Şair
(D. 24 Aralık 1867, İstanbul - Ö. 19 Ağustos 1915, İstanbul). Aksaray Valide Rüştiyesi
(ortaokul)’nde başladığı öğrenimini Galatasaray Lisesinde tamamladı (1888).
Hariciye İstişare Kalemine memur olarak girdi. Buradan ve Sadaret Mektubi
Kalemi memurluğundan sıkılarak ayrıldı (1889). Geçim sıkıntısı nedeniyle, son
görev yerindeki memurluğuna bir yıl sonra yeniden başlamak zorunda kaldı. Ek iş
olarak da Gedikpaşa Ticaret Mektebinde yazı ve Fransızca dersleri verdi.
Sınavla Galatasaray Lisesinin ilk bölümüne Türkçe öğretmeni olarak atandıysa da
(1892) hükümetin bütçe açığını kapamak için memur aylıklarında kesinti yapması
üzerine görevinden de ayrıldı (1895). Ertesi yıl Ahmet İhsan’ın sahibi olduğu Servet-i
Fünûn dergisini yönetmeye başladı (7 Şubat 1896). Aynı yıl Robert Kolejinde
Türkçe öğretmeni oldu. Sahibi ile çatışarak Servet-i Fünûn dergisini
bıraktı ve “Âşiyan” (yuva, kuş yuvası) adını verdiği Rumelihisarı’ndaki evine
çekildi (1901). Abdülhamid yönetimini eleştiren şiirlerini bu döneminde yazdı.
Meşrutiyet
ilan edilince (1908) Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım ile birlikte Tanîn
gazetesini çıkarmaya başladı. Ancak yazı ve haberlerde İttihad ve Terakki
desteklenince kısa bir süre sonra gazeteden ayrıldı. Bu sırada Galatasaray
Lisesi müdürlüğüne (1909) getirildi. Dönemin eğitim bakanı Hayrullah Efendi’yle
anlaşamayınca müdürlükten istifa etti (1910). Robert Kolejindeki öğretmenliğini
ölümüne kadar sürdü. Önce Eyüp Mezarlığına gömülmüştü, sonra Âşiyan’a
nakledildi (1961). Evi (Âşiyan) 1945’te müze haline getirildi.
Şiir
yazmaya Galatasaray Lisesinde öğrenci olduğu yıllarda başlayan Tevfik Fikret,
önceleri Muallim Naci etkisinde Divan geleneğine bağlı şiirler verdi. Ancak “Servet-i
Fünûn hareketinin öncüsü olduğu gibi, Batılılaşmayı savunan bir düşünce savaşçısı
olarak da, biçim ve özde Türk şiirine getirdiği yeniliklerle döneminin en büyük
şairlerinden sayıldı.” (Atilla Özkırımlı).
Şiirlerini
yayımladığı dergilere göre şiir dönemleri şu şekilde değerlendirmek mümkündür:
1- 1891-92’de Mirsad dergisinde aşk, dinî duyguları işler. 2- 1894-95’te
Malumat dergisinde ise güzel sanatla şiiri yakınlaştırır. Fransız şiiri
etkileri başlar. 3- 1895-96 yıllarında Mekteb dergisinde şiirini dil ve
anlatım yönünden geliştirdiğini görürüz. Sanata yönelme sürer. 4- 1896-1901
yılları arasında yöneticiliğini, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Servet-i
Fünun dergisinin görünümü bir sanat eseri gibidir. Harfleri, başlıkları,
sayfa düzeni, resimleri Fikret tarafından seçilir, denetlenir. Dergide soneler,
terzarimalar, triyoleler yayımlanır. Resimaltı şiire örnekler verilir. Tevfik
Fikret şiir, edebi sohbet, makale türlerindeki eserlerini her sayıda yayımlar.
Kötümserlik, güzel sanatlar, düş-gerçek çatışması, doğa, aile, merhamet, vatan
temli şiirleri öne çıkar. Sonnet (sone) şiir tarzının Türk edebiyatındaki ilk
örneklerini Tevfik Fikret verir. 5- 1908-15 yılları arasında Tanin gazetesinde
yayımladığı hürriyetçi şiirleriyle etkili oldu. Haluk’u ülkeyi kalkındıracak
gençlerin temsilcisi olarak görüyordu. Eğitim ve vatanseverlik de en çok
vurguladığı kavramlardır.
Mehmet
Akif’le birlikte, döneminde aruzu ustalıkla kullanan iki büyük şairden biri
olan Tevfik Fikret, Türk şiirine nazmı nesre yaklaştırarak daha doğal bir eda
kazandırma yolunu açtı. Konu olarak, vatan, millet, insan sevgisi ile siyasî
gelişmeler karşısında duyduğu tepkileri işledi. Dilinin ağırlığı, şiirlerinin
orijinal haliyle günümüzde anlaşılarak okunmasını engelledi. Şiirlerini bazı
şairler (A. Kadir, Ahmet Muhip Dıranas, Ceyhun Atuf Kansu) günümüz Türkçesine
uyarlama çalışması yaptılar. Tüm şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmış olan Tevfik
Fikret, son yıllarında çocuklar için otuz kadar şiiri hece ile yazarak Şermin
adlı kitabında topladı.
