Fakir Baykurt

Eğitimci, Yazar

Doğum
15 Haziran, 1929
Ölüm
11 Ekim, 1999
Eğitim
Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü
Burç

Yazar ve eğitimci (D. 15 Haziran 1929, Akçaköy / Yeşilova / Burdur - Ö. 11 Ekim 1999, Essen / Almanya).  Akçaköy İlkokulunu (1943) ve İsparta-Gönen Köy Enstitüsünü (1948) bitirdikten sonra beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden (1955) mezun oldu. Yeşilova, Hafik, Konya ve Şavşat'ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Partinin iktidarda bulunduğu 1950’li yıllarda zaman zaman öğretmenlikten alınarak daha pasif görevlere verildi. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açılıp Bakanlık emrine alındıysa da takipsizlik kararı verildi. 1960 İhtilalinden sonra Ankara’nın ilçelerinde ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington Indiana Üniversitesinde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gördü. Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı ve başkanlığına (1965) seçildi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyunu (TÖDMF) genel başkanlığı yaptı. Bir ara Millî Folklor Enstitüsü uzmanlığı (1967) görevinde bulundu. Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotunda (1969) açığa alındı. 1971’deki 12 Mart askeri müdahalesinden sonra TÖS davasından yargılanarak uzun süre tutuklu kaldı, ancak 1975'te aynı davadan yeniden yargılandı ve beraat etti. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü ile Kültür Bakanlığı danışmanlığı (1978) görevlerinde bulundu. Milli Eğitim Bakanlığınca 1979 yılında Duisburg / Almanya’ya gönderilerek Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşviki ve Bölgesel Çalışma Kurumunda eğitim uzmanı olarak çalıştı. 1996’da emekli oldu. 1963'ten itibaren ABD, Jamaica, Çin, Avustralya ile Orta Asya ve Avrupa ülkelerini gezip gördü. Son yıllarında Duisburg’da ve Antalya’nın Nebiler köyünde yaşıyordu. Pankreas tedavisi gördüğü Essen Üniversitesi Hastanesi’nde öldü. Cenazesi, 1979’dan sonra sürekli yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

Fakir Baykurt, edebiyata şiirle başlamıştı. Fesleğen Kokulum  başlıklı ilk şiiri Eskişehir'de çıkan Türk'e Doğru adlı derginin Haziran-Temmuz 1945 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Daha öğrencilik yıllarında, Köy Enstitüsü (1945-46) dergisinde ardı ardına şiirler yazmayımlamaya (1946) başladı. Ardından öyküleri ve romanları geldi. Baykurt’un adının dergilerde görünmeye başladığı yıllar, Türkiye'de çok partili demokrasiye geçiş sancılarının yaşandığı bir döneme denk düşer. Özellikle 1950'den sonra, çoğu köy enistitülü pek çok yazar, Kemalist bir bakış açısı ile yeni dönemin siyasi motifini işlemeye başladılar. Bu anlayışla yazılan Mahmut Makal'ın Bizim Köy  kitabının (1950) ardından Talip Apaydın'ın Bozkırda Günler (1952) kitabı gelir. Bu yeni akımın, ilk çıkışında Demokrat Partinin popülist siyasetine paralellikler gösterdiği sanılır. Ancak, köy romanlarının öne çıktığı bu dönem, elbette onları yetiştiren köy enstitülerinin modernist ve aydınlanmacı ideolojisini benimser ve naturalizmin  izlerini taşır. Fakir Baykurt, köy romanının yaratıcısı değildir ama, o, bu türe gerçekçi-muhalif-devrimci bir içerik kazandırarak, Türkiye'de yükselen sosyalist harekete katkıda bulunmuş ve 1960-70 arasında yazılan Türk romanının önünü açmıştır. Sonraki yıllarda, hikâye, şiir ve düşünce yazılarını Kaynak (1947-55), Yücel (1949), Yeni Ufuklar (1951-76), Varlık (1949-95), Seçilmiş Hikâyeler, Beraber, Yeditepe (1952-85), İmece (1960-70), Fikirler,Yazın, Sanat Olayı, Türk Dili (1965-75), Cumhuriyet (1959-95), Öncü (1960), Yön, Abc, Öğretmen Dünyası (1980-95), Evrensel (1995-96), Türk Dili Dergisi (1984-99) gibi gazete ve dergilerde yayımladı.

