Romancı ve araştırmacı (D. 14 Mart 1887, Rumelihisarı / İstanbul - Ö. 3 Mayıs 1963). Döneminin hikâyecilerinden Mahmud Celaleddin Bey, oğluna, hayranı olduğu Şinasi ve Abdülhak Hamid’in isimlerinin bir sentezi olan Abdülhak Şinasi adını vererek bu edebiyatçılar gibi olmasını arzuladı. Baba ve anne tarafından dedeleri Osmanlı bürokrasisinin ve askeriye sınıfının seçkin mevkilerinde bulunmuş, kültürlü insanlardı. Anne tarafı Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa sülâlesindendir. Çocukluğu Boğaziçi ve Büyükada gibi İstanbul’un en güzel semtlerinde geçti. 1894’te annesiyle beraber, babasının maarif müdürlüğü yaptığı Beyrut’a gittiler. Öğrenimi burada bir Fransız mürebbiyeden ders almasıyla başladı. Dönüşlerinde mürebbiyeyi de İstanbul’a getirmek suretiyle Fransızca derslerinin yalıda devam edilmesini sağladılar. Şair Tevfik Fikret’ten özel Türkçe dersler aldı. Bir süre Rumelihisarı İptidâî Mektebine gitti. Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesinde tamamlamadan ailesinden habersiz Paris’e kaçtı (1905). II. Meşrutiyetten önce gittiği Paris’te Jön Türk hareketine ve Paris Quartier Latin’in bohem çevresine katıldı. Fransız öğrenci derneklerine üye oldu, ünlü Fransız şairleriyle tanışmak için onlara mektuplar yazdı, evlerinin önünde dolaştı. Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesinde (Ecole Libre des Sciences Politiques) okudu (1905-08), aynı yıllarda Yahya Kemal de bu okuldaydı. Sonra döndüğü İstanbul’da Bir Fransız şirketinde iş aldı (1909-13), bir Alman şirketi olan Stinnes’de kâtiplik yaptı (1913-20). Beyoğlu’nda Fransız hayranı çevrelerin Paris’ten gelmiş bir edebiyatçı olarak ilgisini topladı. 1919’da, İttihat ve Terakkiye karşı hoşnutsuzluk gösterenlerle birlikte Anadolu’daki millî hareketi destekleyecek, ancak bir süre sonra kendini feshedecek olan Millî Ahrar Partisini kurdu.
1922’de, Rumelihisarı’ndaki yalı,
içindeki kitapları ve notlarıyla beraber yanınca, Abdülhak Şinasi, annesiyle
beraber Nişantaşı’nda bir apartman dairesine yerleşti. 1924’te Reji (Fransız
tütün şirketi) tercüme kalemine girdi. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in
aracılığıyla Ankara’da Balkan Birliği Cemiyetinde umumi kâtip (1931) oldu. Bu
birliğin feshedilmesiyle 1936’da Hariciye Vekâleti müşavirliğine tayin edildi.
1945’te Amerika’da düzenlenen Uluslararası Barış Konferansı’na katıldı. Dönüşünde
resmî görevinden ayrılıp çeşitli banka ve özel şirketlerin yönetim kurulu
üyeliklerinde bulundu. Buna bağlı olarak Birleşmiş Milletler Türk Derneğinin
kurucuları arasına girdi. 1948’de geçirdiği bir rahatsızlık üzerine istifâ edip
İstanbul’a döndü. Bu yıllarda bazı kültür derneklerinde görev aldı. Yeniden
kurulmuş olan Türk Ocaklarının yayın organı Türk Yurdu dergisinin yayın
yönetmeni oldu (1954-57). Son yıllarında (1960-63) Merkez Bankasında
başmütercimlik yaptı. Ömrü boyunca evlenmeyen A. Ş. Hisar, kalabalık içerisine
çıkmaktan hoşlanmaz, kendi köşesinde edebiyatla uğraşmayı tercih ederdi.
Nişantaşı’ndaki evinde ani bir beyin kanaması sonucu vefat etti (1963).
Öldüğünde, geriye maddi hiçbir şey bırakmadı. Kabri Merkezefendi’dedir.
Ailenin kadınlarının da erkekleri
kadar okumaya, yazmaya, şiire, musikiye düşkün olmaları nedeniyle Abdülhak
Şinasi, küçük yaşlardan itibaren entelektüel bir çevrede bulundu. Şâir Nigâr
Hanım, Recaizade Ekrem Bey, Abdülhak Hamid, Namık Kemal, sık sık görüştüğü
aydınlardan birkaçıdır. Babası Celâlettin Bey, Hazine-i Evrak dergisini
ve İnsaniyet adlı kadınlara mahsus dergiyi, Meşrutiyetten sonra Cerîde
adlı dergiyi çıkaran kişidir. Galatasaray Lisesinde okurken Acem Feyzi Efendi,
Nâfi Efendi, Zihni Efendi, Tevfik Fikret, Ahmet Hikmet, Abdurrahman Şeref
öğretmenleri oldu. Sınıf arkadaşları arasında, Ahmet Haşim, Hamdullah Subhi,
İzzet Melih, Müfit Ratip, Tahsin Nâhit, Emin Bülend, Refik Hâlit vardı. Hocası
Tevfik Fikret aracılığıyla Mehmet Rauf ve Cenap Şahabeddin’le; Paris’e
gittiğinde Anatole France, Jean Moréas, Emile Faquet, Henri de Regnier, Jean
Cocteau, Maurice Barrés ile tanıştı.
İlk yazısı günlük İleri gazetesinde
çıktı (9 Nisan 1921). Aynı günlerde Dergâh mecmuasına da yazmaya
başladı. Yazı hayatının ilk yıllarında hece ölçüsüyle şiirler de yazan Hisar,
şiir, eleştiri ve çeşitli konulardaki makalelerini Dergâh (1921), Yarın
(1921), İleri, Medeniyet, Ağaç (1936), Türk Yurdu, Milliyet (1928-33),
Hâkimiyet-i Milliye (sonra Ulus olacak, 1930-33, 1941-63), Varlık (1933-36,
1941-63), Ülkü (1933-36), Dünya dergi ve gazetelerinde yayımladı.
1936-41 yılları arasında romanlarıyla meşgul oldu. Çınaraltı, Yeni İstanbul,
Yücel, Aile, Hisar, Türk Yurdu, İstanbul dergilerine, ölümünden birkaç yıl
öncesine kadar yazmaya devam etti.
Dilinde özleştirme çabası
göstermeyen A. Ş. Hisar’ın eserlerinde çocukluk anıları, geçmişe özlem ve
milliyetçilik duyguları ağır bastı. Sanatı, yazı hayatının ilk yıllarında
yazdığı sınırlı sayıdaki şiirlerini saymazsak, tamamen nesir alanı içinde
kalır. 1918-21 yılları arasında on beş kadar şiiri, hece vezninin farklı
ölçüleri içinde, yerli ve batılı (sone gibi) şekillerin denendiği küçük nazım
parçalarıdır.
Tam bir hâtıra yazarı olarak
nitelenebilir. Biyografi ve hâtıralarında romanın olanaklarını, romanlarında
hâtıranın olanaklarını kullandı. Hâtıralarında, çocukluk yıllarını yansıttı,
bunlardan Geçmiş Zaman Köşkleri ile Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve
Şeyhliği romanı arasında çok açık biçimde yakınlık vardır. Boğaziçi
Yalıları kitabında mimârî estetiği, mekân duygusunu ifade etti. Bu
kitabında yalıyı bir medeniyetin tezi olarak ileri sürdü. Boğaziçi
Mehtapları, çoğu yalı hayatının meydana getirdiği bir yaşama tarzını dile
getiren sağlam üslûplu bir kitaptır. Eski musikinin icrası üzerine kurulmuştur.
Fahim Bey ve Biz’de, roman
tekniğinde bakış açısı unsurunu, metnin içindeki birtakım ifadelerle vurguladı,
bu yönüyle bir ilktir. Duygu ve düşüncelerin değişmeleri gerçeği başta Fahim
Bey ve Biz olmak üzere romanlarının anahtarıdır. Kaybedilmiş zamanın yazarı
olması hasebiyle Orhan Okay onun temalarını Fransız romancı Marcel Proust’a
bağlar. Bu roman yayımlandığı zaman birden ilgiyi topladı. İ. H. Baltacıoğlu, Fahim
Bey ve Biz için “Şimdiye kadar kendimizi onun içinde bulduğumuz kadar
hiçbir yerde bulmadık.” yazdı. Çamlıcadaki Eniştemiz romanı bir başkişi
(Hacı Vamık) etrafında kurgulanır. Klasik olay örgüsü ve düğüm mantığıyla
yazılmamıştır. Metin, anlatıcının Çamlıcadaki enişte ile ilgili gözlemleri,
kanıları ile oluşur. Üçüncü romanında ise, “alafranga züppeliği zamanlarında
insanların gülünç çocukluklarının parlak bir mümessili” olan Ali Nizamî Bey’in
kişiliği, bu kişilikteki değişmeler bir çocuğun ve kadın karakterlerin ağzından
anlatılır.
Abdülhak Şinasi’nin; Haşim, Yahya
Kemal ve Piyer Loti hakkında müstakil çalışmaları önemlidir. Bunlar dışında
Nigâr Hanım, Süleyman Nazif, Halit Ziya, Abdülhak Hâmid, Ahmed Hikmet hakkında
yazılar kaleme aldı.
İlk eseri Fahim Bey ve Biz 1941’de
CHP Roman Üçüncülük Ödülünü aldı. O sene birinciliği H. E. Adıvar’ın Sinekli
Bakkal’ı, ikinciliği Y. K. Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı almıştı.
Dereceye giremeyenler arasında Peyami Safa, Sabahattin Ali, Reşad Nuri gibi
romancılar da vardı.
Abdülhak Şinasi Hisar İçin Ne Dediler?
“Bizimle beraber değiştiği için
bizimle kaybolması lazım gelen hatıralara bir nevi ebedîlik bahşeder.” (Ahmet Hamdi Tanpınar)
***
“Boğaziçi geçmişe karışıp
gittikten sonra halin dikenleri batmasın diye, bütün ömrü boyunca yaşadığı çağa
karşı gözlerini kapayıp kendi içine çekildiğini biliyor muydu, bilinmez; ama
‘mazi’yi ömrümüzün çiçeklerini veren bir bahçe sayıyordu. (…)
“O kibarlık örneği, o fildişi
kule sakini; Fahim Bey, Nizamî Bey ve Çamlıca’da damı akan bir harap köşkte
oturan vali mazulü Hacı Vamık Efendi gibi silik, alelâde insanların kaderi
üzerine eğilmiş, dertlerini, kederlerini paylaşmış, ruhlarının kendilerince
bile sondalanmaz derinliklerine inmiş ve onlardan her biri ayrı ayrı ilgimizi
çeken, kalbimize dokunan ya da tuhafımıza giden roman kahramanları meydana
getirmişti.” (Yakup Kadri
Karaosmanoğlu)
***
“Hisar, son üstün
medeniyetimizin lirizmini sezerek dile getirmiş bir yazarımızdır. Mefahirimiz
arasında sayılması gerektiği hususunda görüş birliğine varıyoruz.” (Nihad Sami Banarlı)
***
“Şiirimizde Servet-i Fünûn’dan
beri devam eden günlük küçük hassasiyetlerin, Ahmed Hâşim’le beraber biraz daha
‘ben’i aşan, biraz daha egzotizme uzanan duyguları Hisar’ın da şiirlerinin
temasını teşkil eder. Yine Hâşim’in gösterdiği yolda, biraz daha bâriz bir
mübhemiyet, buruk sızılar, empresyonist renklerle tamamlanan bu şiirlerle
Abdülhak Şinasi, devri içinde bir yenilik olamayacağını hissetmiş olmalıdır ki,
kısa zaman sonra bu yolu bırakır, kendisini tamamen nesir alanına verir, hattâ
bir zamanlar şiir yazmış olduğunu hatırlamak da istemez. Yaşıtları olan, biri
Sultânî’den, diğeri Paris’ten arkadaşı, Ahmed Hâşim’i ve Yahya Kemal’i
aşamayacağına kanaat getirmiş olmalıdır.” (Prof. Orhan Okay)
***
“Bu sözcüklerin çağrıştırdığı
deneyim ufku romantik şair Coleridge’in fantezi ile imgelem arasında yaptığı
ayırımı akla getiriyor. Fanteziyi biriktirici ve bağdaştırıcı (çağrıştırıcı)
bir kuvvet olarak tanımlayan Coleridge, Fantezi zaman ve mekânın düzeninden
kurtulmuş bir bellek şeklinden başka bir şey değildir dedikten sonra ekliyor:
‘bildiğimiz bellek gibi fantezi de bütün malzemelerini çağrışım kuralına uygun
olarak hazır şekilde’ elde eder. Okurlar, Hisar’ın yapıtlarında amaçlananın
belleğin fantezili kullanımı aracılığıyla zaman ve mekândan kurtulma olduğunu
bilirler.” (Süha Oğuzertem)
ESERLERİ:
Roman: Fahim Bey ve Biz (1941), Çamlıca’daki Eniştemiz
(1944), Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952).