“Fikret,
tam manasıyla inkılapçı, cezri bir küçük burjuva münevveridir… Büyük ve ana
hattında, iyi manada insaniyetçi şair Tevfitk Fikret’in faaliyet gösterdiği
devirde, içinde bulunduğu muhitte başka türlü de olması mümkün değildir. Fikret
yaşadığı devirde, bulunduğu muhitte en iyi ve en ileri ne olmak mümkünse onu
olmuştur.” (Nâzım Hikmet).
“Fikret’i
sadece fikir bakımından değerlendirmek yanlış bir görüştür. O, ne bir sosyolog,
ne de bir filozoftur. Fikret’in sesini bugüne kadar getiren ve yarına götürecek
olan, büyük ifade kabiliyetine sahip bir şair olmasıdır. Sanatta mühim olan,
malzeme değil, malzemeyi kullanış tarzıdır. Meseleye bu zaviyeden bakılırsa,
Fikret’in bizde şimdiye kadar gelmiş geçmiş şairlerin en ustalarından biri
olduğu görülür. Dile yeni şekil verme bakımından, onunla kıyaslanabilecek başka
Türk şairleri olarak, ancak Mehmet Akif, Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Behçet
Necatigil’i sayabilirim. Bunlar, Türkçeyi hamur gibi yoğurmuşlardır ve ustaları
Fikret’tir. Fikret’ten sonra, birçok Türk şairi ‘şiir ile hitabet’i birbirine
karıştırmanın kurbanı olmuşlardır. Bence Nâzım Hikmet de bunlardan biridir.” (Mehmet Kaplan)
“Fikret’in
üslûbu, şahsiyetinin geçirdiği türlü gelişme safhalarında ayrı ayrı karakterler
gösterir. Tahkiye ve tasvire şiirlerinde fazla yer ayıran şairin üslubu, 1900
yılına kadar süren dönemdi deskriptif (tasvirimsi) ve bilhassa naratif
(hikâyemsi) bir yapı gösterdiği halde, bu tarihten sonraki dönemde daha çok bir
hitabet karakteri taşır… Batılılaşma hareketinin en hararetli temsilcisi ve
müdafii olan Fikret’in daha zamanından başlayarak, cemiyet üzerinde müspet ve
yaygın tesirleri olmuştur. O da, Namık Kemal gibi, edebi değil, aynı zamanda
sosyal cephesi olan bir şahsiyet bulunduğu için, tesirlerini bu iki cepheden
incelemek daha doğru olur. Edebi şahsiyeti ile Fikret, zamanındaki
tesirlerinden başka, Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmed Haşim’den başlayarak,
Türk nazmının genel yürüyüşü ve gelişmesi üzerinde tesirli olduğu gibi; sosyal
şahsiyetiyle de, genç nesillere, telkin ettiği birçok manevi değerler
bakımından kuvvetle tesir etmiştir.” (Kenan
Akyüz)
“Meşrutiyetin ilanından sonra herkes ne
yapacağını şaşırıp nereye, neye yöneleceğini düşünürken Fikret; bu yurdu nasıl
yükseltmek, gençliği uyuşukluk, karanlık, acz ve cehaletten nasıl kurtarmak
gerektiğini düşünüyor, çareler arıyordu. Ona göre tek bir çare vardı: Milletin
kültür seviyesini yükseltmek, aydın, yapıcı ve beceri sahibi gençler yetiştirmek.
O, okullarımızda o zamana kadar yürütülmekte olan öğretim ve eğitim
usullerinden bambaşka, yepyeni esaslara dayanan bir okul kurmak istiyordu.” (Cahit Kavcar)
“Fikret’in şairliği hayâl şairliğinden ziyade
hayat şairliğiydi. Onun şairane hissi, hayâlden ziyade hakikât karşısında
galeyana gelirdi. İlhamlarını bile hayattan alan Fikret, terbiyenin de asıl
hayattan geleceğini bilir ve telkinle terbiye hususunda şâyân-ı hayret bir
nüfuz ve muvaffakiyet gösterirdi. Fikret, bizim için, yalnız öğretmenliği ve
müdürlüğü ile değil, şairliğiyle de bir eğitici, hem de müstesna bir eğitimci
oldu. Hiçbir şâirimiz çocuklarla gençleri Fikret kadar düşünmedi, hiçbir şâirimiz
gençlerle çocukların ruhlarına hitap etmenin yollarını Fikret kadar arayıp
bulmadı, hiçbir şâirimiz ahlâk ve terbiye endişesiyle, telkin ve tehzip
maksadıyla Fikret kadar şiir yazmadı.” (Satı
Bey)
“Ona göre eğitimin amacı çocuğun kafasını
bilgiyle doldurmak değil, onu hayata hazırlamak, yaşadığı dünyaya yöneltmektir.
Eğitimin yöntemini de bu amaç belirler. Bilgi ezber yoluyla değil, oyun
aracılığıyla, üstelik uygulama yoluyla verilmelidir. El işler, iş ürer çünkü.
“Şermin’deki
bütün şiirlere egemen olan öz budur temelde. Fikret o güne kadar yazdıklarını
bir yana bırakmış, işe elifbadan başlamıştır sanki. Gençlerden sonra çocuklara
yönelmiş, ağacı yaşken eğmeye girişmiştir. Onları korkutmak için uydurulmuş
olağanüstü varlıkların gerçekte olmadığını söyler. Ama yalnız çocuklar
değildir seslendiği. Anaları, babaları, öğrencileri de almıştır karşısına.
