Şair, eleştirmen ve yazar. 5
Eylül 1958'de Adana'da doğdu. Sandıklı Postası, Birlik başta olmak üzere birçok
yerel gazetedeki yazılarında Özgür Emekçioğlu imzasını da kullandı.
İlk ve orta öğrenimini Ceyhan’da
bitirdi. 1980’de Ankara Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldu. Çeşitli illerde
öğretmenlik yaptı. TYS, PEN Yazarlar Derneği ve Mesam üyesidir. Bir çocuk
babasıdır.
Yazmaya lise yıllarında başlayan
Çiçek, Ceyhan’da yayımlanmakta olan Yenises adlı yerel gazetede kendine ayrılan
köşede yazdı. Kısa dönem askerlik için gittiği Menemen’de (l983) şair Şaban
Akbaba ile tanıştı. Onun etkisiyle gönül verdiği edebiyata dönüş yaptı.
“Yaşadığını kanıtlamak, yaşamı güzelleştirmeye yapıtlarıyla da katkıda bulunmak
için,” yazdığını söyleyen yazarın ürünleri l986’dan yerel ve ulusal yayınlarda
yer aldı.
Tacim Çiçek, yazı işleri müdürlüğünü
öykücü Turan Altuntaş’ın yaptığı ve yayın kurulunda M. Demirel Babacanoğlu,
Arslan Bayır ve Bora Alagöz’ün bulduğu Aykırısanat dergisi ile yayınlarını
kurdu. Sahipliğini öykücü Hasan Özkılıç’ın yaptığı, yayın kurulunda Ahmet
Günbaş, Asım Gönen, Hayri K. Yetik ile Timuçin Özyürekli’nin bulunduğu Agora
dergisinin de yayımlanmasında yer aldı.
İlk sayısı, Ağustos 1992’de
yayımlanan Aykırısanat 2008 yılı
sonunda; yine ilk sayısı, Ocak 2000’de yayımlanan Agora’nın Aralık 2005’te
yayımlarına ekonomik nedenlerle son verildi.
İlk öyküsü (Bir Tokatla) 1986’da
Oluşum dergisinde, öyküleri, şiirleri, eleştiri, tanıtım ve deneme yazıları
Edebiyat Gündemi, Papirüs, Aydınca, Eşik, Yazıt, Karşı, Kıyı, Çağdaş Türk Dili,
Eylül, İmece, Şiir Okulu, Sanat ve Hayat, Evrensel Kültür, Öğretmen Dünyası
İnsancıl, Kitap Gazetesi, Çalı, Beşparmak, Akköy, Berfin Bahar, Fayton Öykü,
Edebiyatta Seçki, Gerçek Sanat, Sorun Polemik, Kırmızıgül, Yazın, Düşler
Öyküler, Adam Öykü, Damar, Güzel Yazılar, Cumhuriyet Kitap, Evrensel Kitap, soL
Kitap, Güncelsanat, Çinikitap, Eleştirel Pedagoji, Mesele, Sosyologca, Tarih ve
Uygarlık ile kurucularından olduğu Aykırısanat (Adana) ve Agora (İzmir) gibi
dergilerde, Yeni Adana, Evrensel, Özgür Gündem, Yeni Yaşam, Gazete Duvar, Artı
Gerçek (int.) BirGün ile soL
gazetelerinde çeşitli konularda yazıları yayımlandı.
Edebiyata şiirle giren Çiçek,
1996’dan itibaren şiir yazmayı (üç şiir kitabından birkaç şiiri Grup Munzur,
/Babanın Türküsü/Onların Kavgası’nda (Onların Kavgası) ve Tutuşturun
Geceleri’nde (Benim Gibi), Ekrem Ataer, /Marenostrum isimli kasetinde (He
Canım) Ferhat Tunç, /Çığlıklar Ülkesi’de (Ayrılık ile Oy Gelin), Süleyman
Turan, Benim Gibi) aynı isimli albümünde ve Umut Akkuş, /Vasiyeti Sevdalının,
Papatya Olurum ile Gurbet şiirleri/ tarafından bestelendiği hâlde) bıraktı.
1996’da yazdığı “Yaralı
Coğrafyalar Kitabı” isimli şiir dosyasıyla 2003’te Sanat ve Hayat Dergisi’nin
şiir yarışması dalında İkincilik Ödülü aldı.
Öyküye ve romana yöneldi. Yazar
öykü çalışmalarıyla da ödüller aldı: 2002 yılında “Esercan’la Sevcan’ın
Hikâyesi” isimli öyküsüyle Beşparmak dergisi Ferzan Gürel Secici Kurul Özel
Ödülü’nü, aynı yıl Adana Edebiyatçılar Derneği’nin düzenlemiş olduğu Turan
Altuntaş Öykü yarışmasında da “Kamalı Bekir” isimli öyküsüyle Birincilik Ödülü
aldı.
Çiçek, 2001’de Adana’da
düzenlenen Orhan Kemal Hikâye Ödülü yarışmasında da kendisine verilen Mansiyon
ödülünü bir basın açıklamasıyla -yarışma koşulların da böyle bir ödül maddesi
olmadığı gerekçesiyle- reddetti.
1999’da Damar Edebiyat Emek Ödülü
de alan Çiçek daha çok çocuklar için farklı ve özgün romanlar, hikâyeler
yazıyor.
ESERLERİ:
Şiir: Ellerimiz Tırpandır Acıya
(1989), Süremez Daima Hükmü Acının (1991), Gülyaşam (1993).
Öykü: Yaşamın Özge Yorumu (1991),
Beyaz Kısa Pantolon (1991), Kızıl Valizli Kadın (2013).
Roman: Aykırı Sevdalar Söylencesi
(1993), Bozkırda Patlayan Tüfek (2001), Kekliğin Son Ötüşü (Gençlik Romanı,
2011), Bana Güvercinleri Anlat (Gençlik Romanı, 2011), Kitap Hırsızı (2014),
Bencil Metinler (2015), Bir Hayal Satıcısı (2016).
Anı, Mektup ve Deneme:
Günışığı’na Mektuplar (2001), Söyleşiler/im (2015), Çocuk Edebiyatı Denilince
(2016), Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu (2018), Hatıralar Manavkuyu (2019),
Reddediyorum (2019), Geride Yazılan Kaldı (2020).
Çocuk Kitapları: Şeftali Dede
(1995-1997-2000-2007-2016), Eşek Çalanlar Çetesiyle Savaş (1998, Bu kitap Eşek
Hırsızları adıyla 2017)), Elma Ağacı (1998-1999-2016), Altın İkizler (1999),
Kurtkıran (1998-2000, 2017), Güvercinler (2001, 2019), Seçkin’in Masalcı Ninesi
(2001), Seçkin’in Serüvenleri Dizisi: 1.Kitap: Ölümsüz Kuş, 2. Kitap: Masalcı
Nine, 3. Kitap: Meçhul Kurtarıcı, 4. Kitap: Kayıp Köyün İzinde, 5. Kitap: Düş
Ülkesi (2003), Sığırcıklar (2009, 2017).
Ödülleri:
•
Şeftali Dede ile 1995 Çankaya Belediyesi-Damar Dergisi Çocuk Romanı
Birincilik Ödülü
•
Elma Ağacı ile 1997’de Kırıkkale Eğitim-Sen Çocuk Öykü Yarışması
Üçüncülük Ödülü
•
1997’de Kurtkıran ile Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü Çocuk Romanı Mansiyon
Ödülü
•
1999’da Damar Edebiyat (Genç yazar) Emek Ödülü
•
2002’de “Esercan’la Sevcan’ın Hikâyesi” ile Beşparmak dergisi Ferzan
Gürel Seçici Kurul Özel Ödülü
•
2002’de “Kamalı Bekir” adlı öyküyle Adana Edebiyatçılar Derneği Turan
Altuntaş Öykü Birincilik Ödülü
•
2003’te Yaralı Coğrafya/lar Kitabı şiir dosyasıyla, Sanat ve Hayat
Dergisi’nin şiir İkincilik Ödülü
KAYNAKÇA: Halim Şafak / Tacim
Çiçek’le Aykırısanat Üstüne (Eşik, sayı: 9-10, 1993), İzzet Kılıçlı / Tacim
Çiçek’in Öykü Dünyası (Damar, sayı: 30-31, 1993), Güzel Yapıtlar Tutkulardan
Değil Kaygılardan Doğar (Damar, sayı: 55, 1995), Tacim Çiçek / Öykü Serüvenim
(Üçüncü Öyküler, Kış 1999), Bilal Kayabay / Tacim Çiçek “Külden Devlere”e Karşı
(Damar, sayı: 97, Nisan 1999), M. Emre / T. Çiçek’le Söyleşi (Edebiyat Gündemi,
sayı: 7, Ağustos 2000), Aydın Karataş / Yaşamın Özge Yorumu - Deniz Banoğlu /
Bir ‘Akız’ vardı... (Cumhuriyet Kitap, 16.11.2000), TBE Ansiklopedisi (2001),
Ferhat İşlek / Öğretmenlikle Yazarlığı Bir Arada Sürdüren Yazar: Tacim Çiçek -
Hasan Hüseyin Yalvaç / Şiirleriyle Tacim Çiçek - Osman Nuri Poyrazoğlu / Tacim
Çiçek’in Çocuk Kitapları (Cumhuriyet Kitap, 19.4.2001), Türkiye Çocuk (sayı:
923, 2003), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Bilgi Teyidi (Mayıs 2017).
BAZI EDEBİYATÇILARIN HASTALIK HÂLİ
TACİM
ÇİÇEK
Beni
anlamak istemeseler de, “Sözümü sakınmadan konuşmaya hakkım var.” ve de yazmaya…”
M.Şolohov
Bazı
Eleştirmenlerin Hastalık Hâli
Bugün edebiyatımızdaki
kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün,” tarafsızlık” adlı yutturmaca nın gölgesinde ve
yedeğinde egemen edebiyat anlayışına dâhil oluşun araçları sayılmayacak kadar
çok. Bu nedenlerden biri de dürüst, ciddî, bilinçli ve gerçekçi
eleştirmenlerin, dergicile rin sayıca az olmasıdır. Coşkusunu, okuma
alışkanlığını, dürüstlüğünü yitirmiş, bir kadeh rakı için ruhunu masanın
ederini karşılayana teslim etmiş eleştirmenler ve dergiciler çevremizi sarmış.
Gerçekçi olmalıyız, eleştirinin, yayıncılığın ve dergiciliğin “olmazsa olmaz”ları
bağlamında bir davranış, dillendiriş beklemek boşunadır egemen edebiyat
ortamının olanaklarından yararlananlardan. Güdümlü ve özgür olmayan bir çabanın
sevdalılarından…
Bakın günümüzde
belki de en tehlikeli görüş, ideolojisizlik ideolojisidir. Bu anlayışın
sığınağı da, zırhı da “tarafsız”lıktır. Günümüzde bazı edebiyatçılar bu söyleme
sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü egemen ideolojiden yana olduğunu gizlemiş görünür.
Böylelikle karşısında yer alacak olanları kendi tarafına çekmeye çalışır. “Benim
gibi düşünmek zorundasın” formülünü
toplumuna dayatan erkin yandaşları, edebiyatçıları çoğunlukla
“tarafsızlık” kandırmacasıyla tehlikeli
gördükleri kesimlerin bilinçlenmelerini engellemeye soyunur. Bu bir yaşam
biçimidir ve ancak egemen ideolojiye hizmet eder. “Bakın ben düşünüyor
muyum, öyleyse siz niçin düşünüyorsunuz?” diyen bir insan veya
edebiyatçı kurulu düzenden, yani egemen ideolojiden hoşnuttur. Bu düzenin
düşünülmesinin geleceği açısından büyük bir tehlike oluşturacağını bildiği için
böyle söylemler geliştirmektedir. İşte bundandır ki egemen edebiyat ortamının
sonucu olan bu edebiyatçılar, dergiciler, yayıncılar sözbirliği etmişçesine
“tarafsızlık”a sarılmaktadırlar. Ben yapıtlarımda, herhangi bir ideolojiyi
kahramanlarım aracılığı ile okurlarıma ince ince yedirilmiş mesajlar biçiminde
bile vermem ve bunu yapanlara da iyi gözle bakmak, yalnızca insanî yönlerini
anlatırım anlayışında olan bir yazar, bu
yazarın yapıtlarını göklere çıkaran bir eleştirmen ve bu türden yazarların
yapıtlarını yayımlayan dergiler, yayınevleri açıkça bir ideolojinin, yani kurulu
düzenin ideolojisinden yanadır… Bunu açıkça söylemek yürekliliğini
göstermediklerinden değil, bu yolla kendilerine karşı olanları kendileri için
kazan maya hizmet etmek içindir. İdeolojisizlik ideolojisi bir çeşit ideoloji
korkusu yaratmak, oluşturmak çabasıdır da aynı zamanda. Öyleyse ideoloji nedir?
diye bir soru sorabiliriz kendimize, gerçekten de nedir ideoloji?
İdeoloji, yaşama
egemen olmak isteyen düşünceler bütünüdür. İdeolojiler, istek ve duygu ile
oluşturulamaz. Yaşamın gerçekliğinden soğurulur ve birbirlerinden etkilenir,
yani bir ideoloji kendi karşıtına istemeden de olsa ebelik yapar. Bu yüzden
birinden diğerine içsel geçiş vardır. İdeoloji korkusu erklerin boyun eğdirme,
benimsetme, onatma yöntemlerinden biridir. En eski, en tehlikeli alışkanlıklardan
biri de geleceğin önünü kesmektir. Erkler geleceklerini yaşam alanlarını
düşünmez gibi görünseler de bu açıdan onun önünü kesmek isterler. Bir egemen
ideolojinin yaşamında kendine karşıt ideolojiler olabilir, bunların kendi
aralarındaki çatışmalar ve uzaklıklar oldukça egemen ideoloji bunlardan
yararlanır. Yaşam ve tarih göstermiştir ki her zaman insancıl ideolojiler
gerçekleşmez. Çünkü tarih duygucu veya insancıl değildir. İnsanlarla güç
kazanmış ideolojiler yaşama damgalarını vurur ve kendileri için kurumlar,
kuruluşlar, edebiyatçılar, aydınlar, hukukçular vs yetiştirir. Bunlar da
doğalarını ve yetiştirilmelerine uygun biçimde davranırlar. Bağımlı olan
edebiyatçılar bu gerçekliği bilirler. Bun dan dolayıdır ki taraf olmak
zorundadırlar. Yalnız içki ısmarlayıcıları, dalkavukları, yayıncı / yazar
efendileri için kalemlerini kullananlar “tarafsızlık” adı altında müthiş birer
taraftar olduklarını gösteriyorlar bize. Bunu görmezden gelemeyiz, bize düşen
bunu görmek çünkü.
Bu yazıya konu
olan “bazı eleştirmenler”de iki hastalık hâli var diyebilirim İlki, “Eleştirmen,
yazardan fazlasını bilmek zorundadır.” saptamasına yalnızca sözde uymak
hâli. Çünkü çoğu gerçekten de bilgisiz. Bir ayda iki elin sayısı kadar dergide
yazıları yayımlanır. Bu yazılarda daldan dala atlandığını, yinelemelere yer
verildiğini, sapla, samanın karıştırıldığını ve eklektikliğin diz boyu olduğunu
görürsünüz. Bu bilgi çöplüğünde ne aradığınızı unutursunuz. Şiire, öyküye,
romana, anlatıya, kısacası edebiyata ve sanata dair bir şey bulamazsınız,
oradan, buradan aşırılmış tümcelerin ağdasına yapışırsınız ve kurtulmaya
çalışırsınız. Okudukça yazıların bir bütünlük oluşturmadığını anlarsınız fakat
yine de bunca emek karşısında onların donanımlı olduklarını düşünürsünüz ve
gözünüzde büyütürsünüz. Bir etkinlikte karşılaştığınızda ise un ufak olursunuz,
dağılırsınız. Gözünüzde büyüttüğünüz bu sözde eleştirmenlerin
bilgisizliklerinden dolayı. Çünkü onca yazıyı yazan birinin yazdıklarını
okuduğuna tanık olursunuz. Belâgat sanatı bir yana, tamam fakat insan kendi
yazdığını, kötü de olsa konuşarak aktaramaz mı? türünden sorular kurşunu
yaralar, hatta öldürür sizi. Konuşmak beynimizi kullanma sanatıdır.
Herkes güzel konuşamaz beki yalnız beyin kumbarasındakini bir sistematiğe göre
aktarabilir karşısındakilere. Günlerce acıkmış bir katırın yemliğinden başını
kaldır maması gibi, bir ayda onlarca sayfa yazan bu eleştirmenlerin gözlerini
yazılarına dikip sular seller gibi okumalarına tanık olunca neler düşünürsünüz
siz olsanız? Benim anımsadığım şu böylelerini gördüğüm zaman, “malın çoğu
haramdan, lâfın çoğu yalandan” fakat bir farkla, “lâfın”
yerine “araklamadan” sözcüğünü
koyarak...
İkinci hastalık
hâli, egemen edebiyat ortamını bir piramit olarak düşünürseniz, bunun en
tepesindekilerle, bunlara şöyle veya böyle yakın olanların tutum ve
davranışlarıdır. Şimdi, Nurullah Ataç, “Her mesleğin adamları yaşlandıkça
olgunlaşır, eleştirmenin ise genci iyidir. Çünkü, yaşlandıkça kendisinde
hoşgörü, insaf, acıma, kayırma gibi hisler uyanır.” demiş. Ki bu sözün
eleştirilecek yanları var, yalnız bu hastalık grubundaki eleştirmenlerin
yıllandıkça değeri ve özü artan birer şarap olmadıklarını bilmek zorundasınız.
Çünkü aynası iştir kişinin lâfına bakılmaz. ( Doğrunu bilmediğimden
değil, bilerek böyle yazdım.) Bu eleştir menler hiç mi hiç özgür değiller,
zaten böyle bir istemleri beklentileri de yok. Durumlarından da hiç şikâyetçi
değiller. Özgür olmadıkları için, ülkemizde ve yurtdışında tanınan bazı
yazarlarımızın (!) birbiri ardına kitapları çıkarabiliyor ve bu kitaplar edebî
yanlışlarla dolu olmasına karşın yine de çok yetkin ve özgün yapıtlar
sayılabiliyor. Bu yüzden bu yapıtlar ve
yazarlar piyasaya bombardıman ediliyor. Gerçek yazarların ve yapıtların önüne setler
çekiliyor. ”Eleş irmenlerimizin bir yazar hakkında cömert coşkulardan ve ona
karşı ( “belki sümüklünün teki, ama benim” türünden ) koruyucu amca-dayı
tavırlarından vazgeçtikleri zaman; eleştiri gerçekten devrimci, amansız ve
boyun eğmez olduğu zaman “lonca” çığırtkanları edebiyatın yol ayrımlarında
bağırıp çağırmayı, ”kendi” yazarlarını göklere çıkarıp, kendi tarikatlarından
olmayanları iftiralara boğmayı keseceklerdir.” diyen ŞOLO HOV’un
olması gereken gerçekçi eleştirmenlerden söz ettiğini unutmamalıyız.
Bakın, Tuna Kiremitçi’nin, Selçuk Altun’un, Ahmet Altan’ın, Enis
Batur’un, Murathan Mungan’ın, Cezmi
Ersöz’ün, Kürşat Başar’ın ve daha nicelerinin birçok yapıtlarına
yazmış gibi kendi imzalarını koysalardı ve onların yayınevlerine göndermiş
olsalardı yayımlanmazlardı. Çarşaf çarşaf reklâmlarla, yazılarla piyasaya “bizce
çoksatanlar” olarak sunulmazlardı. Oysa böyle birçok yazar için kimi
eleştirmenlerin yazdıkları övgü dolu yazılar dışında söyledikleri olumsuz
söylemler dilden dile geliyor kulaklarımıza. Bunlar hoş mu peki? Söylenenlerin bir
önemi yok çünkü iyi biliniyor. Yazılı bir toplum olamayışımızın da bunda
etkisi var. Gerçekten de eleştirmenlerin bir edebiyat ustasının (!) değersiz
bir kitabı için hiçbir hoşgörü, acıma, kayırma ve göz yumma göstermeden
ya da söylenmedik hiçbir şey bırakmadan tam anlamıyla hak ettiğini belirten tek
bir eleştirel yazısını anımsıyor musunuz? Hadi eleştirinin teslimiyetçi,
uzlaşmacı ve egemen edebiyat ortamından yana şövalyelerden bunu beklememiz
doğru değil, anladık; peki bunların karşısındayız diyenler ve karşısında
olması gerekenler -bir iki istisna dışında- neredeler?
