Şair ve
yazar, gazeteci (D. 1953, Yukarıovalı (Vizara) köyü / Küçükdere / Sürmene /
Trabzon – Ö. 12 Eylül 2010, İstanbul). Tam adı Osman Olcay Yazıcı’dır.
Aşağıovalı Köyü İlkokulu, Zonguldak Fener Lisesi mezunu. Yükseköğrenimini
İstanbul’da yaptı.
1984’te
gazeteciliğe başlayarak; on iki yıl çalıştığı Türkiye gazetesinde dizi,
mülâkat ve köşe yazarlığı, kültür sanat sayfası yöneticiliği, bölüm şefliği ile
yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktörlük görevlerinde
(1984-97) bulundu.
Türk Edebiyatı
Vakfının yayımladığı Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü
(1983-84), İhlas Holding’in İnsan ve Kâinat dergisinin editörlüğünü
(1988-94) yaptı. Kültür Dünyası dergisinin genel yayın yönetmenliğini
(1997-98, 16 sayı) üstlendi. 1999’da Ayyıldız Gazetesi’nin Kültür Sanat
ve Düşünce sayfasını yönetti.
Müstâkil
Sanayici ve İşadamları Derneği Araştırma Yayın Komisyonu koordinatörlüğü ile
süreli yayınlar editörlüğünü (2000-2001) yürüttü. Çalışmalarını, Uluslararası
Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV)’nın genel müdürü
olarak sürdürdü.
Edebiyat Çalışmaları:
Başta Hisar,
Töre, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Pınar, Meşale, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Millî
Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Güneysu, Çağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı,
Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce, İslâmî Edebiyat, Bizim Külliye, Çerçeve,
Seyir, Öncüler, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Biyografi Analiz, Mor Taka, Yüzakı
ve Ufuk Ötesi dergileri ile Türkiye ve Ayyıldız gazetelerinde
şiir, hikâye, deneme ve fikir yazıları yayımlandı.
Şiirlerinin
bir bölümü Arif Nazım ve Mehmet Yılmaz tarafından bestelendi. Çocuklar
Vatanında Büyüsün adlı hikâye kitabıyla Türk Edebiyatı Vakfı 1982
Birincilik Ödülünü aldı. İLESAM, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye
Yazarlar Birliği üyesiydi.
Vefatı:
Olcay
Yazıcı, bayram ziyareti için gittiği Samsun'dan İstanbul'a dönerken 12 Eylül
2010 günü otobüste rahatsızlandı. Kalp krizi geçirdiği belirlenen Yazıcı,
kaldırıldığı hastanede vefat etti. Yazıcı'nın cenazesi Zeytinburnu Ulu Cami'de
öğleyin kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Mezarı Zeytinburnu-Topkapı Mezarlığındadır.
Törene,
Yazıcı'nın eşi Songül Yazıcı, oğlu Abdullah Oğuz Yazıcı, kızı Feyza Yazıcı,
MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihat Vardan, MÜSİAD Genel Sekreteri Nihat Alayoğlu,
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı, sanat ve edebiyat camiasından
Yavuz Bülent Bakiler, Prof. Dr. Ümit Meriç, Dursun Gürlek, Türkiye
Gazetesi'nden Yazıcı'nın çalışma arkadaşları ve vatandaşlar katıldı.
Tören
sırasında basın mensuplarına açıklama yapan İstanbul İl Kültür Müdürü Ahmet
Emre Bilgili, Yazıcı gibi bir kültür adamının vefat etmesinin herkese hüzün
verdiğini anlatarak, Türkiye'de kültür adamlarının sayısının fazla olmadığını
ve herkesin dünyanın fani olduğuna dair dersler çıkarması gerekti ğini
kaydetti.