Baykurt, 1955’te çıkan ilk kitabı Çilli’de, Seçilmiş Hikâyeler ve Beraber dergilerinde yayınladığı öykülerini toplamıştı. Sonraki öykü kitapları Efendilik Savaşı (1959), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), İçerdeki Oğul (1974), ile Yılanların Öcü (1959), Irazcanın Dirliği (1961), Tırpan (1970) gibi romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincinde ve bilinçaltındaki isteklerini, tepkilerini ve çelişkilerini yansıttı. Bunu yaparken halka mal olmuş deyiş özelliklerine ve deyimlere de yer verdi. Bir dönem göç sorununu ele alarak, Almanya’daki Anadolu insanının değişim süreci içinde yeniden biçimlenmesinin getirdiği sıkıntıları, farklı bir kültüre uyum sağlamak için gösterilen çabaları çok boyutlu bir şekilde aktardı. Eserleri edebi değerinin yanı sıra toplumbilim ve halkbilim yönünden zengin bir kaynak olarak görülür. Baykurt’un kullandığı dil doğal, yalın, şiirsel bir halk Türkçesi olarak değerlendirildi. Yazdığı seksene yakın kitabıyla nerdeyse tek başına Türkiye gerçeğini en çıplak biçimiyle yazıya, dolayısıyla edebiyata aktardı. Aynı zamanda meslek alanındaki sivil toplum örgütü çalışmalarıyla Türkiye muhaliflik kültürüne katkıda bulundu.

 Genel olarak sanatta toplumcu-gerçekçi anlayışın, en çok da Türk edebiyatında "köy romanı" olarak adlandırılan akımın 1980'lerden sonra gözden düşmesi, bir anlamda saldırıya uğraması, bu akımın en önemli temsilcisi olan Baykurt'u da doğrudan hedef olarak almaya başladı. Romanlarına yansıyan muhalifliğini hayatına da taşımayı başaran Fakir Baykurt, biraz da bu nedenle Almanya'ya yerleşti. Ancak coğrafya neresi olursa olsun, o, ülkesinin gerçeklerini anlatmaktan, siyasi ve toplumsal mücadeleden vazgeçmedi. Zaman zaman genel ve yerel seçimler öncesinde kimi şair ve yazar arkadaşları ile birlikte mitinglerde yer aldı, gerektiğinde seçimlerde aday oldu. Birkaç kuşağın bilincine direniş kültürünü aşılayan Baykurt, gözaltılar, tutuklanmalar ve baskılarla dolu hayatında kendi doğrularından taviz vermedi.

Fakir Baykurt, altmış beş yaşına kadarki hayat hikâyesini yedi ciltlik anılar kitabında anlattı. Çocukluğundan başlayarak dönem dönem köy enstitüsü, köy öğretmenliği, sendikacılık, emeklilik yıllarını ve Ankara’dan Artvin’e, Sivas’tan Konya’ya ulaşan Anadolu yollarını ayrıntılarıyla anlattığı bu anılar serisinin ilk yedi cildinde, birlikte çalıştığı, fikirlerini paylaştığı dostlarından yer yer söz etmişti. Bu dizinin Dost Yüzler / Portreler (2002) adını verdiği sekizinci kitabında ise kendisi için önem taşıyan insanların hikâyelerini genişleterek, bir anlamda gönül borcu duyduğu o insanları bir kez daha anmak istemiştir.             

Sinemaya uyarlanan ve Almancaya çevrilen Yılanların Öcü romanıyla 1958 Yunus Nadi Roman Mükâfatında birincilik ödülünü, Sınırdaki Ölü ile 1970 TRT Öykü Ödülünü, Tırpan ile 1971 Türk Dil Kurumu Roman Armağanını,1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülünü, Can Pazarı ile 1974 Sait Faik Hikâye Armağanını, Kara Ahmet Destanı ile 1978 Orhan Kemal Roman Armağanını, Yarım Ekmek ile 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü aldı. Ayrıca, sahneye uyarlanan Sakarca adlı eseri Tiyatro 79 dergisince yılın en iyi oyunu seçildi. Yurtdışında ise Barış Çöreği ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülünü, Gece Vardiyası ile 1985 Alman Endüstri Birliği Kültür-Yazın Ödülünü aldı. Yılanların Öcü adlı eseri 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi. Türk Dil Kurumu, Türkiye Yazarlar Sendikası, Dil Derneği, Edebiyatçılar Derneği ve Alman Yazarlar Birliği üyesiydi.  