Anımsatmak
istiyorum: “
Yapıtında
ideolojik mesajı olmadığını söyleyen, iddia
Bazı
Yazarların Hastalık Hâli
Egemen edebiyatın
merkezi İstanbul’dur, biliniyor. Bilinen gerçeklerden biri de bu merkezdeki
kimi yazarların bir fabrikanın ürünleri gibi kendilerine benzemeyenleri “taşralı”
görmeleridir. Egemen edebiyatın olanaklarından yararlanan bu yazarlar,
kendilerine yaranmak konusunda yarış içinde olan ama, kendisi olamayan kimi
yazarları etkiliyorlar. Kendilerinden başkasını, bırakın yazar olmayı, insan
dahi görmeyen bu soysuzlar, edebiyatın ve sanatın kompedanlarıymış gibi
davranıyor. Anadolu’nun şurasında veya burasında ekonomik neden başta
olmak üzere çeşitli etkenlerden dolayı taşrada yaşamak zorunda olan yazarlara üstünyazar
gözlükleriyle bakıyorlar. Kendi içinde bile birkaç grup olan bu soysuzların
ortak noktaları Anadolu’da yaşamak zorunda olanlara aynı bakış açısıyla
yaklaşmalarıdır. Kendi “taşraları”nı kafalarında taşıyan bu yazarlar,
gelecekleri için edebiyatçıları değiştirmek ve dönüştürmek istiyor. Olanakları
ve alanları oldukça geniş… Bu soysuzların yarattıkları ortam sineklerin üstüne
yapışıp kaldığı sıvı gibidir. Bu bataklığın albenili kamuflelerini görmek,
öğrenmek ve açığa çıkarmak gerekir. Tarafsızlığı sözde bir dünya görüşü,
edebiyatı salt bir eğlence ve haz aracına dönüştürmenin savını vazgeçilmemesi
gereken gerçeklik gibi göstermeleri boşuna değildir.
Egemen edebiyatın
sonuçları olan eleştirmenler, yazarlar, yayıncılar ve dergiciler çok iyi
biliyorlar ki,” Sanatın belki de başka hiçbir alanında ideolojik çatışma
edebiyattaki kadar kesin değildir.”( Şolohov) Siyasal alanlarda
erkin olanaklarını kullananlar açıktan, üst yapının olanaklarını kullananlar da
kendi gelecekleri için bizim geleceklerimizi karartıyorlar. Bu yüzden hiç
kendimizi kandırmayalım. Çünkü bugün dünyadaki gelişmelerin gerçekçi bir ya zar
veya sanatçıya tarafsız bir gözlemci, aktarıcı tavır takınmayı olanaksız duruma
getirmiştir. Sözbirliği etmişçesine, “edebiyatın
ve sanatın ideolojisi olmaz.” diyenler yalan söylemektedir. Çünkü, böyle
bir şey olası değil. Yalnızca ideolojisizmiş gibi görünen bir edebiyattan,
sanattan, yazarlardan ve sanatçılardan söz edebiliriz. Bu geç kalmış bir
peygamberliktir. Ve her peygamberlik gibi de ideolojiktir. İdeolojisiz gibi
görünen ve empoze edilen, pazarlanan, insanlara, yazarlara, empoze edilemeye
çalışılan bir sanat ve edebiyat yalnızca düzenin “yabancı” ideolojilerden
korunmasını amaçlayan bağımlı ve taraflı bir edebiyat ve sanattır. Dilekleri,
istekleri olmayan bu edebiyatın ve sanatın yaratıcıları, sürdürücüleri bir
cennet içindedir. Bu cennetin başlarına yıkılmasını hiç mi hiç istemezler ve
yıkılmaması için de ellerinden geleni yaparlar.
“Tedirgin bir çağda
yaşıyoruz. Fakat dünyada savaş isteyen bir ulus yoktur. Ne ki bütün ulusları
savaşın alevlerine fırlatan güçler var. (işte bu yüzden) Bir yazarın yüre ği (ateş
çemberinin ortasında kalıp) için için yanan her yaştan insanın feryadına
sağır kalabilir mi? Namuslu bir yazarın insanlığı kendi kendini yok etmeye
mahkûm etmek isteyenlere karşı çıkmaması olası mı? ) (Şolohov) Böyle
düşünmeyen eleştirmenden, yazardan, yayıncıdan, dergiciden ne beklenebilir? Ve böylelerinden
hesap sormayanlardan… Niçin mi peki? Kendini Olimpos Dağının
Tanrıları gibi gören egemen edebiyat ortamının yazar, eleştirmen ve yayıncısı
ile dergicisi kendinden yana taraf. İşte bu yüzden onlara kanmak, aldanmak ve
onlar gibi yazmaya çalışmak olmaz. İşte bunun gibi nice nedenden dolayı… Kendisini
halkının ve dünya halklarının evlâdı, insanlığın küçücük bir parçası olarak
gören bir yazarın, eleştirmenin, yayıncının, dergicinin, yani kısacası bir
edebiyatçının, sanatçının görevi nedir? Evet günümüzde daha çok belki ama, sık
sık kendimize sormamız gereken sorulardan biri de bu. Evet, nedir görevi
gerçekçi bir yazarın, yayıncının, dergicinin ve sanatçının? Vereceğim
yanıt ortak bir bence diye düşünüyorum. Çünkü bizi biz eden özelliklerimizden
biri de doğru bildiğimizden şaşmamamızdır. Evet, sorumun yanıtına geldiğimde:
Okuruna dürüst olmak, insanlara gerçeği aktarmak ve yaşamın güzelleştirilmesi çabanın tam da
içinde yer almak. Açlığa, köleliğe, sömürüye, işkenceye, eşitsizliğe, savaşa
karşı onları yüreklendirmek, insanları gelecekleri ve kendileri için
bilinçlendirmek. Birlik olmalarına katkı koymaktır. Geleceği, emeği ve ümitleri
ellerinden çalınan insanları yaşamdan, gerçekliklerden ve birbirlerinden
uzaklaştırmamaktır. Çünkü, sanat; özellikle edebiyat insanların zihin ve
yüreklerini etkileme gücüne sahiptir. Şimdi, düşünün ve yorumlayın. Siz hiç
sermaye yayınevlerinin, dergilerinin kitapları ve yazıları arasında bırakalım M.
Oruçoğlu’nu, Hüseyin İnan’ı, Mahir Çayan’ı, İ. Kaypakkaya’yı, Harun
Karadeniz’i, Sırrı Öztürk’ü H. Kı vılcımlı’ yı ve bu dizge de daha onlarcasını; bütün bir dünya insanlığına
mal olmuş Marx’ın, Engels’in, Mao’nun, Lenin’in, Castro’nun
ve yine bu dizgede yüzlerce aydının, yazarın, felsefecinin kitaplarını,
yazılarını görebiliyor musunuz? Göremezsiniz, çünkü ne denli örterlerse
örtsünler taraflılıklarını, onlar taraftır. Dönekler, teslim olmuşlar,
uzlaşmışlar ve ruhlarını sermayeye peşkeş çekmiş olanlar onların vitrinlerinde konu
mankeni olarak yer alabilir ancak.
Onların neler
yazdıklarını, neler yaptıklarını öğrenmek, okumak başka şey, yalnız onlar gibi
olmaya çalışmak bambaşka bir şey. Başkasının kanatlarıyla uçmak, başkası olmak
bir tür saksağanlık ve bilinçsizliktir. Çünkü her kuşun ancak kendi
kanatlarıyla uçabildiğini biliyoruz. Bunu unutmamalıyız. Serçeden albatrosa
kadar yüzlerce kuşun uçma sınırı ve özgürlüğü kanatlarının onları götürebildiği
uzaklık ve yükseklerde kalabildikleri zamanla orantılıdır. Hangi kuş albatros
kadar gökyüzünde kalabilir? Günlerce, haftalarca okyanusların üstünde
kilitleyerek kanatlarını maviliklerde süzülebilir? Bilincimiz ve çabamız
oranında kendimiz olabileceğimizi unutmamalıyız ve asla kafasında taşrasını
taşıyanlara benzemeye çalışma malıyız. Biliyorum ki her benzetme hatalıdır,
yine de söylemeliyim, kuşların uçuş farklılıkları gibidir algılama, bilinç ve
aktarmalarımız. Bundandır ki kendimiz olma yönünde birbirimizi çoğaltmak için
daha fazla yüklenmeliyiz bilgilenme, yaratma ve etkileme kanatlarımıza. Hava
engel oluyor yoksa daha çok uçardım diye düşünen kuşlardan olmamalıyız.
Düşünmeliyiz ki uçmamıza yardım eden aynı zamanda havadır. Yani dış koşullar,
içinde yaşamak zorunda olduğumuz ortamdır bilincimizi oluşturup belirleyen. Bu
gerçekliklerden soğurduklarımızdan dolayı bilincimiz ve yeteneğimiz oranında
edebiyata, sanata katkı sunduğumuzu ve sunabileceğimi bilmeliyiz ve buna göre
çabamızı, bilincimizi derinleştirmeliyiz.
Bazı
Dergicilerin Hastalık Hâli
“Bence, saygınlığı
ya da yaşı ne olursa olsun hiçbir yazar kendisi için bir ayrıcalık isteğinde bulunamaz. ’Yanlış
yapma özgürlüğü’ne gelince; eğer bir kolektif çiftlikte grup önderi yanlış
yaparsa, çiftlik başkanı onun yanlışını düzeltecektir. Bu bir yerel nitelikte
bir yanlıştır ve diğer insanlara zarar vermeyecektir. Yazar yayımlanan bir
çalışmasında yanlış yaparsa binlerce okuru yanlışa sürükleyecektir; işte
mesleğimizin tehlikesi burada yatar.” ( Şolohov ) Bu saptamayı niçin
anımsattığımı söylemek istiyorum hemen. Ne yazık ki edebiyatımıza
gerçekten edebiyatçı yetiştiren veya bu işe soyunmuşlara yardımcı olan
dergilerin birçoğu yukarıdaki bütün olumsuzlukların paralelinde davranış ve
taraflılık içindedir. Yadsımamız veya görmezden gelmemiz olanaksız. Şu veya bu
biçimde ilk kitabı çıkmış olan öykücülere, şairlere ya da edebiyatın eteğinden
yeni yeni tutunmaya başlayan edebiyat sevdalılarına karşı yaklaşımları nesnel
değil. Bunların ürünlerini ince eleyip sık dokumadan okura sunuyorlar. Bunlarla
ilgili eleştirilerden de yakalarını sıyırmak için birilerini ( bu yayınevi veya
isim yapmış bir edebiyatçı olabilir ) referans gösteriyorlar. Bunların
imzalarının onların yapıtlarında bulunması ya da bilinen bir yayınevinden
kitabının çıkmış olması bizim için yeterlidir diyorlar. Böylece o yazarların,
şairlerin, yani edebiyatçıların yetkinleştiği sonucuna ulaşıyorlar. Bu yüzden
gönderdikleri ürünü olduğu gibi yayımlıyorlar Oysa olmamalı böyle bir şey.
Çünkü birilerinin kanatlarıyla uçabilmek olanaksız olduğuna göre, başkasının
öngörüsüyle de edebiyata soyunmuşları ustalaşmış, yanlışsız kabul etmek, görmek
doğru değildir. ”Yaşar Kemal’in bile bir paragrafı yirmi otuz defa yazdığı
bir zaman da bizim bir kere yazmış olmamız, yazdığımızı doğru görmemiz hiç mi
hiç doğru değil ) ( Ö. Seçkin ) anlayışından ve bir ilköğretim
öğrencisi kadar temel dilbilgisinden fersah fersah uzak yazarların, şairlerin,
eleştirmenlerin yazılarına nesnel bakmamak bazı dergicilerimizin hastalık
hâllerinden biridir. Bir başka hastalık da yeni arayışlar içinde olduğu
görülenlere, yanlışlarıyla ve temelsiz arayışlarıyla yer verilmesidir.
Dergicilerin birçoğu işlerini gerçekten iyi yapıyor ve edebiyat, sanat denizine
yatağını derinleştirerek bir ırmak gibi akmaya yönelenleri sahipleniyor. İnce
eleyip sık dokuyor. Onun bunun referansından çok kendi olmazsa olmazlarından
çok gerçek edebiyatın ve dergiciliğin olmazsa olmazlarını gözetiyor.
Yazısından, edebiyata gönül vermişliğinden çok adına, unvanına ve
parasına gereksinim duyulanlara kucak açan dergiciler de zaten ortalıkta yalnızca
dergici/lik yapıyorlar ve bir iç boşaltmaktan öteye geçemiyorlar.
Şimdi, gerçekten de yaptığının ve yazdığının yaşama, gerçekliklere
bağlılığını kanıtlamış sağlıklı düşünceli, duruşlu genç edebiyatçılar olduğu ve
edebiyata, sanata taze, devrimci ve sınıfsal olduğu kadar da bilinçli yapıtlarıyla
aktığını ben de inkâr etmiyorum. Yalnız bununla birlikte ve mantar gibi
durmadan biten renksiz, bayağı, bilinçsiz ve egemen edebiyatın kanatlarıyla
donanmış bir edebiyatın kasvetli, ağdalı, teslimiyetçi, uzlaşmacı akıntısı
edebiyat dergilerinin sayfalarından üstümüze patlamış lâğım akıntısı gibi
geliyor. Ne yazık ki çoğu eleştirmenin, yayıncının ve dergicinin çanak tutarak,
“işte edebiyat ve asıl edebiyatçılar! söylemiyle değiştirdiklerini ve
piyasaya akıttıklarını yadsıyamayız. Yakın bir gelecekte, “popstar”
örneğinde olduğu gibi “popyazar, popeleştirmen, popöykücü, popromancı,
popşair” yarış malarıyla“tescilli” ve “sahibinin sesi”
yeniyetmeler karşımıza çıkartılırsa şaşırmamalıyız. Bu bulanık, yoz ve berbat
akıntıya karşı ülkemizin nehirleri üzerine kurulan büyük barajlar gibi
barikatlar ve barajlar oluşturmalıyız. Bir kez daha belirtiyorum ki her kitapta
daha iyisini yapan, ince eleyip sık dokuyan, çabası ve yeteneği ile halkının
bilincinde, belleğinde ve yüreğin de yer edinen genç yazarlardan söz etmiyorum.
Asla! Bu, yalnızca işine ve okuruna saygısını yitirerek, şevki kırılmış,
yaratma ve taraf olma özürlü ama, ustalıktan para için yazan aşağı sınıf
yazarlığa baş aşağı bir hızla evrildiği ayan-beyan olan tanınmış (!) kimi
yazarlar, eleştir menler, yayıncılar ve dergiciler için sözüm. Niçin mi?
Çünkü, “Bu tonlarca işe yaramaz lafı birileri toparlar, birileri
basar, kimi sorum suz insanlar, bu sorumsuz beceriksizlerin ortaya koyduklarını
överler (se) onları ya daha iyisini bilmediklerinden, ya da kişisel
nedenlerden dolayı övdükleri de ortada(dır)” (Gorki) olursa
Unutmamalıyız ki,
bu yazıya konu olanların tümü nerede olursa olsun, birer dernek, sendika vs
yöneticileri gibi davranırlar. İktidar oldukları için, iktidarlarının
olanaklarını yandaşları, dalkavukları ve gönüllü emir erleri ile paylaşırlar.
Bir takımın oyuncuları gibi onurluca değil belki, çıkar birlikteliğine uygun ve
karşılıklı göz yummalara dayalı olarak, yani onursuzca yaparlar bunu.
Ne Yapmalıyız
Peki?
Şimdi birbirinin omuzlarına binip yolculuk yapan üç adam varmış. Üsteki
çok rahat olduğundan, “bu gidiş iyi gidiş ” dermiş. Bu adamı omzunda
taşıyan da, “bu gidiş ne iyi ne kötü gidiş” dermiş arada sırada. Her
ikisini de omzunda taşıyan en alttaki adamın ise onları taşımaktan neredeyse
canı çıktığından “bu gidiş iyi bir gidiş değil kötü bir gidiş, bozulup
düzelelim” dermiş. İşte bu yazıya konu olan eleştirmenler, dergiciler,
yayıncılar ve yazarlar, yani edebiyatçılar ve sanatçılar bu adamlardan
birincisine, kendisi olamayıp bunlarla işbirliği için de olanlar ve onlara
özenenler de ikincisine, bizlerde en alttakine benziyoruz. Onları üstümüz den
atmalıyız. Bu konuda kararlı olduğumuzu da göstermeliyiz. Nasıl mı?
Açık, net ve
taraf olmalıyız. Yalnızca bu yazının konusu olanların karşısında değil, bir
birimizi gördüğümüzde de, birbirimize sarılıp sanal nezaketlerde
bulunmamalıyız. Yazın alanında yaptıklarımızı, yapacaklarımızı birer sanal
madalya gibi gösterip durmayalım birbirimize. Birbirimizde gördüğümüz
yanlışları, eksikleri bağışlamayalım asla. Birbirimizi kandırmak için arkasına
sığındığımız maskelerden kurtulalım bir an önce. Yani birbirimizi aldatmayalım.
Çünkü dostluk, arkadaşlık, ahbaplık iyidir, güzeldir ve şu kısacık dünya
yaşamında bir birimizi varlığımızla çoğaltmamızın sonuçlarıdır belki.
Unutmayalım ki bunları da kapsayan hem de aşan bir gerçeklik var. Bence tabiî.
O da şu: Düşünsel dostluk, yani düşünce kardeşliği yani yoldaşlık.
Kan bağından, benzeri bağlardan çok çok üstün. Üstünlüğünün nereden geldiğini
biliyorsunuz, eminim Yine de anımsatmak istiyorum. Edebiyat, ideoloji ve yaşam
düzleminde kendine özgü “olmazsa olmaz” ilkeler, doğrular var. Bunları
hiç mi hiç unutmamalıyız. Bunların sentezi müthiş bir turnusol oluşturuyor.
Yaşamın pratiğinde rengi kara çıkana karşı dostumuz, arkadaşımız, ahbabımız,
yoldaşımız da olsa gerçekçi olmamız gerektiğini gösteriyor. Edebiyatın,
eleştirinin ve dergiciliğin, yazarlığın, yayıncılığın ideolojinin -çünkü
bunların üstünde biçimlendiği yaşam biçiminin özü ve toprağıdır, ideoloji-
ilkelerinden sapma olduğunda, en yakın arkadaşımız, dostumuz ve yoldaşımız da
olsa bağışlamamalıyız. “Hatalı, yanlış ama sonuçta bizden” anlayışı ile
ödün vermeye başladık mı, görmezden gel dik mi ayakları yerden kesildiği için
tuş olan Herkül gibi kaybederiz. Bunları bilmeliyiz, olumsuzluklara
karşı gelişen barikatlara ve kurulan barajlara katılmalıyız. Bunun için de
tutarlı bir tarih ve sınıf bilincinin farkında olmak gerekir tabii.
Çinikitap Dergisi,2012, s:12
DİL ÜSTÜNE BİR DENEME
Tacim
ÇİÇEK
Dil canlı bir varlıktır. Toplumsal değişime
ve gelişime de çok açıktır. Örneğin 13. yy
Osmanlıcası ile 16 yy. Osmanlıcası aynı
değil. Cumhuriyetin ilk dönem Türkçesiyle günümüz Türkçesinin aynı olmadığı
gibi.
Batı dillerinin kökeni Latincedir.
Latinceden türetilen sözcükler. Batı dillerini zenginleştirmiştir. Bu akış ve
zenginleştirme bir biçimde sürmektedir hâlen. Ama Türkçenin kökeni Arapça ya da
Farsça değil ki bu dillere dayanarak dilimizi zenginleştirmeye çalışıyoruz.
Benim anlamaya ve üzerinde düşünmeye iten gerçeklik bu. Mazhar Paşanın
Arapçadan türettiği hekimlik terimleri ne Araplara ne de bize yaramıştır.
Selçuk Üniversitesi 11.000 imza ile dil kirlenmesinin önlenmesi için bir dizi
sorunu Dil Derneği’ne ulaştırmıştı. Dernek görevlileri de Nisan 2005 te TBMM
Dilekçe Komisyonu’ na iletmişti bunları. 2 Haziran 2005 te Dilekçe Komisyonu,
“Komisyonu gereksiz zaman kaybına uğratıyor.” Gerekçesiyle başvuruyu
görüşmemişti, anımsadınız mı bu olayı?!! Hadi gelin siz Çinli bilgenin dille
ilgili kanıksadığımız o ünlü savını anımsamayın. Dil Derneği ‘nin gücü sınırlı
ancak bu tavrı geniş çaplı bir açıklamayla kamuoyuna duyurmuş, kınamıştı, hepsi
bu kadardı çünkü. Bunu söylerken gerçekten de Türkçe için ellerini hangi taşların
altına özveriyle koyduklarını yöneticilerin, yok saymıyorum ve de unutmuş
değilim.