Öğretme ve öğrenme işinde deneyin, sevmenin önemini vurgular. Bilginin
somutlaşması gerekir çünkü. İnsan ve ana sevgisi temleri de işlenir bu
şiirlerde. Böylece Fikret insancıl, hayata bağlı dünya görüşünü aşılamak ister
çocuklara.” (Atilla Özkırımlı)
“Fikret’in Ezan şiirinde, ezanın ne olduğunu
bilmeyen, hele camide uyumaya kalkan çocuğunu tokatlayan baba tipi de,
evvelki gibi yine cemiyetimizde örnekleri bulunan babalardandır. Mehmet
Kaplan, bu hikâyenin, dayak atarak öğretme yerine sevdirerek öğretmeyi telkin
maksadıyla yazıldığını söyler. Acaba, çocuk eğitiminde, menfî örneği vererek
telkin mi daha kolaydır, yoksa müspet olanı göstermek mi? Çünkü Şermin
eğitimciler için değil, nihayet küçük çocuklar için yazılmış bir kitaptır.” (Prof. Orhan Okay)
ESERLERİ:
ŞİİR:
Rübab-ı Şikeste (1900, Ahmet Muhip Dıranas tar., Tevfik Fikret / Kırık
Saz adıyla, 1975; Asım Bezirci tar. sadeleştirilerek orijinal adıyla, 1984),
Haluk’un Defteri (1911), Rübabın Cevabı (1912), Şermin (1914),
Tarih-i Kadim - Doksan Beşe Doğru (
DÜZYAZI:
Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları (Haz. İsmail Parlatır, 1993).
HAKKINDA:
Ahmet Hamdi Tanpınar / Tevfik Fikret (1944), Rıza Tevfik / Tevfik Fikret
Hayatı, Sanatı, Şahsiyeti (1945), Mehmet Kaplan / Tevfik Fikret ve Şiiri (1946,
Tevfik Fikret adıyla, 1971), Hasan Ali Yücel / Edebiyat Tarihimizden (1957),
Hilmi Yücebaş / Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret (1959), Şemseddin Kutlu /
Haluk’un Defterinden, Mr. Haluk’a (Yıllarboyu Tarih, Ağustos 1978), Memet Fuat
/ Tevfik Fikret (1979), Hikmet Altınkaynak / Dünyayı Paylaşan Yazarlar
(2001),), Orhan Karaveli / Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği (2005).
-
Bugün açız yine evlâtlarım, diyordu peder.
Bugün
açız yine; lâkin yarın, ümîd ederim,
Sular
biraz daha sâkinleşir... Ne çâre, kader!
-Hayır
sular »e kadar coşkun olsa ben giderim,
Diyordu
oğlu, yarın sen biraz ninemle otur;
Zavallıcık
yine kaç gündür işte hasta...
—
Olur;
Biraz
da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala;
Ninen,
baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz...
Çocuk
düşündü şikâyetti bir nazarla: — Ya biz
Ya
ben nasıl yaşarım siz ölürseniz?
Hâlâ
Dışarda
gürliyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi
sâhili binlerce dalgalar, asabî
-Yarın
sen ağlan gün doğmadan hazırlarsın;
Sakın
yedek biraz ip, mantar almadan gitme.
Açınca
yelkeni, hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık
çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme,
Dokunma
keyfine; yalnız tetik bulun, zîrâ
Deniz
kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!
Deniz
dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın
gürültüsü neşreyliyordu ortalığa.
-Yarın
küçük gidecek yalnız, öyle mi balığa?
-O
gitmek istedi, «Sen evde kal!» diyor...
-
Ya sakın
O
gelmeden ben ölürsem?.
Kadın
bu son sözle
Düşündü
kaldı; balıkçıyle oğlu yan gözle
Soluk
dudaklarının ihtizâz-ı hâsirine
Bakıp
sükût ediyorlardı; başlarında uçan
Kazayı
anlatıyorlardı böyle birbirine.
Dışarda
fırtına gittikçe pür-gazab, cûşân
Bîr
ihtilâç ile etrafa ra'şeler vererek ...
—
Yarın yavrucak nasıl gidecek?..
Şafak
sökerken o yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü,
ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu;
deniz aynı şiddetiyle şırak
Şırak
döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah
kaburgasını... Âh açlık, âh ümîd!
Kenarda
bir faşın üstünde bir hayâl-i sefid
Eliyle
engini güyâ işâret eyliyerek
Diyordu:
«Haydi, nasîbin o dalgalarda, yürü!»
Yürür
zavallı kırık teknecik, yürür; «Yürümek.
Nasibin
işte bu!.. Hâlâ gözün kenarda... Yürü!»
Yürür,
fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl
tahammül eder eski, hasta bir tekne?..
Deniz
ufukta, kadın evde muhtazır... Ölüyor;
Kenarda
üç gecelik bâr-ı intîzâriyle,
Bütün
felâketinin darbe-i hasâriyle,
Tehî,
kazâ-zede bir tekne karşısında peder
Uzakta
bir yeri yumrukla gösterip gülüyor;
Yüzünde
giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler...
Kimseden
ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl;
Kendi
cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.