Kültür
A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan da, Yazıcı'nın topluma sürekli pozitif enerji
yayan bir insan olduğunu ifade ederek, "Osman Olcay Yazıcı'nın
kötümserlik, yakınından, uzağından geçmemiştir. En zor şartlarda bile etrafına
bir ışık sunar ve orayı gülşene çevirirdi. Öyle inanıyorum ki gittiğ i yerde
gülşen içerisinde olacak. Edebiyat dünyası ise onun bıraktıklarıyla
yetinecek" dedi.
İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansı Genel Sekreteri Şekip Avdagiç de,
ajansta birlikte çalıştıklarını, Yazıcı'nın daha önce de MÜSİAD'daki
çalışmalarından faydalandıklarını anlattı. Avdagiç, Yazıcı'nın dünyadan erken
yaşta ayrıldığını, eksikliğini her zaman hissedeceğini belirterek, sanat
camiasına ve ailesine baş sağlığı dileğinde bulundu.
Olcay Yazıcı İçin Ne dediler?
“Yaralı
Küheylân ise bizim hikâyemiz, daha doğrusu dramımızdır. Cumhuriyetimiz
kurulduğunda belediyeliklerde yaşayanlar herhalde nüfusumuzun yüzde onu kadarıydı.
Şimdilerde yüzde altmışlar civarında olduğuna göre nüfusumuzun hemen hemen
yarısı köylerde doğmuş, ama şehirlerde hayat hakkı arıyor. İlk hatıraların
dokunduğu yerlerden, ana kucağından ayrılmak yüreğinin farkında olanlar için
gerçekten zor bir olaydır; ama zaruretler insanımıza neler dikte ettirmiyor. Bu
gurbeti ruhsuz kalabalıkların nasıl çekilmez hale getirdiğini o lirik üslûbuyla
ne güzel anlatmaktadır.” (Mehmet Niyazi, Yaralı
Küheylân hakkında)
ESERLERİ:
Hikâye: Çocuklar Vatanında Büyüsün (1985), Papatyalar Üşümesin (1990), Yaralı Küheylân (2004).
Şiir: Erguvan Uğultusu (1991), Eylül’ün Kırdığı Gül (1994).
Deneme: Tartışmayı Tartışmak (1992), Hüzün Yazıları (1993), Kitapsız Toplum (1994), Nemrut Ateşi (2004).
Araştırma: Büyük Gün / Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak
Hazreti İsâ’nın Dönüşü (2001),
Eğitim ve Kültür Trajedimiz /Kendimiz Olmaktan Nasıl Çıktık (2001).
KAYNAKÇA: Mehmet Nuri Yardım / Türk Şiiri’nden Portreler (2001),
Arslan Tekin / Edebiyatımızda İsimler ve Terimler, Hüdâvendigâr Onur / Türk
Sağı, Mehmet Niyazi / Zaman (7.2.2005), İhsan Işık /
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2. bas., 2009), Gazeteci
Olcay Yazıcı vefat etti (yazete.com, 13 Eylül 2010, İstanbul), Gazeteci şair ve
yazar Osman Olcay Yazıcı, İstanbul'da toprağa verildi (medyaradar.com, 13 Eylül
2010), Türkiye Yazarlar Birliği / Türkiye
Kültür Sanat Yıllığı (2011), Osman Olcay
Yazıcı (kirmizilar.com, 25.03.2020), Olcay Yazıcı kitapları (kitapyurdu.com –
kitantik.com – selamkitap.com vd., 25.03.2020).
Sesli kaya
Gel, gidelim ligarbaya
O efsunlu sükûneti
Yaşayalım doya doya
Ruhunu sal rayihaya
Sesli kaya
Bir mermi sür tabancaya
İçindeki gür-nârâya
Minicik, demir tayyare
Selâm götürür o yâre
Gün eksildi, masal bitti:
Yapayalnızız, ne çare!..