Buradan
sonra bir parantez açmış
gibi olayım ve bir konuya daha yer vereyim istiyorum, kimilerine göre, kulağı
tersten göstermek gibi algılansa da konu ile ilgili diye düşünüyorum
aktaracaklarım, şimdi; bu konuda düşündüklerim şunlar:
Dil,
insan topluluğunun ve o
topluluktaki bireylerin duygu ve düşüncelerini anlatmak ve birbirleriyle
iletişim kurmak için kullandıkları sesli ve kimi zaman da yazılı göstergeler
dizgesidir. Geçmişten günümüze gelişip değişen dil/ lerin gittikçe daha
yetkinleştiğini görüyoruz. Aynı zamanda teknolojik gelişmişlikle birlikte
sosyo- ekonomik açıdan güçlü olanların bir başka dili öteleme, bozma ve hatta
yok etme düzeyinde çabalar geliştirdikleri de görmezden gelinmeyecek bir durum.
Bu yüzden bu kaygıyı ve dayatmayı yaşayan ülkeler dillerini toptancı bir
anlayışla ve gerekli gördükleri alanlarda yasalarla dillerini koruma içine
girmişlerdir.
Dilbilim
ve dilbilimciler bu korkunç saldırı
gerçeğini bildiklerinden pek çok işlerinin yanında
dillerini korumak, geliştirmek, yabancı, ama gereksiz sözcüklerden arındırmak
gibi görevler de
yürütüyorlar. Oysa, halkın,
özellikle moda söylemle birer bukalemun gibi taklitçi olan gençlerin öğretmenler ve dilbilimciler tarafından eğitilmesi
gerekiyor sık sık. Çünkü ancak gençlik, halk ve eğitimciler, aileler dillerine
sahip çıktıkça dilleri dedelerinin ve ninelerinin zamanındaki kadar derinlikli,
kendisi kalabilecektir. İşte bu anlamda tarihin yazının bulunuşuyla başladığının
söylenmesi boşuna bir dillendirme değildir. Çünkü tarih, insanlığın ve toplumların
geçmişi ile ilgili bilgileri, geçmişteki ve bunların gelişmelerini yer ve zaman
göstererek yeniden ele alıp inceleyen bilim dalıdır. Böyle olunca geçmişin
her yönden geleceğe yazılı ve sözlü aktarılmasının tek ve vazgeçilmez aracı
dildir.
Kimin daha doğrusu kimlerin vazgeçilmez aracıdır
dil?
İki
uzmanlık alanının çalışanları için dil vazgeçilmez araçtır.
Peki, kim bunlar?
Tarihçiler ve edebiyatçılar…
Bunlar,
bilgi birikimlerini ve kanıtlarını,
kurgularını biri okuruna, öteki ise muhataplarına gerçekçi ya da kurgusal da
olsa aktarmalarının aracı olan dili iyi kullanmak zorundadırlar diye düşünüyorum. Diline hâkim
olamayan bir tarihçinin veya edebiyatçının inandırıcı, nesnel ve geleceğe
kalıcı, inandırıcı yapıtlar bırakması düşünülemez.
Geçmişte
ve günümüzde bu işi ciddiye alan iğneyle kuyu kazarcasına çabalayan
tarihçiler, hatta tarih okulları,
edebiyatçılar var diyebiliriz. Olgucu ya da deneyci ama sonuçta araştıran, ayakları yere basan
kişiler olarak tarihle edebiyatı dili âdeta alçı gibi kullanarak başarılı
yapıtlar veren edebiyatçılardan edebiyat tadında gerçek tarih yapıtları oluşturan tarihçilerden söz
etmek olası.
Zaten bir
düşünür, “Yazarlar, yaşayan kişilerden ve yaşanmışlıklardan istediklerini
alıp yapıtlarında içkonu yapar. Zaten hiçbir edebiyat yapıtı da birebir
gerçeklileri olduğu gibi yansıtamaz.” Burada bir yazar için aslolan ele
aldığı konuyu en iyi biçimde kurgulamasıdır. Tarihi olayları veya kişileri bir
tarihçi gibi aktarması beklenemez. Sonra kaldı ki tarihçilerin bile yazdıkları
bilimselliklerine rağmen bütüncül bir sonuç sergilemez. Aynı olayı ele
alan tarihçilerin arasında farklılıklar olduğu gibi, tarihi olaylardan ve
kişilerden yararlanan edebiyatçıların da yapıtlarında ( örneğin Deli
İbrahim veya Kösem Sultan diyelim benzer örnekler çok ama bunları ele alan
yazarların, tiyatro oyunları yazanların Deli İbrahim ve Kösem Sultanları
hem birbirinden farklıdır hem de gerçek kişiliklerinden. ) tarihi şahsiyetler
ve olaylar farklı farklıdır. Bu hem bir zenginliktir, hem de bir özgünlüktür
edebiyatımız ve dilimiz bakımından, ama tarih ve tarihçiler açısından bütünüyle
Tarihi
kişiliklerden ve olaylardan ne kadar yararlanırsa yararlansın sonuçta
edebiyatçılar kendi ballarını yaparlar. Tarihçi iç yasaları ve bakış açısıyla bu
“bal” a baktığımızda ve bu
“bal”ı değerlendirdiğimizde rahatlıkla
gerçek bir “bal” olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü, yazarlar
gerçekliklerden de yaşamış kişilerden de yola çıksalar, edebiyatın iç yasaları
gereği bunlardan kendi “bal”larını yaparlar. Ama bir tarihçi ise kılı kırk
yarmak, nesnel olmak ve ele
aldığı tarihsel
gerçekleri detaylandırmak, belgelemek ve ortak bilim şablonlarıyla da olsa test etmek zorundadır. Bunun da araçlarından biri ve
vazgeçilmezi başta da değindiğim gibi dildir. Tarihçi de edebiyatçı
da diline hâkim olmak durumundadır. Çünkü, gerçekten de dil, tarih ve edebiyat iç içedir bana
göre. Kim ne derse desin, hatta roman olarak değerlendirilmemesine karşın ve tarihi kişilikleri,
olayları abartarak tarihsel gerçekliklerden soyutladığı iddia edilse de, ŞU
ÇILGIN TÜRKLER bana dil, tarih edebiyat ilişkisinin en güncel yapıtlarından
biri gibi geliyor.
Ve asıl konuya geleyim hemencecik.
Cumhuriyet
Türkçesi Türkiye sınırları
içinde ve dışında tümüyle ortadan kaldırılmaya çalışılıyor
demek bir abartı sayılmamalı. Dizilerdeki dil yanlışları, devlet kitaplarındaki
yanlışlar, özel radyo ve televizyonların
büyük bir çoğunluğunda görülen dil duyarsızlığı, geveze ve bir o kadar da doğru
konuşmaktan uzak, elindeki metni okumaktan ve seslendirmekten aciz sunucular,
yorumcular düşünüldüğünde gerçeklik daha iyi anlaşılacak sanıyorum. Ne yazık ki
ünlü edebiyatçılarımızın birçoğu “ Yaşayan Türkçe “ adı altında “Osmanlıca “ yı
öne çıkarma çabası içindedir. Örneğin bir ünlü yazarımız tv konuşmasında “ M.
Kemal ‘ in “ Güneş Dil Teorisi” nin iyi
bir başlangıç olduğunu, ama bu çabanın daha sonra bir ırkçılığa dönüştüğünü
söylemiştir.
Örneğin,
A. İlhan resmen tecahül-ü Arif sanatı yapıyor. Özetle, kıblesi onun da Fransa
ve Fransız edebiyatı, aydınları. Çünkü,
Tanzimat’tan beri edebiyatçımızın, ressamımızın ve şairimizin vs kıblesi
bu ülke yazını ve yazıncıları olmuştur. A. İlhan diyor ki, Fransa İhtilali
sonrasında dil devrimi mi yapıldı? Neden yaşayan dilimizi bozduk ve kuşaklar
arasındaki bağımızı kopardık. Her şeyiyle Fransız yeniliklerini ülkemizde
yaşama geçiren Atamız dilimizi neden
bozdu. Bu başka bir soru. Ama düzeltebiliriz. Özetle bunu diyor ve
savunuyor. Aklıma gelen şu. Fransız
soylusu, kralı ve avamı aynı dili konuşuyordu. Bu yüzden Montaıgne, “keşke
Paris’in arka sokaklarındaki zerzevatçıların diliyle konuşup yazabilseydim.”
Demiştir. A. İlhan bilmiyor muydu, ibadet dili Arapça, saray dili, Osmanlıca (denilen kozmopolitik
ve de uyduruk dil), edebiyat dili Farsça, halkın dili Türkçe. Dilde ve eğitimde
birlik nasıl sağlanacaktı peki. Ve yazı dili de eski Türkçe denen Arapça harfli
alfabe.
A, İlhan giderayak “2. Cumhuriyetçiler” in kuyrukçusu olarak
içini boşaltmaya çalıştı.
Bu yüzden
Cumhuriyet gazetesinden kovulacağını
anlayınca ayrılmak zorunda kaldı. Zaman’da bu yüzden yazılar yazdı. Ayrıca
Sanat Olayı adında bir dergi çıkardı, 12 Eylüle ve Eylülcülere alkış
tuttu. “ Hangi Sol ” diye yoz solu
gösterdi. “ Hangi Seks ” diye eşcinselliği, “ Fena Halde Leman “ diye
lezbiyenliği önerdi, “Hangi Atatürk “ diye Sultan Galiyev ile M. Kemal’i aynı
kefeye koydu. Laiklik Atatürk ün değil İsmet Paşa’ nın sorunudur diye aptalca
bir önerme attı ortaya. Yani sağduyu dediğimiz içimizdeki terazide
tarttığımızda ağır gelen olumlu mu olumsuz mu diye görmeli ve kararımızı ona
göre vermeliyiz, kişiler, olaylar ve olgular açısından. Böyle düşünüyorum.
Sesli
düşündüğümde, yeni hazırlanan sözlükte de acaba öncekiler de olduğu gibi Türklere
Arapça, Farsça öğretmek amacı mı güdüldü diye doğrusu sormadan edemiyorum.
Çünkü eski sözlüklerde bir Arapça sözcük alınıyor kökünden mastarına tüm
çekimleri ( hatta bugün hiç kullanılmayan sözcükler de dâhil ) açıklanıyor idi. Bu doğru bir yaklaşım değil. Niçin mi
peki? Çünkü gerçek bir sözlükte fiil
hâli verilir, gerisi dilbilgisi kitaplarının işidir, içeriğidir. Sözlük konusu
değil, olamaz da. İşin uzmanları bu konuda daha derinlikli bilgi sahibidir ve de
isteseler olması gereken yönünde katkı sunabilirler. Hatta benim vereceğim
örneklerin bin fazlasını gösterebilirler. Ben birkaç örnekle düşüncemi
pekiştirmek istiyorum.
Evlat, velet’
ten geliyor ve zaten çoğuldur.
Bu yüzden evlatlarım… gibi kullanılması yanlıştır. Olumlu-olumsuzluk
gibi görmek-görmemezlik olmaz, yanlıştır. Görmemeklik olur.
Çünkü“görür-görmez” anlamında “görmek-görmemek“, “görmeklik-görmemeklik”
olur. Çekinser bir açıdan kabul edilebilir. Çünkü çekinmek/ten
geliyor diye düşünüyorum Ama “konuşlanmak” ın kökü yok. (Konmak)
kök “kon“ dan birçok sözcük olur da “konuşlanmak “ olmaz. Askeri sözcük deyip işin içinden çıkılamaz ve
yanlış yapılamaz. Ama bizim doğru yanlışlarımız çok. Örneğin, çaydanlık sözcüğü
sanıyorum Türkçeye Farsçadan gelme “dan” bu dilde “lık”
eki biz de çaylık yerine “çaylıklık”
anlamında çaydanlık diyoruz.
Sonra “bilişmek “ de “ araşmak”
da doğru sözcükler değilmiş gibi geliyor bana. Görüş mek, öpüşmek… vs
olur da bu ikisi… ne bileyim şöyle bir
düşün diyorum, o kadar.
Ve
nedense bazı yazarlarımız
sıklıkla kullanmaktan hoşlanıyor “çıkıntı” hadi neyse de “ çıkıntılı” yı anlamak
zor ve doğru da değil. Şimdi, crude oil
yağ, yeryağı anlamındadır. Almanlar petrola, erdöl, (yeryağı) doğalgaza da erdgas (yergazı) diyor.
Çünkü bunların tümü doğal, yerden çıkıyor. Yakacak anlamında ise fuel oıl
diyoruz, anlamak zor gerçekten.
Yabancı sözcükleri olduğu gibi alıp
kullanmamız gerekir. İçinden herhangi bir harfini değiştirdiğimizde
Türkçeleştirmiş olmuyoruz. Buna hem hakkımız yok, hem de doğru değil
yaptığımız. Örneğin, dinozor- dinazor, menopoz-menapoz, super-süper,
sutyen- sütyen ol-duğunda bizce doğru yapmış olmuyoruz. Başka dillerden
adapte ederek sözcük oluşturmakla Türkçe zenginleştirilemez, tam tersi dilimiz
ortadan kalkar. Yani iyilik var dövmekten beter olur. Oysa çeviri yapılabilir veya aynen kullanılabilir.
Bizde
sözlük değil, sözlük adı
altında âdeta ansiklopedicik hazırlanıyor. Örneğin Türkçeymiş gibi
yazılan “ payplayn ve payreks “ gibi sözcüklerin Türkçe
sözlüklerde yeri olmamalıydı. Oysa hazırlanan sözlüklerimizin % 60 bu türde.
Her dilden ama özellikle de Arapça, Farsça, İngilizce, Almanca, Fransızca
sözcüklerle dolu. İşin tuhafı da ne konuşurken ne de yazarken kullanıyoruz
bunları. Oysa bu tür sözcükler “Yabancı
Sözcükler Sözlüğü” adı altında ayrı bir çalışma olmalıdır. Allah
aşkına “ peçiç “ diye bir şey
duydunuz mu? Hintçe’den geçmiş dilimize.
Yedi deniz hayvanı kabuğu ile oynanan bir oyunmuş. Dedim ya her dilden eskinin
eskisi ve üstelik de hiç kullanmadığımız sözcükler var. Şişirilmiş bir sözlükle
dilimiz 60.000 kadar sözcük, deyim, atasözü, vs ile de 90.000 daha, toplam
150.000 lik bir birikim. Günlük kullanılırlık mı yoksa kullanılmayan ve size
ait olmayan çokluk mu önemli? Patchwork (peçvork ) peçvörk yapınca
Türkçeleşmiş olmuyor maalesef. Yamalı bohça, kırkpare anlamında. Oysa İngilizce
de karşılığı bu değil ki. Bez parçalarını geometrik şekillerle birleştirip
örtü yapma sanatı, duvar, bahçe düzeni için de geçerli üstelik. “ Muteriz”
(Ar.) şimdi “ itiraz” ı anladık
da buna ne gerek vardı demek yanlış mı yani? “Mutavaat” itaatetme
boyuneğme, uyma anlamında. “İtaat”
ı anladık, kullanıyoruz da, peki bu sözcüğe gerek var mıydı? K,L,M,N,G harfleriyle başlayan Arapça, Farsça
ve başka dillerden sözcüklerin Türk çe karşılıkları varken çoğunun, sözlüklerde
bunlara yer vermek, üstelik de çekimleri ile ders verir gibi belirtmek Türkçeye
ve sözlük ruhuna ne kazandırıyor? “Ateş” ile ilgili 56 deyim, atasözü ve çekimli-
yapımlı 22 de sözcük var.
Ve ne
hikmetse bazı
sözcüklerin açılımı da yersiz ve yanlış…
“ Mîr” sözcüğünü arkadaş
olarak da açıklamış. Bu yanlış. Soylu-Beydir asıl anlamı. Osmanlıdaki “ mal-ı
mîrî “ e (beylikmal- devlete kayıtlı
mülk ) ne diyeceğiz?
Türkçe
sözcüklerin başında c, h, f, l, m, n, r, v, z harfleri bulunmaz diye biliyorum.
Bunlar yabancı kökenli sözcüklerdir ve çoğu da sıklıkla
kullanılmamaktadır. Salzbourg
(Fr.) diye bir yer yok. Doğrusu
Salzburg (Alm.)
Kimi tanımlar, açıklamalar da yanlış, ama ben
çok çarpıcı bir örnekle yetinmek istiyorum. “Şahı piyon dizisinin üstünden
atlatıp satranç tahtasının ortasına koydu.”
Tümce Çetin ALTAN‘ a ait. Yazar, bu hatayı yapmış olabilir, ama
sözlüğü hazırlayanların bu anla tımın yanlışlığını bilmesi gerekirdi diye
düşünüyorum. Bilmiyorlarsa da araştırmaları gerekir di. Çünkü satrançta şah,
yalnızca çevresindeki karelere birer adım yürür. Hiçbir zaman üstten
atlayamaz. (sf.1149 ) İşte 1999
Dil Derneği Sözlüğü ( 2 cilt ) buna
benzeyen yüzlerce doğru yanlışla dolu. Evlere şenlik. Dil
Derneği’ nin Yazım Kılavuzu da benzer biçimde. Umarım yeni baskıda bu
gibi hatalar ayıklanmıştır dedim. Ama almış olan bir dostumdan bakmak için
elime aldığımda şöyle bir karıştırdım ki… Hani derler ya gelen gideni aratır,
işte böylesi bir sonuçla karşılaştım. Sizin anlayacağınız onca paylaşım sözde
kalmışçasına tıpkıbasımla karşılaşmış gibi oldum.
E artık
taşı gediğine koyma zamanı.
Deveye,
boynun neden eğri
diye sormuşlar.
Nerem doğru ki demiş, o
da.
Ne demişler: Adamın adı Hıdır elinden gelen budur.
Eleştirel Pedagoji, 2014, 36. sayı
SÜREMEZ
DAİMA HÜKMÜ ACININ (*)
TACİM ÇİÇEK
1
şimdi
yağan kardır
yaz
gülleri üstüne
sarmışken
temmuz bir yanını dünyanın
ihanet
tarar saçını yeni yüzüne
zanneder
ki daim sürer hükmü acının
2
seni
gömmek zor iş değildir acı
akşam
akşam
ölü
gömmek yarasaların işi
yeri
yoktur kitabımızda
yarının
dününde
gömülmüş
olacaksın
bekle
içimizin morgunda
iyi
biliriz zulmün bursa bıçağı seni
kinimizin
bileyisin aynı zamanda
işit
ki
karanlığın
kefeni değil dipdiri bedenlerin
üstelik
süremez daima hükmün
usumda
tutsak kadın
kendine
benim
için
benden bir gül at
usumda
tutsak kadın
gülüşünle
sesinle
beni çoğalt
dudağımda
o ilk tat
barışık
mı seninle
acılı
hayat
(*)-Süremez
Daima Hükmü Acının
Birinci basım: Aralık 1991/ Seçki Yayıncılık / İst.