İnhina
tavk-ı esaretten girandır boynuma,
Fikri
hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
(Rubab-ı Şikeste)
Bu memlekette de bir gün sabah
olursa,
Halûk Eğer bu memleketin
sislenen şu nasiye-i
Mukadderatı kavi bir elin kavi,
muhyî
Bir ihtizaz-ı temasıyle silkinip
şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz
gülerse... — o gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayata
pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz; — o
gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş
muhitimde
Meraretimle unut; çünkü leng ü
pejmürde
Nazarlarım seni maziye çekmek ister;
sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle
âtisin:
Terennüm eyliyor el'an
kulaklarımda sesin!
Evet, sabah olacaktır, sabah olur,
geceler
Tulû'-ı haşre kadar sürmez; âkıbet
bu sema,
Bu mai gök size bir gün acır;
melül olma.
Hayata neş'e güneştir, melal
içinde beşer
Çürür bizim gibi... siz, ey
feza-yı ferdanın
Küçük güneşleri, artık birer birer
uyanın!
Ufukların edebi iştiyakı var nura.
Tenevvür... asrımızın işte ruh-i
âmâli;
Silin bulutları, silkin zılal-i
ahvali,
Ziya içinde koşun bir halas-ı
meşkûra.
Ümidimiz bu: ölürsek de biz, yaşar
mutlak
Vatan sizinle şu zindan
karanlığından uzak!
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,
Tazyîknın altında silinmiş gibi eşbâh;
Bir tozlu kesafetten ibaret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesafet ki nazarlar
Dikkatle nüfuz eyleyemez gavrine, korkar.
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim;
Ey sahn-ı mezâlim... Evet, ey sahn-ı garrâ,
Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şâ'şaanın, kevkebenin mehdi, mezarı;
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âgûşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bakir;
Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveydâ;
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temaşa.
Hâricden, uzakdan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün.
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnîs;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lanet.
Hep levs-i riya dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içlerinde.
Hep levs-i riya, levs-i hased, levs-i teneffü’
Yalnız bu... ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü’
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından,
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan;
Örtün, evet, ey hâile.. örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Katil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu mâbed;
Ey gırra sütunlar ki birer dîv-i mukayyed.
Mazileri âtilere nakl etmeğe me'mur,
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmîl-i ezkârı minârât;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'min
edebilmiş nice bin sâil-i sâbir,
"Geçmişlere
rahmet" diyen elvâh-ı makabir;
Ey türbeler, ey
her biri pür-velvele bir yâd
İkaz ederek
sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey mâ'reke-i
tıyn u gubâr eski sokaklar,
Ey her açılan
rahnesi bir vak'a sayıklar.
Virâneler, ey
mekmen-i pür hâb-ı eşirrâ,
Ey kapkara
damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden
âsûde ve fersûde mesâkin,
Ey her biri bir
leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar
ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca
zamandan beri tütmek ne... unutmuş,
Ey mîdelerin
zehr-i takazâsı önünde
Her zilleti
bel'eyleyen efvâh-ı kadîde,
Ey fazl-ı
tabiatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata
makrûn iken aç, âtıl u âkım,
Her nîmeti, her
fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen
züll-i tevekkül ki... mürâyi!
Ey savt-ı
kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz
İnsanda şu
nankörlüğü tel'în eden âvâz,
Ey girye-i
bî-fâide, ey hande-i zehrîn,
Ey nâtıka-i acz
ü elem; nazra-i nefrîn:
Ey cevf-i
esâtîre düşen hâtıra; namus,
Ey kıble-i
ikbâle çıkan yol: reh-i pâbûs,
Ey havf-ı
müsellâh, ki hasârâtına râci'
Öksüz, dul
ağızlardaki her şekve-i tâli;
Ey şahsa —masûniyet ü
hürriyete makrun—
Bir hakk-ı teneffüs veren
efsâne-i kanun,
Ey vâ'd-ı muhâl, ey ebedî kizb-i
muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdi
sürülen hak;
Ey savlet-i evham ile bîtâb-i
tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen
gûş-ı tecessüs,
Ey bîm-i tecessüsle
kilitlenmiş ağızlar,
Ey şöhret-i milliye ki,
mebguz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki
mahkûm-ı siyâsî,
Ey behre-i fazl u edeb, ey
çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat
gezmeğe me'lûf;
Eşrâf u tevâbî' koca bir
unsur-ı mâ'rûf;
Ey re's-i fürûbürde ki ak
pak, fakat iğrenç;
Ey tâze kadın, ey onu tâkîbe
koşan genç;
Ey mâder-i hicrân-zede, ey
hem-ser-i muğber,
Ey kimsesiz, âvâre
çocuklar... hele sizler!..
Hele sizler!
Örtün, evet ey hâile...
örtün, evet ey şehr
Örtün ve müebbed uyu, ey
fâcire-i dehr!..
YİYİN EFENDİLER YİYİN
TEVFİK FİKRET
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
ZULMÜN TOPU VARSA
TEVFİK FİKRET
Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,
Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!
Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?
Yok, kalmadı haşa sana zillet pederinden.
Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;
Silkin, şu mezellet tozu uçsun üzerinden.
İnsanlığı pamal eden alçaklığı yık, ez;
Billah yaşamak yerde sürüklenmeğe değmez.
Haksızlığın envamı gördük... bu mu kanun?
En gamlı sefaletlere düştük... bu mu devlet?
Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun;
Artık yeter olsun bu deni zulm ü cehalet...
Millet yoludur hak yoludur tuttuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!