Sesli kaya
Sesli kaya
Ay ışıdı patikaya
Dalmış şimdi bir rüyaya
Kurt vadisi
Yangın yeri
Seyrana çıkmış bir peri
Ermiş gibi duruşu var:
Kabullenmiş zor-kaderi
Sesli kaya
Sesli kaya
Kar yağınca Vizara’ya
Bürür göğü beyaz ölüm:
Çığlığını kimler duya?
Sesli kaya
Sesli kaya
Sesli kaya
Teselli ver fukaraya
Hasret derin bir uçurum:
Gurbetlik girmiş araya
Sesli kaya
Sesli kaya
Tutuldum âfet edâya
Gül esenliği muştula
Şehirde mahpus sedâya
Sesli kaya
Ağıt yak tüm ehibbaya
Mümkün değil, dönemeyiz:
O hayalî dilârâya
Sesli kaya
Veda artık mâsivâya
Kurtulalım bu zindandan:
Erişelim müntehâya!..
“Adı
konulmayan, kuralı-kaidesi olmayan, hesaba-kitaba sığmayan; ama varolan,
yaşanan ve hayatın bütün zerrelerine sirayet eden bir savaş. “
“Gökkuşağı
Vurgunları” isminden de anlaşılacağı üzere, vatan-millet adına kurduğu düşleri,
düne-bugüne ve yarına dair idealleri uğruna fedakârca mücadele vermesine
rağmen, anlaşılamayan, ödüllendirilme yerine zindanlara atılan bir neslin
dramatik, hüzünlü ve düşündürücü hikâyesi. Yaşanmışlıktan kaynaklanan bir ilk
eser olmasına rağmen; kurgu, dil, anlatım ve üslup açısından oldukça başarılı
bir çalışma. “Tezli” bir roman.
Romanda
yer verilen, “Yûsufum tahtlarda salınacakken, zindanlarda çürüdü.” mısraı, trajedinin
özeti gibidir.
Aşağıdaki
satırlarda da görüleceği üzere, dramatik olduğu kadar duygulu bir anlatımı var
Ahmet Tüzün’ün:
“Dündar
dede, kollarını iki yana açıp sanki bütün çocukları kucaklamak ve hiç vakit
kaybetmeden gökkuşağına uçurmak ister gibi davranarak, bakışlarını onların
üzerinde gezdirdi. Eskilerden kalan genç bir heyecanla parlayan gözlerinde,
gökkuşağının bütün renkleri toplanmıştı. Göğüs kafesinden, onun da ötesinde çok
derinlerden gelen bir sesle, kelimeleri yağmur taneleri gibi sâkin, lâkin çabuk
sıraladı:
Çocuklar,
gökkuşağının altından geçerken tutulan dilek Allah ü Teâla tarafından kabul
edilirmiş. Ömrünüz ulu çınarlar gibi sağlam, su gibi aziz, gökyüzü gibi ferah,
yağmur gibi bereketli, gökkuşağı gibi renkli olsun.”
Ahmet
Tüzün, acı hikayelerini yazdığı vurgun yemiş nesilden biri; bu yüzden yaşanan
dramı yakından tanımanın tanıklığı ile ve yüreğindeki derin elem ve hüzünle
yazmış eseri. Anlatılan, yorumlanan, açımlanan hikâye Türkiye’nin 70’li, 80’li
yıllarındaki siyasî-sosyal ve ideolojik kavgasını konu edinse de, üslup ve eda
olarak tam bir edebî eser hüviyetinde. Yazar, keskin realiteyi, duygulu, lirik
ve hatta şiirsel bir dille anlatıyor:
“Delicesine
ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı. Sanki ayakları yerden kesilmiş,
boşlukta yol alıyorlardı. Yerin üstünde akarcasına sürât kazandılar.
Gökkuşağının altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi. Düz
ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar, gökkuşağından
görünmez kanatlarla uçacaklardı. Dünya durmuş, nefesini tutmuş, bu çılgın
yarışın sonucunu bekliyordu... Bir ömrü bir âna sığdıran olağanüstü bir zaman
işliyor, yer ile gök buna şahitlik ediyordu... “
Ahmet
Tüzün. anlaşılan yaşadığı dramın tesiri ile vaktinden evvel kemâle ermiş.