TIRPANDIR
ELLERİMİZ ACIYA (*)
TACİM
ÇİÇEK
şimdi
konduların girişleri kurtağzı
eylül bulutları yağar her akşam
kan rengi güllerdir ekmekler
umutla kanatlanır ağıtlar
ve de kinle büyür sevdalar
şimdi
sevdadır saçlarından
tutulan
ve de apış arasından burulan
çırpınış başlar kondulularda
ellerimiz tırpan olur acıya
şimdi
izbelerde kan çiçekleri bu günün
ihanetin listesini tutar üç öğün
ve de acılı hayata karşı bilenir
daima durdukça kaşında hüzün
şimdi
çoğaltılsa
da ateşi tecritlerin
kanatlanışı eksik kalan sevda
takılınca kurtağızlı hayata
çelikten kanca olur acıtanlara
şimdi
daha ne kadar karartılır
ve de kanatılır gökyüzü diye sorulur
vurulmak yiğidin şanıyken aşkına
tuzaklarda
ve suyun ışığa dönüşümüyken ölüm
ANANIN
OĞUL GÜZELLEMESI
sen
götürüleli oğul rahat yüzü görmedim
her gün eylül rüzgârları
çaldı
kapımı
söktüler
bahçemizden fesleğenleri
üstümüze
korku yağmuru yağdırdılar
senden
sonra oğul üzünç
girmedi evimize
sencileyin
nice oğullarım var şimdi
aratmıyorlar
senin eksikliğini
artık
su yine akıyor bahçemize
siz
götürüleli oğul zindanlar aydınlanmış
şavkınızla
güneşlenmiş
de gece
kamaşmış
yarasaların korku gözleri
bundan
boğuyorlarmış sizleri
siz
inadına büyürken
tecdit denen saksıda
kır
çiçekleri
kararlı yürüyor
kentlere
de iniyorlar arada bir
birlikte
örüyoruz kozasını güzel günlerin
siz
tutsaklığı bile güzelleştirirken ay oğul
başkaları
için
yaşamasını ve bir de zamansız ölmesini
zulümlere
bilenenler artıyor
biçmek
için bu eylülist acıyı
(*) Tırpandır Ellerimiz Acıya
( Birinci basım: Mayıs 1989 / Gerçek Sanat Yayınları /
İst. )
BİR AVUÇ SEVDA ŞİİRİ (*)
N E D E N
yağmurda yürüdüm
seni düşündüm:
neden
sen gidince
anasından ayrılan bir serçenin telaşı sarar beni
ve neden gördüğümde seni düşümde bile
tenim
olur anasına kavuşan serçenin sevinci
neden sen gülünce
çiçeklenen
bir erik ağacı olurum
ve neden yüzünü
görmeyince
karda
kalmış kavak gibi kururum
en derin
gece sen gelince
neden dönüşür
güneşe
ve adın dilimde iki hece bildik bir bilmece
söyler
misin
neden senle büyüyen bir nehirim
ve sensiz kurumuş iki göl gibi bakar gözlerim
ah özlemin içimi yakan ateştir bilir misin
sana gel desem ateşi söndürmen için bana
gelir misin
yalnızlık kuyusunda bir başka Yusuf’um
şimdi gözyaşlarım
kum
seni düşündükçe huysuzum uykusuzum
her zaman buldum da seni düş sandım
oysa yanımdaydın mecnunluğuma aldandım
gel de son an’ımda parmaklarınla gözlerimi yum
ve canım bil ki seni kendimle götürüyorum
bu dünyada kalacak olan bedenin
ruhun artık bende ikimiz için.
ŞİMDİ
şimdi
gözlerim
sözdamlaları
yağdıran bulut
onları tut
acılar
bana kalsın
sen
acıları unut
şimdi
ellerim
sözkuşları
/ nı uçuran
umut
onları tut
yalnızlık
bana kalsın
sen
yalnızlığı unut
şimdi
yine de
yüreğimin
içten
ezgilerini
dilkuşları
şakıyorlarsa kulağına
aldırma
acılara ve yalnızlığa
kulak
ver saza ve aşka
AYRILIK ( * )
ne sesin geldi
bana ne de sevinç kuşların
dedim cümle
kuşlara benim için
yalvarın
el gitti, gölge
indi ay doğdu arılığa
söyle can mı
dayanır şu zalim ayrılığa
yel esti ömrüm
geçti ayrılık yaman biçti
bekledim de
gelmedin zaman çok uzun geçti
ay buluta
saklandı bulut bana ağladı
kuşlar dağlar
yakardı bu kadar ayrılığa
su aksın
kuruluğa kuş uçsun
yuvasına
ben sana
kavuşursam can çıksın
tanrısına
Ferhat Tunç ‘un Çığlıklar Ülkesi adlı albümünde aynı adla
( bestelenip ) yer almıştır.
(*) Yayımlanmamış Dosya
GÜLYAŞAM
(*)
-Musa
Anter’e-
1
düşündükçe seni medyalı
yiğit
kaynar
durur yüreğimin lavları
kuşların
gölgesi
değil üstünüzdeki
bilirim
gündeminizdedir ölüm zoraki
2
akşamın
rengi yakın sabaha
müthiş
yüreklerin
yükselişi martı gibi maviye
bulutlaşır
iç
sularımda aşk
ödünsüz
yaşamı savunmaya
3
nedir
güllerin çektiği iş bilmez bahçevandan
nedendir
nergislerin sökülmesi dağlardan
tut
ki çetelesini vahşetin öfkene katık olsun
çoğal
ki aşkını korumaya görünürde gücün nar olsun
yüreklerin
ferahlığı yetmiyor suların yol bulmasına
seviyi,
karayı silmeye uçurmak için ağız balı yetersiz
çünkü
harami
günün tırpanı sevdasına kan biçerken içimizden
ırmak
ırmak buluşarak denizlere ulaşmak olmalı türkün
bu
yüzden koşulları kollayarak dövüşmek engellerle
ne
müthiş
ne
müthiş
oyunda
toyda kavgada
omuz
omuza olmak
güzelliklere
koşmak
hep
beraber
ama
değil böyle
yine
biz veriyoruz
canımızdan
güllerimizi
yonga diye
yine
biz örüyoruz
kuşlara
kafesleri
yine
biz yeşili besliyoruz
aşk
gülünün erlerini kessinler diye
bugün
de var nemrutlar
bugün
de var dehaklar
tepkisizliğimizin
sonucudur nice kawalar
yakan
biziz ateşi ortasında yanarlar
cayır
cayır
hey
fırat
hey
kızılırmak
yalanları
yanlışları
baştan
yıkmak
kanımızla
aşkımızla
gülyaşam
için
fena
mı olur
(*)
Gülyaşam
Birinci basım: Şubat 1993 /
Aykırısanat Yayıncılık/Mersin
YARALI
COĞRAFYA/LAR KİTABI (*)
küçük
generaller soruyor
biz
tutsak
sevginin küçük generalleri
öfkeliyiz
sessizliğine dünyanın yaşadıklarımıza karşı
ve
kinimiz yol bulmamış sular gibi değil serseri
kavuştuğumuzda
o kutsal güne
görürsek başka bizleri
umulmadık
sevinçler
vereceğiz dirençlerine
sevdamızmış
gibi.
biz
tutsak
sevginin küçük generalleri
masal
dinlemiyoruz şimdi
karpuz
kabuklarından yapmıyoruz oyuncak
ve çocuklara
yalandan dünyalar kurmuyoruz
birlikte
yaşıyoruz masalcılarla masalsı gerçekleri
yaralı ülkemizin coğrafyasında
sapanlarla
silmeye çalışıyoruz balçığını hayatın
taşlarla büyüyoruz
kollarımızın
kırılmasına olsalar da araç
içimizden
üstünüze rüzgâr esecek
acı mı acı
o vakit
yıkılacak kafesleri kıyımın
uzanacak
kollarımız kırıklarıyla
kaldırmak için örtüsünü güzel
günlerin.
biz
tutsak
sevginin küçük generalleri
büyüklerimizden
öğrendik elbet
yılmamayı,
sevmeyi
gülmeyi,
direnmeyi
ve hep
korkutmayı
yerküreden
silinmeye çalışılan memleket
bu yüzden
yüreklerimizde demlenir dövüşgenlik
intifadadır
akar yaşamlarına katillerin
semaverdir
gönüllerimiz.
biz
tutsak
sevginin küçük generallerine
diyor ki bir
şair:
ne kadar
şanslısınız çocuklar
ne kadar da hür
dünyanın başka yerlerinde bazı çocuklar
yabancı bayraklar altında büyür.
soruyoruz
biz:
özgür olmayınca uluslar
özgür olabilir mi çocuklar?
babilli
çocuğun destanı
ozan:
hammurabi’nin çağımızdaki
adıdır saddam
sukalluların
başıdır yine ülkemde
ama
ne muskinularız ne de amelu
yalnızca
insanız insanca aşklara tutkulu
kassitlerin
masalsı atlarının nalları
üstümüzde
demoklesin kılıcıdır kanatlı
dışkısı
zehir
soluğu
ölüm
babillilerin yarattığı cennete
musa,
isa, muhammed aşkına girdiler de
dediler:
yerüstünden silinecek memleket
bizi
elamlılar arkadan bıçakladı
Hititlerse
komşularını sattı
Samiler onlara (her daim) çıkarır zemzem
suyu
susturarak
çıkarmak istemeyenleri
seyisleşmeyenleri…
koro:
ortadoğu yerüstünün bal arısı
çıkarınca
içindeki
cevheri
o
günden günümüze oynanan aynı oyun
özge
adlar altında
bu
ab-ı hayat için
dinler bile birleşti
gılgameş
–poem-leri tanrılarla savaşan
babilli
çocuğun isyanı destanlaştı
çığlaştı
duyguları etrafımızı sardı
babilli çocuk :
babilli
bir çocuğum lavlar içinde
yaşanan
aynı acı gerekçeleri özge
artık
kentimi tanımıyorum
başımıza
dağları yıkar çağın kuşları
karanlıklar
dahi saklamıyor yaşıtlarımı
annem,çığırır
son nefesiyle:
-
ne biçim insanlar bunlar
diyeceğim
yok
burada hammurabi’ nin ne kartal yuvaları
ne de kartalları var
açar
gülerek kollarını ölüme, ablam haykırır:
yönetenlerinden sorumlu suçlular diye
-
görmek istemiyorum artık genç ölenleri
biz
beklerken sıramızı harabe evimizde
yazılı
tenimizde:
babilli
bir çocuğum yalnızım şimdi
müzmin
bir köpek yasasıdır yaşamak sizde
biliriz
ki hükümlüyüz sevdasından saddamın
bize
ne ondan ve sevdasından
ey
üç maymun olan,birleşmiş milletler denen…
………………………………………………….
………………………………………………….
koro:
sevgili
dinleyici destan daha bitmedi
babillilerin
hayatı
sürüyor istemleri dışında…
dipnot:
Hammurabi:
1792-1750 Mezopotamya’nın Babil egemenliği altında birleşme-
sini sağlayan 6.Babil kralı.
Sukallu:Hammurabi’ye
vergi toplayan,düzenli ordu kuran,halkları kanunlara
itaate zorlayan,kralın işyerlerine göndermeye görevli
memurlar,gö-
nülüler.
Muskinu
( az insan ) Amelu (insan ya da insanoğlu) Hammurabi döneminde
mülk sahibi olabilen ama hakları bakımından
birbirinden farklı iki
sınıf.Amelu,fatih ve egemen bir
halkı,Muskinu ise boyun eğmiş
halkları temsil ediyordu.
Kassitler:iö
1165 yılına dek egemenliğini sürdüren ve at yetiştirmekle ünlü bir
doğu kavmi.
Elamlılar:
Zagros dağlarında egemenlik kurmuş olan bir kavim.
Hititler:Kapadokya
denilen bölgede yaşamış olan eski bir kavim.
Samiler:bugünkü
Arapların ataları olan eski bir doğu
kavmi.( Bu dört
egemen
kavim
Babil imparatorluğunu yıkmıştır.)
(*) Yayımlanmamış Dosya
e/LEŞTİR(M)EN Mİ
ELEŞTİR(M)EN Mİ?
Tacim ÇİÇEK
Marksist ‘ana
ilkeler’den biri ‘hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır.’
İnsanların düşünceleri, içine doğdukları hayat koşulları tarafından belirlenir.
Bu koşullar, her şeyden önce üretim araçlarının, biçimlerinin ve ilişkilerinin
oluşturdukları ‘altyapı’dır. Bir toplumun ‘üstyapı’sını, insan usu bağımsız
olarak kendi başına yaratamaz. Bunlar ‘altyapı’nın belirlediği şeyler
toplamıdır. Böylece Marks, sınıfların oluşmasının, toplumdaki yapısal
değişikliklerinin yasalarını saptayarak görünenin altındaki asıl yapıyı ortaya
çıkarmak istemişti. Bu çabasında da başarılı olmuştur.
İçine doğduğumuz ‘altyapı’nın özgül
bir ‘yansıması’ olan egemen sanat / edebiyat orta mı bu bağlamda ‘üstyapı’nın
bir ‘olmazsa olmaz’ıdır. Bu ‘olmazsa olmaz’lar Marksist ‘ana ilkeler’den
‘insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insanlar
yaratır’a çok uygundur. Eşyanın doğasına ters düşmeyen bu gerçeklik sınıfsal
karakterinden kaynaklanan olumsuzluklarını da beraberinde oluşturmaktadır.
Bununla yetinmeyip bir de dayatmaktadır. Kısacası varlığı sınıf esasına dayanan
‘ortam’ın bütün sonuçları da sınıfsaldır.
İstesek de istemesek
de içinde yaşadığımız
‘altyapı’nın egemen sanat / edebiyat ortamı birçok sonuç yaratıp bize
dayatmaktadır. Bu sonuçları yaşamın her alanında görmek olası, ama kanıksamak
olası değildir. Hele hele amaçlarından birinin yaşamı ve dünyayı güzelleştirmek
olanların daha çok önüne set çekmesi gereken gerçekliklerden biri de kuşkusuz
e/LEŞTİR(M)ENLER’ dir. Çünkü bu yapay topluluğun oluşturduğu ‘prototip’ler
kendilerini doğal ve gerekli, vazgeçilmez göstermeye hız ve özen
göstermektedir. Bu genellemenin içinde görmediğim gerçekçi eleştirmenleri -ki
sayıca az da olsalar- ayrı tutuyorum. Medyatik dayanaklarla güzelliklere
sevdalıların ufkunu karartmaya, teslimiyetin ve uzlaşmanın afyonuyla genç
beyinleri uyuşturmaya; ‘benim şairim, öykücüm, romancım, sanatçım vs.’
dediklerini de göklere çıkarmaya çalışmaktadırlar. Hem teslimiyeti hem de
uzlaşmayı kendilerini besleyen ve kollayan egemen sanat/edebiyat ortamının
varlığı ve sürekliliği için bin bir şablonla kamufle etmeye, geleceğin tek
kurtuluş yolu olarak göstermeye soyunmuşlardır. Engelleyemedikleri, kendilerine
benzetemedikleri, yüzlerini ‘tarafsızlık’ maskesiyle egemen anlayışa döndüreme
dikleri herkesi sözde konuşmalarıyla, yazılarıyla e/leştir(m)enleri çok
iyi tanımak zorundayız Çünkü onlar, eleştir(m)en değil, e/leştir(m)enlerdir.
Egemen sanat /
edebiyat ortamının sonuçlarından
biri de yukarıda açıkladığım e/LEŞTİR(M)ENLER’ dir. Bunlar görsel medyanın da
renkli ortamlarında ve yazınsal medyanın ‘al benili’ köşelerinde, sermaye
dergilerinin ya da sözde emekten yana dergilerinde kurum kurum kurumlaşmış
olarak karşınızda dururlar. Burunlarından kıl aldırmazlar. Şey etmeyecekleri
katırın önüne yem koymayan seyisler gibi her türlü nemalanmayacakları kişileri
konuk almazlar, köşelerinde onlara yer vermezler. Kendi ‘taraf’ında olmayanları
da yok saymak ve tukaka yapmak için yağlı düz duvarlara bile tırmanırlar.
Özcesi, oluşturdukları ‘fotoğraf ve imaj’ fiziki olarak çok farklı olabilir ama
özdeş bir ‘görüş’ün piyonları olduklarından bir fabrikanın ürün leri
gibidirler. Bu yüzden ‘prototip’tirler. Egemen sanat/edebiyat ortamının
‘altyapı’sına dam galarını vuranların amaçlarına ve çıkarlarına dönük
canla-başla hizmet
‘Körle yatan şaşı kalkar’ böylelerini daha güzel betimliyor
bence. ( Kör: egemen sanat / edebiyat ortamı. Şaşı: e/LEŞTİR(M)LER ) Aktör ya
da aktrist değiller. Çünkü rol kesmiyorlar. Kendilerini bilmiyor, tanımıyorlar.
Kendi bedenlerinde başkasıdırlar. Sağırdırlar. Dudaklarından dökülen her
sözcüğün ve çıkan her sesin efendilerine ait olduğunu duymuyorlar. Kördürler.
Yazdıkları her sözcüğün, kurdukları her tümcenin kendilerine ait olmadığını
görmüyorlar. Dar bir çevre içinde farklılıklarını dillendirirler ama kendi
atmosferlerinden uzaklaştıklarında paniğe kapılırlar. Bukalemunlaşırlar. Yanlış
bildikleri düşüncelere karşı ‘aşı’lanmayı erdem sayarlar. Seralarda
yetiştirilen bitkilerin doğal olanlardan çok üstün olduğunu savunurlar. Ve
kendi aralarında paslaşırlar, aynı takımın oyuncuları kadar erdemlice değil
ama.
Edebiyat sonuçta bir
disiplindir, birikimdir ve de işçiliktir. Bu yüzden edebiyatla bir biçimde iç içe olanların kendi
yetersizliklerinin, eksikliklerinin bilincinde olması gerekir. Bu tür
farkındalık ve bilinçlilik yetersizliklerimizi ve eksiklerimizi gidermemize
rehberlik ederler Hele hele bu alanda yazanların,
Eleştirmen ve
eleştirmenlik heveslileri de bilmeli ki eleştiri hiç de sıradan ve masuma ne bir disiplin, birikim
ve işçilik değildir. Çünkü mademki edebiyat vardır, kaçınılmaz bir biçimde onu
anlamayı bilmek, yermek ya da takdir etmek için eleştiri de olacaktır
düşüncesini taşımak ya da savlamak eleştiriye yapılacak en büyük
haksızlıklardan biridir bana göre. Söylediğim ve altını bir daha çizmek
istediğim eleştiri gerçekliği şudur: Yazar, yazdığından fazlasını bilmelidir
evet; ama eleştirmen de ondan daha fazlasını bilmek zorundadır. Bunun tipik ve
kanıksanan bir örneği bana göre Nabokov’dur. Tolstoy’un defalarca düzelte
düzelte yazdığı Anna Karenina’daki kahramanların tek tek hikâyelerini
anlatırken hiçbir yanlış yapmayan yazarın ortak nesnel zamanı iyi düzenleyemediğini,
kahramanların takvimlerinin birbirini tutmadığını, yani bir editörün fark
etmesi gereken pek çok kronolojik hata olduğunu göstermiştir bize. Bunu ele aldığı başka yazarların eserleri
için de yapmıştır Nobokov. Biz de bu çizgide işaret edeceğim kişi Fethi
Naci’dir bir yere kadar. Ondan buyana gazetelerin kitap eklerinde boy
gösterenler salt edebi üretim tarzı ve sistemi içinde ürünün(kitabın)
tüketiciye(okura) ulaştırılması dizgesinde üstlerine düşeni yapmaktadırlar, o
kadar. Benzerini gazete ve televizyonlarda gördüğünüz her türlü ürünün
tüketilmesine dönük görsel ya da yazınsal reklamlar gibi bir şey yapılanlar. Bu
tür eleştirilere reklamyazılar, bunu yapanlara da reklameleştiriciler
diyorum. Konuyu dağıtmadan söylediğime dönecek olursam… Edebiyatı genel anlamda
bir tür cinayet olarak düşünecek olursak ( tamam, her benzetme hatalı olabilir
) eleştiri de bilinen suçlusuna karşın, neden işlendiğini ortaya koyan
dedektif/ler olarak düşünmemeliyiz. Bu benzetmeden yola çıkarsak eleştiri
edebiyatın gizil suç ortağı diyebiliriz. Oysa dediğim gibi, günümüzde
kaçınılmaz bir biçimde; özellikle de gazetelerin kitap eklerindeki sözde
eleştirmenlerin görevleri belirlenmiştir:
Metinle okuyucu arasındaki tıkalı yolu açmak, metni daha kolay
tüketilmek üzere irdelemek, bir bakıma ürünü(kitap) tüketiciye(okur)
beğendirmektir. Nesnelliği, gerçekçiliği de görmezden gelmektir. Aslında bu tür
eleştirmenlerin kendileri de birer ara tüketici olarak nefesini ürünün daha çok
tüketiciye ulaşmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu yüzden Nabokovluk ya da Fethi
Nacicilik beklemek saflık olur. İşte bu açıdan bakıldığında eleştiricilerin
profesyonel ya da amatör olmalarının bir anlamı yoktur bence. Çünkü okumaktan
daha doğal ne olabilir ki? Bu tüketici-üretici karşıtlığı ya da iç içeliği
sonucudur bir bakıma. Tabi bunu söylerken onun amatör olduğunu, olabileceğini
de iddia etmiş olmuyorum. Çünkü sonuçta üretici-tüketici ekseninde edebiyat
genel üretim tarzından etkilenecektir. Oluşturulan bu müthiş sektörün
doğasından kaynaklanan her şey gibi eleştirmenlik de bu egemen edebi yat
sisteminin sonucu bir seyir izleyecektir. Burada bir şeyi daha belirtmeliyim ki
egemen edebiyat sistemi kaçınılmaz bir biçimde egemen ideolojiden beslenen
yazarlardan, eleştirmenler den ve okurlardan vs. muazzam bir kütle oluşturduğu
bir gerçek. Benzer biçimde bunun karşısında muhalif bir genel ideoloji, buna
koşut bir edebi üretim ve bunların sonucu olan yazarlar, eleştirmenler ve
okurlar da ayrı bir gerçeklik… Asıl olan ise eleştirmenlerin yazarlardan fazla
şey bilmeleri ve birer Nabokov-Nacivari nesnellik, gerçekçilik geliştirecek
olmalarıdır. Bunu en azından egemen edebiyat sisteminin sonuçları olan her
sözde eleştirmene tavsiye ediyorum Bunların karşısında olanların ise bir başka
yazı konusu olduğunu da anımsatmak istiyorum.
