hafız olmuyorsun, ben gelene kadar sen hafızlığa başla" diye bana
teşvikte bulundu. Böylece hafızlığa başladım. Öğretim yılı başında,
diplomalarımızı ve gerekli evrakları alarak Adana'ya gittik.
Allah rahmet eylesin İmam Hatip
Müdürü İsmail Hakkı Efendi idi "Yaşı büyüktür ama şimdilik kaydını
yapalım, bakanlıktan karar çıkar, çıkmazsa yaşını küçültürsünüz" dedi.
Neyse ki yaş küçültmeye gerek kalmadan okumaya devam ettik.
Bu arada bir şeyi daha ilave etmek
istiyorum. Hatay Türkiye'ye sonradan ilhak edildiği için, laik devrimin yoğun
baskısı o dönemde Hatay'da yaşanmamıştır. Ama ilhaktan sonra sanki Hatay Türk
değilmişçesine özel bir baskı altına alınmıştır. Babam şöyle bakardı, köyde
fötr şapkalı birisi varsa ezanı bana okuturdu. Köyde kimse yoksa babam kendisi
o güzel sesiyle ezanı okurdu. Yani ezan Türkçe okunuyorsa bütün köylü anlardı
ki köyde bir devlet adamı var. Arapça okunuyorsa bizbizeyiz demekti. Bir gün
müfettişler caminin penceresinin kenarında bir Amme cüzü buldular. Müfettiş
"sizin köyün İmamı yasak harflerden Kur'an öğretiyor" diyerek
imamımız hakkında dava açtırttı. Başta muhtar olmak üzere bütün köylüler "vallahi
hoca Kur'an okutmuyor diye yalvardıysa da müfettişi ikna edememişlerdi.
Müfettiş, suç delili olarak da caminin kenarında bulduğu Amme Cüzünü
göstermişti. 1946'dan 1950'ye kadar dört sene, her iki-üç ayda bir hoca efendi,
kazaya gider mahkeme karşısına çıkardı. Şahit yokluğundan mahkeme, şahitlerin
bulunması için ertelenirdi. Hakim de korkusundan bir türlü davayı beraatle
sonuçlandıramaz, açık tutardı. 1950'de umumi af çıktı da dava kendiliğinden
düştü.
İsmail L. Çakan - Hocam 1940'lı yıllardan bu yana Kur'an'la içice bir
hayatın içerisinde bulunuyorsunuz, şimdi şöyle bir geriye dönüp bu uzun süreyi
tahlil edecek olursanız, insanımızın Kur'an'ı Kerim'e yaklaşımları,
bağlılıkları, onu algılama ve hayatlarına intikal ettirme noktasında
gösterdikleri gayretleri açısından nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Mehmed Ali Sarı - Bugün, müslümanlar Kuran'ı Kerim'in anlaşılması
ve hayata geçirilmesi konusunda pek arzulu gözükmüyor. "İşte filan hafız
güzel Kur'an veya mevlüt okuyor, çağıralım da dinleyelim" düşüncesinde
insanımız, malesef bu noktada kalmış bulunuyoruz.
Okullarda çocuklarımıza
bakıyoruz,mesela ilahiyat Fakültesi'nde yaptığımız Kur'an-ı Kerim derslerinde
talebelerimiz ancak harfleri okumasını ve yazmasını doğru bir şekilde telaffuz
etmesini öğrenmekle yetiniyorlar. Gayrı ihtiyari bir şekilde "işte Kur'an
budur bütün bunları yapmak Kuran'ı Kerim'e hakkını vermektir gibi bir düşünceye
kapılıyorlar. Halbuki tüm bunlar birer vasıtadır. Maksat ilk önce bunları
öğreneceğiz, ondan sonra da hayatımızda uygulayacağız. Kanaatimce 1950den
sonraki çalışmalar bu noktaya gelmiş değil.
Kur'an'ı Kerim'i öğretme, cemaatı
yetiştirme, dinin bu dinamiğini hayata geçirme hususunda, dinî hizmet yapan
personelin arzu ve merakları olduğu kanaatinde değilim. Mesela yakın zaman önce
Eminönü Müftülüğü'nce düzenlenen, bir Hizmet İçi Eğitim Kursuna katıldım.
Eminönü Müftülüğü ki Türkiye'nin en müstesna imamlarının bulunduğu yer
demektir. İki yüz kişi kadardık. Ben bu kursa katılan hoca efendilere Kur'an ı
Kerim'in manasını, mealini baştan sona okuyanınız var mı?" diye sordum.
İçlerinden birisi çıkmadı. Şimdi imamlarımız bu seviyede olursa cemaatın hangi
noktada olduğunu varın siz düşünün.