Tahlil ve tesbitleri, bir ilk eserde pek görmeye alışık olmadığımız kadar
isabetli ve derin. Ebed-müddet fikriyle kurulan ve çınar ağacı ile
sembolleştirilen Osmanlı’nın zevalinden sonra Türk Milletinin ters giden
talihini, elem ve üzüntü veren bozgununu, etkili bir dille anlatıyor:
“
Osmanlı’dan sonra diktiğimiz çınar, istediğimiz gibi boy vermedi. Dalları
budandı, kökü sulandı, kaç defa aşılandı amma ve lâkin, bir türlü istediğimiz
gibi boy atamadı. Bu çocukların can suyu vereceği ağaç, zümrüt yeşili olsun.
Hastalık girmesin bünyesine. Yeni Şeyh Edebâliler, yeni Osman Gaziler çıksın;
çınarları dünyaya kök salsın, gövdesi imanla büyüsün, dalları kıtaları
kucaklasın. Bunlar, bu nur demetleri bizim rüyamızı gerçekleştirecekler
İnşallah. Bu çınarın toprağını Galiçya’dan, Kafkasya’dan Sina’dan, Yemen’den
getirdik biz. Toprak, tohumsuz olmaz... Bu tohum her birinin gözlerinde
yeşeriyor. Görüyorum. Gönüllerinde ateşi yakması bizden, kıvılcımlarını cihana
saçması onlardan. Bütün gayretimiz bu mefkûreyi, yarınlara nakış nakış işlemek
için, diyor; yarınlara ışık yüzlü çocuklar hazırlıyordu."
“Gökkuşağı
Vurgunları” bir dönem Türkiye’sinde “sağ-sol”, “devrimci-ülkücü” tanımlaması
altında sergilenen fikrî ve fiîli çatışmaya da ışık tutan, o günlerden günümüze
ders ve ibret alınacak fotoğraflar taşıyan bir eksen etrafında gelişiyor:
“Üniversitelerde
çatışmalar devam ederken, sol bir derneğin açtığı “silahları bırak”
kampanyasını Ülkü Ocakları hem televizyonda hem de gazetelerde destekledi. Ülkü
Ocakları yaşanan çatışmalı ortamda hep terörden uzak kalmaya, hadiselerin
dışında olmaya özen gösteren tavırlar sergiledi ve “Eller silah değil kalem
tutmalı” kampanyasını başlatarak, bütün Türk gençliğini silahlı çatışmaya
değil, fikri ve siyasi tartışmalara çağırdı. Televizyonda düzenlenen ve çeşitli
gençlik gruplarının katıldığı bir açık oturumda devrimci gençlik başkanının
karşısında bizim başkan, Anadolu gençliğinin sesini dile getirerek vakur
tavrıyla aslan gibi kükredi. Bu program, ülkücülerin zihniyetinin millet
tarafından tanınması için iyi bir vesile oldu. Programdan sonra sol örgütler
bir daha ülkücülerle tartışmama kararı aldı."