Anı: Boğaziçi Mehtapları (1942), Boğaziçi Yalıları
(1954), Geçmiş Zaman Köşkleri (1956).
Derleme-Antoloji: Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde (mısra ve beyit
antolojisi, 1955; yeni bas. 1995), Geçmiş Zaman Fıkraları (1958).
Monografi: İstanbul ve Pierre Loti (1958), Yahya Kemal’e
Vedâ (1959), Ahmed Hâşim Şiiri ve Hayatı (1963).
Deneme-İnceleme: İstanbul (Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi
Tanpınar ile),
Geçmiş Zaman Edipleri (yay. haz. Tahsin Yıldırım, Doğan Hızlan’ın
önsözüyle, 2005), Kelime Kavgası: Edebiyata ve Romana Dair (haz. Tahsin
Yıldırım, 2005).
1996-97’de Bağlam Yayınları,
2005’te Selis Kitaplar ve YKY A.Ş. Hisar’ın bazı kitaplarını yeniden yayımladı.
KAYNAKÇA: Yaşar
Nabi Nayır / Varlık (sayı: 593, 15.5.1963), Mehmet Işıksoy / Yeditepe (Haziran
1963), Ahmet Hamdi Tanpınar / Edebiyat Üzerine Makaleler (1969), Tahir Alangu /
100 Ünlü Türk Eseri (c. 2, 1974), Süha Oğuzertem / Modern Edebiyat ve A.Ş.
Hisar (Defter, sayı: 18, Ocak-Haziran 1992), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (c.
3, 11. bas. 2002), Orhan Okay / Büyük Türk Klâsikleri (c. 11, 2004), Ayşen Gür
/ Edebiyat Dedikoduları (Hürriyet Keyif, 6.3.2005), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998)
- Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013),
Mehmet Erdoğan / Edebiyat ve
Eleştiri Yazıları / Toplu Yazılar (2020).
Giriş
Edebî
eleştiride, eleştirmenin bir fikir ve yöntem sahibi olması kadar bir üslûp
sahibi olması da önemli esaslardan biridir. Edebî bir anlayışa ve yönteme sahip
olmadan edebî bir metnin/eserin gerçek değerini ortaya çıkarmak nasıl mümkün
değilse, aynı şekilde edebî bir üslûba sahip olmadan da herhangi bir
metne/esere dair elde edilen düşünce ve kanaatleri sağlıklı bir biçimde ortaya
koymak mümkün değildir. Demek ki edebî eleştirinin fikir ve yöntem gibi temel
unsurlarından biri de üslûptur. Eleştiride üslûp, belli bir yöntemle elde
edilen düşünce ve kanaatlerin eserin özüne en uygun biçimde ortaya konulma
çabasıdır. Kusurlu veya çarpık bir üslûpla doğru ve anlaşılabilir hükümler
ortaya koymak zordur. Böyle bir üslûpla belki polemik yapılabilir, polemik ise
eleştirinin gizli düşmanıdır. Polemiğe kapı açan bir eleştiriyle sağlıklı
değerlendirmelere ulaşmak imkânsızdır. Çünkü polemik, eleştiriyi kemiren ve
içten içe çürüten bir virüstür! Elbette polemik de doğru alanda kullanıldığında
işe yarayabilir ama eleştiri alanında zararlı ve gerçeği gölgeleyen bir
husustur.
Türk
edebiyatında modern anlamda eleştirinin kendisini göstermeye başladığı Tanzimat
ve Meşrutiyet Dönemlerinde eleştiri adına en önemli sorun, kuşkusuz yazarların
edebî bir anlayışa, ardından da edebî bir yönteme sahip olmayışlarıdır. Namık
Kemal ve Beşir Fuad’ı kısmen istisna kabul ederek söylersek; başlangıçta
genellikle iyi-kötü, güzel-çirkin ve faydalı-zararlı gibi değer yargıları
çerçevesinde öznel değerlendirmelerle eleştiri yapılıyordu. Edebî bir kritere
ve yönteme sahip olmayan yazarlar elbette çelişkili değerlendirmeler yapmaktan
kurtulamıyordu. Bu da eleştirinin ciddîye alınmasını, dolayısıyla edebî bir tür
olarak ortaya çıkmasını engelliyordu. Ne zaman ki Ahmet Haşim ve Yahya Kemal
edebiyat sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladı, işte o zaman estetik
meselesi önem kazandı. Edebî bir eserin dili, muhtevası ve biçiminin nasıl
olması gerektiğine dair yapılan tartışmalar edebî görüşlerin şekillenmesine,
kuram ve yöntemlerin oluşmasına yol açtı. Ayrıca Millî Mücadele yıllarının
ardından Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in fikirleri ve yazdıkları, taraftarı ve
muhalifiyle bir edebiyat atmosferinin oluşmasını sağladı. Bu atmosferin en
önemli verimi dergiler ve sohbet meclisleriydi. Böylece eleştiri ve eleştirel
düşünce kendine bir zemin buldu. Ne var ki sacayağı tamamlayacak olan üslûbun
önemi henüz tam olarak fark edilmemişti. Bu sebeple modern edebiyatımızda ilk edebî
tartışmalar ve poetik metinler çoğu zaman polemikle ve hakaretamiz ifadelerle
malûldür. Üslûbun önemi fark edildiğinde ise eleştiri edebî bir tür olarak
edebiyatta yerini yavaş yavaş almaya başlar. Bunu fark eden ve Türk
edebiyatında eleştiriye üslûp kazandırmaya çalışan ilk yazarlardan biri
Abdülhak Şinasi Hisar’dır (14 Mart 1887-3 Mayıs 1963).
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştirmenliği ve üslûp hassasiyetini edebî bir tür adına
şuurdan ziyade kendi edebî tarzına ve zevkine uygunlukla açıklamak gerekir. Onun
edebiyat yazıları, anlama ve anladığını ifade etme gayretinden doğan bir hayat
tarzının ürünüdür. Yazılarında doğru anladığını doğru ve güzel ifade edebilme
çabasına girer. Bu sebeple düşüncelerini ifade biçimine büyük bir özen
gösterir. Üslûp hassasiyeti de buradan kaynaklanır. Yoksa edebiyat yazılarını
bir eleştiri anlayışı ve yöntemiyle kaleme almaz. Eleştiriye giderek/yazarak
ulaşır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazarlığı aslında diğer türler için de böyle
ve biraz rastlantısaldır. Romanlarını, döneminin roman anlayışıyla veya
herhangi bir roman tarzının ilke ve kalıplarını dikkate alarak yazmaz. O,
kendini; yaşadığı ve aradığı dünyayı/geçmişi yazmaya çalışarak korkularının
etrafına edebî bir güvenlik halkası oluşturmak ister. Yazıyla yalnızlığını
gidermeye/aşmaya çalışır. Bu düşünceler şiir denemeleri için de geçerlidir.
Onun için duygularını ifade eden güzel bir mısra ister kendi kaleminden çıksın
isterse herhangi bir zaman diliminde yaşamış bir şaire ait olsun fark etmez.
Hazırladığı şiir seçkisini (Aşk İmiş Her
Ne Var Âlemde) böyle değerlendirmek mümkündür. Zira şiir denemeleri ile
seçkisine dâhil ettiği mısra ve beyitler onun duyarlığını bire bir
yansıtmaktadır.
Ne
adına olursa olsun Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiri yazıları ve bu yazılarının
üslûbu modern edebiyatımızda eleştirinin ciddîye alınmaya başladığının ve bir
seviye tutturma gayreti içinde olduğunun ilk işaretleri olarak
değerlendirilmeyi hak edecek nitelik ve niceliktedir.
Hakkında Yazılmış İki Kitap
Abdülhak
Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan biri Sermet Sami Uysal’ın Abdülhak Şinasi Hisar adlı eseridir.
Yazar, kitabında konumuz bağlamında önce Abdülhak Şinasi Hisar’ın üslûp
titizliğini tespit eder: “Çalışırken çok titizdir... O uzun, dolgun ve olgun
cümlelerinin zaman zaman kendisi de sihrine kapılırsa da sık sık, yazdığı
birkaç satır üzerinde günlerce düşündüğü olur... Bu üslûp titizliği ona,
Fransız ve Lâtin sanatçılarının en güzel fakat en çileli armağanıdır.”
Yine
Sermet Sami Uysal, Mustafa Şekip Tunç’un Abdülhak Şinasi Hisar’ı “İlk zamanlar
şiirin çilesi ile haşrolduktan sonra tenkide geçen ve buradaki temiz ve güzel
örnekleriyle temayüz eden bu şahsiyet...” şeklinde nitelediğini nakleder.
Bu
arada Sermet Sami Uysal’dan onun, “Hiç namaz kılmadım ve camiye de gitmedim.
Yazık ki ben mutekit değilim. Namaz ile öteki dünya dedikleri yere gidileceğini
ummuyorum. Fakat bu mâni değildir ki hemen bütün insanlar gibi ben de her gün
ve her gece Allah’tan niyaz, rica ve duadan geri kalayım...” dediğini
öğreniriz. Ayrıca hayatıyla ilgili çok ilginç bir detay ya da itirafı; “Hayatta
bir evlenme hatasını yapmadım. Ara sıra ya evlenseydim de iki çocuğum olsaydı;
oğlum komünist, kızım aktris olsaydı hâlim nice olurdu, diye düşünürüm de
şimdiki hâlime şükrederim.” dediğini paylaşır. Benzer şekilde bir itiraf da Boğaziçi Mehtapları’nda yer
alır: “Tehlikeli bir hürriyet içinde ailemin bana yalnız din için bir hürmet
telkin etmek istediğini görür fakat dine de inanamazdım.”
Abdülhak
Şinasi Hisar, anne tarafından dedesinin Rumelihisarı’ndaki yalısında dünyaya
gelir. Anne ve baba tarafı köklü bir soydandır. Ataları arasında paşalar,
beyler, servet sahibi ve kalem erbabı kişiler vardır. Zamanına göre varlıklı,
kültürlü ve seçkin bir muhitte doğar; aşçılar, hizmetçiler ve mürebbiyelerle
büyür; özel hocalardan Fransızca ve Türkçe dersleri alır, Tanzimat ve
Meşrutiyet Dönemlerinin Batı kültürüyle yetişir.