Görmekle bakmak
arasında fark olduğunu biliyoruz hepimiz. Ama ne yazık ki bakmasını bilmiyoruz.
Hep görüyoruz. Oysa
bakmasını bilen her duyarlı, gerçekçi ve tepkici insan çevresini kuşatan
e/LEŞTİR(M)ENLERi görür, fark eder. Çürümenin yaydığı kirliliği, kokuyu yok
etmeye çalışan ELEŞTİR(M)ENLERin saflarına katılır. Ayrıkotu gibi bütün
güzellikleri örtmeye çalışan her şeyi ile de kirletmeye soyunan
e/LEŞTİR(M)ENLERe karşı: “İster bilinçsiz ister bilinçli her türlü
uzlaşmacılığı reddediyorum.” diyen P.P. Pasolini gibi haykırır. Çünkü salt
edebiyat, sanat ve kültür ortamlarında değil, hayatın her alanında bu işleri
görev edinip hakkımız olan bir güzel yaşamı bizden esirgeyen, bize boyun
eğdirmeye çalışan, yanlışlarını, yalanlarını gerçek saydırmaya çalışanlar var.
Bu her türden e/LEŞTİR(M)ENLERe karşı bilinçli olmalıyız. Çünkü yapaylıkların
sonucu olan her şey, doğallığın karşısında güneşi gören kar gibi erimeye
mahkûmdur. Çünkü gelecek, ‘altyapı’nın bütün sonuçlarını ELEŞTİR (M)ENLERindir.
Bizim de tarafımız bu olmalıdır.
Berfin
Bahar Dergisi,1996/11.sayı
OKUMANIN ÖNEMİ İÇİN BİR DENEME *
Tacim ÇİÇEK
“Konuşmak,
insanın beynini kullanma sanatıdır.”diyor
Eflatun, öyleyse okumak da beynimizi besleme sanatıdır.
Goethe,”seksen
yıllık ömrümün
yarısından fazlasını okumaya verdim, yine de kendimden hoşnut değilim,” dediğini çoğumuz biliyoruz. Ve
Mevlana’nın da, “Sen ne kadar konuşursan konuş, karşındaki seni bildiği sözcük
sayısı kadar anlar. Aslolan insanın sözcük sayısını arttırmaktır.” dediğini.
Aslında bu konuda verilebilecek örnek yargıların kitaplar dolusu olduğu
yadsınamayacak bir gerçek. Yalnız erk, sorgulayan, yargılayan, hesap soran ve
neden, niçin, nasıl’larla karşısında kendisi olmak isteyen insanlar istemiyor.
Çünkü böyle insanları istediği gibi yönlendiremeyeceğini ve yönetemeyeceğini
iyi biliyor. Okuma, aynı zamanda bilinçlenmedir. Bilinçlenme ise bir yontunun
canlanması gibidir. Duyularıyla, kanıyla ve canıyla çevresini görebilmek,
kanıksadığı gerçekliklerin hiç de hakkı olmadığını kavramaktır. Bundandır ki
Osman Sabah,”halkın elinden gördüğünü alamazsınız,”demiştir. Buradaki
görmek, kendiliğinden bir görme değil, bakmak içerikli bir eylemdir. Görmek ile
bakmak arasındaki farkı da bilmeyenimiz yoktur. Okumak, masalların sihirli
öpücüğüdür. Uykulardan uyanmak, gözbağlarından kurtulmak ve prangalardan
özgürleşmektir. Bununla ilgili söylenecek öyle çok ki… Çarpıcı örnekler olması
bakımından Peronist Hükümetin aydınlara, yazarlara, gazetecilere –tabii ki öyle
her gazeteciyim diyene değil- karşı yönlendirdiği halkın attığı sloganı anımsatmak
istiyorum: “Ayakkabılara evet,
kitaplara hayır!” Bilinçten yoksun bırakılmış halk bu slogana öyle bir
sarılmıştı ki sokaklar inliyordu ve aydınlar kabuklarından bile dışarı
çıkmamışlardı. Bu slogan halkı sokaklara dökmüş ve aydınların, yazarların, gazetecilerin
çok zor günler geçirmesini gerçekleştirmişti. Çünkü halkın gereksinim duyduğu
evinden işine, işinden evine götürüp getirecek olan ayakkabıydı. Kitaplar bunu
gerçekleştiremezdi. Öfkesini kendisine bilinç taşıyacak kitaplara emek
verenlerden kendilerini bunlara yönlendirenlere çevirememişler ve “Ayakkabılara
da kitaplara da evet!” diyememişlerdi. Bunu söyleyebilmenin yolu öyle
veya böyle kitaplara dokunmaktan, kitapları tanımaktan ve onların bilgilerini
soğurmaktan geçiyor/du. Erk geçmişte de, günümüzde de Viktor Hugo’nun “İsyan,
iktidarı bırakmayan hükümetlerin korkulu rüyasıdır.” sözünün anlamını iyi
biliyor ve kültürel, sanatsal, yazınsal alanda da çalışmalarını sürdürüyor.
Bilinçten yoksun bıraktırılmış halk , ”aydınlatılmamış halk ağır bir katıra
benzer, sen gerisindeki sineği temizlersin o
Bugün dünyanın
efendisi, sahibi, tek yöneticisi
ve merkezi olmak isteyen ABD’nin kuruluşundan günümüze kadar ki tarihini ne
yazık ki kendi tarihimizden daha iyi biliyoruz. Her sayfasının bir soykırım,
katliam, barbarlık olduğunu da… Orada Kızılderililere, zencilere yapılanlar unutulacak gibi değil. Kuzey-Güney
Savaşı’nda yaşanılanlar da öyle… ABD, son altmış yıldır dünyanın birçok yerinde
değişik ve çok yönlü yöntemlerle egemenlik savaşlarını sürdürüyor.
Yardımcıları, işbirlikçileri ve yardakçılarıyla varlığını adım adım
perçinliyor, yer yüzüne yayılıyor. Aynı zamanda bir prototip olarak kendileri
gibi yaşamayı, yaşamı dayatan ABD’nin
tarihi bir bakıma siyahların okumasını engellemekle de doludur. Bu konuda en
çarpıcı örneklerden biri Anthony COMSTOCH’un yaptığı çalışmadır. “Eden’in
bahçelerinde yaşayan Âdem babamız okuma-yazma mı biliyordu.” diyerek
siyahların okumalarını engellemeye çalışmıştır. Bu alanda yapılanlar filmlere,
dizilere konu olmuştur. Bu gibi söylemlerin ve karşı duruşların Cumhuriyetin
ilk yıllarında, hatta l960 ların ikinci yarısına dek farklı biçimlerdeki
dillendirmelerle Köy Enstitülerine ve Cumhuriyetin diğer okullarına da karşı
şiar edinildiğini biliyoruz. Ve kızların okullara bugün dahi kimi bölgelerde
neden gönderilmediklerini de…
Bugün, her
dönemdekinden daha çok birçok insanımızın, aydınımızın, yazarımızın,
politikacımızın, yöneticimizin
kıblesi Batı olmuştur. İnanın merakımdan soruyorum. Batı kriterlerinden biri
de,”günde bir gazete, haftada bir kitap, ayda bir dergi okumak çağdaş insan
olmak.” Gerçekten yönetimsel piramidin en üstünden en altına dek kaç
kişinin kültür kitapları okuduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü okuyan insan
kendi özel dünyasını yaratır. Kendi özel dünyasını yaratan insan da, insana
karşı davranışlarında, eylemlerinde daha insani olur. Geçmişten bugüne
baktığımızda edebiyatta, sanatta, bilimde, teknolojide, demokrasi ve insan
haklarında ilerleme kaydeden toplumlar okumayı ve okuma alışkanlığı edinen
bireylerin yetiştiği toplumlar olduğu görülür. Bu gerçeklik yadsınamaz. “Bir
erkek çocuğunu eğitirseniz bir adam yetiştirirsiniz. Fakat bir kız çocuğunu
eğitirseniz bir aileyi kurtarmış ve yetiştirmiş olursunuz. Kadınları okumuş
toplumlar daha çabuk kalkınırlar.” diyen Bernard SHOW anımsandığında kıble
edindiğimiz AB/Batı anlamında ilerleme kaydetmek için okuma alışkanlığını
kadınlarımıza, kızlarımıza, bir yaşam biçimi olduğunu kavratmalayız. Oysa biz,
bugün en çok okumayan kesimini oluşturan kadınlarımızı okullara davet etme
kampanyalarıyla uğraşıyoruz. Bu da gösteriyor ki oldukça gerideyiz çoğu şey
konusunda kıblelerimizden. Okuma alışkanlığı kendimiz olabilmemiz yolunda bir
olmazsa olmaz. Şimdi, burada edebiyat tarihçisi Cevdet Kudret’in “okullar
okuma alışkanlığı kazandırabilse başka hiçbir şey kazandırmasa da olur.”
sözünü ince eleyip sık dokumalıyız. Genel ve özel amaçlardan vazgeçilsin
demiyor bu saptama. Aksine büyük bir eksikliğin altını çiziyor. Ansiklopedik
bilgili ayaklı kütüphaneler ne yazık ki bizi ileriye taşımayacak. Bu anlayışla
yetiştirilen geleceğimiz tek kanatlı birer kuştan oluşuyor diye düşünüyorum.
Tek kanatlı kuşların ne kadar uçabileceklerini anımsamalıyız. Öteki
kanatlarının okuma alışkanlığı olduğunu hiç unutmamalıyız. Bu bağlamda hepimize
bir görev, bir sorumluluk düşüyor. Eğri oturup doğru düşünmek zorundayız .”Yetişkin
zekâları kitaplarla beslenmeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur,” diyen
Ovidus’u da atlamamalıyız. Kendi gerçeklerimize nesnel bakmasını öğrendiğimizde
ve pazılın parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan fotoğrafın hiç de
anlattığımız ve savunduğumuz gibi olmadığını görürüz. Eğitim sorunlarını arada
dert edinen bir sendikanın (Eğitim-Sen) çıkardığı dergiden edindiğim şu veriler
bizi düşündürmeli: İngilizlerin 1/10 u, Almanların 1/7 si, İtalyanların 1/4 ü
okuyor. Bu ülkelerde bir kişiye 10-12 kitap düşüyor. Ülkemizde ise 2002 ye
göre, 12.089 kişiye bir kitap düşüyor. Bu tabloya bakıp okuma alışkanlığımız
çok iyidir diyebilir miyiz? İnanın, öğretmenlerinin, doktorlarının,
polislerinin, askerlerinin, mühendislerinin, hemşirelerinin, öğretim
görevlilerinin, şairlerinin, yazarlarının büyük bir çoğunluğunun okumadığı
belki de tek ülkesiyiz dünya nın. Okumadan yazmak ve mesleğini sürdürmek yine
belki de bir tek bize özgü. Biliyoruz ki kötü örnek olmaz. Bizden çok kötü
durumda olanlarla kendimizi kıyaslayıp övünmenin sorunlarımızı çözmeyeceğini
bilmeliyiz.
Balık yiyen balıkçıl gibi kitapyiyen, kitapdüşmanı
kitapçıl, ,elmayiyen kurt gibi kitap-kurdu olmaktan bir an önce kurtulmalıyız.
Bireyler ve toplumlar için okuma alışkanlığı çok önemli. Çünkü okuma
alışkanlığı edinen insanlar eleştirel düşünür. Kendisine güvenir. Empati yapar.
Tepkici, örgütçü olur. Haklarını savunur. Dayatılmak istenen olumsuzlukları
kavrar ve bilinçli karşı koyar. Ve okuma alışkanlığı aynı zamanda düşünmeyi de
kazandırır. Bu düşünme bağımlı bir düşünme değildir. Bu düşünme özgün, yaratıcı
ve bağımsızdır. Gerçekliklerden, doğrulardan ve güzel olan her şeyden yana bir
düşünmedir söz konusu olan. Tabii düşünme felsefeden soyutlanacak bir olgu
değil. Çoğunun kıblesi olan Batı da felsefe eğitimi ilköğretimden itibaren
veriliyor öğrencilere. Öğrencilerin düzeylerine uygun olarak üstelik… Dokuz
yaşından başlayarak düşünme eğitimi yapılabileceği kanıtlanmış. Eğitim - Sen
dergisi bu konuyla ilgili araştırmaların sonuçlarını şöyle bir tabloyla
sunuyor:
Bulgaristan’da 4.
sınıftan itibaren seçmeli.
İspanya’da 6.
sınıftan itibaren seçmeli.
İtalya’da 12. yaştan
itibaren zorunlu.
Romanya, Kore,
Avusturya, Brezilya ve Kanada gibi pek çok ülkede felsefe eğitimi uygulanıyor.
Oysa bizde felsefe grubu dersler lise son sınıfta veriliyor ve evlere şenlik.
Başta ABD olmak üzere,
ekonomiyle ilgili okullarında karşı felsefeye bile oldukça geniş yer veren
ülkelerin yanında bizim felsefe eğitiminin esamisi dahi okunamaz. Bu gidişle de
kıble edindikleri ülkelerin felsefe eğitiminin uzağından bile geçemeyecekler,
işin tepesindeki siyasetçiler, yöneticiler. Batı ülkelerinin felsefe çalışmalarını
geleceklerinden esirgeyen bir anlayışın özgün, özgür bir düşünceden yana olması
olası mı? Çünkü hep birileri bizim yerimize düşünür. Hangi ülkenin “düşünmenin
geçinmeye faydası yoktur” gibi atasözleri vardır, merak ediyorum. Ve hangi
ülkenin Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi önünde Rodin’in DÜŞÜNEN ADAM
heykeli bulunuyor… Çok düşünürseniz sonunuz burası iletisi başka nasıl
logolaştırılırdı bilemiyorum.
UNESCO’ya bağlı Dünya Çocuk Edebiyatı ve Okuma Araştırma
Enstitüsü Müdürü Dr.Richard BAMBERGER’in “Okuma Alışkanlığını Geliştirme
“isimli kitabı T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları(1999) dizisinde yayımlandı. Çocuk
edebiyatı konusunda da çalışma yapan birisi olduğum halde bu çalışmadan çok geç
haberim oldu. Ancak okuyabildim yani. Bu kitabın okumaya ilgisi olan herkesçe
okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu kitaba göre, okuma araştırması
dünyada çok yeni ve özgün bir bilim dalı olarak değerlendiriliyor. Haksız da
değiller hani. “Okumanın beyin
hücrelerinin çalışmasına etkisi, kitap okumayanlarda beyin korteksinin
gelişmemesi “ gerçeği Batı’da, ABD’de okulun, ailenin, devletin
görevlerinin bu açıdan yeniden sorgulanmasına neden olduğundan söz ediliyor bu
kitapta. Aslında reformist, konformist öğeler, yaklaşımlar ve öneriler içerse
de bu çalışma büyük bir eksikliği doldurmuş diye düşünüyorum. Soğurduklarımı
birkaç tümceyle aktarmam gerekirse, Batı’da ve ABD’de devletin geleceği olan
çocukları TV’ nun zararlarından korumak için yasa çıkarttığından, ABD’de TV
izlememe haftası düzenlendiğinden, Finlandiya’da televizyonların halkın kitap
okuması için perşembe günleri yayınlarını durdurduğundan, artık başarı
değerlendirmesinin değiştiğinden, öğrencilerin bir yılda okuduğu kitap sayısı
en önemli başarı ölçütü sayıldığından söz edebilirim… Bu çalışmanın okullara ve
ilgili başka kurumlara gön derilmesini çok isterdim doğrusu. Çünkü
öğretmenlerin, okul yöneticilerinin okumalarının gerektiğini düşünüyorum. Neden
derseniz. Ne yazık ki okullarımız çocuklarımıza okuma alışkan lığı
kazandırmıyor. Okumayan, kitap sevmeyen insanlar yetiştiriyoruz. Sorumluluğu da
sisteme yüklüyoruz. Sisteme karşın yapabileceklerini erteleyen öğretmenlerin ve
yöneticilerin işin kolayına kaçtığını sanıyorum. Sorunun nedeni olarak sistemi
salt dayanak gören öğretmenler ve yöneticiler okumuyorlar. Çocuklara örnek ve
önder değiller. Ha bire gerekçe üretiyorlar. Bu konu da kimse onların eline su
dökemez. Batı’da veya dünyanın başka bir bölge sinde kalkınmış ülkelerde
okullar, aileler, öğretmenler “okuma alışkanlığı” na neden bu denli önem veriyorlar,
hiç düşünüyor muyuz? Çünkü kitap okumayanlar da zamanla okuma-yazma bilmeyenler
gibi oluyor. Eğitim düzeyleri, kariyerleri ne olursa olsun… Kaç üniversite
bitirir se bitirsin… Düşünmeyen, düşünemeyen, sorgulamayan ve sadece duyduğuna,
gördüğü ne inanan sünger insanlara dönüşe biliyorlar. Evet, okula başlamanın ve
okullar bitirmenin yaşı var, fakat okumanın yaşı yok. Okumak bir Tabula
Rasa’dır. Beyinsel besindir. Beyin bir bilgi kumbarasıdır. Damlaya damlaya
dolar. Zamanı gelince de kullanır. Lütfen yazının başındaki alıntıları
anımsayın ve düşünün. Son bir söz, “değişmeyen fikirler, değişmeyen
gömlekler gibi kirlenir.”(Tatar Atasözü)
Kirli gömlekliler de toplumda hemen fark edilir. Bu yüzden ya temiz
gömlek başa, ya kirli gömlek leşe.
* Bu yazımın yanlışsız ve tamamı Eleştirel
Pedagoji’de yer almıştır.
Günlük Evrensel
Gazetesi, 27 Ekim 2001
Eleştirel
Pedagoji, Tem/Ağus. 2014/34.s
“YAZAR” İLE
“YAZAN” İÇIN
BEN/CIL SÖYLEM
Tacim ÇİÇEK
Kimi yazar
korkaktır. Kendini ele vermekten çekinir. Saklanır birtakım engellerin altına.
Gölgeler yaratır gerçek kişiliğini saklayan. Saklandığını sanır. İçtenlikten
kaçtı mı bir yazar yan yan ya başarısız olur. İçtensizlik, korkaklık yaşamı
okurlarına vermekte ustalaşır. Korkak yazarlar güçlü, kalıcı ürün veremezler ne
yapsalar. Kuşaklar çıkarır onları saklandıkları yerden.
Oktay
Akbal, ‘Yaşadığını Yazmak’ tan
1
Alman şair Goethe:”
Seksen yıllık ömrümün
yarısından fazlasını okumaya verdim, yine de hoşnut değilim kendimden.” gibi
bir söz etmiş. Ne kadarı doğru bilemiyorum. Ama Orhan Kemal de, “ Murtaza’ yı
yazmak için benzeri bin kadar kitap okudum.” diyesiymiş.
Bir kere yazmaya
okumakla başlanır, kim ne derse desin. İyi yazar olup olmamak ya da geleceğe
kalıp kalmamak buna bağlı yalnızca. Başkalarından etkilenmemek için okumayanların yaratıları
yalnızca kendilerinin soğurduklarından başka bir şey olmaz. Bunlar da yavan ve
eksik şeyler bütünü olarak ancak yazanı ve çok yakın çevresini ilgilendirir. Bu
yüzden iyi okur olmak, okuduğunu algılamak ve özgün yapıtlar yaratmak için
olmazsa olmazdır diyorum.