Verilen
kavganın, millî bir var oluş mücadelesi olduğuna dikkat çekilen romanda, ülkücü
neslin, ideâl ve hayâlleri, düşünce yapısı sıkça vurgulanıyor. Bu eski
fotoğrafa, düşünce pratiğine baktığımızda, gelinen nokta öyle ya da böyle,
varlık eksenindeki fikrî alandan ne kadar uzaklaştığımızın da bir göstergesi:
“Türk
milliyetçiliği ve ülkücülük reaksiyon değil, bir aksiyon hareketidir. Türk
milliyetçiliği, milletimizin tarih sahnesine çıkmasından bu yana vardır ve
varolmaya da devam edecektir. Atalarımız Oğuz Kağan’dan Bilge Kağan’a,
Alparslan’a, Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye ve bugüne kadar gelen nizâm-ı âlem
meşalesini; ülkücü hareket sistemli bir şekilde çok daha ilerilere götürecek ve
bayrağı burçlara dikecektir. Ülkücü hareket komünizme, faşizme, kapitalizme
karşıdır. Ancak bunlar olmasa da ülkücü hareket bir aksiyon olarak
varolacaktır. Bizim davamız, Türk milletini, dünya milletler ailesinde lâyık
olduğu şerefli mertebeye çıkarmak, Türk milletini; hakkında karar verilen
değil, dünya hakkında karar veren bir zirveye taşımaktır. Bu kutlu yolda
yürürken, karşımıza çıkacak her türlü yabancı ideolojiye ve zararlı ‘izm’e de
reaksiyonumuzu gösterecek, ancak hedefe yürümeye devam edeceğiz."
“Gökkuşağı
Vurgunları” gerçekten de, vurgun yemiş, bozguna uğramış, ümit ve hayâlleri
kırılmış, hatta idealleri uğruna zulme uğratılmış bir neslin acı, acı olduğu
kadar da, buruk ve ibretli hikâyesi. Roman, gerek üzerine inşa edildiği fikri
temel olarak, gerek kurgu ve edebî dil açısından, okuyucuda bir ilk eserden
ziyade, profesyonel bir romancı intibaı uyandırıyor. Bu yönüyle Ahmet Tüzün,
hem güzel bir kesit, hem de güzel bir anlatım tarzı yakalamış. Romanın dili de
yaşayan güzel ve rafine Türkçe’ye çok uygun bir dil şuuru ile kaleme alınmış.
Anlaşılan yazar, bu ilk eserini okuyucunun karşısına çıkarmadan önce, epey bir
sancı çekmiş ve epey bir zaman romanı üzerinde titiz bir çalışma metodu
uygulamış. Bu açıdan Ahmet Tüzün’ü kutlamak lâzım. Gün ışığına çıkması uzun
yıllara ve sabırlı bir işçiliğe dayanan bu ilk eserin bir başka yönü de,
küresel rüzgârların sert estiği ve cemiyetin yeni bir “var oluş mücadelesi” ile
karşı karşıya bulunduğu bir zamanda yayınlanması. Her insanın olduğu gibi, her
kitabın da bir kaderi vardır derler. Demek ki, gün bu günmüş...
Yazar
hem ülkenin içerisinde bulunduğu kavgalı, çatışmalı yılları ve hayâlleri
kırılan bir nesli anlatırken; atmosferi güçlendirmek ve bir kimlik şuuru
aşılamak için Türk kültüründen, Türk mitolojisinden ve efsânelerden de istifade
etmiş; aralara bazı kitabî paragraflar serpiştirmiş. Bu da romanın fikrî yapısı
ile misyon üstlenme gayretini oldukça pekiştirmiş.
Roman
karakterleri, mekânı, dili, üslubu ve millî edâsı ile, bizden, yerli ve özgün
bir çalışma hüviyeti kazanmış. Son dönem harcıâlem kitaplarla kıyaslandığında,
bu küçümsenecek bir başarı değil.
Kısaca,
“Gökkuşağı Vurgunları”, Türkiye’nin, bizim acı hikâyemizi anlatıyor. Bu
topraklarda sahnelenen bir dramı, bir “kardeş kavgasını” anlatıyor. Adına
“savaş” denen bir ölüm-kalım mücadelesini yıllar sonra gözler önüne seriyor.
Evet 70’li, 80’li yıllarda ortada sebebi belirsiz bir kör dövüşü, açıkça bir
savaş vardı. Nasıl bir savaş mı? İşte romandaki cevabı: “Adı konulmayan,
kuralı-kaidesi olmayan, hesaba-kitaba sığmayan; ama varolan, yaşanan ve hayatın
bütün zerrelerine sirayet eden bir savaş."