Cumhuriyet
döneminde sanat ve fikir çevrelerinin merkezî yerlerinde bulunur ancak yeni
anlayış ve hayat tarzından uzak durur; geçmiş günlerin ve güzelliklerin
hayaliyle yaşamaya devam eder. Bir çeşit mazi cennetindedir! Ahmet Haşim ve
Yahya Kemal’le mazi üzerinden dosttur. Değişen İstanbul’da eskiye ait izlerin
peşinde ve özlemi içindedir. 1922’de doğup büyüdüğü yalıları yanar, bu yangında
kitapları ve eşyaları kül olur. Eserlerinde bu küllerin arasındaki eski
dünyayı, çocukluğunun dünyasını hayatının sonuna kadar hisseder, yaşar ve dile
getirir. Kalıcı olana inanmaz; gelip geçenin bıraktığı tatla ve hayal âleminde
yaşamayı tercih eder. Dili ve üslûbu özenlidir. Kelimeleri sanki bir mimar
gibi, bir kuyumcu ustası gibi ele alır ve bir musiki ahengiyle cümledeki
yerlerine yerleştirir. Çok zengin tasvirleri vardır ve sıfatları bolca
kullanır. Yazılarında duyguyu ve güzelliği yaşar ve yaşatmaya çalışır. “Fânilerin
Hüznü” başlıklı yazısı hayat felsefesinin özetidir. Ruhun ebedîliğine ve öbür
dünyaya inanmayan, bu yüzden her geçen günle insan ömründen bir şeyin
eksildiğine, koptuğuna üzülen bir hayat felsefesine sahiptir.
Sermet
Sami Uysal, Adile Ayda’nın Abdülhak Şinasi Hisar ile ilgili “Abdülhak Şinasi
Hisar’ın sanatındaki en kıymetli hususiyet şüphe yok ki Şarkla Garbın ahenkli
bir terkibini bize sunmaktaki muvaffakiyettir. Abdülhak Şinasi, gerek ruh ve
mana gerek şekil ve usul bakımından aynı zamanda hem Şarklı hem Garplıdır.”
dediğini aktarır.
Sermet
Sami Uysal’a göre Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından
etkilendiği yine Fransız yazar ve siyaset adamı Maurice Barrès’in
siyasî/milliyetçi fikirlerinden beslendiği daha sağlığında yazılıp söylenmiştir.
Gerçekten o, birçok yönüyle; hayatı, hayata bakışı, edebî tarzı ve nihayet
eseriyle Marcel Proust’a benzer.
Bütün
bunlar bizim, Abdülhak Şinasi Hisar’ın kişiliği ve yazı hayatı hakkında
sağlıklı ve sağlam kanaatlere ulaşmamıza yardımcı olur. Onun hayata bakışı,
inanç ve düşünceleri, kişiliği, yetişme tarzı ve çevresiyle ilgili birinci
elden bilgiler ediniriz. Yalnızlığı ve geçmişe özlem hassasiyeti onun için bir
yönüyle bir çıkmaz, bir saplantı hatta bir hastalık hâlini alırken diğer
yönüyle de yazarlığını besleyen, onu hayata bağlayan ve üslûp sahibi kılan bir
husustur. Geliştirdiği estetik dil ve üslûpla kendine bir hayat alanı
oluşturur. Bir şeyi güzelce ifade etme, geçmişe olan özlemini dindirir ve onun
haz dünyasının devam etmesini sağlar. Söze ve onun ifade güzelliğine sığınan,
buradan seçkin bir hayat tarzı edinen yazar, yazıyla fildişi kulesinin
duvarlarını örer ve kimsenin içeri girmesine müsaade etmez! Varlığı yoklukta
arar ve yokluğa teslim olur ancak buradan dinî, mistik ve felsefî bir düşünce
elde edemez; toplumdan ve çevresinden uzak, katı bir bireysellik yaşar. Elbette
bizi ilgilendiren inanç ve düşünceleri değil, bir şeyi ifade etme kabiliyeti ve
ifade biçiminin (üslûp) özellikleridir.
Abdülhak
Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan bir diğeri yine Abdülhak Şinasi Hisar adlı Necmettin
Turinay’a ait bir doktora çalışmasıdır (ki tez danışmanı Prof. Dr. M. Orhan Okay’dır) ve o da bu çalışmasında onun bir “üslûpçu” olduğunu
tespit eder ve ayrıca Dergâh, İleri ve Yarın mecmualarında neşredilen
“tenkitlerinde mevzu ettiği eserden ziyade bunlar vesilesiyle geliştirdiği ve
merkezden bir hayli uzaklaşan mülâhazaları”nın dikkat çekici olduğunu söyler.
Bu da onun eseri bir mesele üzerine ele aldığına delâlet eder. Bir meseleden
yola çıkarak eserle ilgili değerlendirmelerde bulunması, aslında eseri
derinlemesine kavramış olmasını gerektirir. İkinci yazma evresinde
(1928-1930’dan sonra) önce Türk Yurdu
ve Milliyet, ardından Varlık, Ulus, Muhit ve Ağaç’ta, sonra da tekrar Türk Yurdu ve Yeni İstanbul’da yazdığını belirtir.
Necmettin
Turinay, çalışmasında biraz abartılı bir biçimde “Abdülhak Şinasi Hisar’ın
nazarında Cumhuriyet Türkiye’sindeki değişmelerin tasviple karşılanmadığını”
ifade eder. “Aldığı kültür, edindiği telâkkiler ve hayat tarzıyla yeni
Türkiye’deki yapı değişikliklerini tasviple karşılaması zaten beklenemezdi.
Gerçekten yazılarının kronolojisi gözden geçirildiğinde Mustafa Kemal hakkında
menfi değilse bile müspet bir kanaat izharından özellikle kaçındığı görülür.”
der. Bundan da onun yeniye ve yeniliğe karşı teslimiyetçi değil,
sorgulayıcı/eleştirel bir kişiliğe sahip olduğunu anlarız. Gelgelelim o, sadece
Cumhuriyetten sonraki dönemin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına değil,
Meşrutiyet Döneminin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına da tepkiyle
yaklaşmıştır. Zira onu asıl rahatsız eden yenilik adına geçmişin küçümsenmesi
ya da inkârıdır. Bunun dönemlerle ve dönemlerin siyasî aktörleriyle doğrudan
bir ilişkisi yoktur.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştiri vasıflı yazılarının dışında roman, hatıra ve
fıkralarında hatta şiir denemelerinde bile açıktan veya alttan alta bir
eleştirel duyarlık, yaklaşım ve üslûp görülür. Eserleri bu bakış açısıyla
incelendiğinde ne söyleyeceğine verdiği önem kadar, nasıl söylemesi gerektiğine
de özen gösterdiği açıkça kendini belli eder. Üslûp hassasiyeti, düşüncesini
şekillendirir; inceltir ve zarif bir hâle getirir. Ona göre eserin ruhu
üslûbudur. Onda klişe ifadeler bulunmaz. Yalın bir hükmü, karmaşık bir meseleyi
veya zor bir konuyu kendine özgü üslûbuyla işler; bir hissiyata, bir fikir
zenginliğine dönüştürür. Kırmaz ve dökmez; dokunur ve kendi etki alanına çeker.
Neticede
bilgisi, hayata bakışı, meseleleri kavrayış derinliği, üslûp hassasiyeti,
yüksek edebî zevki ve bir bütün olarak kişiliği eleştiri kabiliyetinin
gelişmesini sağlar. Yazılarından başlayarak (ki bunları da Necmettin Turinay
derlemiştir) eserlerindeki eleştiriye ve eleştirel üslûba dair örnekleri
inceleyelim.
[Yeri
gelmişken Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerini derleyip yayına hazırlayan ve her
birine ayrı ayrı ön söz yazan Necmettin Turinay’ın, bu işi yaparken gerekli
titizliği göstermediğini söylememiz gerekiyor. Dönemi; dönemin roman, hikâye ve
şiirini anlamaktan son derece uzak; konuyla doğrudan ilgisi olmayan,
birbirinden kopuk, savruk ve tekrara boğulan bu uzun ön sözler, derleme
süreciyle ilgili bilgilerin dışında önüne konulduğu kitaba dair hiçbir fikir
vermiyor. Anlaşılan Necmettin Turinay, doktoradan sonra konuyla hiç
ilgilenmemiş. Faydasız, sıkıcı ve en önemlisi “üslûp hassasiyeti” bakımından
Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarının önüne yakışmayan bu metinlerin yeni
baskılarda çıkarılmasını öneriyoruz. Varsa derlemeyle ilgili okuyucunun bilmesi
gereken bilgiler, bunlar yayıncının notu olarak kitabın künyesinde verilebilir.
Ayrıca derleyenin hayat hikâyesinin yazarın hayat hikâyesinin yanında kitabın
başına konulmasını yadırgadığımızı ve bunun da yazara bir saygısızlık olduğunu
belirtmeliyiz. Kitapların kapağına ve künyesine bakılırsa anlaşılan yayınevi
editörünün kafası da onların türü konusunda oldukça karışık! Bir de kitaplar
baştan sona iyice tashih edilmeli; inanılmaz yazım hataları var, bu asla kabul
edilemez. Öte yandan korkarız ki derleme işi de bu özensiz ön sözler gibidir.
Bu sebeple edebiyat araştırmacılarının Abdülhak Şinasi Hisar’ın sağlığında
kitaplaşmamış yazılarını yeniden derlemesinde fayda mülâhaza ediyoruz.]
Makaleleri
Abdülhak
Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler
adı altında bir araya getirilen makalelerinin birinci cildinde (Mütareke Dönemi
Edebiyatı) yer alan yazılarında okuduğu/tanıttığı kitapları bir eleştirmen
tavrı ve dikkatiyle ele alır. Konuyu, kurguyu, ifade ve imlâ yanlışlarını,
bunların doğrusu ve olması gerekeni yapıcı bir üslûpla dile getirir. Âdeta
konuyu tasarlayarak yeniden yazar ve mevcudu bununla karşılaştırır. Böylece
yazara/okuyucuya bir çeşit yol göstermiş olur.
Diğer
taraftan bu yazılarında eleştirmen kimliğini münevver ve mütefekkir tarafıyla
mezceder. Önce ilgi alanına giren nitelikli kitabı seçer. Öyle gelişigüzel ve
önüne çıkan her kitapla ilgilenmez. Ele alacağı kitabın konusu ve yazarı ona
göre önemli olmalıdır. Kendi sözünü onun üzerinden söylemeye değmelidir. Yani
ele aldığı kitabı ve yazarı kendi sözünü daha güçlü ve etkili söyleyebilmek
için bir aracı, bir zemin ve bir fırsat olarak görür. Başta kitabın işlediği
konuya dair kendi düşüncelerini serdeder, ardından kitabı ve yazarı tanıtır,
iktibaslar yapar, eksikliklerini görür, önemine vurgu yapar, varsa benzeri
kitaplarla kıyaslar, okuyucuya mesaj verir ve yazarı teşvik eder. Bütün bunları
yaparken kitaba ve konuya genellikle müspet cepheden yaklaşır. Satır aralarında
okuma metodu ve üslûbuna dair ilginç ve önemli ipuçları verir. Meselâ “Zaten
her eser daha canlı bir eserin müsveddesi değil midir? Her eser, müstakbel bir
eserin istihzarî notları mahiyetinde değil midir?” Bu sorularla yazarı daha
iyiye doğru teşvik ederken yönelttiği eleştirilere karşı soğukkanlı olmasını
sağlar, bir anlamda devamlılık ve mükemmellik fikrinin sonsuzluğunu göstermiş
olur.