Biliniyor ama
yineleyeyim:
Rastgele okumak
nasıl ki insana ( en azından yazmak kaygısı olan ama bu işi ciddiye alıp özgün ve de ciddi iş çıkarmaktan
yana olan için ) büyük bir zaman kaybettiriyorsa, aynı biçimde her türlü
kavganın içinde yazdıklarıyla da yer almak isti yorsa rastgele şeyler yaratmak
da büyük bir zaman kaybıdır… ( Zaman açık kalmış bir musluk gibidir ve biz
ondan yalnızca avuçlarımızla alıp biriktirme şansına sahibiz o kadar. ) Çünkü
edebiyat yapmak öyle sanıldığı gibi salt bir şeyler karalama değildir. Ya da
bana göre böyle olmamalıdır, absürt
şeyleri de edebiyat içinde değerlendirenler ve ona dahil edenler var. (
Örneğin okuyun Enis Batur’un yazılarını anlayacaksınız beni )
Günümüzde
egemenlerin dördüncü gücü “medya”nın sınıf kavgasında yararlandığı ve
kullandığı en korkunç
silahlardan birkaçı da tutulmuş, satılık kalemlerdir diye düşünüyorum. Hatta bu
alanda “yazar” ile “yazan” kavramları iç içe geçirilerek bir kaos yaratılmak
istenmektedir. Bu bilinçli bir yöneliş ve yöntemdir. Öyle kuşatılmışız ki artık
“ yaşadığım günlerden ve ortamdan iğreniyorum” demek yetmiyor insan olana. “Acı
çeken ‘büyük insanlık’a bağlıyım” demek de kurtarmıyor insan kalmak isteyeni
inanın. Söylemimizle pratiğimiz etle tırnaktan bile öte olmalı, ikisi arasında
dünyanın uçurumları olmamalı. ’Büyük insanlık’ için ‘taraf’ olmak zamanı.
Yolumun üstünde
bir ağaç gördüm
yere oldukça yakındı. Kökü topraktan azıcık çıkmış gibiydi ama yemyeşildi.
Hatta zaman geldiğinde meyvesini de verirdi. Sevinirdim. Çünkü, yediği
darbelere karşı direnmiş ve toprağından kopmamış sanırdım. Ama daha sonraki
günlerde ağacı anbean hastalığı ilerleyen bir insan gibi kötüler gördüm.
Sonunda da…
2
Köksüz bir ağaç düşünebilir miyiz?
Ağacı, onu var eden
koşulların ( suyun, toprağın, Güneş’in, havanın vs. ) dışında düşüne bilir miyiz? Öyleyse ağaç gibidir
yazar da, ‘büyük insanlık’ da. Yazarın
yazdığı ve ya yazacağı “ doğrular, gerçeklikler, yaşanmışlıklar, düşler,
rüyalar, umutlar, istekler… Kısacası insana dair her şey” aslında bir bakıma
‘büyük insanlık’ ın dünyasıdır. Toprakla bağı olmayan ağaç gibi dayanaklarıyla
ilgisi ve bağı olmayan yazar da günün birinde ama mutlaka kaybedecek,
kaybolacak. Yazımın başında Oktay Akbal’ın saptamasında altını çizdiği gibi…
Yazar dediğimiz
insan köksüz ve yalnız
yaşayan ya da efsanevi Tuba ağacı değil ki, olamaz ki… Bu yüzden içine doğduğu
kültüre, gerçekliklere ve sosyoekonomik koşullara duyarsız ve tepkisiz kalamaz.
‘Büyük insanlık’tan yana ya da onu ilgilendiren gerçekliklerden yana
“adalet”li, inançlı, kararlı ve tepkici olmazsa yalnızca “yazan” olmaktan öteye
geçemez. “Ben sadece gönül telimi titreten güzelliklerden, olay ve kişilerden
etkilenip yazarım.” Demek gerçekçi bir yazara yakışmayacak olan bir söylemdir
bence. “Bana ne, ben kurguladığım soyutsallıkları içselleştirip en güzel
biçimde kâğıda dökmeye çalışıyorum, başka da bir şey beni ilgilendirmez…”ci
olmak da sözde gerçekçi yazarları kurtarmaz.
Günümüzde yalnızca
“yazan”ların tavrını olmazsa olmaz yapıp geleceğin gerçekçi yazarlarının önünü kapatmak için olduğunu
aklımızdan çıkarmamalıyız.
Gerçekçi yazar ince
eleyip sık dokumalıdır. Burnunun direğini sızlatan gerçekleri içselleştirip en güzel biçimde
yazmalıdır. Çünkü ne yazdığın kadar nasıl yazdığın da önemlidir. Kendisiyle
hesaplaşmalıdır. Bu iş incelik, sabır ve birikim, gönüllü işçilik istiyor
bizden. “Yazan” ile “yazar” arasındaki farklardan biri de budur bence.
Yaşar Kemal’in
bir paragrafı bile yirmi otuz defa yazdığı yerde, biz; kim oluyoruz da bir defa
yazdığımızla yetiniyoruz. ( Özgen Seçkin ) Yetinmemeliyiz. Bu alanda onda bir
yeteneğimizin yanına onda dokuz çalışmayı eklemeliyiz. Kılı kırk yarmalıyız. Yoksa,
bence, saygınlığı ya da yaşı başı ne olursa olsun hiçbir yazar kendisi için
ayrıcalık isteğinde bulunamaz. ‘Yanlış yapma’ özgürlüğüne gelince, bir kolektif
çiftlikte grup önderi yanlış yaparsa; çiftlik başkanı onun yanlışını
düzeltecektir. Bu, yerel nitelikte bir yanlıştır ve diğer insanlara zarar
vermeyecektir. Yazar, yayımlanan bir çalışmasında yanlış yaparsa binlerce okuru
yanlışa sürükleyecektir; işte mesleğimizin tehlikesi burada yatar, diyen M.
Solohov her zaman haklı olur.
Ülkemiz adeta bir
“yazar” cennetidir. Bu yüzden okurdan çok “yazan” var desek yeridir. Bırakın
bir roman, hikâye veya
anlatıyı, bir şiir demeti ya da yalnızca bir şiiri bile yayılmanmış her bireyin
kendisini bu şekilde isimlendiriyor olması ve bunun herkes için çok daha kolay
olması şaşılası bir gerçekliktir. Bir şekilde bunu hayata geçirebilmiş
olanların yanında hiç mi hiç hayata geçirememiş ve yalnızca “heves”te kalmış
“yazar”larımız da azımsanmayacak sayıdadır. Abarttığımı düşünmeyin fakak
İstanbul’dan Ardahan’a, İçel’den Sinop’a kadar uzanan bu topraklarda bazı
yayınevlerinin neredeyse kendilerine gönderilen her şeyi hiçbir ayırım yapmadan
yayımladıkları halde, bu sözünü ettiğim “yazan” ve “yazar”lardan hiçbirinin tek
bir eserini bilse yayımlamadıkları halde kendilerini “yazar” olarak tanıtan
onlarca insan tanıdım. Yıldıklarında, aşındıracakları yayınevi kalmadığında ise
kendi kitaplarını bazı yayınevlerine -ki bunlara yayınevi demek ne kadar doğru
bilemiyorum- kendi ceplerinden para vererek- bastırıyorlar. Bazıları bunu bile
başaramadığından ya da başka nedenler den dolayı, “kendi yayını” logosuyla en
iyi bildikleri bir matbaada yayımlatıyorlar kitaplarını. Kişisel yayıncılık ile
paralı yayıncılık arasında kalanları yazar, hele hele gerçek yazar sayıp
saymamak bu ikilem ile sınırlı tutmadığımı ve bu ikileme mahkûm etmediğimi de
belirtmek istiyorum. Çünkü, “yazan” ile “yazar” arasındaki fark salt bu ikilem
ile sınırlı değil.
3
Şimdi en baştaki
Oktay Akbal alıntısına denk düşen bir alıntıyı da Edebiyat Dersleri nin yazarı Nabokov’dan
yapmak istiyorum.
Küçük yazarlara,
sıradan olanı süslemek
kalır: bunlar dünyayı yeniden keşfetmek zahmetine girmezler; yalnızca var olan
düzenden, kurmacanın geleneksel kalıplarından, yapabildiklerince en fazlasını
sıkıp çıkarmaya çalışırlar. Bu küçük yazarların bu sınırlar içerisinde
üretebildiklerinin çeşitli kombinasyonları, kısa süreliğine oldukça eğlenceli
olabilir çünkü küçük okurlar, hoş bir gizlilik altında kendi fikirlerini
görmekten hoşlanırlar. Ama gerçek yazar, gezegenleri döndüren ve uyuyan bir
adam biçimlendiren ve ısrarla uyuyan adamın kaburgasını kurcalayan o adam, bu
türden bir yazarın elinin altında verili hiçbir değer yoktur: Bu değerleri
kendisi yaratmalıdır. Eğer ilk baştan dünyayı, kurmacanın olanaklılığı olarak
görme sanatını içermiyorsa yazma sanatı çok boş bir iştir. Bu dünyanın
malzemesi yeterince gerçek olabilir (gerçeklik ne kadar gerçek olabilirse) ama
bu malzeme,
İşte, bu uzun
alıntıdan da anlaşılacağı gibi “yazan” bir bakıma küçük yazarlara dâhil olabilirler ama asla gerçek
“yazar” olamazlar. Çünkü üslupları yoktur. Üslupsuzluk da kişiyi ne yazık ki
yazar yapmaz. Kimileyin üslup bile kişi yeteneksizse tek başına işe yaramaz.
Bunu biraz daha açacak olursam: Üslup bir araç değildir, bir yöntem değildir,
yalnızca kelimelerin seçilmesi de değildir usta ve gerçek yazarların söylediği
ve de sıklıkla altını çizdikleri gibi. Çünkü bütün bunlardan daha fazlasıdır
üslup. Yazarın kişiliğinin içkin bir bileşenini ya da karakteristiğini
oluşturur. Dolayısıyla üsluptan söz edildiğinde, bir sanatçının kendine özgü
mizacını ve bu mizacın, sanatçının yaratısında kendini ifade etmesini
anlamalıyız. Peki bu “yazan” anlamındaki küçük yazarlar da var mı? Bu soruya
verilecek en doğru yanıt: hayırdır. Her yaşayan kişinin kendine özgü üslubu
olmasına rağmen, tartışmaya değer olan yalnızca şu ya da bu dehası olan bir
gerçek “yazar”a özgü olan üsluptur. Ve bu deha, yazarın ruhunda yoksa edebi
üslubunda kendisini ifade etmesi beklenemez. Bir ifade türü, bir “yazan”
tarafından mükemmel hale getirilebilir. Edebiyat kariyeri boyunca bir “yazar”ın
üslubunun giderek daha titiz ve etkileyici hale gelmesi normal ve
kaçınılmazken; hiçbir “yazan”ın bu alanda sıçrama yapması beklenemez. Çünkü
yetenekten yoksun bir “yazan”, değeri olan bir edebiyat üslubu geliştiremez de
ondandır beklenmemesi. Olabileceğinin en iyisi, kasıtlı olarak bir araya getirilmiş
ve ilahi kıvılcımdan yoksun yapay bir yazar(!) olmasıdır.
4.
Şimdi, “yazar” ile
“yazan” arasındaki farkı netleştirmek gerekir artık.
Eskiden beri,
yazının edebi dalı için
“te’lit”ten gelen “müellif”, edebi dallar dışındaki çalışmalar için de “muharrir”
sözcüğü kullanılmış. Basın ve yayın organlarına haber toplamak bildirmek ve
yazmakla görevliler için de “muhabir.” Muhabir sözcüğünün karşıladığı kimseler
açısından bir sorun yok. Kanıksadığımız birçok işbölümü var. Ama günümüzde
sorun “müellif” ile “muharrir” sözcüklerinde. Birbirine karıştırılan da bu iki
sözcük…
“Muharrir” Arapça. Yazan, yazıya geçiren, özellikle de gazete ve/ya da
dergilerde yazı yazan kimse. Kaynaklar böyle açımlıyor. Yine aynı kaynaklar,
“müellif” sözcüğünü, kitap yazan kimse, eser sahibi, yazar diye tanımlıyor.
“Yazar” ile “Yazan”ın ( “Müellif” ile “Muharrir” ) niin
karıştırılmaması gerektiğini da ha iyi anlamak için günümüze denk düşen
kanıksadığımız “yazar”lıktan söz etmemiz gerekir.
Kendi içinde şair, öykücü, romancı, denemeci gibi
sınıflanan “yazar”lığın artık bir meslek olduğu bir gerçek. Her ne kadar
ülkemizde “yazar”lıktan geçimini sağlayanlar çok az ve “yazar”lık yanında “asıl
meslek” olarak başka işlerde çalışanlar olsa da… Yine de sormak ger ekiyor:
Sekreterler, stenocular, kâtipler, icracılar, gazeteciler, spor yazarları,
makale yazarları vs. yazarlarken işin etik, estetik ve işçilik gibi yanlarını
ne kadar hesaba katıyorlar acaba? Yazarı yazar yapan anlatım ve dil
zenginliğidir. Kurgusudur. Özgünlüğüdür. Yaratıcılığıdır. Yazar, söylemi ve
anlatımıyla da kendinden sonrakilere “örnek”tir. Bu yüzden soruda adı
geçenlerden ve daha da başkalarından ayırmak gerek onları. Yani gerçek
yazarları… “Yazar” bir kesimin ya da bir
sınıfın sözcüsü olabilir. Ama asla “yazar”lık koşullarının ve dayanaklarının
dışında olamaz. Yaratıcılığını kendinden aldığı özgül yetke ile istediği gibi
dillendirir. Ger çek “yazar” hangi meslekten olursa olsun, bu pek de önemli
değildir; ama sanat-edebiyat alanında rüştünü kanıtlamış olmalıdır. Çünkü çağdaş
ve nesnel eleştiri her zaman “yazar” ile “yazan”ı ayırmıştır. Özellikle “medya”
nın edebiyat sanat alanında yayıncılığa girmesiyle bir likte “yazar”lardan çok
“yazan”ların eserlerini (!) reklamlar aracılığı ile pazara, sokaklara, kor san
tezgâhçılara kadar yaymıştır. Gazeteci-yazar, makale yazarı, spor yazarı,
muhabir yazar gibi onlarca “yazan” etikten, estetikten, işçilikten ve
yazarlığın kurallarından, iç yasalarından ve dayanaklarından yoksun durmaksızın
üretiyorlar. Bunun karşısında olmak ve durmak gerekiyor. Elbette ki insan
doğuştan “yazar” ya da “yazan” olmuyor. Bu süreç birikim, yetenek ve gönül
işidir. Sabırdır, çalışmaktır. Yaptığı ile yetinmemektir. Bunları çoğaltmak
olası… Ama büyük bir çoğınluk “medya”nın ve bankaların olanaklarına sırtını
dayayarak ünlü politikacıların, varsıl ailelerin, sanatçıların, kaçıkların,
teröristlerin, travestilerin, futbolcuların, kaçakların -ekleyin aklınıza
gelenleri- yaşamlarından ( biyografik de olabilir, olmayabilir de ) esinlenerek
veya yaşamlarını birebir yazarak edebiyat alanına biraz da metazori giriyor.
Sonuçta da orta ya çıkan şey edebiyat olmadığı gibi yaratanları da edebiyatçı
anlamında “yazar” olamıyor, “yazan” oluyor / mu kuşkuluyum doğrusu.
Gazeteci, muhabir,
röportajcı, denemeci, eleştirmen, makaleci, spiker, büyük varsıl aile dostları yazar olabilirler
hatta çok iyi de olabilirler, ama işlerini yaparken etik, estetik, işçilik ve
içselleştirme gibi gerçek yazarlığın olmazsa olmazlarını “Yasımı Tutacaksın”ın
yazarları “Dominigue Lapierre - Larry Collins”
gibi yapıtlarında gösterebilirlerse eğer.
Edebiyat Gündemi dergisi,
Ocak 2001, 9. s
YAZAR VE YARATI ÖZGÜRLÜĞÜ
Tacim ÇİÇEK
"(…) Toplumsal
piramitte yükselmek için yazıyorlar. Yazdıkları nın suya sabuna dokunmamasına,
toplumda bir yer bulmalarına engel ol mamasına dikkat ediyorlar. (…) Hiçbir şeyi eleştirmiyorlar, ya da
sadece eleştirilmesine izin verilen şeyleri eleştiriyorlar, düşman kazanmaktan
çe kiniyorlar, daha çok en az zarar verecek düşmanları seçiyorlar. Bir ideal
için intihar etmiyorlar; sadece çılgınlık ve öfkeden ölüyorlar (...) Ve
edebiyat bu yüzden böyle… Komedi gibi başlayan her şey komedi olarak son
buluyor."
Vahşi Hafiyeler /den
Roberto Bolano
M. Kagan’ dan, “Sanatta, hayal gücünün olanakları gerçekten sınırsızdır. Örneğin bir
biyolog, bir insan gövdesi üzerinde bir hayvan başı olabileceğini ya da bir
hayvanın insan gibi konuşabileceğini söylese, o kimseye deli gözüyle bakılır.
Buna karşılık, bir sanatçı, yarı insan yarı hayvan bir yaratık çizse, fabl'lar
ve masallar yazsa; “ aslan yeleli “, “ kartal gagalı ”, “ taş kalpli “gibi eğretilemeler kullansa,
anlayışla karşılarız. ( Çünkü ) Her
eğretileme ya da abartma, bir şiirin ölçülü uyaklı yapısı, bir romanın, bir
oyunun, bir filmin bileşim yapısı, bir büstün “ kesit”i, grafiğin siyah - beyaz “dil”i, bir şarkının ezgisel “dil”i ya da dansın koreografik “dil”i, bir binada sütunlar ile yukarısındaki
tektonik ilişkiler, bütün bunlar, sanatta bize şu nu doğrular: varlığın manevi
kapsam'ının, toplumsal değer'inin anlamlı kılınabilmesi için, do ğanın ve insan
yaşamının maddi varoluş yasaları' nın koşullandırılmış, genellendirilmiş, şu ya
da bu derece değişime uğratılmış, olarak yansıtılması sorunu vardır.” Saptamasını ödünç alarak başlıkla ilgili
düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Bunu yaparken de konu bütünlüğü içinde daha
çok çocuk edebiyatı üzerinde duracak olsam da, edebiyatın ve sanatın geneli
için de ben zer düşünceler taşıdığımı peşinen söylemeliyim. Yaşamı ya da
kurguladıklarını soğurup şiire, öyküye, romana, kısacası sanata ve edebiyata
dönüştürenlerin işçiliği önemsemesi ve sınırsız bir coğrafyaya sahip olması
gerekiyor. Coğrafyası, mekânı dar ve sınırlı olanın ilgilendiği şey de başarılı
olması ve de karşılık bulabilmesi olanaksızdır bana göre. Dar ve sınırlı bir
coğrafyaya sahip olanlar kendilerini aşamaz ve gerçekte de beğeniden uzak salt
kendileri için yaz maktan, yontmaktan, çizmekten öteye geçemezler. Sanatçının,
edebiyatçının coğrafyası salt bildiği dil ve içinde yaşadığı ortamı da kapsayan
ülkesi değil, bütün bir dünya, hatta evren / ler olmalıdır görüşündeyim.
İki tip sanatçıdan, edebiyatçıdan söz edebiliriz:
İlkinde, düşüncenin olgunlaşması ve aktarılması süreci uzun bir zaman alır ve
düşüncenin cisimlendirilişi sürecinden daha çok zorlukla ortaya çıkar. Buna
karşılık ötekisi, bir düşünceyi kafasında daha fazla “ tutamaz “ ve hemen malzemesi her neyse
onunla çalışmaya geçer. Acelecidir, özensizdir… Ancak, iki sanatçı tipi
arasındaki bütün bu bireysel farklılıklara karşın, her ikisinde de, yaratıcı
düşüncenin olgunlaşması evresinden, bu düşüncenin maddi olarak cisimlendirilişi
aşamasına geçiş, yaratım sürecinin temelinde yatan genel yasaklıklardan biri
olarak daha yapıtın içeriği “sonuna
kadar” düşünülüp taşınılmazdan önce orda yer alır. Ve böylece ortaya vasat
bir edebiyat ya da sanat ürünü çıkar. İkinci tür sanatçılar ve de
yazarlar, şairler, yazımın başında alıntıladığım Roberto Bolano’ yu tümü
ile haklı çıkarırlar. Bunlar için öyle çok konuşmanın da gereği yok sanıyorum,
çünkü çevremizde fazlasıyla varlar zaten. Kaşlarının içinden öne bir çivi gibi
uzanan tek kılı değil el atıp almanıza, ondan söz etmenize tahammül vermezler.
Kendi yazdıklarını bile bir kez dönüp okuma zahmetinde bulunmadıkları için
farkında oldukları yanlışlarıyla yüzleşmemeye özen gösterirler. Tabii ki,
Kagan’ dan aktardığım saptamaya uygun olarak ya zarlar, sanatçılar yaratı
özgürlüğüne sahipler. Ve istedikleri konuları içselleştirip sunabilirler, ama
ne yazdıkları kadar; nasıl yazdıkları ya da yaptıkları da bir o kadar önemli.