Baykurt’un öykülerine baktığımızda belli kalıplarda oluşturulmuş tiplerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu kalıplaşmış tipleri kadın, erkek, filozof, idealist tipler olarak sınıflandırabiliriz:

“I- Kadın Tipleri: Fakir Baykurt’un kadın tipleri, çalışan, üreten, hayata katılan, çilekeş, yoksul ama yüksek gönüllü kadınlardır. Öykülerde ana, eş, genç kız olarak karşımıza çıkar. (…) Fakir Baykurt öykülerindeki ikinci kadın tipi ‘eş’ olarak karşımıza çıkar. Köyün çetin yaşam koşullarında ezilir. Çoğu zaman sorumsuz, tembel olarak çizilen kocasının da sorumluluklarını üstlenmiştir.

“II- Erkek Tipleri: Baykurt’un öykülerinde karşılaştığımız köylü erkek tipleri farklı özellikler gösterir. Yaşlı köy erkeği, yaşamın içinde hâlâ gücü ölçüsünde çalışan, filozof özellikleriyle yansıtılır. Uyumludur. (…) Baykurt’un öykülerinde diğer bir erkek tipi yoksul ve çetin yaşam koşulları altında ezilen çaresiz köy erkeğidir. Ancak yaşamını sürdürmesine yetecek kadar malı vardır.” (Hülya Yazıcı Okuyan)

Fakir Baykurt “dilsizleri, derdinden söz edilmeyenleri anlatmayı seçtikten sonra, daha Enstitü'de okurken, ilk şiirleri basılıp adı duyulmaya başladığında, içinden bir söz vermiş: Köyümden, insanlarımdan kopmayacağım. Bunu hiç aksatmadan uygulamış. (…)

“Gözümün bebeği, eğitmenliğinin, yazarlığının amacı gerçekleşti: Yaşamınla, sanatınla verdiğin eğitim beni ve benzerlerimi gölgesiz mutlu ediyor, edecek.” (Bertan Onaran)

“Türk edebiyatında ‘köy romancısı’ olarak bilinen ve eserleri çok sevilen Fakir Baykurt, edebiyatımıza yeni bir tür kazandırmıştır: Almanya romanı. (...) Türk romancıları arasında Almanya’nın romanını yazanların sayısı çok değildir. Fakir Baykurt, bu gerçeği ele alan nadir yazarlarımızdandır. Romanlarının başarısını, Türk köylüsünü çok iyi tanımasına, onların sorunlarını bilmesine ve 1979’da başlayıp ölümü ile biten Almanya macerasında oradaki Türk insanlarını çok iyi gözlemlemiş olmasına bağlamak pek yanlış olmaz.” (Sevengül Sönmez)

ESERLERİ:

ROMAN: Yılanların Öcü (1959), Irazca'nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Amerikan Sargısı (1967), Kaplumbağalar (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997), Eşekli Kütüphaneci (2000).

HİKÂYE: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1959), Karın Ağrısı (1961), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), Onbinlerce Kağnı (1971), Can Parası (1973), İçerdeki Oğul (1974), Sınırdaki Ölü (1975), Kalekale (1978), Gece Vardiyası (1982), Barış Çöreği (1982), Duisburg Treni (1986), Bizim İnce Kızlar (1992), Dikenli Tel (1998), Anamla Yıllar, Rur Havzası'nda, Türk Bahçeleri, Ateşdikenleri.  

HALK HİKÂYESİ: Kerem ile Aslı (1964).

ÇOCUK ROMANI: Küçük Köprü (1963), Deli Dana (1963), Yetim Ali (1964), Sınır Kavgası (1964), Topal Arkadaş (1964), Sarı Köpek (1964), Sümüklü Hanım (1964), Ağaç Dede (1964), Sakarca (1975), Yandım Ali (1979), Dünya Güzeli (1985), Saka Kuşları (1985).

DENEME-İNCELEME: Efkâr Tepesi (1960), Sendika ve Grev (1969), Öğretmenin Uyandırma Görevi (1969), Türkiye’de Eğitim Çıkmazı (1971), Şamaroğlanları (1976), İfade (TÖS Savunması, 1994), Yeni Kölelik mi? (1996), Türkiye Nereye? (1997), Unutulmaz Köy Enstitüleri (1997), Türkiye’de Köy Enstitüleri (1997), Benli Yazılar (1998), Türk Eğitiminde Emperyalist Etkiler (1999).  

ŞİİR: Bir Uzun Yol (1989).