Belirtildiği
üzere, fikrî ve ideolojik çatışma ortamında gelişen insan ilişkilerini gerçek
bir Türkiye tarihi ekseninde irdeleyen romanı, aynı zamanda, Türkiye’nin siyasî
ve kültürel tarihi gibi okumak da mümkün:
“Anarşi,
Türkiye’deki içtimai buhranın meyvasıdır. Buhran, Türk aydınının milletinden
koparak, yabancı kültürlerin ağına düşmesiyle başlamıştır. 150 senedir şekil
değiştirerek devam etmektedir. Kültür emperyalizmi, kültür boşluğu olan
memleketlerde müessir olur. Türk kültürü Türk okullarından kovulmuş, nesiller
milletinden koparılmış, beyni yıkanmış bir sürü müstemleke münevveri imâl
edilmiştir. Anarşiyi okullardan da memleketten de kovmanın bir tek yolu vardır:
Nesiller milli ve manevi terbiyeyle yetiştirilmelidir! Zira anarşi, bu
boşluktan istifade eden komünizmin tabii bir neticesidir. Mikroptan şikayetçi
olanların onunla mücadele etmesi şarttır. Komünizm, maddecilik bataklığında
nevşünema bulan, hayat bulan bir mikroptur. Bataklık kurutulmadan, mikrop yok
edilmeden anarşi hastalığı yok edilemez. Bunun tek ilacı milli kültürdür. Yoksa
anarşi ilkokullara da iner, anaokullarına da.. “
Her
ne kadar çetin bir mücadeleyi, sisli bir kaosu, kavgayı anlatsa da, roman
dediğin aşksız olur mu, olmaz. Bu romanda da, havada uçuşan kurşunlar ve zindan
ağıtları arasında, buruk ve kederli de olsa, soylu bir aşk hikâyesi yaşanır:
“Bir
teneffüste Ayfer’in eline bir kağıt tutuşturmuştu Mehmet. Kızın yanakları al al
olmuş, bakışları yere düşmüştü. Kağıtta Yahya Kemal’in dörtlüğü yazılıydı:
“Hayatta
ne ikbâl ne servet dileriz
Hattâ
ne de ûkbâda saadet dileriz,
Aşkın
gül açan, bülbül öten vaktinde
Yâranla
tarâb yâr ile sohbet dileriz”
Kız
şiiri okudu, mânâsını çözdü. Mehmet’in ne demek istediğini, kendisine karşı
beslediği hislerin şifresini böylece öğrenmişti. Mutlu bir tebessüm yayıldı
çehresine, yüzü kızararak.”
Kitap
arka kapak yazısında, okuyucuya şu etkili tanıtımla sunuluyor:
“Onlar,
rengârenk kanatlı atlara binecek, kutlu bir çağa gireceklerdi.
Delicesine
ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı işte...
Gökkuşağının
altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi.
Düz
ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar; gökkuşağından görünmez
kanatlarla uçacaklardı.
Dünya
durmuş, nefesini tutmuş, bu çılgın yarışın sonucunu bekliyordu...
Bir
ömrü bir âna sığdıran olağanüstü bir zaman işliyor, yer ile gök buna şahitlik
ediyordu...
Gökyüzündeki
yıldızlar zaman zaman kayıp gider, yitip kaybolurdu.
Ama
onlar el ele gönül gönüle sımsıkı tutunmuşlardı; yitip gitmezlerdi,
kaybolmazlardı.
Çünkü
onlar gökkuşağının altından geçiyorlardı...”
Yazarı
bu değerli eseri münasebetiyle kutluyor, kendisinden yeni romanlar
beklediğimizi belirtiyoruz.
KAYNAK:
Olcay
Yazıcı / İdeal Bir Neslin Dramı: “Gökkuşağı Vurgunları” (ulkuyaz.org.tr,
20.03.2016).