Bu yüzden işçiliğin, en iyi biçimde olmasını göz ardı edemezler. Ben yaptım,
ben yazdım havalarında beş para etmez eserler ortaya koymak hiç doğru değil,
gerekli de… Ve yetişkinler için yazanların edepli, saygıya şayan yaklaşımları
var; yazıp bastırdıkları kitaplarını okul okul gezip satmaya çalışmamaları
gibi, belediyelerin kültür müdürlüklerini aşındırıp satın almalarına zorlamak
gibi. Bir de bunu alışkanlık hâline getirip tek derdi ipe sapa gelmez sözde
kitaplarını her ne olursa olsun, satıp masrafını çıkarmaküstü kazanç
sağlamak olanlar, katlanılır gibi değiller inanın… Bilimsel maddeci estetik, Lenin'in şu
ünlü temel tezinden yola çıkar, “İnsan
hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan bağımsız olamaz. “
Her ne denli hiç
zorlanmadan, sanki doğaçtan
yazılmış gibi görünse de aslında, Nâzım’ın veya herhangi bir usta şairin,
öykücünün her şiirinin, her öyküsünün ne denli uzun ve yorucu bir çalışma
aldığını çok iyi biliriz. Lev Tolstoy’un ve ya Y. Kemal’in, ne bileyim O.
Kemal’in ( Daha başka isimler de sıralamak olası, ama ben bunlarla yetineyim
) ya da başka bir romancımızın, o geniş
kapsamlı yapıtlarını, hiç bıkmadan, her bölümün, her öykünün, neredeyse her
tümcenin düzeni üstünde titizlikle durarak birkaç kez yazmış olduklarını da… Gogol,
bir yazarın kendi el yazılarının üstünden belki sekiz kez geçmesi gerektiğini
söyler. “ Belki birinde daha az, öbüründe daha çok, ama sekiz kez yapıyorum
bunu. Ancak sekizinci kez, kendi elimle yazdıktan sonra, çalışma, sanatsal
olarak bitmiş, yaratıcılık katına ulaşmış demektir.” diyor. Turgenyev'
se Aksakov' a yazdığında şöyle der: “
Eğer Puşkin ve Gogol gibi kişiler, kendi iş lerinin üstünden tam on kez geçmek
zahmetine katlanmışlarsa, böyle bir şeyi yapmak, bizler için farz sayılır.
İnsanın
Çimçekten albatrosa
kadar kanatlılar geliyor aklıma, buraya kadar sözünü ettiğim gerçekliğe denk düşen sözde yazar
ve sanatçılar söz konusu olunca.
Yüzlerce ve de
binlerce kanatlının uçma
sınırı ve özgürlüğü kanatlarının kendilerini götürebildiği yerdir gökyüzünde…
Yani hiçbir kuş albatros değildir. Çimçekten albatrosa kadar tüm kuşların
sınırı ve özgürlüğü farklıdır. Doğaldır ve kabullenilmiş bir durumdur. Hiçbiri
öte ki olma iddiasında değildir. Ve de birbirlerinin, varlığının
kaçınılmazlarıdır. İşte şair ve yazarlar ve hatta başka başka sanatçılar da
benzer biçimde bir yazma ve düşünme özgürlüğüne sahiptir. Dağarcıkları, genel
kültürleri ve yaptıkları güzelliklerdeki ustalıkları tıpkı çimçekten albatrosa
kadar kuşlar gibi bir yelpazede yer alırlar, bu da bana göre doğal ve
kaçınılmazdır. Ye terki haddimizi ve sınırımızı bilelim ve birbirimizi olduğu
gibi kabullenelim. Ve yapacağımızın en
iyisini yapmaya çalışalım.
Çocuk edebiyatına
gelince…
Biliyorum bu söz
böyle değil diyeceksiniz, ama Mevlâna’dan kotardığım sözü değiştirmek istiyorum,
daha iyi anlaşılmak için. “ Siz ne kadar anlatırsanız anlatın, karşınızdaki
sizi bildiği sözcük sayısı kadar anlar.” Aslolansa insanın sözcük sayısını
arttırmasıdır. Çünkü, biz genel olarak “Sizi eleştirenlere pençelerinizi veya
tırnaklarınızı değil elinizi uzatın yararınıza olan güzellikler vardır belki.”
diyen Montaigne ‘den bihaberiz. Yaratı özgürlüğü bu açıdan başkalarının
anlayışına ya da beklentisine karşılık gelmeyecek sonuçlar oluşturur. Doğası
gereği kendine göreliği göz ardı edemez. Yaratı özgürlüğü aynı zamanda ve
esasında yazarın, şair in, çizerin kısacası tüm sanatçıların, aydınların
özgürlük alanıdır. Bu süreçte yaratıcı özgürdür ve de yalnızdır. Başkasına
göreliği düşünemeyecek kadar da özgündür. Çünkü özele indirgediğimizde bir
yazar- ki ben de yazan biri olduğuma göre, bu noktadan sonra geneli özele
indirgeyerek düşüncemi açıklamak istiyorum. Yani sesli düşünmek de
diyebilirsiniz yaptığıma – yazacağı için kimseden “icazet” almak zorunda
değildir. Kimse de bir yazarın yazdıkları ya da yapacakları açısından onun onay
mercii değildir. Yazar yaşayan kişilerden veya yaşanmışlıklardan, gerçeklerden
istediğini alıp istediği gibi kullanabilir. Ama ne yazık ki bizde özellikle
çocuk edebiyatı konusunda birileri kendilerini başkalarının bu alanda üstünde
ve de onay mercii sanmaktadır. Hatta sanmanın ötesinde kendisini bu konuda
etkin ve yetkin görmektedir. İşin tuhafıysa imza için gittikleri okullarda,
gerçekliklerimizden uzak bir o kadar da korumak ve kollamak adına özene bezene
hazırladıkları didaktik ve kurmaca yapıtlarındaki gibi gerçekliklerle donanmış
çocuklarla karşılaşmamalarıdır.
Çocukları yaşamın
gerçekliklerinden uzak
tutmaya çalışmak bu alandaki hiçbir uzmanın kabullenmeyeceği bir gerçekliktir.
Çocuklara kötü ve olumsuz davranışları elmanın için- deki vitamin gibi vermek
ile bunları tanıyarak yapmamaları yönünde bilinç kazandırmak ne yazık ki
birbirine karıştırılıyor. Sap ile saman karıştırılınca da sonuç işin doğasına
uygun ol- mayan noktalara geliyor. Burada doğru olmayan yaklaşım şu, yaratı
özgürlüğü açısından bak tığımız zaman, birilerinin başkalarına konular ya da
yazmama yönünde tavsiyeden de öte onay mercii olması ve de hatta yasakçı bir
tutumla cephe almasıdır. Sonra bir yapıtta anlatılan gerçeklikle yaşamın
gerçekliği birebir örtüşmek zorunda değildir. Gerçekliklerden oluşturulan
yapıtlar bile yaratı bağlamında gerçekliğin kendisini olduğu gibi aktaramaz.
Çocukları korumak adına, dünyada ve ülkemizde onlarca yazarın “ durumdan vazife
çıkarma “ları oldukça komik v e saçma geliyor bana. Yapıtlarında işledikleri
gerçekliklere benzeyen konulardan söz edenleri,
üstelik de güvendikleri ve emin oldukları karşı çıkışlarına karşı sözü
olanlarla yüz yüze konuşma cesareti göstermemeleri de bir o kadar anlaşılmaz ve
Şimdilerde, özellikle çocuk edebiyatında, şöyle
bir yaklaşım gözlemliyorum; tatlısu çocuk yazarlığı. İşte bu yazarlar,
ellerinden geldiğince, hayatın tüm gerçekliklerinden âdeta yalıtılmış “çocuk
kitabı” yaratmak için birbiriyle yarış içindeler. Aman Allah’ ım, yaşayan insanların gündelik gerçekliklerinden
uzak gerçeğe dayansa da kurgusal ve ayakları yere basmayan kitaplarla
çocukların kafalarını doldurmaya çalışıyorlar. Üstelik bir de kanatları altına
girip beyinsel açlıklarını gidermeye çalıştıkları, bu işin sözde uzmanları ( !
) da var. Çocuk ya pıtları şöyle olmalı, böyle olmalı. Sanki evinde, okulunda,
sokağında, mahallesinde, komşusunda kavga,
Toparlayacak
olursak, ülkemizde ve dünyada öyle veya böyle tatlısu çocuk yazarları var, olacaklar da. Yaratılan
ortamın sonuçları olarak inanmadıkları demeyeyim de doğru sandıkları konularda
yaratıcılıklarını ve özgürlüklerini istedikleri gibi kullanabilirler. En
azından benim bir diyeceğim yok. Demem de. Çünkü yazmak ve yaratmak konusunda
kimseye onay mercii olamam, olmam da. Doğru değil bu, nesnellikle de ilgisi yok
üstelik. Doğru bulmadığım kendi doğru yanlışlarını başkalarına dayatma yanında
kendileri gibi olmayanlara, gerçekliklere ayna tutarak çocuk kitapları değil de
çocuk edebiyatı yapmak isteyenlere akıl hocalığına kalkışmalarıdır.
Buna gerek yok, çünkü bizi biz yapan özelliklerden biri de
bildiğimizden şaşmamamızdır. Yaratıcılık yıllardır olağanüstü insanlara özgü bir özellik
olarak kabul edilmiş ve en çok güzel sanatlar alanında kullanılmıştır. Dahi ile
deli arasında kıl payı bir ayrım olduğu gibi bilim dışı görüşler de yakın
zamana kadar
Düşünmek, yaratı özgürlüğü için bir
ihtiyaçtır. Sanat ile yaratıcılığı güçlü bir şekilde birleştiren şey akıldır.
Sanat; güzellik, mükemmellik, uyum ve düzen yaratır. Fantezilerden doğan,
ulaşılmaz olan, ilk bakışta görülmez olan şeyleri bize görünür kılar.
Yaratıcılık, olmayan bir şeyi hayal edebilme, bir şeyi herkesten farklı
yollarla yapabilme ve yeni fikirler geliştire bilme yeteneğidir. Başka bir
deyişle yaratıcılık herkesin gördüğü şeyi aynı görüp onunla ilgili farklı
şeyler düşünebilmektir. Yaratıcılık günlük olaylara ve nesnelere herkesten
farklı bakabilmek ve farklı yaklaşım tarzı geliştirebilmektir. Yaratı özgürlüğü
de bunu gerçekleştirmektir.
Akdeniz Edebiyat dergisi, Mayıs-Haziran
2008, 5. s
bir çocuğun türküsü
acı
sapanıma
taş olsaydın
kiraz
ağacına atmazdım
seni
acı
vurduğum
bir kuş olsaydın
kedilere
yedirmezdim ki
seni
acı
evimizde
biber olsaydın
ağzına
bebeğimizin sürmezdim
seni
acı
canlı
olsaydın
can
alıcın olsaydım
Şiir:
Tacim ÇİÇEK
a
child’s song
pain
if you were a stone on my slingshot,
I wouldn’t throw you
to the cherry tree.
pain
if you were a bird I shot down,
I wouldn’t let the cats
eat you.
pain
if you were a pepper in our house,
I wouldn’t put you on in
our baby’s mouth
pain
if you were alive,
I would be your murderer.
Ing. Çeviri: Sevil KONUR
usumda tutsak kadın
kendine
benim için
benden bir gül at
usumda tutsak kadın
gülüşünle
sesinle beni çoğalt
dudağımda o ilk tat
barışık mı seninle
acılı hayat
(Pain Will not Rule Forever, 1991)
Birinci basım: Aralık 1991 / Seçki Yayıncılık / İst.
Şiir: Tacim ÇİÇEK
captive woman in my mind
for me
throw a rose
to yourself from me
captive woman in my mind
boost me
with your smile, with your voice
the first taste on my lips
is the painful life in peace with you?
Ing. Çeviri: Sevil
KONUR
Şimdi
şimdi gözlerim
söz damlaları yağdıran bulut
onları tut
acılar bana kalsın
sen acıları unut
şimdi ellerim
söz kuşları/nı uçuran umut
onları tut
yalnızlık bana kalsın
sen yalnızlığı unut
şimdi yine de
yüreğimin içten ezgilerini
dil kuşları şakıyorlarsa kulağına
aldırma acılara ve yalnızlığa
kulak ver saza ve aşka
Şiir: Tacim ÇİÇEK
Now
now my eyes are the clouds
raining the drops of word
hold them
let the pains stay with me
forget the pains
now my hands are the hope
flying the birds of word
hold them
let the loneliness stay with me
forget the loneliness
now if
the sincere tongue birds of my heart
are still singing to your ears,
don’t mind the pains and loneliness;
listen to the
instrument(?) and love
(music)
Ing. Çeviri: Sevil KONUR
yavrucuğum
yavrucuğum
ne olacağın çok önceden bellidir
bu yaşamda yerin sınıfına bağlıdır
büyüklerin yarattı bunu
istemezler öğrenesin doğruyu
bırakmazlar durdurasın üstelik
(Rose Life,
1993)
Birinci basım: Şubat 1993 /
Aykırısanat Yayıncılık/Mersin
Şiir: Tacim ÇİÇEK
my little one
my little one
what you are going to be
has already been certain (clear)
elders have created this
they don’t want you to learn the truth
besides, they won’t let you stop it
Ing. Çeviri: Sevil KONUR
“GÜNIŞIĞI”NA MEKTUP YAZMAK!
AHMET GÜNBAŞ
Siz
bugüne yaşayadurun, Tacim Çiçek epeydir, iğneyle kuyu kazar gibi sabırlı,
çetrefil, bir o denli sevgi dolu bir
Günışığı da kim mi? Bence bakarkör bir soru bu! Yani, her gün gördüğünüz aydınlığın adresini nasıl sorarsınız? Ola ki siz, günışığına hasret karanlık, izbe, örümcek ağlarıyla dola şık bir yerde yaşıyorsunuz. Gün ışığının yansıması bile yok içinizde!
Evet, Günışığı'nı derleyip toparlayıp tomur tomur çiçek açan bir gençlik adı yapmış Tacim Çiçek. Günü ışıkla buluşturan her türlü erdemi gözleri kamaştıran bir ışık topu gibi on da şekillenmiş, onda buluşturmuş.
“Ağacı yaşken eğmek” eğilimi var ya! O denli içtenlikli bir yaklaşımdır bilinmez. Şöyle böyle bir 30 yıldır paldır küldür “çocuk edebiyatı” deyip körpecik beyinlerin yakasına yapıştığımız bir gerçek. Bunun pedagojik bir yönetimi olduğunu unutup, çocuğun dilinde, ruh sal dünyasında onulmaz yaralar açan acemi ellerde, ağacı ne yana doğru eğdiğimiz tartışma konusudur! Sözüm, ÇOCUĞU tatlı karlar bırakan bir meta fetişizmi hâline getiren anlayışa el bette! Doğru yapana ne diye bulaşalım.
Hadi, ilk gençlik çağına gelelim:
Masallarla, olmadık düşlerle bezediğimiz, yaşam gerçekliğine karşın bir sürü yalanlarla köşeye sıkıştırdığımız çocuk, erginliğin basamaklarını çıkmaya başladığında, gösterimdeki film kopmuş olur. Dış dünyayla iç dünyasını dengeleyecek, nereden gelip nereye gittiğini gösterecek bir kılavuz yoktur artık yanında. Hiç tanımadığı gelgitler içindedir. Bedenine ve bey nine yabancı!.. İç güdüselliği ağır basmadığından, çoğu 'deneme-yanılma' yöntemiyle öğrenir her şeyi.
Ya o çağdışı eğitim sistemine ne buyrulur? İnsanlık tarihiyle bağdaşmayan, gerçekliğin yanından bile geçmeyen bencil öğretiler, yavan kitaplar, suskun öğretmenler!..
İlk gençlik delişmendir; arar bulur, bulduğu şeyler canını yaktığında da iş işten geçer. O ana değin yaşamadan yana hiçbir şeyi paylaşamadığımız gencimizle yanılgıları paylaşmak zorunda kalmaz mıyız?
Hep biliriz; mektuplaşmak bir iç dökme
sanatıdır. Babadan oğula, anneden kıza, bir dosttan diğerine. Yazıyla
biçimlendirilmiş içtenlikler yumağı...
Özellikle doruksal iletişimlerde kişi,
anlatamadığı nice ayrıntıları mektuplara döker. Aşk mektuplarının gizemi burada
gizlidir belki. Kimler arasında olursa olsun, “mektup yazsam ister misin /
Postacının elleri yansa sıcağından” diyen şair. Yürek taşkını duygularına
güvenerek söylemiş olmalıdır bu dizeleri. Konu ilk gençlik olunca, 'yılanı
deliğinden çıkaran bir dil'le seslenmek zorundayız. Yoksa, gül bebeler çağından
kalma sevmelerle yetinir ergenimiz. Aksine inanmaz, kanıksamaz, soğuk durur.
Bunca söylevden sona sözü Tacim Çiçek'in “Günışığı"na Mektuplar” (x) yapıtını getirmek istiyorum. Baştan da belirttiğim gibi, adı Günışığı olarak sembolize edilen bir çocuğun, daha doğrusu bir gencin katında tüm ilk gençlik kesimine yazılmış 25 mektubu içeriyor. Merak edenler, mektupların devamını Damar dergisinden okuyabilir.
Çiçek'i öncelikle dilinin kıvam' için kutlamak istiyorum. Dedik ya, sevgiyle yaklaşmış, sevgiyle doldurmuş sözcüklerini. Üstelik pırıl pırıl bir Türkçeyle sesleniyor. Böylece dedikleri pürüzden arınmış; kısa, kesin ve çarpıcı tümcelerle yalınlık kazanmış, bir mektup diğerini aratır hale gelmiş.
Çiçek'in temel yönlendirmesi edebiyat!.. Hani,
şu okullarda hiç sözü edilmeyen, bağlandığı toplumcu-gerçekçi özelliği yüzünden
var olma yazgısıyla baş başa bırakılan edebiyat. Mektuplar boyu özgeçmişleri
ile edebi kişilikleri ürünlerinden alıntılarla özetlenmeye çalışılan bir dizi yazarın
adı kabarık bir risk oluşturuyor. Bir kısmı hayatta olma yan o güzel insanların
adlarını şöyle bir sıralayayım isterseniz:
Özgen Seçkin, Adnan Yücel, Samed Behrengi, K. Kadir, İsmail Uyaroğlu, Hüseyin Güney, Hüseyin Yurttaş, Mehmet Güler, Haydar Ünal, Abdulkadir Bulut, Nâzım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Erdoğan Söyümez, Metin Demirtaş, Abbas Sayar, Can Yücel, Fakir Baykurt, Arif Damar ve Muzaffer Arabul. Hemen hemen tümü aynı cephenin adamı… Kendilerini olağanüstü bir insanlık sevgisiyle mayalayan, ülkelerinin bağımsızlığı ve özgürlüğüne toz kondurmayan, savaşsız sömürü süz bir dünya için yanıp kavrulan... Canından aziz bildiği davasını savunmak uğruna işinden gücünden olan, mahkemeleri hapishaneleri aşındırıp sürgüne gönderilen, gizli-açık ölüm fermanlarıyla kovalanan...