Tevfik
Fikret üzerine yazdığı yazılarda şiiri ve şairi ruh dünyasına girerek
yakalamaya çalışır. Etkilerini, lehinde ve aleyhinde yazılanları değerlendirir;
şiirinin yerini ve ağırlığını ortaya koyar. Şairin hayallerinden ve hayal
kırıklıklarından bahseder. Sonunda edebî anlamda asıl rolünü tespit eder:
“Fikret,
Garbın irfanından edebileceği istifadeyi ederek kendi kıblesinin yerini yavaş
yavaş bulduran bir hamle, bir ilham ile Rübâb-ı
Şîkeste’sine yeni bir tel ilâve etti. Ve küçük, ahenktar rübab üstünde
lâ-dinî bir insaniyet, beşerî bir fazilet ve mesut bir medeniyet mefkûrelerinin
dolgun mefhumunu, hüsn ü füsununu, aşk ve alâkasını teganni ve lisanımıza bu
kelimelerin, bu fikirlerin güzelliklerini nefhetti. Fikret’in rübabında yeni
bir meftuniyet ve incizap hislerini teganni ettiği bu tel, sonraki eserlerinde
bütün rübâb-ı şiirini kaplamış, gitgide yegâne çaldığı tel olmuştu. Bu itibarla
da lisanımızda yeni bir merhaledir.”
Başka
bir yazısında “Eski şiiri, yaptığı hamle ile yıkan ise Tevfik Fikret olmuştur.
O, edebiyatımızda bir merhale, onun mısraı, şiir telâkkimizde bir dönüm
noktasıdır. Bu şair, rebabını öyle bir tarzda çalmıştır ki kendisinden sonra
gelen hemen her şairin sazı bir Fikret perdesiyle duyulur olmuştu.” der. (“Rübâb-ı Şîkeste’deki Gizli Manalar”, Kitaplar ve Muharrirler III)
Bu
yorumlarda Tevfik Fikret hakkında söylenebilecek her şey mevcuttur. İçeriden ve
kuşatan bir bakış açısı, incelmiş bir zevk, incitmeyen nazik bir üslûp ve
sağlam bir hüküm. İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştirmen karakterinin
belirgin özellikleri bunlardır.
Kitaplar ve Muharrirler’in birinci cildinde yer alan bir yazısında çok sevdiği
ve beğendiği Yahya Kemal’i vezin ve kafiye uğruna yaptığı zorlamalardan dolayı
şiirinden örnekler vererek eleştirir ve bozuk ifadelerini düzeltmeye çalışır.
Bunu o dönemde ondan başka kolay kolay kimse yapamaz.
Ahmet
Haşim’in Göl Saatleri üzerine yazdığı
bir yazısının satır aralarında ise eleştiri anlayışının ipuçlarını bulmak
mümkündür: “Bir sanatın harimine girmek için onun ruhunu bilmek veya sezebilmek
lâzımdır. Sanat bir haremdir. Selâmlıktaki ağaları, efendileri savdığımız
zamanlar, geceler içerisine yine mutaassıp bir kalp ile avdet ettiğimiz bir
harem!...”
Pierre
Loti üzerine yazarken kullandığı şu cümlenin edebî ve estetik gücü insanı âdeta
büyüler: “Ve şafak sökünce yukarı taraftaki caminin minaresinden üstlerine ezan
sesleri dökülüyor!...” Pierre Loti için kullandığı “ahenkli ve ipek gibi bir
üslûp” tabiri de en çok kendisine yakışır. Yani el elin aynasıdır, atasözü
tecelli eder ve kendisi nasılsa sevdiklerini öyle görür.
Abdülhak
Şinasi Hisar, eleştirinin öneminin farkındadır. Ancak eleştiriye dair eskilerin
tabiriyle efradını cami, ağyarını mâni bir anlayışı yoktur. Bunu Kitaplar ve Muharrirler’in birinci
cildindeki “Edebiyatta Tenkit” başlıklı yazısında açıkça görmek mümkündür.
Eleştiriye genellikle “hoşuma gidiyor”, “bana hoş gelmiyor” ve biraz da “fayda”
anlayışıyla yaklaşır. Gelgelelim derli toplu bir eleştiri görüşü olmasa da
incelmiş bir fikir ve zevk sahibi olduğu için ele aldığı eseri veya yazarı
büyük bir hassasiyetle değerlendirir. Görülmesi gerekeni büyük ölçüde görür,
onu naif bir şekilde ifade etmeye çalışır ve sözünü de esirgemez. Ustalığı
ifade etme tarzı ve üslûbundadır; eleştirmen kimliği buradan neşet eder. Eseri,
geleneğiyle veya çağındaki benzerleriyle karşılaştırır. Yazarın yerini ve
ağırlığını ortaya koyar. Düşünce ve kanaatlerini sert yargı cümleleriyle değil,
ihtimalleri de içeren kuşatıcı ve yumuşak ifadelerle dile getirmeye çalışır. Bu
sebeple hoşa giden veya gitmeyen ya da faydalı bulduğu şeyler, eleştirel bir
süzgece tâbi tutulduğundan şahsî yorumdan fazla bir kıymeti harbiyeye sahiptir.
Bu yönüne de en çok üslûp dehasıyla kaleme aldığı metinlerinde rastlarız.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın asıl eleştiri yazıları, Kitaplar
ve Muharrirler adı altında bir araya getirilen makalelerinin ikinci
cildinde (Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936)) yer alır. Bu yazılar, öncesi
ve sonrasıyla birlikte ele alındığında onların eleştiri bağlamında merkezî bir
role sahip olduğu görülecektir. Öncesindeki eleştirel izler bu dönemde
belirginleşmiş, sonrasında ise daha uzun soluklu metinlere dönüşmüştür.
Cumhuriyet
Dönemi Türk Edebiyatının temellerinin atılmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda
yazılarında eleştirel izler taşıyan Suut Kemal Yetkin, Nurullah Ataç ve Peyami
Safa gibi yazarların önünde eleştiri adına yazılarıyla örnek alınabilecek
yegâne isim Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Farklı görüşlerin ürünü olan Dergâh ve Varlık mecmualarını aynı hassasiyet ve gayretle sahiplenmesi dikkat
çekicidir. Edebiyatı siyasallaştırmadan onu bir kültür hâdisesi, bir eğitim
aracı ve hayat tarzı olarak algılayan yaklaşımı sebebiyle değişik çevrelerin
ilgisine mazhar olmuştur. Bu yüzden onun eleştiride üslûbu yeni, deneme ve
roman tarzında girişimi kendine özgü ve yenidir.
Abdülhak
Şinasi Hisar, eleştiriye dair benimsediği usul ve esasları çoğu zaman yazdığı
metinlerin satır aralarında tahlil ve yorumlarını tekit babından dile getirir.
Meselâ Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi
romanı üzerine yazdığı bir yazısında, “Tenkidin vazifesi, kendi nokta-i nazarına
sadık kalmakla beraber muharririnkini anlamaya çalışmak olmalıdır.” cümlesine
rastlarız. Burada çok önemli ve temel bir ilkeye işaret eder ve buna yazarak
ulaşır. Yani yöntem ve tarzını kendi pratiğinde keşfeder ve gösterir. Kendi
bakış açısına bağlı kalarak yazarın bakış açısını anlamaya çalışan bir eleştiri
anlayışı çok ileri ve değerli bir anlayıştır. Gelgelelim edebiyatımızın
eleştiri tecrübesi uygulamada bu anlayıştan uzak gelişmiştir. Eleştiriyi
doğrudan konu edindiği üç beş makalesinde ise eleştirinin usul ve esaslarına
değil, daha çok ne olduğuna, ne işe yaradığına veya tarihçesi tarzında konulara
değinir. Şüphesiz eleştirinin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini gayet iyi
biliyordu. Bu sebeple açıkça bizde eleştiri ve eleştirmen yoktur diyordu. Kendisini
ise bu işe tam olarak vermemişti. Kitaplar ve yazarlar üzerine yazdığı yazılar,
değini ve tanıtımın çok ötesinde gerçekten eleştiriye örnek olabilecek
metinlerdi. Ne var ki bunlar süreklilik arz etmeyen dağınık yazılar olduğundan
eleştiri de bunların arasında dağınık hâldeydi.
Öte
yandan yazılarında üslûp hassasiyeti gözettiği, aradığı bir husustur. Üslûbu
bir zevk meselesi olarak değerlendirir. Bu durum, döneminin sanat anlayışında
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal gibi bir grubun belli başlı hassasiyetidir. Bunun
karşısında olanlar ise mana ve mesajı öne çıkarmaya çalışırlar. Bu bağlamda
Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi’ni bir
de üslûp ve dil açısından ele alır. Yazarın dilindeki ahenk ve ritmi önemser,
dil yanlışlarını görmezden gelir. Bunları örnekleriyle anlatır. Ancak Arapça,
Farsça ve Fransızca kelime ve deyimler kullanmasını sıkı bir şekilde eleştirir.
Demek ki Abdülhak Şinasi Hisar’ın dil ve üslûp şuuru, yazılarında bu konuya
gösterdiği hassasiyet döneminin diğer yazarlarının çok ilerisindedir. Bu da bizim
onun yazar/edebiyatçı kimliğini ciddîye almamızı zorunlu kılmaktadır.
Çağında
edebiyat ve fikir çevrelerinde tartışılan konulara getirdiği bakış açısı ve
yorum son derece güçlüdür. Hamdullah Suphi üzerine yazdığı bir yazı bunun en
güzel örneğini teşkil eder. Bu yazıda klâsik ve romantiğin ne demek olduğunu,
ikisi arasında birbirine geçişleri ve bu konudaki yanlış anlayışları tartışır.
Ruşen Eşref’in bir kitabı üzerine yazdığı birkaç yazıdan birinde ise çağının
getirdikleri ve götürdüklerine, insanoğlunun bitmeyen arayışının derinliğine,
fâni olanla ebedî olana, yalnızlık ve hüzne, ölüme ve hayatın manasına dair
kuşatıcı bir üslûpla anlattıkları ve sonra bunları şiirin, edebiyatın anlam ve
misyonuna bağlamaya çalışması; sözü, herkesin söylediğinden farklı ve etkili
söyleme kabiliyeti eleştirisindeki üslûp gücünü göstermesi bakımından çok güzel
bir örnektir.
Burada
Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiride üslûbunun besleyen ve doyuran tarafının
kendinden sonra takip edilmesinin önünü bir biçimde kestiğini de söylemek
gerekiyor. (Belki Asaf Hâlet Çelebi’nin yazıları onun devamı sayılabilir.)
Çünkü okuyucuyu kendi yorumuna esir eden ve açık kapı bırakmayan böyle bir
üslûbu senteze sokabilecek karşı bir üslûp bulmak çok güçtür. Bu sebeple onun
üslûbuyla diyalektik zemin oluşturmak neredeyse imkânsız gibidir. Siz ancak
başka bir şeyi güzel ifade edebilirsiniz, onunla aynı konuda benzer üslûbu
yakalayıp tartışmanız, dolayısıyla üçüncü bir yoruma kapı aralamanız biraz
beyhudedir. Zaten onun yazıları tartışılmamış; beğenilmiş ya da görmezden
gelinmiştir.