Ahmed Taşgetiren - Peki hocam bu noktada yani Kur'an'ın hayata
geçirilebilmesi hususunda, mesela aile içinde veya toplumda neler yapılabilir?
Mehmed Ali Sarı - Tabii öncelikle bu bir eğitim meselesidir. Bu
noktada mesela aile içerisinde haftada bir kez dahi olsa, Kur'an'ı Kerim'i daha
iyi anlayabilmek ve hayatımızda tatbik edebilmek için mealler okuyarak Kur'an
saatleri düzenlenebilir. Gerçi televizyonlu evlerde böyle bir çalışmayı yapmak
zor gözükse de bunu gerçekleştirme noktasında bir gayret sarf edilmelidir. Aynı
şekilde, arkadaş ve dost grupları bir araya gelip bu yönde bir çalışma
yapabilirler. Bu tür çalışmalar yapılmıyor değil ama bunların
yaygınlaştırılması lazımdır. Bu noktada iletişim araçlarından da
yararlanabilinir. Mesela TGRT televizyonunda yayınlanan Orhan Karmış Bey'in
programı oldukça faydalı ve gerçekten güzel bir örnektir. Bunların çoğaltılması
ve geliştirilmesi lazımdır.
Kısaca, bu nesli "tatbikat ve
mana şokuna" sokmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü nesil yorgun, kendi
harfinin telaffuzunu öğreninceye kadar enerjileri bitiyor. Yeni bir hamleyle
anlam ve tatbikatına götürmek için genel manada bir çalışmanın yapılması
gerektiğini düşünüyorum.
Ahmet Taşgetiren - Efendim Türkiye'de, Batı kültürüne ait bazı
birikimleri bulunan, işte Amerika'yı, Avrupa'yı, Rusya'yı bilen, aydın diye
nitelendirilen bir kesim var. Bu kesimin Kur'an'la olan ilgileri nedir? Bu
konudaki müşahedelerinizi alabilir miyiz?
Emin Işık - Konuşmalarımızın başında Türkiye'nin harf devrimiyle
beraber nasıl badirelerden geçtiğini anlattık. Aslında Türkiye'de sadece bir
harf devrimi yapılmamıştır. Türkiye aynı zamanda resmen bir kültür katliamından
geçmiştir.
Türk aydını dediğimiz adam
Shakespeare'den az çok bir kaç sayfa bir şey bilir Hamlet'i tiyatroda
seyretmiştir. Az veya çok Victor Hugo'yu, Sefilleri okumuştur. Bir takım batılı
düşünürlerin isimlerini bilir. Fakat bunların hiçbiri Türk kültürüne ait
değildir. Türk aydınının kendi kültürü adına bilebildiği tek şey, Yunus'dan bir
iki mısra, tabi o da meraklıysa. Bu kesimin Süleyman Çelebi' den dahi haberdar
olduklarını zannetmiyorum. Şimdi bu insanlara Türk aydını demek doğru değildir.
Batı aydını demek dahi doğru değil aslında. Çünkü bir Fransız aydını İncil
okumuştur, kendi tarihi ile ilgili malumatı son derece derindir.
Ama, mevlit okunurken dahi
ağlayan, peygamberimizin doğumuna kendi çocuğu doğmuş gibi sevinen bir Türk
halkı vardır.
İsmail L. Çakan - Hocam sizin Kur'an eğitimi almış bir insan olarak
hangi sıkıntılı ortamlardan geldiğinizi az önce dinledik. Siz bu işin
eğitim-öğretimini nasıl görüyorsunuz? Yani memleketimizdeki Kur'an'ı Kerim
eğitimi-öğretiminin gidişatı nedir? Sizce ne yapılması gerekir? Çocuklarımız
hıfz olarak Kur'an-ı Kerim ile dolarken Kur'an terbiyesini de alıyor mu? Yoksa
zoraki eğitim gibi bir şey mi söz konuşu?
İsmail Karaçam - Ashab'ı Kiram vahyi ilahiyeyi evvela on ayet
olarak ele alır, onu güzel okumasını öğrenir, ardından tecvidini öğrenir sonra
kıraat inceliklerini, ihtiva ettiği ahkamı öğrenir son olarak da bu
belledikleriyle amel etmeyi öğrenirlerdi. Tüm bunlar gerçekleştikten sonra
ancak onbirinci ayete geçerlerdi. Bizim de bu metoda dönmemiz gerekmektedir.