Evet, daha adını anımsadığımız bir nice yazar müfredatlarda yok! “Büyük insanlık” uğruna kalem oynatan saygın yazarların sakıncalı, düşüncelerinin koşutluğundaki yaşamın güzelliği ile çelişiyor. Yıllardan beri anlaşılmaları, okunmaları yasaklara, engellere takılıyor. Bir yandan yapay Sanat kavgaları arasında güme gidiyor hedefleri, saptamaları. Her şeye karşın ilk gençlikten başlayarak bize özgü olanı, yaşamla iç içe geçeni anlamak zorundayız. Çiçek' in şu gerekçeli uyarılarına katılmamak olası mı: “Seçici olmalıyız. Hazırcı olmamalıyız. Araştırmalıyız. İne eleyip sık dokumalıyız. Kendimizi, bizi olumsuz biçimlendirecek olan her şeye karşı korumalıyız. Yoksa, ağacı içten içe kemiren kurtar gibi usumuzu, bedenimizi kemirir durur içimizdeki düşman. Yanlış olan, gerçek ve güzel olmayan her şey içimizdeki düşmandır.” (s. 37)
Daha çok şiire kayıyor sözü. Anlam
yoğunluğundan olsa gerek. Deneme tadındaki mektuplarında ilk gençliği
hedeflemiş görünse de, bir yandan yeni yeni açılımlarla eleştirel kimliğini
sınıyor, bir yandan da değerbilmezliğin elinden çekip alıyor, aynı düzemde
buluşturuyor kırgın fotoğrafları. Yakınmalarında büyüklere özgü göndermeler
var. Bir ülkede koca koca adamların ilgisizlikleri çocuklardan soruluyorsa, bir
şeyler yolunda gitmiyor demektir. Örneğin Nazım'ı yok saymaya yönelik çabaları
gündeme getirirken, öfkesini de taşır Günışığı'na:
“Sevgili Günışığı, yapılması gereken, yanlışlara ve ona saldıranlara karşı koymak. Çıkarcı yaklaşımları mahkûm etmek... Onun siyasal kişiliği ile sanatçı kişiliğinin ayrılmaz olduğunu, bunu anlamak istemeyenlere anlatmak. Yoksa bütün çabalar, buza yazılan yazılar olmaktan öteye gidemez.” (s.73)
“Siyasal kişilik” gibi kavramların yeniyetmeler
için bir numara büyük geldiğini savlayan çıkabilir. Unutulmasın ki Çiçek, bu
tür kavramlarla bizi yüz yüze getirene değin az çok ekonomi-politiğin çatısını
çiziyor. Yurt bellediğimiz toprakların ağrısını, sızısını; üretken güçlerle
egemen güçlerin gizli-açık çatışmasını dramatik bir üslupla algılayabiliyoruz.
Hem sonra yetişkinlerin pek alışık olmadığı paylaşım kıyametinin olanca
çıplaklığıyla açığa çıkmasını ilk gençliğin kazanımlarından ve doğallığından
sayıyor. Hatta Enver Gökçe'yi yorumlarken sınıf savaşımını duyurmakta bir
sakınca görmüyor. Üstüne üstlük bunu Günışığı’na söyleti yor: “Çok acı çekmiş.
Yaşadığı sürece devletten baskı görmüş. Devletten ve burjuvaziden çek
tiklerinden hiç şikayetçi olmamış. Aksine bunlara karşı hep direnmiş. Sosyalist
çevrelerden gereken ilgiyi görmemiş. İnsan, yurt ve özgürlük sevgisi dolu
yüreği ile umudunu yitirmemiş. Hapis yatmış. Sürgün edilmiş. Erken yaşlanmış.
Geçici işlerle ayakta durmaya çalışmış. Şiirlerini kaybetmiş ve unutturulmak
istenmiş. Ve bir huzurevinde ölmüş olan bu dünyalar güzeli insan için neler
yazacağınızı merakla bekliyorum,” diyorsun. ( s. 93 )
Ancak, çağdaş-demokratik eğitimlerde ifadesini bulan bu tür söylemlere kapı açmak, yaşamın gerçeklerinden bihaber ilk gençlik kesimini ileriye dönük yönlendirme gayre etiyle açıklanabilir.
Ne güzel bir düştür adı Günışığı olan bir
çocukla söyleşmek! Ondan yanıtlar geldiğini varsayarak deneyim zenginliği ile
sayfalar doldurmak… Kitaplığımızda ve belleğimizde olanı yalansız dolansız
aktarmak, geçmişi ve geleceği onlarla paylaşmak…
Yaşamak biraz da sorumluluktur diyerek ilk
gençliğin flu görüntüsünde Günışığı’na Mektuplar’ı alternatif kitaplar bölümüne
koyuyorum.
Siz bakmayın basamakların biraz yüksek olduğuna. Yükseklere tırmanmak yükseklik korkusunu yenmenin birinci koşuludur.
Güzel Yazılar ( TYS yayını ) Ocak-Şubat
2001, 8. s
TACİM
ÇİÇEK “KÜLDEN DEVLERE”E KARŞI
BİLAL KAYABAY
O kendine benzemez. Fotoğraflarda yani. Bunu şunun için
söylüyorum: Bir yerlerde rastlarsanız Tacim’e, fotoğraflardaki Tacim’i
aramayın. Aramayın yanılırsınız. Kimilerinin fotoğraflarından yola çıkar
kimliğini adlandırırsınız. Onlar kafalarınızda iri görkemli, etkileyicidirler.
Küçülen dünyamızda bir gün bir yelerde kendileriyle karşılaşırsınız. Sonuç?
Kocaman bir düş kırıklığı! Tacim, tersine şaşırtır insanı. Hem de iki kez.
Birincisi, fotoğraftaki sıradan insanın, gerçekten sıra dışı olduğunu
görürsünüz. İkincisi, yüreğinin ve beyninin bedeninden bin kat büyük olduğuna
tanık olursunuz.
Edebiyat kovanının bal yapan işçi arısıdır Tacim. Kovanın içinde
yüksek perdeden vızlayıp, beyliğe soyunmuş balsızlara karşı, o vızır vızır bal
doldurur peteğine sanatın,edebiyatın. Bir tek yumurta yumurtlayıp gıt gıt
gıdak… gag gag gıdak… bağırıp köyü ayağa
kaldıranlar, başkalarının yumurtası üstünde kuluçkaya yatanlar bir yanda,
Tacimler öte yanda.
İlkin
“Yenises”te – ki Ceyhan’ da çıkmakta olan yerel bir gazetedir – kendi köşesinde
şiirler, öyküler yayımlar. Lise yıllarıdır o yıllar. Desenler, resimler çizer.
Derken Menemen’ de -Menemen oluşu da ilginç bana göre – kısa dönem askerlik
sırasında Şaban Akbaba ile tanışır. Bir
dönem tembelliğini yaptığı yazın dünyasına yeniden girer. Şiirler, eleştiriler,
öyküler, ödüller peş peşe. Birileri üretiyorum diyerek, başkalarının
ürettiklerini aşırıp tüketirken o, kendi balını yapar. Araştırır, inceler,
değerlendirir, aşırmacıların da ipini pazara çıkarır. – Bu ara bu konuda
tembelleşti gibime de gelmiyor değil hani. – Eleştirileri yalanlamaları,
yoksamaları havada kalmaz. Kaynağını, belgesini de gösterir. Söz konusu
insanları kırmak, yaralamak, küçültmek gibi bir tavır değildir onunki. Eğer
anlayabilirlerse bir incelemeci olarak onlara iyilik, dostluktur yaptığı. Özgün
yapıtlar üretilsin, sanat çoğalarak
Şiiri neden bıraktığı sorulduğunda verdiği
yanıt şudur: “Şiir sanatını iyi bilseydim, etik ve estetik, işçilik gibi olmazsa
olmazları kavrasaydım, o şiirleri yazmaz, yayımlatmazdım” İşte bu sözler biraz
önce onun hakkında söylediğim eleştirmen olarak yansızlığının kanıtıdır.
Görünen o ki, Tacim Çiçek, şiiri de kendini de iyi tanıyor. Şimdilerde yoğun
biçimde çocuk kitapları yazıyor. İyi de ediyor. Yüreği şiir dolu, sevgi dolu,
beyni bilgiye her zaman aç ve oburca bu açlığı doyurmaya uğraşan bir
öğretmen-yazar Tacim Çiçek. Şu altı üstüne, ayağı başına çevrilmiş değerler
dünyasında Tacim’in öğrencileri ne kadar ayrıcalıklı, ne denli şanslı – veliler
de tabii- olduklarının ayırdında mıdırlar? Belki gelecek yıllarda içlerinden
birileri bunu anlayacak, kimileri hayıflanacak kaçırdıklarına, kimileri
gönenecek kazanımlarıyla. Gönül istiyor ki ikinciler çoğunlukta olsun. Olsun ki
dünü bugününe varmayan, sekiz çizip, çark
İşte
Tacim’in sanata yüklediği anlam bu.Bana göre en önemli çalışması Damar’da
yayımlanan “Günışığı’na Mektuplar” dır.
Gerçekten nesnel, olabildiğince bilimsel ve belgesel bir yazı dizisi ve
şimdiden taklitlerini görüyoruz dergilerde, üstelik de bilinen, tanınan
yazarların elinden çıkmış taklitlerini… Tacim’ in çok önemsediğim bir yanı da
iyi bir arşivci olması. Dünden yarına kesin belgelerle yazın dünyasında olup
bitenleri ince ince belgelemekte. Bu belgeler
yayımlandığında batman çakıldan ayrılacak, ödül alanların, ödül
bağışlayanların ipleri pazara çıkacak. Bunun altını o “ aşırıcılar” adına kalın
çizmek istiyorum. Eğer anlarlarsa bu bir dostluktur. Hem de gerçeğinden. Böyle
gelmiş böyle gitmezi anlasınlar ve bilsinler ki meydan boş değildir. Yarınlar
geçmişinizden ve geleceğinizden hesap soracaktır. Yol yakınken ayaklarınızı
yere basın efendiler. Günübirlik ünler adına dünü inkâr edemezsiniz. Bugünlerde
moda söylemlere kapılıp, post kapma adına, modern takılabilirsiniz. De bunların
hesabını tutan bir Tacim Çiçek var bilesiniz. Sözün özü, yazılanlara,
yaşananlara belgeli tanıklık ediyor…
Damar Dergisi, Nisan 1999 / 97. s
HER KÖŞESİNDE GÜVERCİN DÜŞMANI DURUR
OSMAN ŞAHİN
Tacim Çiçek’in ‘Ellerimiz Tırpandır Acıya’ adlı şiir kitabındaki
'Sevmek Yürek İşidir' şiirinden aldığım bu dize, kanımca yazarın dünya görüşünü
hemen haber veriyor. Tacim Çiçek, üretken bir yazar. Şiir, öykü, deneme
türünden yapıtları ile yazınımızda yer alıyor. Kültür Sanat Dergileri'nde
şiirler, öyküler, denemeler yayımlıyor. Ayrıca kitap tanıtma ve kitap eleşti
rileri yazıyor.
Tacim Çiçek'in dünyası bunaltılı, karamsar, anlaşılmaz
değil. Aksine açık ve aydınlık... Şiirlerinde, öykülerinde toplumumuzun ağır
sorunlarının altını çiziyor. Öykü ve şiir temalarının temeli bu yüzden
birbirine bağlı, haksızlığın girdabında boğuşan insanların çabalarını dile
getirmek. Ama bunu yaparken asla karamsarlığa düşmüyor. İnsanların öfkesini,
direncini bileyerek, onların yanında yer alıyor. Kötülüklerin sırtından
insanların iyilik yanlarını öne çıkaran, onları coşturan militanca tavrını da
göz ardı etmememiz gerek. Bu da yazarı ister istemez bir 'özgürlük savaşçısı'
konumuna getiriyor. Sabahtan akşama dek ekmek ve iş peşinde koşan insanların
haksızlığa olan gizil seslerine tanık oluyoruz. Yazarın bu tavrını kimi şiir
adlarından bile anlamamız olası. Hemen her şiir adı, kendi içinde bir eylemin
sesini haber veri yor. 'Ellerimiz Tırpandır Acıya', 'Savaşçının Betiği',
'Kıstılar Sesini Radyonun', 'Acı Türkü', 'Patlarım', "Tırpan Büyütür
Yaşadıklarımı' gibi.
Tacim Çiçek'in ilk öykü kitabı 'Yaşamın Özge Yorumu'nda yer alan
'Bir Resmin Arayışı', 'Bozkırın Fareleri' ve 'Düşünen Adam' öykülerinde ayarı
iyi verilmiş, birbiriyle örtüşmüş iyi bir öz ve biçim denemesi görüyoruz.
Tacim Çiçek'in öykülerinde dikkatimi çeken bir
yan daha var, yazar ele aldığı
konuların içindeki kişilerin, sorunların, yerli, bize özgü yapılarını
bilinçlice bozuyor ve bu bozma, öyküyü soyutlaştırmaya dek götürüyor. Yazar
bunu bilerek yapıyor. Acaba bu soyutlamalar öykünün hızını kesmiyor mu? Öykünün
gerekli genişliğe ulaşmasını engellemiyor mu? Yazarın bunu düşünmesi gerek.
Çünkü Tacim Çiçek, Çukurova'yı, öğretmenlik yaptığı Afyon yöresini iyi biliyor.
Bu konuda zengin gözlemleri var. Ayrıca çok okuyan, yazın dünyasını yakından
izleyen bir aydın. Hatta yazarın bu çok okumaktan gelen bilgece, filozof yanını
'Bir Resmin Arayışı', 'Bozkırın Fareleri', 'Düşünen Adam' öykülerinden
anlamamız olası. Tacim Çiçek öyküsünün gelişme çizgisi kanımca, 'Bir Resmin
Arayışı' adlı öyküde gizli. Bu öykü, yazarın öykücülüğünün gelişme çizgisini
açık seçik bize haber yeriyor. Eğer Tacim Çiçek, bu öyküdeki çizgisini
kalınlaştırır bu çizgide yoğunlaşır, öykü çalışmalarını bu çizgiye göre
sürdürürse, daha iyi yerlere gelecektir. Bundan da hem kendi öykücülüğü, hem
Türk öykücülüğü kazançlı çıkacaktır.
Tacim Çiçek'e başarılarının devamı dileğiyle.
Damar Dergisi, Nisan 1999 / 97. s
BİR HAYAL ALIR MIYDINIZ?
PELİN YALVAÇ
Yazar ve
okur bir hayal alışverişinin
taraflarıdır belki. Peki bir masal anlatıcısı için de bunu söylemek mümkün mü?
Esrarengiz
bir şekilde, müşteriler ve ocakçı tarafından fark edilmeden bir kahvehaneye
giren ve sonradan kendisini hayal satıcısı olarak tanıtan aksakallı ihtiyar
kahvedekilere masal anlatmayı teklif eder, bir sıcak çayın hatırına. Zaten
alıcılar da hazırdır ve kurulurlar etrafına.
Masal
dinlemeye ikna olan insanlar oldukça hayal satıcısı olmak zor olabilir mi?
Masallar
hayalidir, hayal dünyamıza
açılan kapılardır ama içinde masalların anlatıldığı bu romanda gerçekler bize
masallarla dokunuyor: Hem gerçek, hem de masallarla örülü. Yanı başımızda
rastlayabileceğimiz karakterler masal karakterleriyle yer değiştirmiş ve adına
"büyüklere" diyebileceğimiz masallar çıkmış ortaya ama bu romanın
dokusunda sadece. Masal dinleriz ve onlara ihtiyaç duyarız, bunlar aslında
gerçeğe ulaşmamızı sağlayan ilmeklerdir.
Gerçeklere
masallar aracılığıyla
bakabilmek güzel üstelik bu bakışın sihirli, büyüleyici bir yanı da var. Ama
romanın tamamı bizi masal gerçeğine taşıyor:
Bazı sorulara okurken yazarın
açıklamalarıyla cevap aldığımız, bazılarının cevabı ise bize bırakılan, iç
dünyamıza dönmemize ve kendimizce çıkarımlar yapmamıza fırsat tanıyan,
okuyucuyu da bir yerde hikâyeye katan bir anlatımı var. Bilmece ya da yapboz
ile uğraşma tadında. İnsanlara ve olaylara ilişkin soru işaretleri beni kimi
zaman yordu ve zihnimde bölünmelere neden oldu ama yazarın tekdüze bir anlatımdan
bu sayede uzaklaştığını da görebiliyorum.
Romandaki
karakterler ve ana mekân olarak seçilen kahvehane sıcak, samimi hisler yaratıyor hatta
okurun içinde bir sandalye çekip kahvehanedeki gruba katılma ve anlatılan
masallara kulak verme isteği filizlenirse şaşırmamak gerek. Romanın içine
çekilip, duygusal bir yakınlık kurmamak elde değil.
Ama yine
de kahvehane kültürü ve onun başlangıcı olan kıraate dair bilgi düzeyindeki
girizgâh bir parça metnin temposunu düşürüyor, bu düşüş bu tarihsel bilginin
çok da gerekli olup olmadığını sorgulatıyor okura. Ama hemen sonra başlayan
hikâyeyle her şey yine bütünlük kazanıp ahengini koruyor, tempo yine kazanılıyor.
Hatta okur biraz silkeleniyor, dedikodunun varlığını ve kötü yüzünü hatırlıyor
bir kez daha.
Metin o
kadar kıvamında ki bu
haliyle anlatının ana mekânı olan kahvehanede içilecek keyifli bir Türk kahvesi
tadında şekeri, kahvesi ve suyu tam ayarlanmış, dumanı üstünde; kitap
bittiğinde tadını damakta bırakıyor. Doyuruyor. Ama bir sonrakini bekleme
sabrını göstermeye davet eden bir buruklukta.
Romanı tek bir tür içine sokmak çok doğru
olmaz çoğu kez. Bu yargı ‘Bir Hayal Satıcısı’ için de geçerli elbette ama yine
de birbirine çok uzak mı yoksa çok yakın mı olduğu hakkında kolayca karar
veremeyeceğimiz iki türü anmak mümkün: Bir parça bilim-kurgu tadı ve bir başka
parçasıyla masal.
Kitabı bitirirken başka ikilinin izi
kalıyor: Biri yazarın dili, mekân ve karakterleriyle okura yansıtabildiği
sıcaklık ve samimiyet duygusu, diğeri merak duygumuzu sürekli tetikleyen
"gizem."
Romanların içine biraz masalımsı öğelerin
konulmasının kaçınılmaz oluşu hayata da biraz masal gerektiğinden olabilir mi?
Bir Hayal
Satıcısı / Tacim Çiçek
Roman,
102 sf. h2o kitap, İstanbul,
Ekim 2016
GÜNIŞIĞI
MEKTUPÇUSU TACİM ÇİÇEK’
SENNUR SEZER
Merhaba Sevgili Tacim,
Kitapların
az önce geldi. Gün ışığına Mektuplar'ını Damar'dan parça parça okumuştum.
Sanırım Kızıl Valizli Kadın adlı öykü kitabından da bildiğim öyküler
var. Belki de yaşadıklarımızın yansıması olduğu için tanıdık gelmiştir.
Kitaplarının belli sınıflamalara girmeyeceği sana daha önce söylendi mi
bilmiyorum. Her kitabını öğrencilerinden biri okuyacakmış gibi duru bir anlatım
kullanıyorsun. Bu özelliğiyle rahatça ilk gençlik kitabı sayılabilir. Zaten
çocuk kitapların da çocukları hafife almıyor. Bu özellik bütün yazarlarda
bulunması gerekli saydığım bir nitelik.
Yazar, her yaştaki insanı, insan olduğu için
ciddiye almak zorunda. Bu ciddiye alış otuz yılı aşkın süre önceki bir olayı
iki cümleye sığdırmaya kalktığında olayı yaşamayanlar ne anlatmak istediğini
anlayamıyor. 12 Eylül'ün sendika önderlerine yaptığı çağrı, hepsinin
ayaklarıyla tutuklanmaya gidişi senin bir öykünün ortasında (biraz da
suçlayarak) hatırlattığın bir olay. Bence suçlama edası yanlış. O yaşananlarda
suçlu aranıyorsa halkın direnme geleneğinin olmayışı suçlanabilir belki.
Anlattıklarının
kimilerinin yeniden okunması, tarihsel, toplumsal yorumlarının yapılması
gerekli... Bunların bazıları modern masal niteliği bile taşıyor. Renklerin tüm
dünyadan emilip kuyulara hapsedilişi, çocukların renkler için ayaklanışı vb.
On İki
Eylül'ün eskimeyen, eskitemediğimiz acıları, özellikle biz o günleri yaşayanlar
için önemli. Ama bütün bu acıları bütünüyle kavrayamayacak bir kuşağın
yetiştiğini de unutamayız. Bu yeni kuşak bizim için önemli olan değerleri
tanımıyor. Fikir namusu öğretilmedi onlara. Bağımsızlıktan caymak, çıkarı için düşünce
değiştirmek, önce para sonra para gibi değerler dayatıldı. Yine de gençliğin
aydınlığıyla sağlam ilkeler edindiler. Gelecekleri belirsiz, bilim gereksiz,
kapitalizm uyuşturucudan içkiye benliklerini kuşatmak için kapılarında. İşleri
zor.
'İşleri
zor' dediğimde bizim işimiz zor demek istediğimizi bilirsin. Gençlerin
güçlerine deneylerimizi katabildiğimizde biraz daha yararlı olabiliriz.
Faşizmle ve iktidar otoritesiyle nasıl savaşabiliriz başlıklı bir konferans mı
düzenlesek ne yapsak?
Başta işlerimizi savsaklamamız gerekiyor.
Kolay gelsin Sevgili Tacim Çiçek.
Günlük Evrensel, 25 Eylül 2014