Batı
klâsiklerinin tercümesi meselesi üzerine yazdığı iki makale, tercümenin usul ve
yöntemine dair çok kıymetli yazılardır. Bilgi, hassasiyet, bakış açısı ve üslûp
bu makalelerde birbirini tamamlar. Düşüncelerini bir iddia olarak anlatmaz,
onları hissettirerek benimsetir.
Kendisine
“Arap” denilmesinden çok rahatsız olan aziz dostu Ahmet Haşim’in bu tepkisini,
“Ahmet Haşim’e ‘Arap’ demek, onu bütün varlığını temin eden bir âlemden
ayırarak bir hiçe döneceği bir âleme atmak, fâni ömründe değil, ömrünün
tesellisi olan atisinde, bu atide yaşatacak olduğuna inandığı eserinde öldürmek
istemekti.” şeklinde açıklayan Abdülhak Şinasi Hisar, onun için “Ahmet Haşim
hiçbir zaman Bağdat’a dönmek ve doğduğu bu yerlerdeki hatıralarına kavuşmak
ihtiyacını duymadı. Hatta oradan kendisine küçük bir irat getiren yerlerini
satıp, orasıyla rabıtasını büsbütün kesmeyi bile tercih etmişti. Babası Türk
hükûmetinin memuru ve kendisi Türk harsının mükemmel bir mahsulüdür. Irken
bilmesem de milliyet itibarıyla o kadar mükemmel Türk’tü ki Türklüğün en ince
hislerinden birkaçının ifadesi onun eserindedir.” değerlendirmesini yaptı. Bu
değerlendirmedeki bakış açısı, hassasiyet ve üslûbu, milliyetçiliğin/ırkçılığın
zirve yaptığı bir dönemde kuşağı içinde ancak onun gibi olgun ve erdem sahibi
biri ortaya koyabilirdi. Esası kaçırmayan, sorunu gören ve onu sağduyuyla
yorumlayabilen bir kalem erbabıydı. Esasa dair söylediği şeyler ise eleştirinin
görmesi ve ortaya çıkarması gereken şeylerdi. Yazarın eserini/işini ciddîye
alması meselesi ve ona yüklediği anlam... Yine yazarın, eserini yazdığı dilin
inceliklerine ve o dili besleyen kültüre hâkimiyeti meselesi... Ahmet Haşim’e
işte buradan bir mana atfeder. Abdülhak Şinasi Hisar, bir yazar olarak ele
aldığı bütün kitapları mutlaka bu yönlerden değerlendirmeye çalışmıştır. Bu da
tam bir eleştirmen tavrıdır.
Süleyman
Nazif üzerine yazdığı ve onun hayatının son yıllarında eski bir gazeteci olarak
matbuat âlemiyle kuramadığı münasebet, bundan kaynaklanan yalnızlık ve trajedisine
dair makalesi (“Gazetelerde Süleyman Nazif”); anlayan, tartışan ve hisseden
üslûbuyla oldukça etkileyicidir. Süleyman Nazif üzerinden toplumun değişen ve
kaybolan değer yargılarını, nesiller arası uçurumları ve bunların meydana
getirdiği trajik hâlleri ustalıkla anlatır.
Paris’te kaldığı yıllarda
öznel/izlenimci eleştirinin öncülerinden Anatole France ile tanıştığı bilinen Abdülhak Şinasi Hisar’ın, olgusal eleştirinin öncülerinden Sainte-Beuve ve
Hippolyte Taine’den, onların eleştiride yazarın hayatını esas alan yönteminden de haberdar olduğu anlaşılıyor. “Paul Bourget’ye Dair Hatıralar” yazısında onun kitaplarından söz ederken, adını zikrettiği iki kitabının “bizde hâlâ numunesini
görememiş olduğumuz vicdanlı ve canlı tenkit numunelerini ihtiva ettiğini” söylüyor. Sainte-Beuve ve Hippolyte Taine’den sonra Paul Bourget’nin “edebî tenkide getirdiği zenginlikten” bahsediyor ve eleştiri yönteminden ötürü Paul Bourget’ye yöneltilen eleştirilerin onun fikirlerinde büyük
değişikliğe yol açtığını, bu bağlamda “tenkidin münhasıran ‘teknik’ olmasını istediğini” hatırlatıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, Paul
Bourget’nin fikirlerinden
ve yazarlık prensiplerinden belli ölçüde etkilense de onun eserlerini
eleştirmekten geri durmuyor ve “Paul Bourget’nin şiirsiz, halâvetsiz, ziyasız, helecansız bir üslûbu,
bir nesri vardır ki onu en büyük Fransız şairleri olan büyük Fransız naşirleri
yanında saymamıza mâni oluyor. Bourget’nin hiçbir cümlesi gülmüyor, inlemiyor, haykırmıyor,
ağlamıyor, vecde düşmüyor, raks etmiyordu. Hiçbir cümlesi bize derin bir musiki
duyurmuyordu. Bu, onun cümlelerini sevmemize ve bir tanesini olsun
hatırlamamıza mâni oluyor. / Edebiyat, bilhassa bir üslûp işi, bir üslûp
meselesidir.” diyor. Böylece kendi eleştiri anlayışını ve bunda üslûbun rolünü
ortaya koymuş olur. Ayrıca onun, burada olduğu gibi yazılarında sık sık
kullandığı “canlı tenkit” tabiri son derece
dikkat çekici ve önemlidir. Bunu eleştirinin misyonu ve üslûbu bağlamında ele
aldığımızda nasıl bir eleştiri sorusuna tam bir cevap vermiş oluruz.
Abdülhak
Şinasi Hisar, bu kitaptaki makalelerinden de anlaşılacağı gibi üzerinde
yoğunlaşarak en çok Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Namık Kemal, Tevfik Fikret,
Abdülhak Hamit, Pierre Loti ve Victor Hugo hakkında yazı yazar. Eleştiride
ustalığını da en çok bu yazılarında gösterir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın, Kitaplar ve Muharrirler
adı altında bir araya getirilen makalelerinin üçüncü cildinde (Romana Dair Bazı
Hakikatler (1943-1963)) romana dair yazdığı yazılar ve söyleşileri yer alır.
Roman anlayışı, devrindeki roman tartışmaları üzerine düşünce ve
değerlendirmeleri bu kitaptaki yazıların eksenini oluşturur. Teori ağırlıklı bu
yazılarda onun romana vukufiyeti, Batı romanına ve Türk edebiyatında roman
tecrübesine dair sağlam bilgisi açıkça kendini belli eder. Hem roman teorisi
hem de romanları orijinaldir ve o, yaptığı işi çok iyi bilen birisidir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın romanı, başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere dönemin bütün
edebiyatçılarını âdeta sarsar. Hiç kimse onun romanıyla ilgili içeriden ve
derinlemesine yorum yapamaz. Türünden, denemelerinden, üslûbundan,
hatıralarından vs. söz ederler sadece. Oysa Abdülhak Şinasi Hisar, romana dair
serdettiği düşüncelerinden anlaşılacağı gibi yeni bir tarzın çıkışını yapmaya
çalışmaktadır. Bunu yüksek edebî zevkine bağlasa da aslında varoluşla ilgili
bir çıkıştır bu. Varoluşunu kendi yaşamışlığında ve zamanında arayan, çocukluğu
varoluşun saf hâli gören bir çıkış... Yazarak var olma ve yazarak gerçeği,
varoluşu yakalama gayreti... Yöntemi ise tecrübî ve ben merkezlidir. Doğrudan
anlatmayı tercih eder ve dolaylı anlatıma itibar etmez. Bu yüzden
edebiyatımızda romanının, o güne kadarki romanlar arasında bir benzeri yoktur.
Belki kendisinin de önemsediği Aşk-ı
Memnu (Halit Ziya Uşaklıgil), onun romanı için bir arka plân oluşturabilir.
Fakat o, asıl Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından etkilenir ve
ondan aldığı ilhamla kendi görüşünü şekillendirir. Rüzgârından bir şekilde
etkilenen Refik Halit Karay, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denediği
roman tarzı ise yine onun yükselttiği çıtanın altındadır. Dolayısıyla
edebiyatımızda Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanı; kurgusu, anlatımı ve üslûbuyla postmodern romana kadar etkisiz ve takipsiz kalır.
“Romancının Şahısları I ve
II” ile “Romana Dair Bazı Hakikatler I ve
II” yazıları, roman görüşünü yansıtması bakımından önemlidir. Ona göre roman,
her şeyden önce bir sanat ve edebiyat eseridir. Sanat da “sanatkârların
eserlerini yaratmak için duydukları fıtrî bir ihtiyacın mahsulüdür.” Bu yüzden
“Hakikî romancı, romanını kendi kendinin bile idare edemediği, içinden gelen
kuvvetlere uyarak yazmaya mahkûm olduğunu duyar ve böyle yazar.” Elbette “Her
yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her romancının da bir roman yazışı
vardır.” Ayrıca bir sanat eseri için “zaman” ve “üslûp” kavramları birinci
derecede önemlidir. Sanatta zaman, “ebediyete kavuşmak isteyen ve cidden biraz
karışan bir zamandır.” Üslûp ise “hariçten takılan bir süs değil, süsler değil,
vücudun kendi güzelliğidir.”
“Romancı,
sanatın kutsî vasıtasıyla âdeta kendi kendine söylenir gibi kırk yıllık dostu
telâkki ettiği okuyucusuna hitap etmeye başlayınca dünyayı ve hayatı,
olduklarını bildiği gibi tarif ve tasvir etmek ihtiyacını duyar. Eseri âdeta
hakikati bulup ele geçirmek vazifesiyle yazdığı bir rapor gibidir. Esasında
samimî, beşerî bir hakikat araştırması olan sanat, gördüklerini söyleye söyleye
büyüdüğünü, duyduklarını anlata anlata derinleştiğini anlar. Ve bunun için de
bildiklerinden ve düşündüklerinden kolay kolay çok şey saklayamaz ve kendine
uzak diyarlardan gelen fuzulî tenkitlerin yabancılığını duyarak kolay kolay
onlara kulak asamaz!” (“Romancının Şahısları II”) Öyleyse “Bir hakikati söyleyebilmek, onu ele
geçirmek demektir.”
Romanı
ise ana hatlarıyla ikiye ayırır. Birinci grup romanı macera, cinaî, vaka,
tesadüf ve tefrika romanı olarak adlandırırken ikinci grup romana fikir,
inkişaf ve tahlil romanı der. Üslûp meselesini ikinci grup roman bağlamında
değerlendirir. Birinci grupta bir üslûp meselesi olmadığı kanaatindedir.
“Üslûp, adî bir süs merakı değil, fikirlerle sözün, duygu ile ifadenin
aralarındaki mahrem münasebetlerin uygunluğudur ve bütün edebiyatın vasıtası
lisan olduğuna göre dilin doğruluğu, güzelliği, topluluğu ve ahengi demektir.”
İşte
Abdülhak Şinasi Hisar’ın roman görüşünün özeti budur. Kendinden önceki yazarlar
ve çağdaşlarının hiçbiri romana bu zaviyeden bakamaz. Onlar, romanın gayesini
dışında/tesirinde ararken o, romanın kendi iç dinamiklerinde yani onu meydana
getiren ve sanat eseri yapan unsurlarda arar. Böylece sanat, sanatkârın
eserini meydana getirmek için duyduğu fıtrî
ihtiyacı karşılamış olur.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın bu kitaptaki yazıları da son derece güçlü ve estetik bir
üslûpla kaleme alınmıştır.
Biyografileri
Abdülhak
Şinasi Hisar, hatıralara dayanan biyografik eserlerinden İstanbul ve Pierre Loti’de Fransız deniz subayı, seyyah ve romancı Pierre Loti’nin Osmanlı ve
İslâm kültürüne hayranlığı, İstanbul sevgisi, İstanbul’a dair hatıraları ve
bıraktığı etki ile kara günlerimizde dostluğunu anlatır.
Asıl adı Louis Marie Julien
Viaud olan Pierre Loti (1850-1923), bir subay ve ataşe olarak birçok kez
Selânik ve İstanbul’a gelmiş, bu gelişlerinde uzun süre İstanbul’da yaşamış, Osmanlı
hayat tarzı ve İstanbul’dan büyülenmişçesine etkilenmiş, Anadolu’nun işgali
sırasında Avrupa’ya karşı Türkiye’yi savunmuş, Türkiye’yi ikinci vatanı olarak
görmüş Türk dostu bir yazardır. Romanlarında aşk, yalnızlık ve ölüm temalarını,
görevi dolayısıyla gezip gördüğü çok sayıdaki Asya ve Afrika ülkelerinden
edindiği bilgi ve tecrübelerin ışığında izlenimci bir anlayışla ele alır. Gezip
gördüğü ülkelerden en çok Türkiye’yi ve şehirlerden en çok İstanbul’u sever.
İlk romanı Aziyade (1879), Selânik’te
tanıyıp âşık olduğu Hatice adlı Çerkez güzeli bir cariyenin hikâyesidir ve olay
İstanbul’da geçer.
Pierre Loti Türkiye’yi
sevdiği kadar Türkler de onu sever ve sahiplenir. Ancak dönemin bazı aydın ve
yazarları onun hakkında olumlu düşüncelere sahip değildir. Abdülhak Şinasi Hisar ise onu gerçek bir Türk dostu
kabul ettiği için sever ve eleştirenlere karşı savunur.
Abdülhak
Şinasi Hisar, Pierre Loti’nin, Avrupa devletleri tarafından İtalya’nın
Eylül 1911’de Trablusgarp’ı istilâsıyla başlayıp Balkan Harbi, Birinci Dünya
Savaşı, Çanakkale Savaşı, Anadolu’nun işgali, Sevr Antlaşması ve derken Millî
Mücadele yıllarıyla son haddine ulaşan vatanımızı parçalama plânlarının
yürürlüğe konulduğu o zor zamanlarda inkâr edilmek istenen haklarımızı nasıl
müdafaa ettiğini, bu esnada hangi zorluklar ve tehditlerle karşılaştığını,
bunları hangi düşünceyle yaptığını eserlerini bir bir zikrederek anlatırken,
bütün bu olaylar karşısında Türk aydın ve yazarlarının içinde bulunduğu trajik
hâli şu hazin cümlelerle ifade eder:
“Düşünüyorum ki Edebiyat-ı
Cedide zamanlarımızda üstat addettiğimiz muharrirlerden hiçbirinin eseri
nihayet bir yabancının bu kitapları kadar sırf millî bakımdan bu kemiyet ve
keyfiyette, bu kıratta, onunkilerle boy ölçüşecek bir eser teşkil etmiyor.
Milliyetimiz ve memleketimizin hukuku, kendi müdafaamız ve kültürümüzün
mahiyeti bakımından bu nispette bu kadar kıymetli eserlerimiz mevcut muydu?
Denilebilir ki bunların hepsi birden daha hiçbir muharririmize nasip olmuş
değildir. Loti’nin ruhunun bir kısmı açıktan açığa bir Şarklı olduğu görülüyor.
Eserlerinin bir kısmıyla, âdeta kendisinin ikinci bir vatanını teşkil eden
Türkiye’ye ait eserleriyle Şarklı ve hatta kısmen Müslüman ruhuyla bu ikinci
vatanını söylemiş, yazmış ve duyurmuş oluyor.”
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın, Pierre Loti’ye başta Türk dostu olduğu için derin
bir sevgi ve saygı beslediği açıktır. Nasıl beslemesin ki? Kendimizi anlatacak
ve haklarımızı savunacak kimsenin olmadığı zamanlarda bu işi Pierre Loti
yükleniyor. Abdülhak Şinasi Hisar, olaya
önce buradan bakıyor. Sonra da hatıralarına değer veren
bir yazar olduğu için onu önemsiyor, üslûbunu ve tarzını kendine yakın buluyor.
Elbette onun, Pierre Loti’ye karşı nesnel olması ve ona eleştirel yaklaşması
beklenmemelidir. Buna rağmen o, yazılarında onun bazı bilgi yanlışlarını
düzeltmekten geri kalmamıştır. Fakat Pierre Loti’ye, mutaassıp addedilen ve bu
yüzden Türk inkılâbına uymayan fikirlerinden dolayı tepki gösterilmesini; bazı
yazarların, onun geçmiş zamanlardaki hayatımızı sevmekle bizimle eğlendiğini
sanmalarını; yine bazı yazarların, halkın Pierre Loti’yi sevmesini bir
“hastalık” olarak görmesini ve bizim için yaptıklarına ve hatırasına karşı
vefasızlığı anlamsız bulur ve buna üzülür.
Hatıralara
dayanan biyografik eserlerinden Yahya Kemal’e Veda’da şairin Paris’te geçen gençlik zamanlarını,
Türk Ocağı’ndaki yerini, şiir ve tarih görüşünü, şiir ve nesirlerini
değerlendirir. Uzun ve muhkem cümleleri, güçlü ifade ve üslûbu sayesinde
sayfalarla anlatılabilecek konuları özlü ve etkileyici bir şekilde bir iki
paragrafta özetler. Meselâ Yahya Kemal’in durduğu yeri bir paragrafta
anlatırken, “Yahya Kemal tam da budur.” dedirtir:
“Yahya Kemal, bizim
neslimizin her genci gibi muasır Fransız şiirini bir öncü olarak okuyordu.
Ancak Fransız şiirinde bir manzume, bir kıta, bir beyit yahut bir mısraın
cazibesine kapıldığı zaman, kendi içindeki o hiç göz yummayan sabit bakışlı
sanatkâr hiç şüphesiz bu şivenin, bu nüktenin Türkçede nasıl eda
edilebileceğini düşünüyordu. Ve Yahya Kemal’in muasırları olan gençlerden belki
ayrıldığı ve onlara muhakkak üstün kaldığı esaslı nokta bu idi. Denilebilir ki
Yahya Kemal, İstanbul’a döndükten sonra bizim millî havamız içinde Avrupa’yı
bir an unutmamış olduğu gibi Paris’te bu dokuz senelik ihtiraslı hayatı içinde
de Türkiye’yi, Türkçeyi ve Türklüğü bir an unutmuş değildir. İşte bunun için
bize hem en millî hem en Avrupakârî şiirleri o vermiştir.”
Yahya Kemal’i yazarken
edebiyatımızda eleştirmenin yokluğunu hisseder: “Edebiyatımızın büyük bir
noksanı nesillerden beridir büyük bir edebiyat münekkidimizin yetişmemiş
olmasıdır.” der. Hemen hemen aynı yıllarda aynı düşünceyi benzer ifadelerle Ahmet Hamdi Tanpınar da dile getirir. Bu iki
yazar, yokluğunu hissettikleri şeyi kendileri yapmaya çalışır. Edebiyatımızda
edebî tür olarak eleştiri böyle gelişir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştiriye örnek teşkil eden en özgün ve önemli eseri Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eseridir. Eleştiri tarzını ve üslûbunu en doğal hâliyle bu eseri
yansıtır. Burada önce yazarın eserinin doğru anlaşılması için önem arz eden
hayatından kesitleri kendi hatıralarıyla mezcederek bir kişilik tahlili yapar.
Sonra eseriyle hayatı arasındaki ince ve mahrem ilişkiyi keşfeder ve onu
misalleriyle gösterir. Ardından eserin dilini ve temasını zamanın geçerli ve
moda olan dili ve fikirleriyle karşılaştırır. Hükmünü ve tercihini yazardan
yana ortaya koyarken eleştiri kabiliyetini ve üslûp hünerini sergiler. Böylece
okuyucu, konu edilen/değerlendirilen yazarı ve eserini hissederek, yaşayarak ve
biraz da benimseyerek okur. Neticede maksat hâsıl olur; edebî zevkle yazılan
kitap edebî zevkle okunur.
Geçmiş zamanların Bağdat’ı,
Dicle Nehri kıyılarında geçen çocukluk yılları, akşam ve gecenin sessizliğinde
bülbül sesleri, gökyüzünde ve nehrin sularında parıldayan ay, hayalinde
çocukluk hatıraları ve annesi, derin ve iz bırakan hislerle geçmiş zaman
hülyaları; şarap misali yıllandıkça kıymeti artan, uzaklaştıkça yakın
hissedilen, şiirleştikçe ete kemiğe bürünen duygular ve duygulanmalar... İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın gözüyle Ahmet Haşim’in
“Şi’r-i Kamer”i; bir şiirin ve bir şairin hikâyesi; bizim hikâyemiz...
Ahmet
Haşim, bir gün Galatasaray Mektebindeyken edebiyat hocası Ahmet Hikmet’in
(Müftüoğlu) şiire ilişkin “Bir şiir yazılmak için bir fikir düşünülüp mantıkî
bir kanaat ifade edilirse bu yazı bir şiir olmazdı. Şiir ancak kullanılan güzel
kelimelerin yardımıyla ve ahenkli kafiyelerin sayesinde tatlılaşarak mantığın
haricinde bir eda ile hakikî bir şiir olabilirdi.” tarzında bir düşüncesinden
son derece etkilenir. Şiir görüşünün ve tutumunun temelini bu düşünce
oluşturur. “Şiirde Mana” başlığıyla önce Dergâh’ta
neşrettiği (Numara: 8, 5 Ağustos 1337/1921) ve daha sonra küçük değişikliklerle
şiir kitabı Piyale’nin (1926) önüne
koyduğu “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” başlıklı manifesto gibi makalesindeki
görüşlerinin ilham kaynağı burasıdır.
Yahya
Kemal gibi Ahmet Haşim’i de şiirlerinden örnekler vererek eleştirmekten geri
durmaz. Ahmet Haşim’in ise bu eleştirilere hak verdiğini söyler.
“Dalların
zirvesindeyiz ancak,
Yarı
yoldan ziyade yerden uzak,
Yarı
yoldan ziyade maha yakın.
(Zaten
sanıyorum ki bu şiir daha iyi duyulmak için:
Yarı
yoldan ziyade maha yakın
Yarı
yoldan ziyade yerden uzak!
tarzında
olmalı idi.)”
Aynı
şekilde:
“‘Bir
taraf bahçe, bir tarafta dere’ mısraının aslı, belki ‘Bir taraf bahçe, bir
taraf da dere’ olmalıydı.”
Ahmet
Haşim’in nesri için düşüncesi şudur:
“Ahmet
Haşim’in ince, zarif, nükteli, sanatlı, işlenmiş, kadife gibi yumuşak ve
açılmış çiçekler gibi olgun nesrini medih için ne söylense belki az gelir.
Ekseriyetle pek zeki ve bazen de için için müstehzi olan bu nesir, hakikaten ne
güzeldir!”
Ahmet
Haşim, devrinin ünlü zevatı gibi ülkesini terk edip yurt dışına gitmez. Diğer
taraftan sözde milliyetçi ve vatansever değildir; “1914’te askere alınıyor,
ihtiyat zabiti oluyor ve Çanakkale Muharebesine iştirak ediyor.”
Kitapta
Ahmet Haşim’in hayatından kesitler anlattığı bölümlerde onun yaşadığı
zorlukları ve şikâyetlerini aktarırken şöyle bir paragraf oldukça dikkat
çekicidir:
“Esasen
Ahmet Haşim’in gizli gururu, başkalarının kendisine acımalarına hiçbir zaman
razı olmazdı. Bunun için bütün bu hisler kendisine pratik bir yardım
yapılmasından ziyade hüzünlü bir düşünüş şeklinde tecelli ediyordu. Bunun için
gizlice beklediği şey, belki de kendisinin şiir payesinin daha ziyade takdir
olunması ve daha iyi anlaşılmış bulunması idi. Haşim, bilhassa şiirlerinin
güzel mısralarının anlaşılmazlıkları karşısında isyan ediyordu.”
Burada
şairin karakterini esastan ve ustaca tahlil eder. Yine şu paragrafta onun bir
başka yönünü özünden yakalayıp aktarır:
“Ahmet
Haşim’in öyle bir kafası vardı ki kendisine yapılmış bir iyiliği hazmedemez,
zihninde büyütür, bunu yapmış olan adamın bundan birtakım ahkâm çıkaracağına
hükmeder, kendi üzerinde bir velâyet hakkı duyacağını farz eder ve zihni
böylece yavaş yavaş o adamın aleyhine harekete gelerek ve işleyerek eğer ona
karşı istiklâlini ispat etmezse bir nevi himayenin hacaleti altında kalacağını
sanır, nihayet günün birinde artık duramaz, yapılacak en müstacel iş olmak
üzere gider, bu kendisine iyiliği dokunmuş olan adama çatardı. Ahmet Haşim
hayatında böylece kendisine bir yardım etmek fırsatını bulmuş olan bütün
insanlara, bu iyiliklerinin hatırası kendisinde daha silinmeden evvel hücum
etmek mecburiyetini duymuş ve hücum etmiştir.”
Ahmet
Haşim’in hastalığı ve son günlerini anlatırken ölüm gerçeğine farklı bir ayna
tutar:
“Mektep
arkadaşlığı, fikir ve his yakınlığı, insanlar arasında bir nevi akrabalık tesis
ediyor. İnsan tanıdıklarını değil, yalnız yabancıların ölümünü işitse, ölümü
belki bir türlü tahayyül edip anlayamayacaktı. Çünkü tabiat, ölümü sanki bize
göstermiyor, saklıyor gibidir. Onu ancak yakınımızdan, kendi neslimizden, kendi
muhitimizden, hulâsa içimizden birini sarmaya başladığı vakit, ancak o zaman
anlıyoruz ve görüyoruz ki her giden hayat, karışmış olduğu bütün hayatlardan
birer parçasını da beraber sürükleyip götürüyor.”
Ahmet
Haşim’den “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” ve “Bize bir zevk-i tahattur
kaldı / Bu sönen, gölgelenen dünyada!” gibi unutulmaz mısralar naklederken
aslında onunla olan ruh akrabalığını anlatmış olur.
Dikkat
çeken başka bir husus da Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eserinde Yahya Kemal’in ve Yahya
Kemal’e Veda adlı eserinde Ahmet Haşim’in olmamasıdır. Oysa bu iki şair ve
onların şiiri döneminde birlikte ve kıyaslanarak okunur ve değerlendirilirdi.
Onun böyle bir hassasiyete sahip olması, birbirini kıskanan ve birbiriyle
geçinemeyen iki şairin ikisinden de vazgeçmemesi ve ikisini hem ayrı hem de
birlikte çok sevmesindendi. Yani birini diğerine feda etmeden anlatmaya
çalışmıştır.
Konumuz
bağlamında son olarak şunu da söylemek gerekir: Yahya Kemal’in şiirde Ahmet
Haşim’den üstte olduğu fikri nasıl ezbere dayalı bir yanılsamaysa yine onun
nesirde çağının öncüsü olduğu fikri de aynen öyle ezbere dayalı bir
yanılsamadır. Modern Türk şiirinin XX. yüzyıldaki gerçek öncüsü önce Ahmet
Haşim ve ardından onu takip etmeye çalışan Yahya Kemal’dir. Bunu, her iki şairi
karşılaştırarak okuyanlar rahatlıkla görecektir. Modern Türk nesrinin XX.
yüzyıldaki ilk öncüleri ise Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Haşim’dir. Yahya
Kemal’in nesri Abdülhak Şinasi Hisar’ın nesrinin yanında kuru bir tekrar ve yer
yer bir klişeden ibarettir. Nesirde Abdülhak Şinasi Hisar’ı asıl Ahmet Haşim’le
kıyaslamak gerekir. O zaman Ahmet Haşim’de fikir ve ruhun, Abdülhak Şinasi
Hisar’da ruh ve üslûbun öne çıktığı görülecektir. Bu da biri diğerini
tamamlayan, biri diğerinden rol çalmayan bir husustur. Şiirde ve nesirde Yahya
Kemal ezberi, onun aristokratlığından kaynaklanmaktadır. Yani eserine verilen
değer ve gösterilen ilgi daha çok şahsıyla alâkalıdır.
Geçmiş Zaman Edipleri, Abdülhak Şinasi Hisar’ın yakından tanıdığı bazı
yazarlar hakkında hatıralarından hareketle kaleme aldığı deneme, hatıra ve
portre türü yazılarından oluşmaktadır. Bu kitapta toplanan yazılarında
anlattığı kişilerin hayatlarını ve psikolojik hâllerini trajik ve etkileyici
bir üslûpla hikâye eder. Hatıralarını yâd ederken onların hayatlarından ve
eserlerinden geriye kalanlara bakar ve acı gerçeği usulünce dile getirir. Bu
metinlerde eleştirel değil, betimleyici bir üslûp ağırlık kazanır.
Geçmiş Zaman Edipleri’nde çok ilginç yazılar
vardır. Meselâ “Halit Raşit” bunlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar, bir gün Paris’teyken tanıdığı
Halit Raşit adlı biraz şair ve sosyalist bir Türk gencinin Rus
sevgilisiyle/metresiyle birlikte yaşadığı fakir talebe odasına gider. Orada
gördüğü ve sonradan 1917 Ekim Devriminin önderi olan SSCB’nin kurucusu Vladimir
İlyiç Lenin’le karşılaşmasını anlatır. Anlaşılan sürgündeki Rus muhalifler,
Halit Raşit’in odasında toplanmışlardır.
“Esvapları siyah ve yüzleri
sarı birçok genç sakallı Ruslar, burada matemli edalarla oturmuşlar, belki
başlıca gıdalarını teşkil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim
ruhumu sıkıyordu. İhtimal ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda,
mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan ve birbirine benzeyen (zira
bir hayat ve mukadderatın adamları hep birbirini andırırlar) ve âdeta birer
tarik-i dünyaya dönmüş olarak çay içenlerden biri, sonraları bir kısım
beşeriyetin talihini ve bir kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan
biri idi: Lenin!... Ve belki böylece ben, haberim olmadan o gün kendisiyle bir
müddet beraber bulunmuşumdur. Zira Lenin’in, o senelerde Paris’te gayet mütevazı
bir hayat geçirdiğini ve Closerie des Lilas kahvesine bir iki kere bu çiftle
birlikte gitmiş olduğunu sonradan işittim. Belki bu tarih, daha sonraki bir
zamana tesadüf eder. Fakat böyle olmasa da şimdi milyonlarca zihni dolduran bu
isim, vakitsizken yani daha hiçbir mana ifade etmediği zamanlar kulaklara değse
de hafızaya bir şey söylemediği için hatırda kalamazdı.”
Müthiş bir tasvir ve
anlatım; sözünü ettiği kişiyi hem görüyor hem görmezden geliyor, hem gücünü ve
büyüklüğünü takdir ediyor hem geçmişini ve zayıflığını gösteriyor. Neticede
hayata, hayatın garip cilvelerine ve mukadderata teslim oluyor, hatıralarını
anlatarak/yazarak o günleri tekrar tekrar yaşıyor ve yaşadıklarını bize de
hissettiriyor.
Geçmiş Zaman Edipleri’nde insan ve aile
ilişkileri, söylentiler, malûmat, çevre, durumlar, karakter tahlilleri,
hatıralar ve yazarlık hikâyeleri büyük bir itinayla, geçmiş zaman diliyle ve
bir üstat üslûbuyla anlatılır. Geniş açılı eleştirel bir ruh fotoğrafı çekilir.
Bu fotoğraf içinde isteyen herkes kendine bir yer bulabilir.
Genç kuşaktan çok sevdiği
ve kendi tarzına yakın bulduğu/gördüğü Ziya Osman Saba’nın ölümü üzerine
yazdığı yazının son paragrafı, şairin ve eserinin veciz bir tahlilidir.
Anlatımıyla şairi hissettiren ve eserinin hükmünü ortaya koyan bir
değerlendirme örneğidir:
“Ziya Osman Saba, yavaş
yavaş, zaman ile tesis etmiş bulunduğu ve muhit ve iklim içinde samimî
sanatının hudutlarını taşmayarak, şiirleriyle hep ruhunun duygularını yazmak,
hep çocukluk hislerini duyurmak, hep bir aile evinin hatıralarını söylemiş ve
hep ölüleri yâd etmiş oluyor. Bazen de Tanrı’sına, manevî duygularını aşan
hitaplara eriyor. Hep aynı gündelik kelimelerin yardımıyla, hiç adileştirmediği
diliyle şiirlerinde ne kahramanlık menkıbeleri söylenilmekte ne de aşk ilâhesinin
çektirdiği buhranların uzun ilâhileri duyulmaktadır. Kendisi o kadar mazbut ve
mütevazı görünür ki ömrünün sıyanet melekleri olan samimiyet ve ciddiyet
sayesinde şiirin duymadığı ve ruhunun inanmadığı mübalâğalara hiçbir zaman
sapmamıştır.”
Deneme, Roman ve Diğer Eserleri
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın üslûpçuluğu, hiç şüphe yok ki Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı deneme kitaplarıyla zirve yapar.
Şiirsel anlatımın hâkim olduğu bu kitaplardaki yazılarında mekân ve eşyalar ile
insan ve varlıkları geçmiş zaman üzerinden anlatırken gerçekle hayalin, madde
ile aşkın olanın iç içe girdiği bir hayat tasavvur eder. Bu tasavvur,
nostaljiden çok bir tekliftir. Gündelik olanı yeterli görmeyen, asalet ve
sürekliliği arayan ve tercih eden bir teklif. Bu yazılarında ahenk ve
güzelliğin hâkim olduğu bir anlatımı vardır. Üslûpçuluğu esas olarak kendini
bunlarda gösterir. Bu tür yazılarını yaşayarak ve hissederek okursunuz.
Anlatımında hatırladıklarıyla hayal ettikleri birbirini tamamlar. Bazen
geçmişte olanı görmek istediği gibi, bazen de hayalî olanı yaşanmış gibi
anlatır. Böylece zaman kavramını geçmiş zaman üzerinden sürekli hâle getirir:
“Zaman
dediğimiz ve kendine mahsus bir cismi olmayan o evveli ve ucu bulunmaz mesafe
içinde bütün günlerimizin bir dünü ve sonuncusundan maadasının da bir yarını
vardır. Fakat zaman dünü bugünden, bugünü yarından ayıramaz. Çünkü o hep devam eden
bir şeydir. Geçen ancak biziz ve her şeydir. Zaman birdir ve ebediyettir. Biz
yaşadığımız zamanı ancak kendimize göre mazi, hâl ve ati diye üç kısma
ayırıyoruz. Fakat zamanın böyle bölünmesi keyfîdir. Zamanı maziden ayıran
hiçbir fasıla yoktur. Mademki geçen bir zaman yoktur; her ‘zaman’ bir mazi
olmuştur ve yine maziye dönecektir. Mademki her hâl ve her istikbal de atide
bir mazi olacaktır. Mademki her neslin de bir mazisi vardır. Fakat bu, bir ve
aynı değildir. Zaman içinde mazi diye muayyen bir devre verilecek bir isim, bir
zaman parçası yoktur. Evvelki gün geçmiş neslin ati dediğine biz bugün mazi
diyoruz. O neslin mazisi, hâli ve atisi bizim için hep birden mazi olmuştur.
Kendi içimizde hâlâ yaşadığını duyduğumuz bir zaman parçası da bizim için hâlâ
yaşadığımız bir hâl demektir.” (Boğaziçi
Mehtapları)
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın “mazi seyahatnamesi” dediği, kendisinin de eserleri arasında
en çok beğendiği ve âdeta “mısra-ı berceste”si kabul ettiği Boğaziçi Mehtapları’nda çocukluğunun
Boğaziçi’ndeki mehtap sefalarını ve buradaki musiki fasıllarını bütün
ayrıntılarıyla tasvir ederek anlatır. Kitabın son bölümü olan “Hatırlayış”taki
zaman tasavvuru ve bu tasavvurun içinden hatıralara bakışı gerçekten çok
özeldir. Bu bölümdeki yazılarında kendince bir zaman ve hayat felsefesi vardır.
Zaman içinde hatıraya dönüşmüş hayatların ebedîliği ve mazi cenneti...
“Hemen
hiç kimse zamanın kendine mahsus çerçevesi içinde kalmaya razı olmaz. Hâl
içinde yaşayanların bir kısmı istikbale vurgun, bir kısmı da maziye âşıktır. Gençlerin
çoğu tahayyül ettikleri bir atide ve yaşlıların çoğu daha emin olarak
hatırladıkları bir geçmişte yaşarlar. En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi
kurduğumuz ya hafızamızda maziye konduğumuz zamandır. Hemen herkes, uzun müddet
umduğuna göre geleceğini sandığı bir zamanı kolladıktan sonra yavaş yavaş kendi
gençliğinde geçmiş olan zamanları aramağa koyulur.”
Elbette
geçmiş zamanın geri gelmeyeceğinin farkındadır. Ancak bu geçmişin inkârı
anlamına gelmemelidir. Zira geçmişin inkârı başka ve çok tehlikeli bir
durumdur. Bu sebeple geçmişe yüklediği anlama bir de buradan bakmak gerekir:
“Geçmiş
bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen
imkânsızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar
dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en
evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en
şeytanî hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok
etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur.
Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz,
o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.”
Boğaziçi Yalıları’nda Boğaziçi’ndeki yalıları çocukluk hatıralarının
ışığında ele alır ve onları dolduran eşya ve insanları anlatır. Geçmiş Zaman Köşkleri’nde İstanbul’un
eski köşklerindeki insanları, hayatları ve güzellikleri anlatarak kaybolmuş
çocukluk günlerini yâd eder. İnsanlar, mekânlar, tabiat, eşyalar, hayatlar,
ilişkiler, değerler, incelikler ve zevklerin birbiriyle uyumunu zengin anlatım
ve üslûbuyla ebedîleştirirken bir “Boğaziçi Medeniyeti” anlayışı tasavvur eder.
Maddî, manevî ve kültürel unsurlarıyla, incelik ve güzellikleriyle uyum içinde
birlikte yaşama zevk ve kültürü demek olan bu medeniyet anlayışı, aynı zamanda
Batıyı taklit eden yeni hayat tarzına ve telâkkilerine alttan alta ince bir
eleştiridir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın romanları da deneme, hikâye ve roman karışımı kendine özgü
özellikleri olan anlatılardır. O güne kadar alışılmış roman tekniklerinin
dışında yeni ve orijinal bir teknik kullandığı romanlarında, erken dönem
postmodern romanın izleri görülür. Fahim
Bey ve Biz, 1942’de CHP Hikâye ve Roman Mükâfatında üçüncülük kazanır. Bu
romanında Fahim Beyin şahsında hayatı boyunca başta kendinden olmak üzere
insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan, daha çok hayal âleminde yaşayan
bir insanın hayatı çevresindekilerle birlikte hikâye edilir. Çamlıca’daki Eniştemiz’de bazen akıllı
geçinen birçok insandan daha akıllı, bazen de dengesiz bir tip olan “deli
enişte” üzerinden çocukluk hatıralarındaki toplum hayatını ele alır. Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği’nde
aileden kalan mirası alafrangalık yolunda zevk ve sefa içinde tüketen, sonra da
Çamlıca’da harap bir evde açtığı tekkede fakir bir Bektaşî şeyhi rolü yaparken
çıldırarak ölen Ali Nizamî Beyin iki dünyaya (alafranga-alaturka) ait çelişkili
hayatını konu edinir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın roman üçlemesinde (triloji) geçmiş zaman kipiyle
anlatmaya çalıştığı kendinden, insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan ve
hayal âleminde yaşayan insan tipi, güzellikleriyle eski toplum hayatı ve eski
ile yeni hayat tarzının çelişki ve çıkmazları; esasında yeni insan tipi, yeni
toplum anlayışı ve yeni hayat tarzına karşı içinde sakladığı eleştirel
tavrıdır. Tabiî bunu kendi üslûbuyla ve dolaylı olarak yapar. Biz, onun
romanlarından Batıyı taklit eden yeni hayat tarzından hazzetmediğini, ona karşı köklü eleştirilerinin
olduğunu anlarız.
Yazarlığı; makale, biyografi, deneme ve romanlarının dışındaki
diğer eserlerinde de aynı minval üzere devam eder. Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, “yalnız aşka ve onun akrabası hislere
dair” aruz vezniyle yazılmış çeşitli şairlerin mısra ve beyitlerden oluşan bir
güldestedir. Onun ince zevkini yansıtan bu seçki, aynı zamanda yeni şiire karşı
bir tavır, dolaylı bir eleştiri
sayılabilir. Çünkü her tercih bir tavırdır.
Geçmiş
Zaman Fıkraları da XIX. yüzyılda yaşamış ve tarihe mal olmuş bazı
şahsiyetlere ait hatıra, fıkra ve anekdotlardan oluşan bir güldestedir. İçerdiği konular ve taşıdığı ortak özellikler,
seçkinin büyük bir dikkatle derlendiğini göstermektedir. Güldüren, düşündüren,
eleştiren, yol gösteren, en önemlisi de insana ve topluma çok yönlü ayna tutan
bu hikâyecikler, yazarın bir çeşit dolaylı eleştiri araçları gibidir. Yani bu
eseri, onun mizahî üslûbundaki eleştiri damarını yansıtmaktadır. Yazar, sanki
söylemek istediği bazı şeyleri bunlar vasıtasıyla söylemeye çalışmaktadır.
Türk
Müzeciliği adıyla derlenen yazıları ise Abdülhak
Şinasi Hisar’ın pek bilinmeyen bir yönünü ortaya koyar. Kültür varlıklarının
korunup yaşatılması, yeni nesillerin geçmişle sağlam ve sağlıklı bağlar
kurmasında bunların rolü, bu konuda kurumsallaşmanın önemi; müze kültürü,
müzelerimiz ve zamanındaki müze projelerinin hayata geçirilmesi için duyduğu
heyecan onun ne büyük bir millî kültür davası sahibi olduğunu gösterir. Bu defa geçmişte değil, gelecekte
yaşamaktadır. Konumuz açısından bu yazılarındaki yapıcı rolü ve kuşatıcı üslûbu
dikkat çekicidir.
Sonuç
Türk
edebiyatında modern anlamda eleştirinin öncülerinden biri Abdülhak Şinasi
Hisar’dır. O, kitaplar ve yazarlar üzerine yazdığı makaleleri, hatıralara
dayanan biyografik eserleri, deneme ve hatta romanlarıyla eleştiride üslûbun
önemini hissettiren ilk yazarlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın
eleştiriye kazandırdığı üslûp hassasiyeti, bunun yanında Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın ona kattığı fikrî derinlik ve nihayet Hüseyin Cöntürk’ün getirdiği
yöntem ciddiyeti sağlıklı bir eleştiri için birbirini tamamlayan üç temel
unsurdur. Günümüzde edebiyatın bu üç temel unsuru birleştiren güçlü
eleştirmenlere ihtiyacı vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Hüseyin Cöntürk’ün eleştiri adına ortaya koyduğu birikim ve tecrübe, günümüz
eleştirmenlerine yol göstermeye devam etmektedir.
Son
olarak bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor: Modern Türk edebiyatında
eleştirinin kurucusu bu üç şahsiyetin; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Hüseyin Cöntürk’ün birbirine benzeyen şaşırtıcı ve ilginç bir kader
çizgisi vardır: (1) Her üçü de bekârdır. Bir evlilik hayatları olmamıştır. Bir
yuva kuramamışlar, çoluk çocuk sahibi olamamışlardır. (2) Her üçü de dine ve
dinî hayata karşı oldukça mesafelidir. Herhangi bir dinî inançlarının olup
olmadığı meçhuldür. Bu konuda hayatlarının sonuna doğru büründükleri yalnızlık
kaynaklı ve ölüm korkusunun sebep olduğu öte dünyanın varlığına inanır gibi
görünen ve kısmen dinî sayılabilecek tavırları yanıltıcı olmamalıdır. Bunlar,
yolun sonunu iyice hisseden ama bir adım atma cesareti de olmayan insanların
çelişkili, ikircikli ve çaresiz hâlleridir. (3) Her üçü de öncü nitelikte bir
iş yapmış olmalarına rağmen yapılan işi omuzlamada öncü olmayı başaramamış ve
bir hareket oluşturamamışlardır. Anlaşılmaz bir cesaretsizlikleri, anlamsız bir
ürkeklikleri ve tarifsiz bir yalnızlıkları vardır. Bu yüzden her üçünün
yaptıklarının önemi yaşarken pek anlaşılmamış, ölümlerinden sonra ise âdeta
yeniden keşfedilmişlerdir. Sanki eleştirimiz de böyle bir kaderi tevarüs etmiş
gibidir! Filizlenmeye başladığı tarihten günümüze dek bir buçuk asra yakın bir
zaman geçmiş olmasına rağmen yetkin ve cesur bir temsilci bulamamış, güçlü ve
etkin bir hareket oluşturamamıştır. Kim bilir belki de bunun doğum sancısını
çekmektedir.
KAYNAKÇA
Sermet
Sami Uysal, Abdülhak Şinasi Hisar,
Sermet Matbaası, 1961.
Necmettin
Turinay, Abdülhak Şinasi Hisar, Millî
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1993.
Abdülhak
Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler I /
Mütareke Dönemi Edebiyatı, Yapı Kredi Yayınları, 2008; Kitaplar ve
Muharrirler II / Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936), Yapı Kredi Yayınları, 2009; Kitaplar ve Muharrirler III / Romana Dair
Bazı Hakikatler (1943-1963), Yapı Kredi Yayınları, 2009;
İstanbul ve Pierre Loti, Yapı Kredi
Yayınları, 2005; Yahya Kemal’e Veda,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Ahmet Haşim:
Şiiri ve Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Edipleri, Yapı Kredi Yayınları, 2013; Boğaziçi Mehtapları, Sebil Yayınevi,
1995; Boğaziçi Yalıları, Yapı Kredi
Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Köşkleri,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Fahim Bey ve
Biz, Varlık Yayınları, 1966; Çamlıca’daki
Eniştemiz, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Ali
Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, Yapı Kredi
Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Fıkraları,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Türk
Müzeciliği, Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Mehmet
Erdoğan / Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu Yazılar (2020)