ANI:  Özüm Çocuktur (1998), Köy Enstitülü Delikanlı (1999), Kavacık Köyünün Öğretmeni (2000), Köşe Bucak Anadolu (2000), Bir TÖS Vardı (2001), Genç Emekli (2002), Sıladan Uzakta (2002), Dost Yüzleri (Portreler, 2002).

GEZİ: Dünyanın Öte Ucu (1999).

GEZİ: Dünyanın Öte Ucu.

HAKKINDA: Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Fakir Baykurt-Türk Dili Dergisi-Türk Öykücülüğü Özel Sayısı (s. 127, 1975), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Nilifer Kuyaş / ‘Köy Romanı Yazmadım (Cumhuriyet, 4.7.1997), Fethi Naci / Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (1981), Öner Yağcı / Fakir Baykurt’un Aydınlığı (Türk Dili Dergisi, Kasım 1988), Adnan Binyazar / Fakir Baykurt'tan İnsan Gerçeği - Tırpan (Ozanlar Yazarlar Kitaplar, 1998), Vitrindekiler / Özüm Çocuktur (Cumhuriyet Kitap, 17 Eylül 1998), Ayten Sönmez / Keklik (Virgül, Haziran 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Bertan Onaran / Tutarlılık Anıtı Fakir Baykurt (Adam Sanat, Şubat 2000), Ahmet Şerif Şerefli / Fakir Baykurt'u Sevmek (Cumhuriyet Kitap, 27.4.2000), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 1 (2001), Genç Emekli Fakir Baykurt (Cumhuriyet Kitap, 7.3.2002), Birnur Şener / Canıma Can Katan Yazar Fakir Baykurt - Adnan Binyazar / Her Adımı Yazılmış Bir Yaşam! - Bertan Onaran / Ölümünün Üçüncü Yılında Anılarıyla Yaşıyor - Fakir Baykurt'un Dünya Serüveni (Cumhuriyet Kitap, 10.10.2002), Aslı Örnek  / Dost Yüzleri (Radikal Kitap, 22.10.2002), Gönül Pultar - Selim Sünter / Kardeşim Yaralısın-Fakir Baykurt'u Anarken (2002), Osman Bolulu / Fakir Baykurt'u Anmak mı, Anlamak mı? (Edebiyat ve Eleştiri, Kasım-Aralık 2002), Ceyhan Usanmaz / Dost Yüzleri (Virgül, Aralık 2002), Sevengül Sönmez / Fakirbaykurt’un Romanlarında Almanya Gerçeği (Virgül, Mart 2003), Mehmet Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004), Hülya Yazıcı Okuyan / 5. Yıldönümünde Fakir Baykurt’un Öykücülüğüne Kısa Bir Bakış (Varlık, Ekim 2004).

YARAN DEDE’NİN TAŞLARI

Olanın yanında olmayan da var, demiştim. Bunların sayısı da epeyce var. Kiminin kökten kesik, hiç olmuyor. Kiminin oluyor, yaşamıyor. Yoluk Fatma’yla İbrişah bunlardan. Yoluk Fatma gebe kalıyor, hatta altı yedi ay da gezdiriyor karnında, ama dokuz aya varmadan çıkarıp atıyor. İbrişah ise dört tane doğurdu bugüne kadar; her biri sekizer ay yaşayıp gittiler dünyadan.

Bu ikisi çocuk delisi şimdi köyde. Yana yana aranıyorlar. Hallerine acımayan yok. Kendileri de ellerinden geleni yaptılar. Tekkeden türbeden geç, doktora bile gittiler. Lâkin olmadı, yok bir çare. Vardır ama köyde yok! Karılar temelli kısır olsa, olmuyor denir de umut kesilir. Bunlarınki kafa kurcalıyor.

En sonu, Beytullah Hoca buldu çareyi. Hocanın elinde bin hüner. Yıldızlama’ya baka, cin dere, kitap aça sırrına vardı bu işin. Havadis öyle bir duyuldu, öyle bir yayıldı ki, değil bizim köy, bütün komşu köyler Yoluk Fatma’yla İbrişah adında iki garip yurttaşımızın çocuğu yaşamadığını duydu öğrendi bu sayede.

“Yıldızlama’ya baktım, öyle göründü. Kitap açtım öyle göründü. Düşe yattım öyle göründü. Cin derdim öyle göründü. Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın gocaları, Yaran Dede’den taş almışlar. Bu taşları götürüp yerine koymadıkça yirmişer dene garı alsalar, yirmi garıdan yirmişer dene çocukları olsa gine bir denesi yaşamayacak!”