Fakat bizde uygulanan ne? Nerede akaide, ibadete, ahlaka ait hükümler var onlar
öğretiliyor ama sıra ahkama ait ayetlere gelince esgeçiliyor. Bu metotla, din
öğretimi yapıyoruz dersek bana göre yalan söylemiş oluruz. Asıl önemli olan,
çocuklarımızın kafasına, vicdanına, kendisine ve diğer insanlara, yön verecek
olan dinin hakiki hükümlerinin öğretilmesidir. Aksi takdirde din öğretimi
yaptığımız söylenemez. Yalnız Kur'an'ı Kerim'in güzel bir şekilde okunmasının
öğretilmesiyle bu işin olabileceği kanaatinde değilim.
İsmail L. Çakan - Sizin döneminizde Kur'an'ı Kerim öğrenmeye karşı
duyulan iştiyakla, bugün öğrencilerinizin Kur'an Kerim öğrenmeye karşı
duydukları iştiyak arasında bir kıyaslama yaparsak nasıl bir tablo ortaya
çıkmakta?
Emin Işık - Efendim galiba yasak biraz heyecan getiriyor.
Yasakların olduğu devirde daha fazla iştiyak olduğu kanaatindeyim. Serbest
olduğu zaman nasılsa bunu ilerde öğrenirim, nasılsa yasak yok" diye ikinci
plana atılabiliyor.
İkincisi ise güzel Kur'an okuyan
insana toplumda verilen değer ayrı bir önem taşımaktadır. Benim babam gayet
güzel Kur'an okurdu. Komşu köyde herhangi bir merasim olduğu zaman babam hemen
davet edilirdi. Bazı merasimlere beni de götürürdü. Bu merasimlerde babam baş
köşeye oturtulur herkes kendisine hürmet ve alaka gösterirdi. Günümüzde ise
bırakın güzel Kuran okuyana hürmet ve alaka göstermeyi, Bilali Habeşî'yi
getirseniz dönüp bakılmayacak duruma gelinmiştir. Çok çok bir iki tane irfan
sahibi işte "hocam diline sağlık" der ve teşekkür eder durumdadır.
Bendeniz daha gençken Beyazıt
Camii ve Topkapı'da mukabele okurdum. Edirne'de düzenlenen Kırkpınarlar'da
zurnacıbaşılık yapan meşhur zurnacı Emin vardı. Kendisi konservatuar mezunu
olduğu için bütün makamları ve icra tekniklerini bilirdi. Zurnayla taksim yapan
bir kimseydi. O zat benim mukabele okuduğum camiye gelir can kulağıyla
mukabeleyi dinlerdi. Mukabeleden sonra yanıma gelir "hocam o gösterdiğiniz
Hüseynî öyle güzel oldu ki, o hicazkar bir şahaneydi, tadına doyamadım"
gibi memnuniyetini ifade ederdi. Cemaat içerisinde böyle üç tane adam olsa
yeter. O dönemde camii sadece Kur'an dinleme yeri değildi. Radyonun
televizyonun olmadığı devirde camii adeta musikî ziyafetine meftun olanların
musikî ihtiyaçlarını karşılama yeriydi.
Bu arada bir noktayı daha
hatırlatmak istiyorum. Kur'an'ı Kerim'in yaşaması için mutlaka mukabele
geleneğinin canlandırılması lazımdır. Beyazıt caminde bir günde üç yüz tane
mukabele okunurdu. Ben Teşvikiye camiinde müezzinken kırk tane hafız gelirdi
mukabele okumaya. Mukabelelere saat onda başlanır, akşama kadar sürerdi. Pek
çok meşhur sanatçı da gelir bu mukabeleleri dinlerlerdi. Hatta aralarında
okuyan dahi bulunurdu. Münir Nureddin Selçuk her cuma Teşvikiye camine gelirdi.
Kendisine arada bir iç ezan okuturduk. Bu arada enteresan bir hatıramı da
zikretmek isterim. Bir Ramazan, Sadettin Kaynak Beyin okuduğu bir mukabelede
dinleyenler arasında sanatçı Adile Naşit'in babası da bulunuyordu. Birara Naşit
bey aşka gelip "Allah" diye bağırınca kafasını dibine oturduğu sütunun
keskin tarafına çarpıp şarıl şarıl kan akmıştır. Yani diyeceğim o zamanlar aşk
ile şevk ile Kur'an'ı dinleyen cemaat oldukça fazlaydı.
Mehmed Ali Sarı - Müsade ederseniz ben de bu sorunuza katkıda
bulunmak isterim. Şahsen bugünkü nesilde eski insanların Kur'an'ı Kerim
öğrenmeye karşı duydukları şevkin bulunmadığı kanaatindeyim. Bu kanaate
talebelerimizden ve etrafımızdaki gençlerden varıyorum. İnsan ilk önce
kendisiyle kıyas ediyor. Ben İmamlığımı yaptığım, Ağa caminde yatar kalkardım.