Tevfik
Fikret, II. Meşrutiyet'den sonra ele aldığı fikirler dolayısıyla, öteden beri,
bazı aydınlar tarafından yerilen, bazıları tarafından göklere çıkarılan bir
şâirdir. Henüz kültür ve medeniyet mes'elelerini hâlledememiş bir memleket için
bunu tabiî karşılamak lâzımdır. Kendisine zıt bir kutup teşkil eden Mehmed Akif
gibi Fikret de, bin yıllık eski medeniyet nizamı alt üst olan Türkiye'nin içine
düştüğü kültür buhranını derinden yaşamış ve kuvvetle ifâde etmiş bir şâir
olarak belli bir davranış ve zihniyetin sembolü olma hüviyetini daha uzun
yıllar muhafaza edecektir. Hiç ilgisi olmamakla beraber, bugün onu komünistler
bir bayrak gibi kullanıyorlar. Türkiye'de komünizmin kendisi de aynı kültür ve
medeniyet krizinin bir tezahürü ve neticesi olduğuna göre, bunu da yadırgamamak
icâb eder. Fikret'le Nâzım Hikmet arasında ilim ve tekniğe adetâ dinî bir değer
verme bakımından bir bağlantı kurmak mümkündür. Fakat, Mehmed Akif gibi dindar,
Gökalp gibi milliyetçi şâir ve mütefekkirler de çağdaş ilim ve tekniğin
lüzumuna kani değil midirler? Tanzimat'ın başından, hattâ daha öncesinden beri
ilim ve fenne gönül vermemiş bir Türk aydını tanımıyorum. Bu şahsiyetler
arasındaki fark, hepsinin birleştikleri bu noktadan ziyade, diğer sosyal ve
beşerî kıymetlere verdikleri ehemmiyettedir. Akif din+ilim, Gökalp millî
kültür-filim terkibine inanmışlardır. Fikret, din ve millî kültürün yerine, bir
hayli mübhem insâniyetçilik fikrini koymak istemiştir.
Fakat
bence, Fikret'i sadece fikir bakımından değerlendirmek yanlış bir görüştür. O,
ne bir sosyolog, ne de bir filozoftur. Onun müdafaa ettiği düşünceleri, daha
önce, geniş bir şekilde ve yıllarca bir dâva hâline getiren İçtihad Dergisi
sahibi bir Abdullah Cevdet vardır ki, şiir de yazmakla beraber, san'at
kaabiliyeti olmadığı için, bugün adını hemen hemen anan yoktur. Fikret'in
sesini bugüne kadar getiren ve yarına götürecek olan, büyük ifâde kaabiliyetine
sahib bir şâir olmasıdır. Bundan dolayı, onu bir şâir olarak ele almak, hakikate
daha uygun olur.
Bir
şâir olarak Fikret'in değeri nedir? Türk şiirine yeni olarak ne getirmiştir?
Bugün için bu şiirin bir değeri var mıdır? Bence sorulacak sorular bunlardır.
Bir
şâir, herşeyden evvel kullandığı dile yeni bir şekil veren insandır. Bunu,
malzemeden başka değeri olmayan lügat ile karıştırmamak lâzımdır. Bazılarının
yaptıkları gibi Fikret'i kullandığı lügate göre kıymetlendirmemiz gerekirse,
Rübâb-ı Şikeste şâirine “ilerici” diyemeyiz. Zira o, devrinde sade Türkçe yazan
şâirlerin aksine, Divan şâirlerininkinden daha koyu bir Osmanlıcaya gitmiştir.
Fikret'in “mütenahnih, atehlika” nevinden kelimelerle şiir yazdığı bir sırada
Mehmed Emin köylü dilini kullanıyordu. Fakat biraz şiirden anlayan bir kimse,
bundan dolayı Mehmed Emin'e Fikret'den daha üstün bir şâir vasfını veremez.
Fikret, o korkunç Osmanlıcası ile Mehmed Emin'den çok daha güzel şiirler
yazmıştır. Hiçbir san'at eseri, kullanılan malzeme ile değerlendirilemez.
Fikret'den sonra Yahya Kemal, Divân şâirlerinin lügati ile şaheserler vücuda
getirmiştir. San'-atta mühim olan, malzeme değil, malzemeyi kullanış tarzıdır.
Mes'eleye
bu zaviyeden bakılırsa, Fikretin bizde şimdiye kadar gelmiş geçmiş şâirlerin en
ustalarından biri olduğu görülür. Dile yeni şekil verme bakımından, onunla kıyaslanabilecek
başka Türk şâirleri olarak, ancak Mehmed Akif, Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve
Behçet Necatigil'i sayabilirim. Bunlar, türkçeyi hamur gibi yoğurmuşlardır; ve
ustaları Fikret'tir.
Fikret,
Türk şiirinde ilk defa kelimelerin mânâlarını, hattâ onlardan önce, seslerin
var olduğunu bir teknisyen dikkati ile gören ve bu imkândan azamî faydalanan
bir şâirdir. Nef'i şiirinde, Nef'i ile ses yarışma çıkar. Yalnız bu şiirinde
değil, Fikret'in bütün şiirlerinde, ses mânâya refakat eder, onu destekleyen ve
kuvvetlendiren bir vasıtadır.
Fikret,
Türk şiirine ses ile beraber, kendinden önce pek az ehemmiyet verilen yeni
mısra yapıları, sentaks da getirmiştir. Onun her şiiri, bir ses ve cümle
örgüsüdür. Mânânın altında., onu dalgaların bir kayığı taşıması gibi bu iki
yapı unsuru vardır.
Fikret,
duyu organları çalışan bir şâirdir; onun şiirlerinde göz, kulak ve şâir ihsas
uzuvlarına hitab eden unsurlar, geniş bir yer tutar. O, şiirinde bunları, çok
iyi hesâb edilmiş bir terkib içinde kullanır. Fikret, duyan bir insan olduğu
kadar ressamdır da. Şiirlerinde duygular ve düşünceler birer tablo haline
gelirler. Büyük şâirlerin hepsinde bu terkibi bulursunuz. Onun şiirini fikir
bakımından değerlendirenler, hâlis san'atla ilgili bu temel unsurları ihmâl
ediyorlar. Bence, Fikret'i Fikret yapan bunlardır.
Bir
çokları Fikret'i geleceğin şâiri diye yüceltirler. Ben, onu “Zaman” bakımından fakir
ve tek taraflı bulurum. Fikret, maziyi inkâr etmiştir. Mazi, gerek fert, gerek
millet, gerek insaniyet için, tabiat kadar reel, inkârı kabil olmayan bir
gerçektir. Gelecek, insan hayatını şekillendiren «zaman»m sadece bir buutludur.
Fikret'in tarihe bakış tarzı hem millî, hem insanî bakımdan yanlıştır. Tarihe
bakış tarzının sakatlığı Fikret'i, mensub olduğu cemiyetten ayırmıştır. Fert ve
millet, hattâ insanlık «tarihsin içinde yaşarlar. O, mücerred fikirlere göre,
yeni bir tarih yaratılabileceği vehmine kapılmıştır. Marks'ı yanlış okuyan
komünistlerin hatası da buradadır. Marks, doktirinine boşuna “tarihî
materyalizm” dememiştir. Hegel’inki gibi, Marks' ın görüşünde de tarih mühim
bir yer tutar. Cemiyetleri tarihsiz tasavvur etmek imkânsızdır.
Fikret'den
sonra Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Tanpınar, haklı olarak tarihe değer
vermişlerdir. Herşey bize tarihten gelir. Mazisiz gibi görünen matematik,
fizik, kimya bile.
Kendisini
on dokuzuncu yüzyılın sığ pozitivizmine kaptıran Fikret, Din'in derin, beşerî,
sembolik ve mistik mânâsını da anlamamıştır. Yirminci asrın ilmî araştırmaları
Mit ile beraber Din'in de anlamım yeniden keşfetmiştir. Bugünkü anlayışımıza
göre, Fikret'in şiirleri bu bakım: dan çok sığdır. Yirminci yüzyıl edebiyatı,
tekrar mitik kaynaklara dönmüştür. Mücerret fikirleri, imaj yaratmasını bilen
Fikret'in muhayyilesini doldurmuştur. Ali Cânib, Haluk'un Defteri'ndeki o
çocukça nasihatleri, Nâbi'nin mısralarına benzeten rek alay eder.
Fikret'in
bugün tenkid edilebilecek başka bir tarafı, dünyasının çok dar olmasıdır. Bu
sosyal ihtilâller şâirinin kâinatı, içine kapandığı Âşiyan'ın penceresinden
görebildiklerinden ibarettir; onu da derin bir bedbinliğin sis'i arkasından
seyreder. Onda ne Mehmed Emin'in yeni bir âlem gibi keşfettiği Anadolu'yu, ne
Ziya Gökalp'in Turan'ını, ne Yahya Kemal'in şiirlerini kaplayan İmparatorluk
Coğrafyasını, ne de Akif'in sokak sokak dolaştığı İstanbul, İslâm âlemi, Asya
ve Avrupa'yı bulursunuz. Muhayyel bir âlemi de olmasa Fikret'in şiiri inşam
boğar. O, içe dönük mizacı dolayısıyla, kendini dar bir mekâna hapsetmiş
insandır. İnsaflı olmak için, şunu da ilâve edelim ki, şiirlerindeki duygu
kesafeti ve trajik hava, büyük nisbette bu darlıktan gelir.
(Hisar, Ocak 1968)
Geçen ay
yayınlanan yazımda “Çok merak ediyorum, doğumunun yüzüncü yıldönümü, Tevfik
Fikret'i objektif ölçülerle değerlendirecek araştırma ve inceleme eserlerini
bize kazandıracak mıdır? Yoksa, bu vesile ile de onu François Coppee'ye
benzetmek veya karşısına Mehmet Akif'i çıkarmak gibi sığ tenkitleri ve kolay
yargıları tekrarlamakla mı yetineceğiz” demiştim.
Üzülerek
söyleyeyim ki, bu endişemin yersiz olmadığını o günden beri ünlü imzalar
altında çıkan birçok yazılar göstermiştir. Parnasse topluluğu içinde hayli
tanınmış ve bugün o nisbette unutulmuş olan bir Fransız şairi ile Tevfik Fikret
benzerliğini şimdilik bir tarafa bırakıyorum. Bu yargı, onu tekrarlayanların
Tevfik Fikret'in eseri üzerindeki tetkikleri kadar o Fransız şairinin sanatı
hakkındaki bilgilerinin de bir noktada durmuş olduğunu açığa vurmaktan başka
bir değer taşımaz.
Fikret -
Akif karşılaştırılmasına gelince, yarım yüzyılı aşkın bir zaman içinde
tekrarlana tekrarlana yıpranan bu sakat ve olumsuz düşünce üzerinde durmayı
ikisine de pek büyük bir saygı ve hayranlık beslediğim o büyük şairlerin hatırasına
karşı, bir borç bilirim.