Hocanın yayınladığı, dağın taşın duyduğu, duyanların yerden göğe hak verdiği bir bildiriydi bu. Konu komşu, daha o gün, iki kocanın başına, çullandı:

“Kalk döyüs!..”

“Kalk dürzü!..”

“Kalkın.”

“Durman, nereden aldınız da nereye koydunuz bulun, yerine götürün böyük Ulu’nun taşlarını... Köyün başına kocaman bir belâ açmadan ne yapacaksanız yapın çabuk!..”

“Kalk döyüs!..”

“Kalk dürzü!..”

“Kalkın çabuk!..”

Adamlar öte düşündüler, beri düşündüler, böyle bir “cahallık” yapıp yapmadıklarını öldüler hatırlayamadılar. Bunun da çaresini Beytullah Hoca buldu:

“Benim yaşım seksen. Babanızın doğduğu günü bilirim. Eyi düşünseniz siz de bilirsiniz emme kafanız kalın. Köye mektap yapıldığı yıl Arif Beyin taşıttığı taşları ne tez unuttunuz? Bugün gibi gözümün önünde... Siz o zaman talebe değil miydiniz?”

Durun, dinleyin, demeye kalmadı. Öğretmen İbrahim’i bir tarafa itip koştular okula! Duvarları delik deşik ettiler. Buldukları iki ak taşı Yaran Dede’ye koydular. Koydular da rahat bir nefes alabildiler. Bir daha da böyle eksik bir iş tutmamasına yemin üstüne yemin edip tövbe istiğfarla kurban kestiler. Şimdi bekliyorlar, eğer başka bir kabahatleri yoksa çocukları olacak, yaşayacak!

Bu havadisin dumanı üstündeyken, bir ikindi vakti, ayağındaki mestlerinin yırttığını yamatmak için Beytullah Hoca bize geldi. Onun geldiğinde Ramazan uyku çekiyordu. Anam, akşam için yaprak sarması yapıyordu. Ben, anama yardım etmekte olan teyzemin, anadan öksüz, babadan yetim ve genç yaşında kocadan dul teyzemin dizine yattım: “Nedir seninle alıp veremediği Tanrının? Ne biçim iş, ne biçim adalet bu?” diye şakalaşıp duruyordum. Birden giriverdi kapıdan. Nasıl derlenip toparlandık, anam nasıl Ramazan’ı uyardı, bir anda nasıl oldu bunlar? bilmiyorum... Altına minder attık, oturttuk. Elini öptük. “Hoş geldin, safa geldin, evimize bereket getirdin,” dedik. Hiç o seksen yaşın adamı değil. Dinç mi dinç. Kendi yönünde hâlâ kafası işliyor. Söz ettiği konularda onu yanıltmak güç. Okuduğu Arapça ayetleri hiç düşünmeden çeviriveriyor... Ramazan, gitti mestlerin başına oturdu. Biz açtık Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın meselesini. Hocanın sözleri hep bana karşı. Anamla teyzem de yedekliyorlar onu.

“Hikmet... Hikmeti-hüda... Dağ taş hikmet...”

Anam: “Yaa, doğruu... Hikmeti hüda... Doğru...”

Hoca: “Dağ taş hikmet dolu... Taş deyip geçenlere bakmayın. Ağaçta bile hikmet var! Bildiğimiz şu karaçalı yok mu, onda bile... Ekiz Ali bir gün Beyönü’deki çalıdan bir dal kesmiş, keser sapı yapmak için. Daha o gün ürüyasında herifin dersini vermişler. Soymuşlar bunu, dömeltmişler, kestiği dalı da getirip... Ekiz Ali terleye terleye zabahı zor etmiş. Tabanı bir çalı emme, düşünmek lazım: Hiç yere göğü yaratan tanrı, yaratır da boş mu kor? Her şeyde bir hikmet mevcuttur. Yerlerin karış karış sahibi vardır. Sahibi Tanrıdır. Tanrı büyüktür. Cenabı rabbülâlemin, bize dört muhafız melek vermiştir. Dördü, dört bir yanımızda bizi gözetler. Bunlar öyle kuvvetli, öyle dikkatli ki, dünyada hiçbir varlıkla kıyaslanamazlar. Sivil pulislere benzerler. Sana görünmeden dolaşırlar yörende, seni güderler...”