Hergün Hafız Kemal Batanay'dan musiki dersleri almak için Galatasaray'daki
tünele kadar yürürdüm. Oradan Karaköy'e iner, vapura binip Kadıköy'e geçerdim.
Onca zahmetle hoca efendiye gittiğimizde icabında hocanın hanımı çıkar,
"hocanın bugün misafirleri var yarın gel" derdi. Ben de döner ertesi
gün tekrar giderdim. Bugün fakültede sesleri ihtimama değer öğrenciler
görüyorum. Bu öğrencilerime " oğlum bakın ben falan yerdeyim, gelin biraz
daha okuyalım". Kız olsun erkek olsun hiçbirinden bu teklifime olumlu
cevap veren görmedim. Bizim talebelerimizin birinci derecedeki dertleri not.
Hesapları bunun üzerine kuruyorlar.
İsmail L. Çakan - Eskiden sadece hocalara mı ihtimam gösteriliyordu?
Yeni yetişmekte olan hafızlara da zannedersem daha farklı muamelede
bulunuluyordu.
Emin Işık - Evet gerçekten de eskiden Kur'an eğitimi gören,
hafızlık yapan çocuklara da ayrı bir ihtimam gösterilirdi. Mesela benim
hafızlık yaptığım sıralarda, arkadaşlarımızla "birdirbir" gibi bir
takım oyunlar oynarken, arkadaşlarımız beni oyundan çıkartırlardı. Ben de atlamak
isterdim fakat onlar "sen canlı Kur'an sayılırsın üzerinden atlanmaz"
der müsaade etmezlerdi.
Mehmed Ali Sarı - Bunu şahsen ben de yaşamışımdır. Hafızlık
yaptığım yaşlarda, köy pınarına giden bir yol üzerinden geçerek camiye
giderdim. Eğer suya giden kadınlar beni, taa uzaktan görürlerse, önümü kesmemek
için beklerlerdi. Ben geçtikten sonra yollarına devam ederlerdi. Ben de
utancımdan çabuk çabuk geçer onları daha fazla bekletmek istemezdim.
Ahmed Taşgetiren - Peygamber efendimiz "beni Hud suresi ihtiyarlattı"
buyuruyor. Sizlerin de Kur'an'ı Kerim öğreniminizde böyle ağırlığını
hissettiğiniz bir ayet var mı?
Emin Işık - Ben şahsen Kur'an'ı Kerim'in mucize olduğunu ortaya
çıkaran hadiseler yaşadım. 1960 senesinin yazındaydı. Yatsı namazı kılmak için
bekliyorduk. Orada Hikmet isimli hafızlığa çalışan 14-15 yaşında bir öğrenci
vardı. Bu çocuğun annesi vefat etmiş babası da başka bir hanımla evlenmişti.
Üvey annesi evde çocuğa pek huzur vermemiş, o da İstanbul'a gelmişti. Kendisi
camide yatıp kalkar, caminin temizliğini yapar, aynı zamanda hafızlığını
sürdürürdü. Bir gün camide kendisini dinliyordum. "Kim Allah Teala'ya
takva ile bağlanırsa Allah ta kendisine bir takım kapılar açar, ona rızkını hiç
hesap etmediği yerden gönderir" ayetine gelince, kendisine moral olur
düşüncesiyle bu ayetin manasını açıklamaya çalışıyordum. Ben daha
"bilmediğiniz, hesap etmediğiniz yerden" diye cümlemi tamamlamak
üzereydim ki bizim kapının zili çaldı. Kibar bir beyefendi, sorumlu bir kimse
aradığını belirtti. Ben de kendisine caminin müezzini olduğumu söyledim. Bu
beyefendi caminin yanından geçerken ışığın yanık olduğunu görünce geçmişlerinin
ruhuna bir Yasin okutmak isteğini bildirerek bir zarf uzattı. Bizim hafıza
"Allah Teala ayetin manasını canlı olarak gönderiyor dedim ve zarfı
kendisine verdim.
İsmail Karaçam - Ben Cenabı Allah'a hep şöyle dua ediyorum:
"Ya Rabbi eğer izzetime dair bir şeyim varsa ben onu Kuran'ınla kazandım.
O'nunla lütfettin. Kur'an sayesinde herşeyim oldu. Bu dünyada olduğu gibi ölüm
anında da, kabirde de, mahşerde de, cennette de beni Kur'an'sız bırakma
yarabbi" diye dua...
KAYNAK: Emin Işık, İsmail Karaçam
ve Mehmet Ali Sarı Hocalarla... "Kur'an Sohbeti" (Altınoluk Röportaj,
1996 - Mart, Sayı: 121, Sayfa: 16).