Şiiri
seven ve Türk milletinin sanat ve yaratma gücünün büyüklüğüne saygılı olan her
aydının, en küçük bir tereddüt gölgesine yer vermeden kabul etmesi gereken bir
gerçek varsa, o da, bu iki muhterem şahsiyetin Türk şiir ve düşünce tarihinde
ayrı ve aynı ölçüde büyük yerleri ve değerleri olduğudur. Kafalarımızı kendi
şahsî ve dar görüşlerimizin esaretinden ve kıyaslama illetinden kurtararak
düşünebilsek, birbiriyle karşılaştırmadan ikisinin de müstesna değerini ve
Türk şiirine getirdikleri, birbirini tamamlayıcı yenilikleri, gerçek boyutlarıyla
ortaya koymamız pek kolay olur.
Şairlerin
ayni şekilde düşünmelerini istemek, hele onlarda mutlaka kendi inançlarımızın
yankısını görmeyi beklemek, şiirin ve sanatın zenginliğini yapan çeşitlilikten
Türk edebiyatını yoksun bırakacak yersiz ve sakat bir saplantıdır. Her şair ve
yazar kendi mizacına, içinde yetiştiği aile ve okul çevresinin şahsiyetini besleyen
etkilerine göre duygularını ve düşüncelerini dile getirir. Bu iki güçlü şair de
aynı şeyi büyük bir samimiyet ve cesaretle yapmışlardır. Çağdaşları arasında
onlara seçkin bir yer kazandıran da bu vasıfları değil midir?
Fikret -
Akif anlaşmazlığı “Tarih-i Kadim”in yazılmasıyla başlar. Başka memleketlerde de
her zaman rastlanabilen bir edebî tartışma, iki şairin etrafında gruplaşan tahrikçi zümrelerin gayretleriyle,
tatsız bir çatışma haline getirilmiş ve ölümlerinden sonra da devam
ettirilmiştir. Halbuki Tevfik Fikret “Tarih-i Kadime Zeyl” inde düşüncesini
açıkladıktan ve Akif, kendisinden beklenen asil bir hareketle “Safahat” in
ikinci baskısında Fikret'i telmih eden satırları kopararak attıktan sonra bu
tartışma güzel bir şekilde kapanmış olmak lâzım gelirdi. Onu Tevkif Fikret'in
doğumunun yüzüncü yıldönümünde tekrar ateşlemek ve körükleyerek alevlendirmek,
öyle sanıyorum ki, en ziyade o aziz şairlerin ruhlarını incitmiş olacaktır.
Tevfik
Fikret'in Tanrı'dan çok Tanrılaşan insanların baskısına karşı bir isyanı dile
getiren “Tarih-i Kadim” indeki bazı mısraları onun dinsizliğine atfetmek isteyenler
olmuş ve bu düşünce Mehmet Akif'in kaleminde hayli sert ve kırıcı mısralarla
ifadesini bulmuştu.
Şunu söyleyeyim
ki Tevfik Fikret dinsiz, yahut daha doğru deyimi ile imansız değildi. Yalnız
Fikret'in iman telâkkisiyle Akif'in imanı arasında, ona ulaşma usulleri
bakımından fark vardır. Akif imanını soyundan tevarüs etmiş ve onu olduğu gibi
devam ettirmek istemiştir.
Fikret
şüpheci idi; her düşüncesine olduğu gibi imanına da şüphe yoluyla ulaşmıştır.
Unutmamak lâzımdır ki :
Şüphe
bir nura doğru koşmaktır,
Hakkı
tenvir ukul için hakdır.
Diyen
şairi şüpheci araştırmaları bir boşluğa, inkâra değil; bir nura, imana
götürmüştür. Abdülhak Hâmit de :
Mevlâyı
ne yolda etsem inkâr,
İkrar
çıkar netice-i kâr.
Dememiş
mi idi?
“Amentü”
sünde :
Bir
Kudret'i külliye var ulvî ve münezzeh,
Kutsi
ve muallâ buna vicdanla inandım.
Diyen
Tevfik Fikret’e dinsiz demek, imanı, kalıplaşmış kuralların esaretine mahkûm
etmek demektir.
Mehmet
Akif'e cevap olan “Tarihî Kadime Zeyl”inde de açıkça :
Müminim,
varlığa imanım var.
Demiyor
mu?
“Tarihî
Kadim” deki :
Göçüyorsun
da arş-ü ferşinde,
Yok
tabiatta bir inilti bile.
Beyti
Allah'ı inkâr veya küçültme değil, olsa olsa onu unutanlar karşısında bir
isyan, Allah'a bir sığınma manasını taşır.
Büyük
iman şairimiz Mehmet Akif'in de, vatanının tehlikeye düştüğü karanlık günlerde
Allah'a karşı böyle haykırış ve yalvarışları yok mudur? Onun :
Ağzım
kurusun, yok musun ey adli ilâhi.
Mısraını da,
Allah'a isyan, ilâhi adaleti inkâr mı sayacağız?
Tevfik
Fikret'in imansız ve aşırı maddeci olduğunu iddia etmek ne kadar yersizse,
Mehmet Akif'in gerici, ilim ve fenne yabancı, medeniyete karşı olduğunu sanmak
da o kadar yanlıştır. Böyle bir tutum, o büyük şairin en geniş imanla bağlı
bulunduğu İslâm dininin gerçek anlamına da aykırı düşerdi. İman, ilme mani
değil, aksine, ona yardımcı bir kuvvettir. Mehmet Akif, İslâm dininin yüksek
felsefesi kadar, çağdaş ilmin ilerlemelerine de en geniş manasıyla vakıftı;
insanın yaratıcı gücüne ve ilmin insanlığı parlak geleceklere ulaştıracak
kudretine inanıyordu. Bu bakımdan da Tevfik Fikret'le aralarında ayrılık
değil, yakınlık vardır.
Tevfik
Fikret “Halûk'un Amentü”sünde :
Dünya
dönecek cennete insanla, inandım.
Ve :
Birgün
yapacak fen şu siyah toprağı altın,
Herşey
olacak kudret-i irfanla, inandım.
Demişti.
Mehmet
Akif de”Asım” ın sonunda bizdeki ilme karşı ilgisizlikten yakınarak :
Yarının
ilmi nedir,halbuki? Gayet müthiş:
Maddenin
kudret-i zerriyesi, uğraştığı iş.
O
yaman kudrete hakim olabilsem diyerek
Sarfedüp
durmada birçok kafa binlerce emek.
Onu
bir buldu mu, artık bu zemin: başka zemin.
Çünki
bir damla kömürden edecekler temin
Öyle
milyonla değil, namütenahi kudret...
Demiyor
muydu?
Bugün
dünya düşünce ve tekniğine yeni ufuklar açan atom kudreti üzerindeki
çalışmaları daha o zaman alkışlayan bu mısralar, müsbet ilimlere yabancı
değil, hattâ onları yakından izlememiş bir kafanın ilham mahsulleri olamazdı.
Tevfik
Fikret, oğlu Halûk'u İskoçya'ya uğurlarken ona şu öğütte bulunmuştu :
Bize bol bol ziya kucakla getir;
Düşmek etrafı görmemektendir.
Topla
fırlat, ne varsa, taş, iğne
Bu
muhitin ser-i rehavetine,
O
biraz belki canlanır ve senin
Himmetin,
gayretin ve fazlın için
Koyar
elbet vatan, şu hasta nine,
Bir
sıcak buse terli nâsiyene!
Mehmet
Akif de, Asım ve arkadaşlarını şu dileklerle Berlin'e gitmeğe zorlamamış
mıdır?
Fen
diyarında sızan namütenahi pınarı,
Hem
için, hem getirin yurda o nâfi suları,
Birgün
evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.
Şarkın
âgûşu açıktır o zaman işte size;
O
zaman varmanın imkânı olur gayenize.
Medeniyete,
ilme, ışığa susamış o iki aydın kafa arasında şu gelişi güzel aktardığım
mısraların açıkladığı yakınlık nerede; bizim eksik bilgimiz ve karanlık
düşüncemizle icat edip ortaya koymak istediğimiz çelişme nerede?...
Bu
karşılaştırmayı daha başka konularda da devam ettirmek mümkündür. Şimdilik bu kadarı
ile yetiniyorum.
Sözün
kısası: Tevfik Fikret de, Mehmet Akif de büyük şairdirler. İkisi de bu
memleketi ve bu milleti sevmiş, kendi inandıkları yoldan Türk yurdunu ve insanını
maddî ve manevî ilerlemeye, ışığa götürmeye inançlarının bütün gücü ve sanatlarının
bütün belagatıyla çalışmışlardır.
Ben ve
Hisar Dergisi, doğumunun yüzüncü yıldönümünde Tevfik Fikret'e karşı
gösterdiğimiz saygıyı Mehmet Akif'in yüzüncü yıldönümünü kutlayacağımız zaman “Safahat”
şairi karşısında da ayniyle göstermeğe hazırız.
Bugün bulundukları manevî âlemde ruhlarının birleştiğine
inandığım iki büyük şairin hatırası önünde, Türk şiirinin kalemlerine borçlu
bulunduğu minnetin bütün ağırlığıyla eğilir, susarım...
(Hisar, c. 8, sayı: 50, Şubat 1968)
KABR-İ FİKRET’İ
ZİYARET
Rıza Tevfik
BÖLÜKBAŞI
-
Tevfik Fikret'in necîb rûhuna -
Dediler
ki, ıssız kalan türbende,
Vahşî
güller açmış!.. Görmeye geldim;
O
hücrâ cennetin hâkine ben de,
Hasretle
yüzümü sürmeye geldim.
.
Dediler
ki, sana emel bağlayan
Kabrinde
diz çöküp bir dem ağlayan
Ber'mürâd
olurmuş!... Ben de bir zaman
Ağlayıp
mürâda ermeye geldim.
.
Şu
hicrân yılının sonbahârında,
Jâleler
titrerken çemenzârında,
Gün
doğmadan evvel, ben mezârında
Mâtem
çiçekleri dermeye geldim.
.
Seni
andım bütün gam çekenlerle,
Aşk-ı
hak uğruna yaş dökenlerle,
Sarı
gonca veren şu dikenlerle
Taşına
bir çelenk örmeye geldim.
.
Yâdın
- ölüm gibi - bir sırr-ı müphem!...
Neş'e-i
sevdâ-mı bu hiss i elem ?!...
Ruhûma
ne füsûn eyledin bilmem?
Bu
gün sana gönül vermeye geldim!