Anamgil: “Çok şükür!..” diye derin bir nefes aldılar.

“Biz bu dört muhafızın nezareti altındayız daima. Yalnız ayakyoluna giderken boşluyor bunlar bizi. Çıktık mı yeniden takılıyorlar peşimize...”

Teyzemin aklına geldi birden:

“Ayakyolunda bismillâh çekilmeyecek diyorlar, asıllı mı bu?”

“Dört adım kala bismillâhını çekeceksin. Varıp oturduğun zaman da hemen destur! diyeceksin. Melekler, bismillâh dediğin yerde kalıp seni bekleyecekler. Şayet bismillâh demezsen melekler sende kalmaz. Onlarla böyle pis yerlere girip çıkmak tehlikeli. Çok uyanık olmalı... Sonra bakın, ayakyoluna varıp oturduğunuz zaman destur çekmeyi unutursanız melekler mesuliyet kabul etmez. Bunu aklınızda eyi tutun... Ha, ne diyordum? Dağ taş hikmet dolu... Her şeyde bir hikmeti ilâhi var. 0 taş orda duruyor emme ne gayeye duruyor? Almalı mı, almamalı mı? Biraz dönüp düşünmeli...”

“Canım,” dedi anam, “Arif Beyin hatalı işleri çoğudu. Hiç Yaran Dede’nin taşı alınır mı?”

Teyzem: “Emme, dur bakalım,” dedi. “Yaran Dede’den taş almak, tutana tutuyor, tutmayana bir şey yok! Şu Kırali denen dürzüye bakın: Çocukları sıpalar gibi! Halbuysam, yaptırdığı gayfanın taşını hep Yaran Dede’den çekti...”

Beytullah Hoca bir başka hikmete geçecekken, sözü anam kaptı:

“Tanrı onun da belâsını verir bacım! Merak etme, hem de yakındadır. Çocuklarının sıpalar gibi olduğuna ne bakıyon? Hemi de onun çocukları, gayfayı yaptırmadan doğdu. Çocukları doğmadan yaptırsaydı da göreydik bir...”

Teyzem: “Çocuğu çok olan karılar düşürüp de kurtulacağız diye canlarını boşu boşuna tehlikeye atıyorlar demek. Yollasınlar kocalarını, söktürsünler Yaran Dede’den iki taş, tamam...”

Hocanın mestleri yamanmıştı. Akşam namazı için bir de abdest alıp kalktı. Merdivenden indirip avlu kapısına kadar geçirdik. “Hikmet, hikmet...” diye, çekti gitti.

Anam: “Bunlar mühim şeyler,” dedi. “Bilmişken insan bunları bilmeli...”

Gülümsedim. Anam kızdı:

“Yılışma deli deli!... Beytullah Hoca bu, gidende bir dene! Onun gibi ilmi derin, onun gibi itikadı kavi bir adam daha var mı? Ne yılışıyon herifin ardından?”

BARIŞ TUTKUSU

BARIŞ TUTKUSU

      

FAKİR BAYKURT

 

"Molla'nın şiirleri gibi konuşmalarına da doğa sevgisi, barış tutkusu eğemendir. Şakır gibi insanın insanla kardeşliğini söyler. Yurt özleminden sürekli yandığı için de bakarsınız sözcüklerle insanın yüreğine değen çığlıklar atar.

O benim gibi ,"sevi" demez, ,"aşk" der. Ona göre aşk‚ “Yüreğin ilk görüşte duygulanması“dır. Dikkat ederim, göz değil, yürektir onda gören. Ona göre aşk, "Ölçülü konuşmaktır sevgilinin yanında.” hem de.. Halkın neferi olmak" tır. Onun kalemi, boyasını "Sevgilinin gözlerinden alır." Sonra da "Bırak dizelerinde sözcük olayım" der sevgiliye. Onun mercan ışıltılı şiir1erini sanırım sizler de seveceksiniz. Bakın şuracığa kısa bir parça alayım görün:

 

Evlerimiz göz göze

Aramızdaki yol on metre

 

Yüreğimde açan

Bin beyaz karanfil

Benden sana uzanan

Güneşli on yıl

Sıcaklığın beni ısıtan bu gece

Yıldızların altında

Duruyoruz göz göze

 

.... Kısacası Molla Demirel şu dünyadaki şair kardeşlerimden biridir.“

 

(Eylül 1994, Sevdanın Rengi, Toplum yayınları , Ankara  1995)

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör