Eğitimci, şair ve yazar. 3 Ekim 1948,
Işıklar köyü / Karacasu / Aydın doğumlu. Ürünlerinde Aydın K. Işıklar imzası da
kullandı. İlkokulu köyünde bitirdi (1960). Ortaöğretimini Ortaklar İlköğretmen Okulunda (1966),
yüksek öğrenimini Necati Eğitin Enstitüsü (1968) ve Anadolu
Üniversitesi TDE Bölümünde (1991) tamamladı. Hakkari-Beytüşşebap, Aydın-Karacasu,
Afyon- Güneyköy ve Aydın-Nazilli’de
Türkçe ve Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalışıp 1993’te emekli oldu. 1989’dan itibaren
yaşamını ve çalışmalarını Nazilli’de sürdürdü. Emekli olduktan sonra on üç yıl dershane öğretmenliği yaptı. 2007
yılında başlayarak aylık edebiyat, sanat ve kültür dergisi Afrodisyas Sanat’ı çıkardı, derginin sorumlu yazı işleri müdürlüğü üstlendi.
Afrodisyas Sanat dışında yazı ve şiirleri, 1967
yılından itibaren Gökçeyazın (Balıkesir), Yeni Kaynak (Balıkesir), Türk
Dili Dergisi, Çağdaş Türk Dili, Cumhuriyet, abece, ardıçkuşu,
Şiir Ülkesi, Aykırısanat, Beşparmak, Tan Edebiyat, Şehir,
Öğretmen Dünyası, Folklor/Edebiyat, Bilim ve Ütopya,
Yeniden İmece, İnsan, Akdeniz Sanat, Broy, Eski, Afrodisias, Aydın...
Aydın, Turnalar (KKTC), Olay (Londra) dergi ve gazetelerine
yayımladı. Afrodisyas Sanat Edebiyat
Günleri’ni belgeleyip zamana bıraktı.
"Sevgilim Şiir" adlı
dosyayla Ş. Avni Ölez 2006 Şiir Emeği Ödülünü, "Sevgilim Şiir" adlı
şiiriyle de 2006 Mustafa Kemal Yılmaz Şiir Ödülünü, "Irak’ta Ana Olmak" adlı
şiiriyle 2006 Aykırısanat Şiir Ödülünü aldı. "Japonya Gezi Notları" ile 2007
Behzat Ay Yazın Ödülünde övgüye değer bulundu. Edebiyatçılar
Derneği, Dil Derneği, Aydın Şair ve Yazarlar Derneği üyesidir.
Tahsin Şimşek İçin Ne Dediler?
Araştırma-Deneme: Afrodisyas O Beyaz Merhaba (2013), Mustafa Kemal Sınavı (2015).
HAKKINDA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Feyza Hepçilingirler / Dilin Zamana Dokuduğu (2007, s. 23), M. Sadık Aslankara (Cumhuriyet Kitap, 19 Ocak 2006), Hasan Akarsu / Tahsin Şimşek’in Şiirleri (Türk Dili Dergisi, Mart-Nisan 2006), Atila Er / Sevgilim ya da Şiir (Afrodisyas Sanat, Ocak-Şubat 2008), Bülent Güldal / Şiirler, Şairler, Kitaplar (Şehir, Ocak 2008), Hasan Efe / Tahsin Şimşek’in Afrodisyas’tan “Günaydın Yeryüzüne”si (Şehir, Ağustos 2008), Hasan Akarsu, Tahsin Şimşek’in Gezi Anıları: Antik Duraklar, Çini Kitap, 80. Sayı, Eylül-Ekim 2023), İsa Küçük, Afrodit’in Yurdu Afrodisyas’tan Başlayan Yolculuk, gerçekedebiyat.com, 02.10 2023), Tahsin Şimşek Bilgi Teyidi (7 Kasım 2023),
AFRODİSYAS
UĞURUM BENİM
TAHSİN ŞİMŞEK
Afrodisyas
sütbeyaz merakım
Çocukluğum
benim
Kuşların
gagaladığı en hakiki resim,
Çöpsüz
üzümü sevmeyen
Lanet
üstüne lanete uğrasa da
Çöpsüz
bir kenti anlar mı
Afrodisyas,
çöpsüz üzümüm benim
Afrodisyas,
masmavi uçarı coşkum
Zamanın
dişi soluğuna yazgılı
O
düşlerüstü duru gerçeğim,
Hani
üç güzeller düşünde ortada kalan
O
kan köpük kararsız elma
Ve
zamanın hiç “öte git” demediği
Mavi
kanatlı o üç yapraklı yonca
Afrodisyas
uğurum benim
Afrodisyas,
sözcük kokusu düşüm
Bak,
Ara Güler’in kolunda
Cengiz
Bektaş Hoca’yla
“Doğuran
doğurtan” sendeyiz birlikte,
Mermer
durusu bir gülüşte
Erim’le
özdeşleşip içselleşen
O
taş dirisi merhabanın türküsünde
“Afrodisyas
kısmetim benim”
*
Bir Gökyüzü Sohbetinden, Sayfa
BEN
O AFRODİYASLI ÇOCUK
TAHSİN ŞİMŞEK
Afrodisyas
o deli coşkudur ince dalan
Binlerce
yılın çocuk oyunlarında
İkaros’un
kanatlarından atlayıp
Kaşla
göz arasında harmaniye savurtan o
Üç
güzellerle el ele “ip atlama”ya dalan
Ben
Afrodisyas’taki o çocuğum işte
Afrodisyas
o fi liz umuttur dal başına
Hırsız-polis
oyunlarında bir İbukus
Turnalar
köşe kapmaca oynarken katille
Stadyumun
üst basamağında ayağa kalkıp
Elimdeki
“beş taş”ı fırlatıverenim bütün zalimlere
Ben
Afrodisyas’taki o ruhum işte
Tanrılar
satrancında oyun oyun içinde
Zaman
söktü nicemizi yerinden
Pegasos’la
kanatlanıp ak mermer öte o kor ufukta
Okşandıkça
canlanan bir Galateya’yım şimdi
Gel
şu agorada alışveriş arası hemencecik
İki
el “tavla” atalım zarı yine ömrüm olan
Ben
Afrodisyas’taki o tutkuyum işte
Eski
Çeşme başında taşı delip sabırla
“Değirmen
oyunu”na dalıvermiştim yine erinçle
Fark
edip başının döndüğünü zamanın birden
“Uzun
eşek”e atlayıp kaçan bendim o günden
Sonra
Kibele’den Artemis’e nice memeye sarılıp
Onca
tekerlemeyi kaydırdım dil üstünden
Ben
Afrodisyas’taki o büyüyüm işte …
* Bir
Gökyüzü Sohbetinden, Sayfa 21
BEYAZ BİR
MERHABADIR
AFRODİSYAS’TA
AŞK VE BARIŞ
TAHSİN ŞİMŞEK
Bir insanı tanımak için, nasıl zamana gereksinim varsa, bir kenti tanımak
ve anlamak için de vardır. İnsanları farklı kılan nasıl ortaklıklar değil,
özgelikler-aykırılıklar ise, sevgili tepeden tırnağa nasıl bir özge can ise,
kentleri kent yapan da kuşkusuz kendilerine özgülükleridir.
Benim o özge sevgili kentim Afrodisyas, kendini tanımam ve anlamam için,
bana bir ömür soru üzerine soru sordurttu. Yaş altmışı geçmişken hâlâ tanıyabildiğimi
ve anlayabildiğimi sanmıyorum.
·
Afrodisyas’ın geçmişinde hangi halklar var?
·
Afrodisyas’ın daha önceki adları neydi?
·
Eski adı Ninoe ile Ninova, bugünkü adı Geyre ile Karya arasında bir ilişki
kurulabilir mi?
·
Niye Afrodisyas Afrodit’i başka Afrodit’lere benzemiyor?
·
Başı niye örtülü?
·
Bağrındaki
“ay” ya da “yengeç”, elindeki “nar” neyin simgesi?
·
Niye bir
genç kızdan çok bir anaya benziyor?
Afrodisyas’taki
Afrodit tapınç (kült) heykeli ile Efes’teki Artemis tapınç heykeli
karşılaştırıldığında, aşağı yukarı aynı boyutlarda olmalarına karşın, biri niye
o denli klasik, diğeri niye o denli sürrealist özellikler taşıyor? Başka bir
söyleyişle postmodern tuzaklar, dizginsiz fanteziler o gün de mi kuruluyordu.
Üstelik birincisi “aşk”ı, ikincisi “namus” ve iffet”i simgelediği halde.
Elbette sözüm, bu sanat yapıtlarını insanlığa bir sanat tansığı olarak armağan
eden sanatçıların yaratıcılıklarına, bu güzel ülkeye bir kültür kalıtı olarak
kattıkları zenginliklere değil.
· Aynı coğrafyada bulunmalarına karşın
bu Afrodisyas–Efes rekabeti niye?
· Niye bütün eskil kentler, güvenlik
gerekçeleriyle sırtını dağa/tepeye ya da denize yasladığı halde, Afrodisyas düz
ovadadır ve milattan sonra III. yüzyıla değin sursuzdur?
· Dünyanın bilinen ilk romanı, hem de
Donkişot’tan 1500 yıl önce, kaleme alınmış olan Ta Peri Khairean Kai Kallirhoen’dur. (Khaireas ve Kallirhoe Üzerine). Romanın kahramanı güzeller
güzeli, niye sözgelimi Atina’ya değil de Babil’e kaçırılmıştır?
· Afrodisyas’taki heykellerin belden aşağısı,
hemen hemen tümüyle niye bir tülle örtülüdür?
· Piskoposluk sarayındaki üç yapraklı
yonca planı, niye başka hiçbir kentte uygulanmamıştır?
· Bütün eskil kentlerin yaşadığı
yağmalanmayı Afrodisyas da yaşamıştır. Ama Afrodisyas, niye Anadolu
köylülerince değil de bilim tacirlerince yağmalanmıştır?
İç içe geçmiş bu on sorunun bir kısmının yanıtını, “On
Emir”e dönüştürmeden kendimce buldum. Bir kısmının yanıtını ise Arkeologlar,
başka Afrodisyas sevdalıları bulacak.
Afrodisyas, bütün Anadolu kentleri gibi Adam
harmanıdır. Bilinen en eski halkı Lelegler. Leleglerle Karyalılar harmanlanıyor
önce. Sonra Afrodisyas öncesi Ninoe(es) ve Asur kraliçesi Semiramis’i görüyoruz
tarih sahnesinde. İlişkiyi yine “aşk”la kuruyoruz. Ha Semiramis, ha Afrodit.
Semiramis ile Gordion aşkı, hâlâ Afrodisyas kabartmalarında yaşıyor.
Demek
ki Afrodisyas’ta çözülecek çok düğüm var!...
Afrodisyas,
Pontus ayaklanmalarını bastırmak için gelen Roma imparatorlarının uğrak yeri.
Önce Sula, sonra Sezar. Unutmadan söyleyelim, Kanuni de Rodos seferinden
dönerken bu topraklarda konaklamıştı. Sezar’ın “vini, vidi, vici”si işteböyle bir Anadolu seferinin özetidir.
Anadolu’daki binlerce yıllık Yunan düşlemlerinden sadece birinin yıkılışının
özeti de diyebiliriz. Bu Anadolu – Yunan/Pontus rekabetinin dününün ta nerelere
kadar dayandığını Troya’dan sonra bir kez daha görüyoruz. Helenizm ve
Pontusçuluk ne dünün ne de bugünün işi; görünen o ki, yarının da işi. Çift
yüzlü balta, Sulla’nın; Eros, Sezar’ın
Afrodisyas’a armağanları. Afrodisya’ta tarihi eser kaçakçılığının binlerce
yıllık bir geçmişi var. O altın Eros, çalınıp Artemis’e sunulmuştur. Geri
gelmesi için nice yıllar geçmiştir.
Ben çocukluğum da Adnan Menderes’in en büyük
arzularından birinin, Afrodisyas’ın “altın beşik”ini gün yüzüne çıkarmak
olduğunu çok dinledim. Yoksa o altın beşik, yerli halkın belleğinde biçim
değiştiren o altın bebek Eros mudur?
Afrodisyas hem “aşk”ın hem “barış”ın kentidir.
İskender’in kılıcı kınındadır. Sezar’ın “vini, vidi, vici”sindeki “vici”nin mağrur cıvıklığı yoktur burada. Bir
başka deyişle “yendim” sözcüğü üçlemede yer almaz. Roma İmparatorluğu’nun
ulaştığı sınırların yeterli olduğunu söyleyen Oktavyus, sanırım bu kararını
Afrodisyas’ı gördükten sonra vermiştir. Çünkü “Tüm Asya’da kendime bu kenti seçtim.” diyen Oktavyus’tur. “Augustos
Çağı” bir sanat terimi: “sanatta uslubun / dilin ulaşabileceği en üst
nokta”yı ifade ediyor. Afrodisyas, hâlâ o noktadaki kenttir. Burada
zafer tanrıçası Nike bile Eros’un oyun arkadaşıdır. Tanrı aşkına aşkta
kazanılan zaferden daha büyük bir zafer var mıdır yaşamda? Hele aşkı
aşındırmadan barışı sürdürerek!...
Evet Afrodisyas aşkın kenti. Ama nasıl bir aşk? O
günün Kerem ile Aslı”sı diyebileceğimiz Edallis ile Fideli aşkında, ulaşılmayan
sevgili kadın değil, ulaşılmayan erkektir. Kerem, Aslı’nın düğmelerini
çözemediği için kendi “ah!...”ıyla yanar; Aslı ise beni bağışlayın, kül
karıştırandır. Oysa Fideli, aşkına engel olanlara ders verircesine, erkeği
Edallis’in ardından kendini külhana atandır, külü harlatandır. Yani Kerem’in
közüyle tutuşan / tutuşuveren değil; aşkın aleviyle, isyanıyla, kadın
üzerindeki yoz istenci yakandır. Tam da Anadolu imgesine yakışandır.
Afrodisyas’la Efes rekabeti, aşkla bekâretin
rekabetidir bir bakıma. Afrodit aşkın, Artemis bekâretin tanrıçası. Aşkla
incelen gönül, gerçeküstü düşlerle rekabette. Keşke Artemis, Roma’daki evrimine
uygun olarak salt bereketin, bolluğun tanrıçası olarak kalsaydı
belleklerimizde. Kuşkusuz gerçeküstü de insan beyninin ve sanatın ürünü ve
kazanımıdır Üstelik ikisi de Anadolu’nun en büyük zenginliklerinden. Ereğim,
yalnızca iki kentin sanat, yaşam, inanç ayrımını, bu ayrımın sonucu olarak
karşılaştığımız bir rekabeti somutlamak.
Görünen o ki bu rekabet, bugünün Floransa’sı ile
Milano’sunun, hatta Newyork’unun rekabeti. Leonardo da Vinci, Michelangelo,
Raffaello bir yanda; Henry Moore, W.V. Allen bir yanda… Freud’ün çıldırttığı
seks-shoplu Newyork vitrinleri, bu abartılı dünyada arada bir beyinleri
teyellese de onları, Artemis’le bağdaştırmak, elbette sanat tarihine, Anadolu
kültürüne ve Artemis’e saygısızlık olur. Her şeye karşın Artemis’teki o her
biri taştı taşacak onca meme ve onu düşleyenler, olsa olsa bir sanat dahisi
olan Dali’nin öncülleri olabilir. Ya Efes’in simgesine dönüşen Priyap’a ne demeli? Efes’te, ticaretin
ve cinselliğin aç gözlüğüyle birleştirilip gözünüze gözünüze sokulan, aşk
dinginliğinden habersiz azgın erkeğin simgesi o Priyaplardan bir tanesini bile
göremezdiniz Afrodisyas’ta. Bunu belki de Afrodisyas’ın dış etkilere kapalı kalmasına,
Anadolulu özelliklerini daha uzun süre korumuş olmasına bağlayabiliriz.
Afrodisyas yazıtları üzerine bir kaynakçanın
eksikliğini çektim her zaman. Tarihi zenginleştiren yazıdır. Ne güzeldir
enginara “hayat çiçeği”, lahite “ölü yiyen taş” ya da “et yiyen taş” dendiğini
öğrenmek. “Tanrı korkusu taşıyanlar” ifadesiyle karşılaşmak. Bu ifade
burada bir Yahudi topluluğunun varlığının da belgesi. Sadece bu belge bile
Yahudi ilgisini buraya çekmek için yeterli olacaktır sanıyorum. Doğu’nun
rubaisine denk düştüğünü düşündüğüm epigramlar üzerine niye bir çalışma yok?
Bir toplumun yaşam felsefesinin özetidir epigramlar. Çünkü Afrodisyas’ın
yaşamla iç içeliğine gereksinimi var insanımızın. Akropol (pazar yeri) ile
tiyatronun aynı tepeyi paylaşmasında görüyoruz yaşamla iç içeliği. Peki,
tiyatronun sahne bölümündeki, salonlarındaki yazıların toplu dökümünü ne zaman
göreceğiz ve diğerlerini. Tiyatrodan söz
edince anımsayıverdim. Tiyatrodan müzeye doğru gelirken yolun sağındaki
yükseltide kubbeli ilginç bir yapı görülür. Hamam olmalı. İslami dönemin hangi
kesitine aittir bilemiyorum. Ama genel görüntüye uymayan bu yapıyı,
Afrodisyas’ın başka bir motif zenginliği olarak değerlendirmek gerektiğini
düşünüyorum; tıpkı müzenin karşısındaki Osmanlı çeşmesi gibi. Hem Roma’nın
yalnızca dört beş yüz yıl hüküm sürdüğü düşünülürse hiç ama hiç göz ardı
edilmemeli; çünkü bilime önyargının hiç yakışmadığını söylememe gerek var mı
bilmem?
Afrodisyas zenginlikler kenti. Kenan Erim bu
zenginliği, Temmuz 1959’da günlüğüne düştüğü şu notla kalıcılaştırıyor: “Hayatımda yeni bir dönem başlıyor. / Öyle
bir kent düşünün ki, balık istifi gibi heykeller yuvarlansın sarksın.”
Kenan Erim Afrodisyas’a bir ömür verdi, yetmedi. Sözgelimi Sabesteion’un
(imparatorluk tapınağı) gün ışığına çıkan bugünkü halini göremedi. Hele buradan
çıkan kabartmaların yer aldığı yeni salonun, “Sabesteion Sevgi Gönül
Salonu”nun, Cengiz Bektaş gibi bir usta eliyle müzeye eklendiğini görseydi
nasıl da mutlu olurdu. Salbakos’un (Babadağ) zirvesi onu nasıl da kıskanırdı.
Bu yeni salondan Salbakos’a açılan o büyülü pencereyi, zemindeki geç Roma
dönemi kalıntılarını gösteren o camlı taban bölmesini akıl edip yapıya eklemek,
yakışsa yakışsa ancak Cengiz Bektaş gibi şiirin “Dün Bugün”üyle özdeşleşmiş bir
şair-mimarın yaratıcılığına yakışırdı.
Ömrümle, Ara Güler’in Afrodisyas’a dikkati çekmesi,
Kenan Erim’in kendini bu kente adaması, zaman kesiti olarak bire bir örtüşüyor.
Elli yılı aşan bir zaman dilimi. Afrodisyas’ın tümüyle kendini ele vermesi için
kim bilir daha nice elli yıllara gereksinimi var. Ve Ara Güler gibi dikkatli
bir göze. Kendisini dinleyelim:
“1950’lerin
sonu. Hayat Mecmuası’nda foto muhabiriyim. Adnan Menderes, Nazilli
yakınlarındaki Kemer Barajı’nın açılışını yapacak. Ben uygun ışığı bulmak için
dağa tırmandım; ama aşağıya inince biraz uzun sürdü. Aydın Valisi’nin tayin
ettiği şoför, geç kaldığımız için kestirme bir yoldan gitmek istedi; ama yolda
kaybolduk. Gece mecburen bir köye (Geyre) misafir olduk. Ve köy hem benim
hayatım hem de sanat tarihi için bir dönüm noktası oldu. Bu köy, vaktiyle Roma
İmparatorluğu’nun heykellerinin yapıldığı atölye. Köy sakinleri lahitler, Roma
sütunları ve heykellerle birlikte yaşıyor; ama hiç kimse durumun farkında
değil. Hayat Mecmuası fotoğrafları kayda değer bulmadı; ama önce İngiltere’de
sonra Amerika’da önemli dergiler konuya geniş yer ayırdılar. Şimdi o köyde bir
vakıf, büyük bir müze ve konferans salonu var.”
Ara Güler’in o gün duyulmayan çığlığı, bugün görkemli
bir kitap olarak tüm dünyayı esenlemekte: Afrodisyas
Çığlığı (Yapı Kredi Yayınları). Benim içinse beyaz bir merhabada biçimlenen
“aşk” ve “barış”. Yaşam aşkı da diyebilirim; üstelik durup durup şiire dönüşen.
Bu esinler kenti için son söyleyeceklerim, belki
birilerinin ilgisini çeker umudunu taşıyan bir öneri. Afrodisyas girişinde bir büstler galerisi oluşturulmalı.
Floransa’daki büstler galerisi gibi. Louvre’nin girişindeki Musset örneği gibi.
Bir gezginin gözleri, daha girişte fal taşı gibi açılmalı ve büyülenmeli. Bir
yanda Semiramis, Afrodit, Pethesileia,
Fidelli; Bir yanda Zoilos, Oktavyus,
Afrodisyaslı Aleksandros, Khariton olmalı. Hepsini selamlar konumda da
Kenan Erim. Tam da Anadolu’ya yakışır
bir değerbilirlik olur diye düşünüyorum.
*
Eski Çeşme, bugünkü Afrodisias
Müzesi’nin bulunduğu yerdeki su idi.
**Afrodisyaslı Khariton’un (MS I.-II. yüzyıl) romanı.
* Afrodisyas O Beyaz Merhaba,
Sayfa 53-60
BİR DE
TÜRKÇEYİ ÖĞRENSEK!...
“Beş dil
biliyormuş ünlü kişi
Ünlü ve saygıdeğer
Bir de Türkçe öğrense
Altı eder”
Cemal Süreya
TAHSİN ŞİMŞEK
Nermi Uygur, Dilin Gücü’nde, “İnsan olarak doğmak başka şey, insan olmak başka şey.” der. Nermi Uygur’a hak vermemek olası değil. İnsan
olmak / insanlaşmak ilk sözcükle başlar. Bir insanın ilk sözü gibi, ölüm
döşeğindeki insanın son sözü de anadilindedir. O halde insan olmak, insan
kalmak bir bakıma “anadil”le özdeşleşmeyi gerektirir. Anlamak ve anlaşılmaktır
biricik kaygımız. Hatta din bile önce
anlaşılmayı yeğler, “Kuran”ın: “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.” tümcesini, dolaylamadan, anadile vurgu bağlamında
algılamak gerekir, diye düşünüyorum.
Peki, bugün birbirimizi anlıyor muyuz, birbirimizle
yeterince anlaşılıyor muyuz? Bu iki sorudan yola çıkarak, önce genel bir
çerçeve çizmek, sonra da Türkçenin bize ve yazara sunduğu olanaklara değinmek
istiyorum.
Doğrusu sözden kaçış, gözle görünür hale geldi. Salt uzaktan
kumandalı dinleyenler haline geldik / getirildik. Çoğumuz, artık ikişer üçer
sözcüklü tümcelerle yetiniyor; çünkü odalara hapsolduk, dahası ekran başında
geçen bu yeni yaşamı çabuk benimsedik. TV ya da bilgisunar başında; çok da fark
etmiyor. Bu görsel saldırı, okuma alışkanlıklarımızı neredeyse tümüyle yok
etti. Okuma, her şeyden önce dikkat ve yoğunlaşma isteyen bir eylemdir. “Kalk
otur, aç kapa, gör geç” bir yaşamda, düzenli okuma alışkanlığı kazanmak, onca
ısrara karşın, gerçekten zor. Bu da Türkçenin
zenginlikleriyle buluşmanın, derinliklerine inmenin önündeki en büyük
engel. İlk unutulanlar ise deyimlerimiz, kalıplaşmış benzetmelerimiz, halkça
şakalarımız… Her unutuş, Türkçenin
sözdizimiyle ilgili sorunlar yaşamamıza neden olmakta. Örneğin, eylemsilerin
dile kazandırdığı kıvraklığı çoktan unuttuk. Artık “Trenden iner inmez koşarak
anneme sarıldım.” yerine, papağancayla “Trenden indim, koştum, anneme
sarıldım.” der hale geldik.
Şöyle bir savsözüm var: “Gerçekte Türkçe konuşan herkes ozandır; çünkü Türkçe şiirdir.” O
halde önemli olan, Türkçeyi adam gibi kullanmak. Merak eden, şiirin bütün
olanaklarını, Türkçenin aktarma yöntemleri olarak karşısında bulabilir. Somut
benzerliklerden adaktarmasına, güzel neden bulmadan karşıt bağdaştırmaya
(oksimoron) kadar… Türkçenin bu “öldürücü şefkât”i değil midir, hepimizi er geç
bir şiir kavşağında buluşturan? Aziz Nesin, bir
vakitler “Bu ülkede yaşayan her üç
kişiden beşi şairdir.” demişti.” Tam da Aziz Nesin’e yakışan bir
alaysama tümcesi. Bana göre aynı tümce, salt bir abartmanın değil, bir gerçeğin
de somutlaması; çünkü Türkçe, bu olanağı herkese baştan gönüllü sunar. Aziz
Nesin’e de sunmuştur; daha 1934’te “Gör
sevdalık halimi işte karşındadır.” Aziz Nesin’den başkası değildir. Elli
yıl sonra 1984’te “Sesini gönder hiç olmazsa / Bende donan yokluğunu / Isıtsın sesindeki
güneşin.” demekte; böylece Aziz Nesin, hâlâ “ses, konuşmak, şiir…”in izini
sürmektedir. Ozanlıklarını zamanla
yitirenlerse, onu ezip bozanlar, ona inançsız davrananlardır. Gerçek şiiri
arayanların, onu bulunabileceği yerlerden biridir Türk şiiri. Burada
Neruda’nın: “Tek bir şairden oluşan bir
antoloji hazırlasaydım, bu şair Nazım Hikmet olurdu!” ve Soupault’un:
“Bütün dünyayı dolaştım, şiiri Türkiye’de
buldum.” saptamalarını bir kez daha anımsamakta yarar var.
Türkçenin gerçeğinin bu olduğunu bile bile, ben, bazı tanıklıklarımı anlamakta
gerçekten zorluk çekiyorum. Dili kıt katmanlı Orhan Pamuk’un Nobel’le
ödüllendirildiği bu dünyada, Nâzım’a, Dağlarca’ya, Oktay Rifat’ta, Cemal
Süreya’ya haksızlık yapıldığını düşünüyorum.
2010 İzmir Öykü Günleri’nde tanık olduğum bir
övünmeden söz etmek istiyorum. Kendilerini ayrı gören, üstün gören demem daha
doğru olurdu sanırım, bazı yazarlarımız, “hikâye – öykü” ayrımı yapmakta
ısrarcılar. Öyküyü yeni yetmelere, hikâyeyi kendilerine, kendileri gibi dorukta
olanlara yakıştırmakta ısrarcılar. Böyle davranan yazar ve ozanlarımızın,
Türkçeye inanç sınavında yarı yolda kaldıklarını düşünüyorum. İnancım o ki, dil,
bu yapay ayrışmanın silinmesini, alaşağı edilmesini, çok gecikmeden yerine
getirecektir.
Kuşkusuz her sözcük, kullanıldıkça zenginleşir,
işlendikçe derinlik kazanır. Anadil tutkunu bir sanatçının, “dili arıtırken
zenginleştirme” emeğini, hiçbir gerekçeyle dilden esirgememesi gerekir. Dil
bilincini kazanmış ülkelerin sanatçıları ve aydınları bunu yapıyor. Sözgelimi
Fransa bunu yapıyor. Peki yapılmazsa ne mi olur? Unutmayalım ki, bugünkü dünyada, iki haftada
bir, hâlâ bir dil ölmekte. O halde
işlenip korunmayan diller zaman içinde ölecek, dil yoksulu sanatçılar da unutulup gidecekler. “Sümerce, Hititçe,
Latince…” gibi tarihin belleğinde nice iz bırakmış onca dil, niye unutulup
gitti? Zamanın bize öğrettiği bu olduğuna göre, bazılarının “Ben hikâyeciyim,
onlar öykücü!” demeleri hiçbir anlam taşımıyor. O halde arılaştırma çabalarını,
bu çabalarıyla işi oluruna bırakmayanları küçümsemek ne bir dilseverin, ne bir
sanatçının harcı olabilir.
Deniz Som’un “Dilimizi
Eşekarısı Soktu [Güncel
Yayıncılık 1996]” adlı yapıtındaki
bir karikatür yazısını buraya aktararak, dilimizin son durumuna bir kez daha
bakalım. Deniz Som’a, “One minute ! (bir dakika)” deyip demeyeceğimize sonra
hep birlikte karar veririz: “Ben liberal bir kadınım. Libidonuz için size
her şeyimi leasing yapabilirim. Siz yeter ki likidasyona hazır olun...” Evet, her şeyin değeri düşüyor; artık ucuza
satışların, bedava dağıtmalarla
perdelendiği günlerdeyiz: “sadakasever” günlerde!... Yüküm hıyar diyenin
ardından bir avuç tuzla dörtnala koşuyoruz / koşturuluyoruz. Dokundurmalar üst üste gelince sözün
burasında, B. Brecht’in bir sözünü anımsamadan geçmeyi içime sindiremedim: “Mizahsız
toplum olmaz, ama her şey mizah olursa o toplum korkunç olur.” O korkunçluğu vurgular mı bilmem, bir
dokundurmaca da benden. Dilimizin zehirli şişkinliğe ne kadar dikkati çeker
bilemiyorum. Aman Erol’lar darılmasın, benim, “profiterol”ü söylemeye dilim bir
türlü dönmüyor. Sıkıntımı yenmenin çaresini, sözcüğü heceleyerek söylemekte
buluyorum. Ne var ki bulmasına buluyorum da karşıma şöyle de garip bir şey
çıkıyor: “Prof – it – erol”. Sonra da demek bu ülkede üstü böyle bol çikolata
soslu proflar da varmış deyip geçiyorum!...
* Çağdaş Türk Dili, Sayı 270,
Ağustos 2010
DİPNOTLARDA
M. Cevdet Anday’a saygıyla
TAHSİN ŞİMŞEK
Hüznü sırladım
Gözyaşlarım dinsin diye
Suya güven yok
Merakım Nergis’te gizli
Öfkeyi ateşledim
Zincirleri eritsin diye
Umuda sınır yok
Alevim İkaros’ta gizli
Çiçeklere imrendim
Cinsellik işte budur diye
“Niye”nin rengi yok
Doyumsuzluğum Galateia’da gizli
Sevişmeyi çoğalttım
Her insana yetsin diye
Köpüğün ömrü yok
Terim Afrodit’te gizli
Evliliği kutsadım
Çöğür de çiçeklensin diye
Sabrın sonu yok
Dikenim Oidipus’ta gizli
Aşkı eyerledim
Uğrunda ölünsün diye
“Mutlu Aşk Yok”
Kanım Helana’da gizli
Sevgiyi büyüledim
Soğuk vurmasın diye
Zamanın dışı yok
Köküm Baukis ile Philemon’da gizli
Meşenin sabrını sınadım
Hep çınarın gölgesine gitti
Sevdanın belgesi yok
Erdemim Anadolu’da gizli
* Yarını Tanelemek, Sayfa 8-9
HALK
BAHÇESİNDE DİLLENMEK
Anam Fatma ile babam Ali’nin dilinden.
Üzerlerine ışık yağsın…
TAHSİN ŞİMŞEK
Deyimler, karşı karşıya olduğumuz bir durumu özetleme
çabasının ürünüdür. Deyim kullanmaktaki ereğimizi (murat) ise, “Lafını
balla kesmek” deyiminin iletisiyle özetleyebiliriz. Ama her deyim, aynı
zamanda bir bencilliğin yapışkanlığını da dillendirir. O halde her yazarın, her ozanın “Lafını bil de söyle, ağzını sil de söyle.” atasözündeki uyarıyı hiç göz ardı etmemesi gerekir. O
halde deyimle atasözünü çoğu kez kol kola görmek de olası. Hatta zaman zaman
biri diğerinin yerine de kullanılabilir. “Ayağını
yorganına göre uzatmayı geç de olsa öğrendin.” dersem karşıma çıkan deyimdir.
“Bak evlat, ayağını yorganına göre uzat.”
dersem atasözüdür.
Deyimleri algılamak, onların anlam derinliğine inmek
sanıldığı kadar zor değil. Her şeyden önce her deyim, kalıplaşmış bir ifade. O
tek anlamı doğru saptayabilmek için kendimizi bir oyunu izlemekte olan bir
tiyatrosever gibi düşünelim. Sözgelimi öğrencilerimiz, “etekleri zil çalmak” ile “etekleri
tutuşmak”ı, hep birbiriyle hep karıştırırlar. Sahnede iki kız, birinci
eteklerini zil ritmiyle sağa sola oynatıyor, öbürünün etekleri alev alıp tutuşmuş,
yanmakta. Birincinin oynamakta olduğunu, sevinmekte olduğunu görüyorsunuz;
öbürünün iyice telaşlandığını, korktuğunu. Deyimler, yargı belirtmeyip bir
durumu saptadığına göre, önad (sıfat) değeri taşıdığına göre, birinci deyim
sevinmenin, mutlu olmanın; öbürü de kaygının, korkunun somutlaması. Bir de her
toplum kendi doğal ve yaşamsal koşullarına göre deyimleri biçimlendirmektedir.
Türkçe’de “Gökten kasnak yağsa biri
başıma geçmez.” vardır, Almanca’da “gökten
kedi, köpek yağmak” vardır ve ikisi de şanslı olmakla ilgilidir.
Deyimler yaşamın aynasıdır. Mutlu bir geçmişi olmayan
toplumların deyimleri de daha çok olumsuz somutlamalar olarak karşımıza çıkar.
Göçlerle biçimlenen bir yaşam, nereyi yurt edineceğini bilememe kaygısı,
savaşlar, işgaller ve kıyımlar doğal olarak deyimlerimizi, çoklukla olumsuz
somutlamalar olarak karşımıza çıkarmaktadır: Adı batasıca, inceldiği yerden kopsun, yürek erintisi… Aşağıdaki
deyimlerin yanına bir artı, bir eksi koyup geçin, bakalım ne göreceksiniz.
Tepeden tırnağa karamsarlık, acı, olumsuzluk…
Diğer toplumlarla ilişkilerimizi
belirlerken de deyimler, yine gerçeğin somutlaması olarak karşımıza çıkar: Yunan dölü, Senin yaptığını Ermeni yapmaz,
gavur inadı, gavur azabı çektirme, gavur parasıyla beş para etmemek... Bu
durum, diğer toplumlarda da bizde olduğundan farklı değil.Sözgelimi
İtalyanca’daki şu üç beş deyime bakalım: “Türk
gibi küfretmek, Türk gibi konuşmak,
Türk gibi sigara içmek, anneciğim
Türkler geliyor (mamma i Turchi)…” Ama bir Norveçli için Türkiye çok
uzak bir ülke. Arada hiçbir çıkar çatışması, dalaşma yok. O halde onların
dilindeki o göğüs kabartıcı “Mustafa Kemal gibi düşünmek”
deyimine de şaşırmamak gerekir. Doğal olarak bunda, yaşama hep olumlu bakan
Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliğinin, evrensel etkisinin varlığını da
unutmamak gerekir.
Bu yazım “Halk
Bahçesi’nin Kır çiçekleri” başlıklı başka bir yazımın devamı. “Ana”mın dilinden “anadil”ime başka bir yolculuk: deyimler
derlemesi. “Anadil” kavramı hep
ilgimi çekmiştir; bana hem anamızdan
öğrendiğimiz dili, hem dilin o “doğurgan” özelliğini düşündürmektedir. Bir
yazar, bir ozan da görevini bu
bağlamda ele alıp gereğini yerine getirmekle sorumludur.. Böyle düşündüğüm
için, çok eski bir şiirimde şu dizelere
vermiştim: “Ozanım ben küstüremem
sözcükleri / Ben hem bulut hem toprağım / Utanır mıyım hiç sizler için
yüklenmeyi / Çünkü ben sözcükleri doğurtup
/ şiiri doğuranım / ki / katmer katmer çiçekçe / açım / a ç
ı m” (OZAN,Türk Dili Dergisi, 16. Sayı )
Dil, deyimler üretmeye devam ediyor. Bugün de deyimler
üretiliyor. Dileğim, kalıp söz olabilecek ifadeler kullanırken,
somutlamalarımızın olumlu olmasına, artık özen göstermemiz gerekir. Kamuoyunda
etkili sanatçının, siyasetçinin ve kitle iletişimcinin görevi artık biraz da budur.
Demokrasi kültürünün oluşmasına bir katkı da bu yolla sağlanacaktır
inancındayım. Bu yazıyla “Senin katkın, ereğin ne?”derseniz, Türkçeye olan inancımı okurla paylaşmak ve
anamın dilinden şiirimin ufkuna doğru
özgürce kanat çırpmak. Hem anlatımıyla hem içeriğiyle…
* Şiire “Yüklü” Halka Bahçesi, Sayfa 49-51
HEKTOR
TAHSİN ŞİMŞEK
Homer’den
öğrendik
Anadolu’nun
onurlu çocuğu
Hektor’u.
Hektor’dan
öğrendik
Yurt
savunması için
Bütün
Aşil’lerle
Ve
gerektiğinde
Savaşmayı
tanrılarla
Anımsayın
Yağmalanan
ve yakılan Troya’yı,
Kaçırılan
bir eşin
Yıkılan
bir ailenin onuru
İçin
değildi o savaş.
Her
türlü maldan kadına
Sömürünün
Azgın
çılgınlığıydı sadece
Hektor,
Sağduyunun
sesidir
Anadoluca
Anımsa
Paris’e
söylediklerini:
“Seni
ırz düşmanı seni!
Hiç
doğmaz olsaydın keşke”
Evet,
Yurdu
savunmaktır savaş
Yurt
için ölmek,
“Troya
Önünde Atlar”a atlayıp
Hektor,
Fatih,
Mustafa
Kemal olmak;
“Cinayettir
kuşkusuz
Bağımsızlık
Söz
konusu olmadıkça”
O
Koca Seyit’i düşün önce
Çanakkale’de
Bir
de Hektor’u.
Sonra
da şu dizeleri oku
Homer’den:
“Hektor
yakaladı bir taşı kopardı
…
Bugün
zor kaldırır o taşı iki yiğit delikanlı
…
Ama
Hektor tek başına kaldırdı”
Bütün
umarsızlıklara karşın
O
görevdir
Her
yurtsevere düşen
Bütün
gücüyle direnmek,
“Çanakkale
içinde vurdular beni
Ölmeden
mezara koydular beni”
Diyen
de ilk Hektor olmalı
Ne
demişti Hektor,
O
savaş söylevinde
Troyalılara
“Ya
ölün bu savaşta, ya kalın”
Yoksa
Mustafa
Kemal miydi konuşan
“Ya
istiklal, ya ölüm”
Hektor’un
ölüsünün
Geri
alınmasıyla
Ve
ona yakılan
Ağıtlarla
biter İlyada.
Çünkü
Hektor gibi
Bir
yiğidin ölümünden sonra
Tahta
atla oynamak
Yakışmazdı
elbet
Homer’e
Evet,
Ölüme
yakılır sadece ağıt
Andromak’ın
da yaptığı
Oydu
sevgili eşine
“Erkeğim
benim,
Göçüp
gittin genç yaşında
Gittin
Evimizde
dul bıraktın beni…”
Herkes
şunu bilmeli önce
Anadolu
Hektor’dur
Hektor
Anadolu
İmeceyle
taşıdık
Onun
ateşine odunu
Ve
unutmadık mezarının üstüne
Dolu
bir testi koymayı
“Çanakkale
içinde bir dolu testi
Analar
babalar umudu kesti”
Bir
gün eğer
Buluşursa
İlyada’yla
Kuvayı
Milliye Destanı
Bilin
ki işte o gün
Gerçek
vatan olacaktır
Bu
topraklar
Hepimize.
*
Hep
Gençti Mitoloji, Sayfa 45-47
HOMEROS
TAHSİN ŞİMŞEK
Bir
okyanustur kendisi,
Ona
göre
Her
şeyi doğuran da okyanus.
Buna
yürekten inandığı içindir
Yankılanır
durur üç bin yıldır onun
“Sizler,
su ve toprak olun” çağrısı
Her
çağda
Burun
kıvrılıp geçilendir şair,
Nesimi’dir
Halep’te derisi yüzülen,
Paris’te
giyotine gider Chenier
Nâzım
ki mahpus damlarının gediklisi.
Ama
değerbilir Aristo’ya göre
Bu
tuhaf yeryüzünün
“İlk
filozof”udur
Homer
Bazen
şiire de girer bir aratümce,
Bilir
misininiz bilmem
Mısırlı
Amonetep’tir
Yeryüzünün
ilk büyük ozanı,
Böylesi
sıralamalar bilin ki
Küçültmez
hiç kimseyi
Şiir
rütbeleri sevmez.
Hele
Odisseas’tan Ulysses’e miras
O
zincire vurulmaz akıl.
İnsanın
yanındadır hep,
O
“Gül parmaklı şafak”
İzmirli
olmak biraz da bu olmalı
“Yürek”tir
tanrıdan yüce olan
Evet
“önce insan”
Promete’nin
yüreği,
Hektor’un
yüreği,
İzmir’in
dağlarında açan
Çiçeğin
yüreği…
Hep
söyler Homeros:
“İnsan
değil, Tanrıdır kışkırtıcı olan”
Bir
de Troya’nın yanındadır o
Kurnazlığa
övgü 12 bin dizelik
Odisseya
bir yana
Bir
yakımdır dört dörtlük
16
bin dizelik şanlı İlyada
Yankılanır
hâlâ Anadolu’mda
Fatih’in
düşünden Dumlupınar’a…
Hepimiz
bilmeliyiz ki bir güzel
Hektor’un
şu sözünde
İlyada’nın
bütün özeti:
“Bir
tektir en doğru belirti
O
da der yurdunu savun”
Öğrenmiş
olmalıyız
Tarih,
her koşulda
İlişkiler
ve koşutluklarla okunur
Mutlaka
anımsamalısınız
Ne
diyordu Mustafa Kemal
“Söz
konusu vatansa
Gerisi
teferruattır.”
Binlerce
teşekkür,
Merhaba
bu toprakların çocukları
Merhaba
Homer
Merhaba
Hektor
Merhaba
Mustafa Kemal!...
* Hep
Gençti Mitoloji, Sayfa 1255-126
IRAK’TA ANA OLMAK
TAHSİN ŞİMŞEK
I.
Dinleyerek çoğaldım hep
Rahmimde atan yürekle
Adam gibi çarpan bir sevdada
Çiçeğe durdukça tepeden tırnağa
‘Doğ’maktan doğurgan
bu nardenk doğa
Bedenimi çoğaltırım
Narçiçeği göğüslerimde
“Bin Bir Gece” bir ömür
Tomurcuklandı düğme düğme
“Gök”ten göğüs olan
bu nareng meme
Kültür emzirdim hep
Asma bahçelerinde
Önce şiire yakıştım
Dizeler döşendikçe diz dize
“Sev”mekten sevecen
bu narcil gövde
II.
Ve sonra modern köleler tanıdım
Yaşam pınarlarını satan
Kültür sülüklerini emzirirken
Memeleri utançtan mor mor
“Kara”dan da karanlık
öylesi karadul bir yaşam
Ve sonra binlerce fersah ötenin
O kancıklarını, petrol sarhoşu
Malbro-Bağdat yollarında tanıdım
O bayrakta sözümona yıldız yıldız
“Bat”maktan battıkça bataklaşan
öylesi
karafatma bir beden
Ve dinleyerek öldüm hep
Oğullarıma sıkılan kurşunu
Körolası bir teslimiyette
Nükleer soludukça yarın yarın
“Yan”maktan da beter yangı yangı
öylesi
karaiğne bir acı
III.
Seatle’ın havasını satın almaya
kalkan
Gördüğünü işleyen o görgüsüzler
Kalkanlarıyla kapımızdalar şimdi
Petrolümüzde boğdukları geleceğimizi
“Can”dan çoğaltacak elbet, cansuyu cansuyu
Bu onur ülke
Yüzyılların açı, o aç gözler
Babil, Samarra, Ninova’da şimdi
Güneş erken doğunca Felluce’de
Ve telgrafın tellerine Tel-Afer’de
“Doğ”maktan doğurgan doğu doğu
Bu direnç ülke
Anamızı ağlattılar demokrasilerinde
Altın, petrol ve uranyum hamburgercileri
Kanlı basurunuzla kirletmeyin artık havamızı
İki diz üstü fellik fellik ağlayacaksınız
“Zıkkım”dan bile açar elbet, zakkum zakkum
Bu renk ülke
*
Sevgilim Şiir, Sayfa 7-9
KURTULUŞ SAVAŞI ROMANLARI
TAHSİN ŞİMŞEK
Melih Cevdet Anday, 1987'de "...Kitap
satın almak, bizde bir tür moda gereği oldu, 'Bir kitap çıkmış, çok satıyormuş,
aman biz de alalım!' Ama ister okuruz, ister okumayız. Evimizde bulunsun yeter.
Gerekirse daha okuyamadım, der, soranları başımızdan savarız." diye
yazıyordu. Anday'ın yakınmasının
üzerinden yirmi beş yıl geçti. Moda olan, aşık olunan o kadar çok, yeni şey var
ki!... Şimdi “fare”ye aşığız; Nez'e, Gülşen’e, Serdar Ortaç’a, Ferhat Göçer’e,
hatta Demet Akalın’a aşığız, İngilizcenin sokak ağzına aşığız... Üstelik hepsi
de moda. Daha dün, “Sakın, sakın, sakın
ha!”nın erotik tatminsizliğinde, koro halinde, yeri göğü “Kömür gibi yanıyorum!” diye
inletiyorduk. Hepsini bir süre sonra “Poşet”e
koyup çöpe attık. Evet, aslında kömür gibi yanan, ne yazık ki dünsüz kurmaya
kalktığımız geleceğimiz.
Biliyoruz ki tablete, papirüse döküldüğü günden bu
yana, insanoğlu düşünceden hep korkmuştur; daha doğrusu "yazı"dan. Ne
güzel öyküdür: “Kırkayağa sormuşlar:
'Önce hangi ayağını atıyorsun?' Kırkayak düşünmeye başlamış ve yürüyememiş.
'Keşke daha önce düşünmeyi öğrenseydim!' demiş.” Peki ya o kırkayak
düşünmeye başlasaydı, çıkıp düşünen bir beyinle ve açık alınla alanlarda
yürüseydi; nice olurdu milletin hali? İşte bu “nice olurdu” korkusu, nice
kitabı yaksa da, “Okumak mı, oda ne?” dense de, bilgisayarın sanal kapılar
önündeki faresi, kükreyip her şeyi çet çet yutmaya kalksa da ak kâğıt üstündeki
kara harfler hep olacaktır; çünkü hep oldu.
Elbet bir gün bizi, sanal dünyalardan koparıp “yalnız olmadığımızı bize
öğretme” işlevini yine yerine getirecektir.
Kitabın ateşle ilişkisini düşündüm. Kitabın ne denli
dokuz canlı olduğunu fark ettim; semender gibi. O can size aksın, sizin olsun
istemez misiniz? Bu dünyada altmış yetmiş yıl yaşamak yerine birkaç kuşak,
birkaç yüzyıl; hatta daha çok yaşamak istemez misiniz? Ya da yaşayan
dostlarınız olsun. Kitap, gönüldeki od, tüten ocaktaki ateş, yolumuzu
aydınlatan meşaledir. Ateşin üzerine ateşle gitmek neye yarar ki?... İskenderiye
kitaplığını yakan iki bin yıl önceki ateş, 10 Mayıs 1933 Berlin meydanındaki
ateş, 2 Temmuz 1993 Sivas'taki ateş kitabın o dokuz canından birini alabildi
mi?
Kurtuluş Savaşı ateşi, olur mu öyle şey, desek de ne
yazık ki sönüyor. Yurttaşlığı öğretecek kitapların kapaklarında benim kurtuluş
ateşim değil, ABD'nin Hürriyet Heykeli'nin meşalesi yanıyor. Ateş bir de
tribünlerde yanıyor, ekranlarda yanıyor. Tepkisiz bir toplum olduk. Onurumuza,
geleceğimize yapılan saldırılara tepkisiz. Düşünmeyi zamanında öğrenememiş o
kırkayaktan ne farkımız var? Önce hangi ayağımızı atacağımızı bir türlü
öğrenemedik.
Kitabı unuttuk, düşünmeyi de unuttuk. Felsefesiz bir
toplumuz. Sahi felsefe, okullarımızdan hangi tarihte kaldırılmıştı? Bir
düşünün, ne dehşet Atatürkçülerdi onlar. Hegel:
“Felsefe, kendini bilinçli hale getiren
düşüncedir.” diyor. Şu anda bilinçli hale getirilecek biricik düşünce,
Kurtuluş Savaşı'nın felsefesini kavramaktır, kavratmaktır.
Öğretmenlerimize ve gençlerimize bir görev düşüyor. O
görev de “Okumak mı, oh ne keyif!” deyip okumaya yeniden başlamaktır.
Romanın sevgili gibi sıcacık bir yanı vardır. Roman, hep sizinle iç içedir.
Roman, bize önce kendimiz olmayı, sonra kendimizi başkasının yerine koymayı
(empati) öğretir. Okuduğunuzla özdeşleşmenin aracıdır roman. Kurtuluş
Savaşı'yla da kendimizi özdeşleştirmenin tam zamanı değil mi? İşte ödev konusu; işte tarih, işte
edebiyat. İşte “arayıp durduğumuz
kendimiz”i bulmanın yolu.
Ben, listemi tarih sırasına göre yapmadım. Dilini
düşündüm, okuma rahatlığını düşündüm. Elbette içeriğini ve coşkusunu da…
İşte benim saptayabildiğim Kurtuluş Savaşı Romanları:
Samim Kocagöz: Kalpaklılar, Doludizgin, Bir Şehrin İki Kapısı,
İzmir'in İçinde
Talip Apaydın: Tozduman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler
İlhan Selçuk: Yüzbaşı Selahattin'in Romanı (2 cilt)
Mustafa Yıldırım, Ulus Dağına Düşen Ateş
Turgut Özakman: Atatürk Yeniden Samsun'da (2 cilt), Şu Çılgın Türkler, Diriliş,
Cumhuriyet
Hıfzı Topuz: Gazi ve Fikriye, Çamlıca'nın Üç Gülü, Devrim Yılları
Hasan İzzettin Dinamo: Kutsal İsyan (8 cilt), Ateş Yılları, Öksüz Musa
Burhan Günel: Acının Askerleri
Mucize Özünal: Kalpak ve Kartal
Zeliha Akçagüner: Kalpağı Gül Oyalılar
Erol Toy: Toprak Acıkınca, Yitik Ülkü (3 cilt)
Rıfat Ilgaz: Halime Kaptan
Reşat Nuri Güntekin: Yeşil Gece
Attila İlhan: Kurtlar Sofrası, Sırtlan Payı, Bıçağın Ucu, Allah’ın Süngüleri "Reis
Paşa", Gazi Paşa
Halide Edip Adıvar: Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Yaban, Ankara, Sodom ve Gomore
Kemal Tahir: Esir Şehrin İnsanları, Esir şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı
Selahattin Arslan: Mustafa Kemal’in Romanı (2 cilt)
İlhan Tarus: Var Olmak, Vatan Tutkusu, Hükümet Meydanı
Şemsettin Ünlü: İsmet Paşa'nın Ağır Topları
Gülseren Engin: Ağlama Smyrna Döneceğim, Smyrna’nın Gözyaşları
Ahmet Zeki Muslu: Mor Cepkenliler, Menderes’in İki Yakası
Ahmet Yeniev: Sevi Taştan Ağır Miriam
Halit Payza: İşgal ve İsyan
Feyza Zaim: Ateşler İçindeydi Germencik
Hasan Basri Bilgin: Bu Topraklarda Güller Kırmızı Açar Paşam
Ferzan Gürel: İzmir'in İşgalinden Kurtuluşa
Hasan Eskil: Bıçak Sırtında
Zebercet Coşkun: Haçin
Ahmet Hamdi Tanpınar: Sahnenin Dışındakiler
Mithat Cemal Kuntay: Üç İstanbul
Refik Halit Karay: Çete
Tarık Buğra: Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara'da
Peyami Safa: Süngülerin Gölgesinda, Sözde Kızlar, Biz İnsanlar
Yılmaz Karakoyunlu: Üç Aliler Divanı
Eyüphan Erjul: Karayılan
İskender Ohri: Aşktan da Yüce
Halide Nusret Zorlutuna: Aşk ve Zafer
Aka Gündüz: Dikmen Yıldız, Yaldız
Ercüment Ekrem Talu: Kan ve İman
Agah Sırrı Levend: Acılar
Mehmet Rauf: Halas
Burhan Cahit Morkaya: İzmir'in Romanı, Yüzbaşı Celal, Nişanlılar
Mükerrem Kamil Su: Dinmez Ağrı
Feride Müfit Tek: Affolunmayan Günah
Hilmi Ziya Ülken: Posta Yolu
Oğuz Özdeş: Dağ Başını Duman Almış
Fikret Arıt: Hep Bu Topraklar İçin, Küçük Fedailer
Ziya Mısırlı: İstiklal Madalyası
Etem İzzet Benice: Adsız Şehit
Osman Korkut Akol: Kurtuluş Savaşı'nda Bir Çocuk
Bekir Büyükarkın: Bozkırda Sabah
*
Mustafa Kemal Sınavı, Sayfa 21-25
KÜLALTI
TAHSİN
ŞİMŞEK
Bir salla geleceği sana
Yine o kıyısız korkularla
Bilinmedik koyaklar mı kaldı
Ah, bunca yıldan sonra
Süt mavisi yeleleri rüzgârda
Sen ki yüreğimin koru
Söyle hangi ırmak dökülür
Bir yanardağın ağzına
Ve bilinmesi deşeleyebilir misin
Merakım, bir tek oralarda
O yer altı mercan mağaralarında
Halaya dururmuş ya, can /
An
* Külaltı Söz, Sayfa 40
O ATEŞ TURNALARININ PEŞİNDE
“Kapayın pencereleri sımsıkı
çocukları sokaklara bırakmayın
yağmurlar ölüm taşıyor
tohumlara”
Nazım
Hikmet
TAHSİN ŞİMŞEK
Kyoto’dan Hiroşima’ya doğru giderken, özellikle
Osaka’dan sonra, onlarca tünele girilip çıkılıyor. Kimisi dakikalarca sürüyor,
hem de hızlı trenle. Bu manzara karşısında, bir yandan duyulur duyulmaz “Dağlar seni delik deşik ederim”
türküsünü tutturuyorum, bir yandan da bizim yıllardır bitmeyen, bitirilemeyen
“Bolu Dağı Tüneli”nin macerasını düşünüyorum. Kış gelince Bolu Dağı’nda kaç
kazanın daha olacağını, yolun yine saatlerce trafiğe kapanıp kapanmayacağın
düşünüyorum. Ben böyle bir didişmenin içindeyken birden taşın taşlığına pişman
olduğu Hiroşima’ya geldiğimizi fark ediyorum. Elbette bir taş yüreklinin bunu
ilk bakışta hissetmesi pek olası değil. Çünkü Hiroşima, küllerinden yepyeni
çağdaş bir kent yaratmış. İnsanoğlu, bugüne değin neyi barıştırdı bilmem; ama
Japon insanı, karşıt gibi görünen iki kavramı birleştirmeyi başarmış: Disiplin ve özgürlük. Demek ki Japon
insanı: “Disiplin, özgürlüğe engel mi?” sorusunu bizden daha çok sormuş
kendine. Bu arada bir soru da kendime yöneltiyorum. “Yoksa Einstein, bu iradeyi
anlamayanlara, bu irade karşısında küçük dilini yutanlara mı dil çıkarıyor?”
Karşıtların yaratıcılığına tanık olunca böyle bir ironinin peşine takılmaktan
kendimi bir türlü alamıyorum ve şu kanıya varıyorum: Benim ülkemde, çoluğumuzun
çocuğumuzun başına dert olan biricik şey,
insanımızın “disiplin”le “özgürlük”ü bir arada hiç mi hiç düşünememiş
olmasıdır? Oysa Japonya’da Melih Cevdet Anday’ın o düşünsel oyunu Mikado’nun Çöpleri’nde tanık olduğumuz
kılı kırk yaran dikkat ve disiplin, gelenekten beslenmesini sürdürerek her
yerde bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.
Hiroşima’da, ırmak kıyısındaki o harika manzaralı
Kikkawa’ya (Hotel Flex ‘şenlik-bayram!’)
eşyalarımızı bırakıp dünyanın cennet köşelerinden biri olan Miyajima adasına doğru yola çıkıyoruz.
Trenden inip Miyajima’ya geçmek için vapura binerken bizi tanıdık bir yüz
selamlıyor. Karşımıza, Kabuki tiyatrosunda izlediğimiz o Gagaku’nun heykeli çıkıyor. Bizim kültürümüzün bir parçası olan
Karagöz’e benzetiveriyorum onu. Ben, Karagöz’le, Bursa dışında hiçbir yerde
karşılaşmadım. Ama geleneksel Japon kültürünün
izlerini, burada olduğu gibi, Japonya’nın her yerinde görmek olası.
Miyajima, yeşilin sınır tanımadan coştuğu
bir İrem Bağı. Bir ara Burgazada sahilindeymişim gibi bir duyguya da
kapılmadım değil.
Atom felaketini yaşayan Hiroşima ve
çevresi, turizmin nimetini yiyen bir kent. Diğer Japon kentlerine göre her şey,
çok ama çok pahalı. Adaya çıkar çıkmaz bizi yine geyikler karşılıyor, bir de
bağdaş kurup oturmuş, öğretmenlerini dinleyen öğrenciler. Bir süre geyiklerle
oynaşıyoruz. Tuttuğum notları kapıp kaçan bir geyiğin peşinden de epeyce
koştum. O notları kurtarmasaydım, sanıyorum bu yazı çok eksik kalacaktı.
İtsukushima, Nara’daki Todai-ji Tapınağı gibi
Unesco’nun korumasındaki bir dünya
mirası. Tapınağın dış kapısı denizin ortasında, sular içinde. Ama burası,
dünyada günübirlik gelgit olayının izlendiği üç yerden birisi. Nitekim
akşamüzeri geziden döndüğümüzde, sular iyice çekilmiş durumdaydı. Üç dört saat
önce sular altında olan o kapıya kadar yürümek artık olası, biz yürümedik, ama
yürüyenlere tanık olduk. Buraya geldiğimizde tapınakta evlenen bir çift için
yapılan ayin bitmek üzereydi. Sonra fotoğraf çekimine geçildi. Üç kuşak Japon
ailesi, yerel giysileriyle, kimonolarıyla, bir aradaydı. Fotoğraf çekimi aşağı
yukarı bir saat sürdü. Her birinin duruşuyla, hatta giysilerinin kıvrımlarıyla
tek tek ilgilenen bir görevli. Elbette görevliyi en çok uğraştıran da
çocuklardı. Japon yaşamında disiplinin ne kadar önemli olduğuna, bu fotoğraf
çekimi sırasında bir kez daha tanık olduk. Sonra gelin ve damattan başlayarak,
herkese yanımızdan hiç eksik etmediğimiz o nazarlıklarımızı takıp onları
kutsadık. Böyle bir sürpriz, onları çok ama çok sevindirdi. Bir de bizim için
poz verdiler; biz de bol bol fotoğraflarını çektik.
Miyajima’ya gelip dağa doğru
tırmanmamak olmaz. Sonbaharla bir renk şölenine dönüşen Momijidani Park’ın dağ
yollarında yürüdük uzun uzun. Her renk balıkla tanıştık şaşırmışlığın
hayranlığıyla. Sonra da teleferikle zirveye… Doruktan bütün Hiroşima koyunu ve
adaları (Okurakami-jima, kokurokami-jima, Eta-jima, Nasami-jima…) görmenin
keyfini yaşadık. “Maymunlarla göz göze gelmeyin.” uyarılı tabelalarla
karşılaştık. Ormanda onca yürümemize karşın, o büyükbabalarımızla karşılaşma
şansını ne yazık ki yakalayamadık. Teleferikle inerken bütün koyu kaplayan balık
üretme çitlikleri dikkatimi çekti. Keşke bu iş, bizim ülkemizde de kurallarına
göre yapılsa, diyorum. Halkımız, balık üretme çiftliklerine düşman olmasa. Üç
yanı denizle çevrili bir ülkenin halkı olarak, balığa hasret kalmasa. Daha da
önemlisi, balık yemeyi beceremeyen, balıktan habersiz bir toplum olmasa...
Akşam, Hiroşima’da bir iş yerinin üst katındayız.
Japonya’da her lokantanın vitrininde, hepsi yapma da olsa, neler
yiyebileceğinizi görmek olası. Bu çeşit zenginliği başınızı döndürüyor. Karar
vermekte en çok zorlanılan yer, lokanta önleri olsa gerek. Sonunda “acaba”lı
bir karar verip birine giriyoruz. Soya lifi oldukça bol, taze soğanlı,
mantarlı, bizim saç böreklerine benzer bir Japon gözlemesiyle biralarımızı
içiyoruz. Bu yiyeceği, gözümüzün önünde hazırlayıp pişiren delikanlıya ve
servisi yapan hanıma, Türk olduğumuzu söyleyip nazarlık takıyoruz ve oradan
ayrılıyoruz. Bu seremoniyi izleyen başka
bir delikanlı, arkamızdan koşup geliyor ve bize güç bela bir şeyler anlatmaya
çalışıyor. Kendi emeğinin ödüllendirilmemesinden alınmış bir hali var.
Yediğimiz mantarların Türkiye’den geldiğini söylüyor bize. Meramını anlattığını anlayınca, kendini ifade
etmiş olmanın rahatlığından ötürü, görseniz nasıl da heyecanlanıp mutlu oluyor.
“Biz Hiroşima’ya atom mantarıyla değil,
kültür mantarıyla gelenlerdeniz.”
diyorum. Karşılıklı kahkahalarımızı patlatırken, o kaderci Türk sözünü, yine
anımsamadan edemiyorum: İnsanoğlu nereye giderse gitsin sadece kendi ekmeğini
yer.
Bugün daha da heyecanlıyım. Benim için bu gezinin
anlamı, insanlığın yaşadığı o en büyük felaketin izini sürmek, bir biçimde
tanığı olmak öncelikle. 6 Ağustos 1945’ten
bu yana, Hiroşima’nın tohumları nasıl çimleniyor, çiçekleri ne renk açıyor, Sasaki’nin turnaları hangi yöne uçuyor,
bulutlar neye küskün; daha doğrusu bu sabah merakım iyice dorukta. İlk durak, o
büyük yıkımdan yalnızca iskeletini kurtarabilmiş kilise ve avlusu. Dağlarca’nın
“Allah
olmasaydı, onu ben bulurdum.” dizeleri
beynimde zonkluyor. Bir şeylere sığınmak istiyorum, ama zor. Tanrı bile sadece
kilisesinin, kendi evinin, iskeletini kurtarabilmiş, demekten kendimi
alamıyorum. “Çılgınlık”la “çıldırma”nın buluştuğu günü hayal ediyorum. Yandaki
ırmakta yanıp akan derileriyle sulara tutunmaya çalışan o insanları göreceğimi
sanıyorum. İki adım sonra radyasyon tohumu bir “Tepegöz”le karşılaşmaktan
korkuyorum. Ama olmuyor, insan yanım, zayıf yanım yine ortaya çıkıyor. Ne mi o?
O her şeye alışmak…
İnsanlığın yaşadığı bu en büyük dehşet
anı, kilise
avlusuna yerleştirilmiş birçok yazıt, heykelcik ve bilgilendirici levhayla
kalıcılaştırılmış. Biraz ileride bombanın düştüğü
yerde yükselen başka bir anıt ve 8.15’te
durdurulmuş bir saat. Her yerde o renkli kâğıtlar. Soruyorum, “Sadako Sasaki’nin turnaları” diyorlar. Sadako Sasaki, atomun yaydığı
radyasyondan etkilenip on yıl sonra lösemiye yakalanan bir kız çocuğu. Nazım’ın
dizelerine esin kaynağı olan o “Kız
Çocuğu”: “Hiroşima'da
öleli / oluyor bir on yıl kadar. / yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü
çocuklar”
Her Japon gibi Sasaki de bir “origami”,
yani kâğıt katlama sanatı ustası. Hastalığı sırasında,
kendisine şans getireceğine inanarak kâğıttan
turnalar yapıyor, hem de kimine göre bin, kimine göre binlerce. O, bu
turnalarla, Hiroşima’nın ve “barış”ın
simgesine dönüşüyor. Ama umuda sarılmak, bin tane turna
kuşu yapmak da yetmiyor Sasaki’ye, Sasaki’lere... Irmağı geçince ilk durağımız,
Sasaki adına dünya çocuklarının bağışlarıyla yaptırılıp 5 Mayıs 1958’de açılan
anıt. Bugünün çocukları Sasaki’yi hiç yalnız bırakmıyor. Anıtın tepesindeki
Sasaki ise, elindeki turnasıyla şimdi onlara şans diliyor. Öğrenci gruplarının
biri gelip biri gidiyor. Her grup kendi programını sunuyor. Şarkılar
söylüyorlar; ama intikam marşları değil, barış şarkıları. İşte tarih böyle
öğreniliyor, böyle öğretiliyor. Dört duvar arasında, duvardan duvara çarpa
çarpa bir kakofoniye mahkûm olan o nal sesleri ve nutuklarla değil.
Barış Parkı’ndaki o anıtın pek çok resmini, daha önce
kitaplarda ve ansiklopedilerde görmüştüm. Devasa bir anıt. Fotoğraf makinemle
kalıcılaştırıyorum. Anıt, semer biçimindeki kil figürler örnek alınarak
yapılmış. Bir “kenotaf”, yani eski Japon mezarlarının bir örneği. İçinde atom
kurbanlarının listesinin bulunduğu büyük bir taş yer alıyor. Biraz ileride de “Hıroshıma Peace Memorial Museum”, Barış Müzesi. Müzede
teknolojinin bütün olanaklarından yararlanılmış. Taş, giysi, kitap… O büyük
yıkımdan arta kalan her şey orada. Bir yanda derisi akan, öte yanda birbirine
yapışıp kalmış insanlar… Kentin yıkım öncesi ve yıkım sonrası hali … O “6
Ağustos”, nasıl canlandırılabilecekse öyle canlandırılmış. Bir de radyasyonun
etkileri… Özetle tarih dondurulmuş, ateş dondurulmuş. Seçimini yapacağınız
dille, her türlü bilgiye ulaşmanız olası; onlarca bilgisayar ve el kitapçığı.
Çıkışta imzanıza açık anı defterleri. Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” uyarısına, bir de “Türkiye” sözcüğünü ekleyip anı
defterini imzalıyorum. Not defterime de oradaki mühürleri teker teker
basıyorum.
Çıkışta müzenin öbür
yanında gördüğüm heykel, yine kanını donduruyor; bir çocuğu kucağında, diğeri
sırtında bir ana; “onları nasıl korurum” kaygısıyla öylesine diz üstü yere
kapaklanıp kalmış. Acıyla, kendimi bir kez daha yoğuruyorum. Göz yaşlarım
dizelere dökülmeye başlıyor. İşte kâğıda ilk düşenler, not defterimin sayfa
üstlerinde yer alanlar : “Niye hiç küsüp
gitmez şu bulutlar”, “Taş taşlığına pişman”, “Akan deriyim artık”, “Derilerimden barış kayıkları yapın
/ Nasıl mı / Bir Eskimo bilir herhal”… Elbette emperyalizmin silahları
değil. Peki o tek tek dizeler, bir şiire dönüştü mü
derseniz, yanıtım evet; şiirin tamamı da bu yazının sonunda. Özetle acıyı bal
eylemek, her yerde kolay olsa bile Hiroşima’da öyle pek kolay değil.
Kolay değil ama, Hasan Hüseyin’in o “kör
olasın demiyorum / kör olma da / gör beni” dizeleri, insan yanımı bir türlü
bırakmıyor. Bıraksa mı iyi, bırakmasa mı daha iyi; bu duygu anaforunda bir
türlü karar veremiyorum. Ama bir gerçeği görüyorum. Yaranın nasıl sarılacağını.
Bizde “ilişkilendirme zorluğu”nu ya da “çöküş”ü ifade eden o “nereden nereye” deyimi, her iki
anlamıyla burada tam karşıtını ifade ediyor.
Öğleden sonra Fukuoka. Seul’e Tokyo’dan daha yakın bir
kent. Küşü adasının kuzeyinde, ama trenle ulaşılıyor. Burada, “100 Yen”
otobüsleriyle bütün kenti dolaşabiliyorsunuz. Japonya’nın her kentinde bir de
“100 Yen” mağazaları var. Hani şu bizdeki “Ne Alırsan 1 YTL”ler gibi. II. Dünya
Savaşı’nın yıkımı nedeniyle, kentte hiçbir tarihi yapı kalmamış. Otobüs durağında yan yana dizilmiş ayakkabı
tamircilerini görüyorum; “Zengin, nasıl zengin oluyor?” sorusunu ister istemez
sordurtan.
Fukuoka’nın bana sunduğu bir sürprizi burada
anlatmalıyım ki yazıya keyif gelsin. Bir şeyler yemek için girdiğimiz bir
işyerinin yemek bölümüne giriyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da müşteriye
tadımlıklar sunuluyor. Bu kez aldığımız, dumanı üstünde, küçük bir tasta
sunulan çorbaydı. Önyargılı davranmamak için hemen afiyetle içtim. Görünüşü de
bizim üzüm hoşafına benziyordu. Sonra sordum; meğer o benim üzüme
benzettiklerim bir tür deniz kurduymuş. Demek ki doğanın bize sunduğu her
şeyden yararlanmak olası. Bundan sonra da bana hiç kimse “İçinde hiç kurt yok
mu?” diyemez, merakımı sorgulayamaz. Merak, adama kurt da yediriyor.
Japonya her kentinden, en az bir ırmağın geçtiği bir
ülke. Ayrıca Fukuoka ve Hiroşima’daki ırmaklarda gelgiti, günübirlik izlemek,
olağanüstü bir doğa olayı ve keyif...
Bir ırmak kıyısındaki Tenjin Park, oldukça dinlendirici. Irmak sefası ve
balık ızgara da cabası. Biranın tadına da diyecek yok. Bu güzellik karşısında,
“Bu günü yaşamak da bana yetip artar!” deyip Cemal Süreya gibi Tanrı’ma
rahatlıkla “Üstü Kalsın” diyebilirim. Ayrıca Üsküdar’a gider iken bulduğunuz o
mendil, belki de Fukuoka’da kaybedilen mendildir… Neden mi? Manzara aynı, ortam
aynı, renk aynı. Su, kayık, balık,
ızgara… Ağaçlar yine sonbahar kızılı.
Hadi özetlemeyi Haşim’le yapalım: “Suyu
yakuta dönüştüren bu hazan”da “Bir
taraf bahçe, bir tarafta dere / Gel uzan sevgilim benimle yere” demenin
tam sırası.
* Afrodisyas’tan
Günaydın Yeryüzüne, Sayfa 205-213
SEVGİLİM ŞİİR
TAHSİN ŞİMŞEK
İki ucu açık
bir kalemdir yaşam
“mavi - kırmızı”
Umudun
altını çizmek için
her daim
Düşlere dalıvermesin diye mavi
Damladığı
yerde katlanıvermiş
O bir damla
mürekkeptir
“şiir” ile “ozan”
‘Bakışım’ı
hep bir sevgiliye denk düşen
her daim
Soyunmayı unutmasın diye şiir
Peki, bir
şaire yöneltilen ilk soru nedir
ey hüzün
-Yaşam denilen
“şiir”le “dil”
hep böyle mi sevişir”
‘Hı’
de, Sevgilim Şiir, her daim ‘hı’
* Sevgilim Şiir, Sayfa 57
GÜNCE
İSA KÜÇÜK
19 Haziran
2013, Çarşamba
Bütün dünya,
2 günden beri Türkiye’nin birçok şehrinde başlayan “Duran Adam” ı tarif
ederken, imrenme sıfatları kullanıyor; bizim polis ise gözaltına alma
tekniklerine yeni ekler yapmakla meşgulmüş. “Hiçbir eylemde bulunmayarak polise
karşı mukavemette bulunmak”, gözaltı nedeni olmuş.
Herhangi bir
eylemde bulunmadan susan insanın, yıkıp döken, yakıp yıkandan daha etkin bir
eylem içinde olduğunun nasılsa farkındalar bu defa, engellemek istedikleri o.
“Yuvarlanan taş yosun tutmaz” mı “Her taş yerinde ağırdır” mı? Anlaşılan,
kafalar karışık…
Gidip
Afrodisias’taki heykelleri görseler… “Korkulmayacak” gibi değil, elin oğlu
mermere “can vermiş…”
Önceki hafta
Marmaris’e giderken kısa süreliğine ziyaret ettiğim Afrodisias Müzesini, yeni
salonunda sergilenen eserlerle çok daha “zenginleşmiş” ve büyümüş buldum.
Yıllar önce Kazı evi deposunda gördüğüm birçok eser, teşhir salonuna
çıkarılmış; arkeoloji meraklıları için önemli bir gelişme. İnsan, bu kadar
eserin içinde taş olsa duyguya kapılır, coşku seline düşer, başka dünyalara
gider. Ben de 30 yıl önce, evet tam 30 yıl önce -şimdi yeni “dereleri” de içine
çekerek büyüyüp güçlenmiş- o sele kapılmıştım.
Marmaris’ten
Ankara’ya dönüşümde, burada biriken, beni bekleyen posta arasında bir kitap, o
günlerin coşkusuna yeniden alıp götürdü beni, bir dost selamı: “Afrodisyas O
Beyaz Merhaba”. Öğretmen, eğitimci ve yazar, şair Tahsin Şimşek’in kaleminden
gelen bir sevinç topu; benim için bu kasvetli günlerde gerçek, içten, dostça
bir gönül selamı oldu; sarıp sarmalayan. Tahsin öğretmenin, ta çocukluğundan,
çocuk gözlemlerinden başlayarak önce öğretmen, sonra da bir araştırmacı
titizliğiyle kaleme alınmış olan, ince ince damıtılarak ışımış, o aydınlıktan
büyüyüp gelen bir aşk yumağı, bilgi dağarcığı… Bakmakla görmek arasındaki o
önemli farkı anlatması bakımından da ilginç önemli bir deneme. Üzerinde çok
düşünülmüş, sonra yazılıp paylaşılmak istenmiş belli ki. Fotoğraf, anı, şiir ve
yaşanmışlıklarla doğruluğu ve geçerliliği sınanmış bilgi, yer yer doğru bir
saptama, bir yol gösterme yer yer de yanıtlanması gereken sorular olarak
çıkıyor karşımıza. Halkın çevresindeki kültür ve sanat eserlerine bakışı,
onları anlamaya ve anlatmaya çalışması, dilinde oralardan gelen seslerin
sözcüğe, giderek kavrama dönüşmesi. Yaşanmakta olan bir hayatın güzelliği ve
yetkinliğini gösteren bir yapıt ve onu herkesle paylaşma sevinci…
Tahsin
Şimşek, -Prof. Dr. Kenan Erim’den sonra- “Bizim Afrodisias” diyen kişi; bin
yılların sorumluluğunu yüklenen insan, selam sana…
Her çocuk,
doğup büyüdüğü topraklara böyle ödese borcunu: Oraları mülkiyet duygusu olarak
sahiplenerek değil, anlamaya çalışıp anlatarak, bildiklerini paylaşarak; şiire,
şarkıya, sanata dönüştürerek güzelleştirse, güzellikle geçeği, gerçekle düşü
buluşturup işte benim “anavatanım”, çocukluğum dese, hepimize verse… İnsanların
birbirini tanıması, anlaması, anladıkça hoşgörü ve barış duygusunun gelişmesi,
bir arada yaşama isteği çoğalıp büyümez mi? Toplum geçmişiyle de, bugünüyle de
barış içinde yaşayıp kurmaz mı o mutlu, umutlu geleceği…
Tebrikler ve
teşekkürler Tahsin Öğretmen, birlikte çalışmış olmaktan
bir kere
daha onurlandım.
Sanat,
heykel sanatı, diyebiliriz ki Afrodisias’ta doğa ile gerçek bir yarış
halindedir.
Müzede gördüklerimizin gerçek mi, heykel mi; yoksa günümüz 3 D baskı teknolojisinin
–aslında insan aklının- “son mucizesi” bir üç boyutlu canlandırma mı olduğu
kuşkusuna kapılmamak olanaksız. Birkaç heykel vardır ki bazen elinizle dokunma
ihtiyacı duyarsınız kalbi çarpıyor mu diye. Bazen de giyinik heykellerin
üzerindeki giysiyi gerçek bir kumaş mı diye elleyip kontrol merakı uyanır
içinizde; parmaklarınızın arasına alıp dokunursunuz. Estetik kaygının, gerçeğe
uygun olarak ‘vücut bulduğu’, sanatın bir mermer heykelde bu denli yüksek bir
değer olarak karşımıza çıktığı heykelcilik anlayışının, günümüze kadar oldukça
iyi bir biçimde saklanarak yaşamasını sağlayan bu kente ve çevre
insanına çok
borcu vardır insanoğlunun ödeyeceği.
“Afrodisias
O Beyaz Merhaba”; aydın bir insanın yaşadığı çevre ve topluma
karşı
sorumluluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda Prof.
Dr. Kenan T. Erim’in, “Aphrodisias / City of Venus Aphrodite” isimli
kitabının, Afrodisias’ın Geleceği bölümündeki sözlerinin, bugüne bir iz
düşümünü ve aynı zamanda onun dileklerinin yerine getirilmesi anlamını da
taşıyor ki belirtmeden geçemezdim.*
Aphrodisias,
yalnız arkeolojik bulguların zengin bir kaynağı olarak değil; hümanistler ve
İtalyan Rönesans’ının büyük şehirlerinin sanatçıları gibi geçmişle diyalog
kurmayı arzu edenlerin, antik dünyanın güzelliği ve ahengiyle bütünleşebileceği
bir yer olarak da eşsizdir. Bu zenginlik çok az sayıda yerde buradaki kadar
belirgindir. Ne pahasına olursa olsun bu kaynak korunmalıdır. Umulmalıdır ve
inanılmalıdır ki, bölgeyi ziyaret edenlerin çoğu ve Aphrodisias’ı ziyaret etme
şansı bulamayıp bu kitabı okuyanlar, bizi böylesine güçlü bir şekilde bu
bölgenin olağanüstü güzellikteki geçmişini korumaya ve muhafaza etmeye iten
duyguları anlayacaklardır.
“Afrodisyas
O Beyaz Merhaba” bu sesi duymuş bir insanın selamıdır
hepimize!
15 Kasım
2014
Afrodisyas
Sanat’ın son sayısında, 49. sayısının “Benden İçeri” başlığı altında Tahsin
Şimşek “konuşulup yazılacak” bilgisini okuyunca, günlüğümün yukarıdaki bölümüne
gitti gözlerim. Eksik buldum ve tamamlamaya çalıştım: 1984 ve 1987 yılları
arasında çalıştığım Karacasu ilçesindeki görev yıllarımda yaşananlar, benim
için çok özeldir. Bunun belki birçok nedeni vardır; başta gelenleri ilk görev
yerim oluşu ve oradaki öğretmenlerle aramızda kendiliğinden oluşan güvene
dayalı bir iletişim, etkileşim ve hep birlikte “İlçemizi
nasıl
kalkındırırız?” sorusuna yanıt aramamız olsa gerek. Karacasu Lisesi’nde, zaman
zaman öğleden sonraları edebiyat ve tarih derslerine dinleyici olarak
katılıyorum; ders konularından hareketle öğrenci ve öğretmenlerle söyleşiyoruz,
sonra öğretmenler odasında tüm öğretmenlerle toplantılar yapıyoruz; herkesin
düşüncesini, herhangi bir sınırlama olmaksızın söyleyebileceği toplantılar.
Büyük bir enerji alıyor ve itici güç hissediyorum onlar konuştukça. Onlar da
beni özendiriyorlar; “Bu toplantıları ayda bir yapalım.” diyorlar ve sonra
“Sene başlarında illa ilk dersi siz verin.”
Tahsin
Şimşek, o öğretmenlerden birisi, en başta geleni: ilçenin Işıklar köyünden,
önerileri, istekleri hayali değil; yaşanmışlıklardan süzülmüş ve hayata uygun.
Afrodisias’ta şenlik düzenleme, ilçeyi tanıtma, turizmi geliştirme önerisiyle
başlamış olmalı birlikte çalışmalarımız, sonra müze müdürünün bu işe büyük bir
heyecanla sarılması ve “Bin Yıl Sonra Yeniden” başlığıyla yola çıktığımız
“Afrodisias
Atletizm ve Folklor Şenliği”. Sanırım bugün bile ülkemizdeki
“festivaller”
arasında, ilk ve tek spor etkinliği olmak özelliğini koruyordur.
Ama öğretmen
Tahsin Şimşek deyince asıl söz etmek istediğim iki konu daha var ki, (sonraki
yıllarda yaptığı çalışmaların temellerinin ne kadar gerilerde / derinlerde
olduğunun anlaşılmasını göstermek bakımından da bir not olarak) yer almalıdır,
emeğiyle hazırlanan bu derginin sayfalarında. Kendisini 8 yıldan beri sadece
“Afrodisyas Sanat”a verdiği akıl ve alın teri ile tanımış olan saygıdeğer
sanatseverler ve okurlar için de belki farklı bir duyuşa olanak sağlamış
olurum. (Gerçi kendileri, ‘Sevgilim Şiir’de “tadı damağımda o anasütü
dizeler” başlığı altında vermiştir önemli ipuçları).
1986 ya da
’87 Mayıs sonu: İlçelerde liseler için mezuniyet geceleri düzenlenen
günlerdeyiz; öğretmenler, öğrenciler ve veliler büyük bir heyecan içindeler.
Karacasu Lisesi öğretmen ve öğrencileri de bir mezuniyet gecesi düzenlemişler,
ama bir sorun var. Hazırlanmış olan gecenin tiyatro etkinliğinde yer verilmiş
olan “Deli Dumrul” adlı oyun, incelenip izin verilmesi için Vilayet Makamı’na
sunulmuş; davetiyeler dağıtılmış, ama geceye birkaç gün kalmış olmasına karşın
olumlu ya da olumsuz bir yanıt yok; dahası sanki uygun görülmeyecekmiş gibi,
duyumlar alınmış. Öğretmenlerimizin önerileri üzerine
vilayetle
görüştüm, (Siyasal içerikli bulunması nedeniyle kimse onaya çıkamaya
cesaret
edememiş.), ‘ilçeden bir sorun gelmeyecek’ garantisi ile sorun aşıldı. İyi ki de
aşıldı, çünkü o akşam Karacasu Lisesi öğretmen ve öğrencilerinin sahnelediği
Deli Dumrul adlı oyunu, sonraki 25 yıllık meslek yaşantımda taşrada gördüğüm en
başarılı tiyatro oyunu olarak hep sevinçle anımsarım. Aynı isimli Dede Korkut
hikâyesinden yola çıkılıp özgün öykü ile iç içe olarak Türkiye’deki politik ve
toplumsal sorunları irdeleyen oyunun, lise düzeyinde seçimi ve oynanması, o
yıllar için önemli bir başarı olsa gerek. Adalet, eşitlik, hoşgörü ve barışın
yeryüzünde ancak yüreğinde insan sevgisi olanlar tarafından inşa
edilebileceğini anlatması bakımından da dönem oyunu değil, tam da bu
nitelikleriyle aslında insanlık tarihinin geleceğine küçük bir ilçenin öğretmen
ve öğrencilerinin kalbinden sevinç dolu bir selam gönderimiydi.
Anımsadığım
başarılı bir çalışma da yine başta öğretmen Tahsin Şimşek ve diğer
öğretmenlerin ortak çabasıyla sahnelenmiş olan “10 Kasım Oratoryosu” dur. 1987
yılında, tarihinde ilk kez, 10 Kasım, “ağlama günü” değil “anma günü”
düşüncesiyle hazırlanmış etkinliklerle vatandaşlarla paylaşılacaktı. Karacasu
Lisesi öğretmen ve öğrencilerinin hazırladıkları programı izlemek için
“yerimizi aldık” ve sahnedeki öğrencilerden birisi saz çalmaya, diğeri de türkü
söylemeye başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürü ile göz göze geldik: Eyvah, ne yaptınız!
Sahnede
“Yemen Türküsü” çalınıp söyleniyor; sonra birden saz-söz sustu, arkadan genç
heyecanlı bir ses yükseldi: “30 Ekim 1918, Mondros / Ve bütün umutlara paydos!”
Bu başlangıç ve sonrasında söylenip konuşulanlar, canlandırmalar, okunan
metinler ve sahneden aklımızın derinliğine kazınan, hafızamızı araştırmaya
zorlayan çığlıklar… Meslek yaşantımın sonraki yıllarında ve şehirlerinde her 10
Kasım töreni için benim elimde müthiş bir metin vardı. Tahsin Şimşek
öğretmenden Tunceli Ovacık Kaymakamlığına giderken aldığım çok kıymetli bir
andaç. Onlarca şairin şiirlerinden alınmış bölümleri, özenle seçilmiş
türkülerle ustaca birleştirip, kendi yorum ve düşüncelerini de katarak
izleyiciye “bizi yutup yok etmek isteyen emperyalizme karşı kazanılmış Büyük Zaferi”,
mazlum milletlerin de zaferi sayan, onlar için de örnek olduğunu haykıran yeni
devletin kuruluş öyküsü ve o devletin temellerini oluşturan felsefi düşünceyi”
anlatıp aktaran ve bütün bunları başaran bir insanı, Atatürk’ü anlatan
olağanüstü güzellikte senfonik bir şiir: 10 Kasım 1987, Ağlamayı bırakıp
anlamayı seçen bir topluluğun ilk adımıydı, görkemli…
Çalıştığım
il ve ilçelerin birçoğunda, 10 Kasım anma programları hep bu temel metin
üzerinde gelişti. Ana metne bağlı kalarak, bütün o kurtuluş ve kuruluş
sürecini, devrimleri ve ulusa verilmiş olan büyük evrensel ve barışçıl ideali
(çağdaş uygarlık düzeyini aşmak) anlatmak için kurgulanıp derlenmiş o metin,
hep yol gösterdi bize. Her il ya da ilçede o yörenin Kurtuluş Savaşı’mızdaki
yeri ve önemi, kimlikleri ve kişilikleriyle de senaryoya dahil edilerek halkla
daha güçlü biçimde buluşma yolları denedik ve başarılı olduk. O çalışmaları da
öğretmenlerle ortaklaşa yürüttük. İl ve ilçelerin tek yapıcı ve yaratıcı gücü,
toplumun hep aydınlık yüzü öğretmenler ve idarenin tüm yükünü tek başına
omuzlayan… Bunu ilk olarak Karacasu ilçesinde tanıştığım ve birlikte çok
başarılı çalışmalar yaptığımız Tahsin şimşek başta olmak üzere her öğretmenin
gözlerinin içinde görmüştüm ve hep o ışıktan yararlanmaya çalıştım.
Tahsin
Şimşek öğretmenimizle iletişimimiz aralıklarla, kısa kesintilerle olsa da hep
devam etti. Atandığım her ilçe ya da vilayete hep yeni bir kitabıyla gönderdi
“başarı dileklerini”, hep çalışkan ve üretici, hep sıcak bir dost selamı ki,
akıldan süzülmüş ama duygu da dolu. Kaleminden dökülen sözcüklerin özü, meğer
ne kadar derinden geliyormuş. “Külaltı Söz”lerden duyduğumuz sıcaklığın,
Afrodisyas, O Beyaz Merhaba”da anlıyoruz ne kadar derinden gelen bir
ateşolduğunu ve “Şiire ‘Yüklü’ Halk Bahçesi”nde bulduğumuz güzellikler,
gösteriyor ki bize o gönül dolusu sevinçler, bin yıllık yollardan geliyormuş
damıtılarak yüreğinde…
Taşıyormuş
kaleminden…
* Aphrodisias: City of Venus
Aphrodite, Kenan T. Erim, Yayıncı Facts on File, 1986.
Türkçe
basımı yapılmamış olan bu kitabın yayın hakkı, vakıfça (Karacasu geliştirme ve
Eğitim Vakfı) alınabilir mi? Arkeoloji meraklıları ve Afrodisias için bir
başyapıt olmak özelliğini taşıyan ve Afrodisias Öyküsünü ilk ağızdan yazılmış
haliyle Türkçe
olarak okuyabilmek dileğiyle…
* Afrodisyas
Sanat, Sayı 49
Ocak-Şubat 2015
KİTAP
İÇİNDE KİTAP
HİDAYET
KARAKUŞ
Ozanın yazarın en önemli gerecini
dil olduğunu bilmeyen yok. Dilin en
önemli yapı taşı da sözcüktür.
Sözcükleri tanımak, anlamlarına yaklaşmak, onları
koklamak, seslerini işitmek
uyanık bir beynin işidir. Nerede, hangi ortamda söylenirse, nerede yaşarsa
yaşasın sözcük kendi tınısıyla bir şeyler söyler hep. O tınıyı yakalamak,
sözcüklere özenli bir bakışla olanaklıdır.
Tahsin Şimşek’in Aydın yöresinden
derlediği sözcüklerle oluşturduğu Şiire
“Yüklü” Halk Bahçesi / Dikinesözler Kitabı* duyarlı bir aydının çevresine
bakışını da içeren çok önemli bir çalışma.
Dil Devriminin ilk yıllarında
kendini cumhuriyete adamış öğretmenlerin, memurların, mühendislerin,
sağlıkçıların köylerden, kasabalardan derlediği sözcüklerle oluşturulan Derleme Sözlüğü’nü anımsatan bu kitap,
son yıllarda örneğine pek rastlamadığımız türde bir kitap. Tahsin Şimşek,
ozanlığının verdiği bir dil duyarlılığı yaklaşmış sözcüklere. “Bu ayıp, bu
güzel” demeden yöresinde yakalayabildiği her farklı sözcüğü kitabına almış.
Sözcüklerin kimileri bilinen sözcükler ama onlarında Aydın yöresindeki
söylenişleriyle kitapta yer aldığını görüyoruz.
Kitabın bölümleri de halkın söz
bahçesine yaklaşımın örneklerini oluşturuyor. Sözcükleri örneklediği bölüme:
Halk Bahçesinin Kır Çiçekleri adını vermiş Tahsin Şimşek.
Her bölüme küçük birer açıklama
yazan Şimşek; bu bölümde şunları söylüyor özce:
“Şair
olmak, halk bahçesinden gül dermeyi bilmekle olanaklıdır. Merak ederim TDK’nin Derleme Sözlüğü’ne, kaç
şairimiz açıp bakmıştır; halkın somutlama becerisine, zenginliğine tanık
olmuştur? Şiirin, yaban dili yaşatmakla ilgisini araştırmıştır? Şiirin Darvin’i
olmaya özenmiştir? “Yaban Düşünce”nin kapağını açmıştır?”
İşte “kır çiçekleri”nden birkaç örnek:
Andız:
İffetsiz, erkeklere karşı sırnaşık, ‘kaba ardıç’ gibi kadın.
Ayazlık: Akdeniz evlerinde hayattan dışarıya doğru çıkan, etrafı
çevrili
yüksekçe oturma yeri.
Belen: Yüksek ateş ve hastalık nedeniyle
havale geçirmek.
Cıngırlık: Dönerek binilen bir tür tahterevalli.
Ismık: Çekingen, konuşmayı
beceremeyen.
Kuskun: Pantolon askısı.
Ölçermek:
Sönmeye yüz tutmuş ateşi alevlendirmek, altını karıştırmak.
Penezlemek: Sersemlemek.
Sokarık: Bir karışlık ekin, yeşillik.
Yuluk: İnce deri, meşin; sahtiyan
…
Deyimleri örneklediği
bölüme: Halk Bahçesinde Dillenmek,
demiş.
Tahsin Şimşek,
deyimlerle ilgili şöyle diyor:
“Deyimler, karşı karşıya olduğumuz bir durumu özetleme çabasının
ürünüdür. Deyim kullanmaktaki ereğimizi (murat) ise, “lafı
balla kesmek” deyiminin iletisiyle özetleyebiliriz. Ama her deyim, aynı
zamanda bir bencilliğin yapışkanlığını da dillendirir. O halde her yazarın, her
ozanın “Lafını bil de söyle, ağzını sil
de söyle.” atasözündeki uyarıyı hiç göz ardı etmemesi gerekir.”
Bu bölümde de bilinen deyimlerle
birlikte Aydın yöresine özgü deyimler abece sırasıyla verilmiş:
Ağzının kaytanı olmamak: Sözü düşünmeden kullanmak.
Aldak doldak (buldak) etmek:
Her çareye başvurup aldatmak.
Bili bili gak gak: Çocuk dilinde yumurta.
B.k evlat, baldan tatlıdır: Evlat sevgisinin yerini hiç
hiçbir sevgi tutamaz.
Cayrak Çalı: Birden öfkelenen, öfkesini bağırıp çağırarak dışa vuran.
Deden buranın yerlisi, kaşı gözü kirlisi: Yerli ve kalıcı olan.
Ekşi nar kökü: İnatçı, kolay pes etmeyen.
Engi bengi olmak: Şaşırıp kalmak, feleği şaşmak.
Harman kovan öküz içinden yer: Emek harcanan işten yararlanmak
haktır.
Karınca eti yemek: Durduğu yerde duramamak.
Odunu budağından, kadını dudağından: Her sorunu çözmenin kolay yolu
vardır; önemli olan, o yolu arayıp bulmak.
Sütlü keçinin kır oğlağı: Kayrılan, ayrıcalıklı bir konumda
bulunan.
…
Kaba saba deyimlerin örneklendiği
bölümü: Halk Sövgüsündeki Gizli Övgü adıyla yazmış yazarımız.
“Köylü argosunu, halk argosunu, genel anlamlı argodan,
belli bir kültüre sahip olan grupların argosundan iyi ayırmak gerekir. Genel
anlamlı argodaki o kırıcılık, halk argosunda yerini, espriye, biraz da
çokbilmişliğe bırakmıştır. Görmüş “geçirmiş”lik kokar. Köylü argosunda halkın
doğallığı, art niyetsiz şakaları somutlanırken, genel argoda öne çıkarılan ise
gerçek anlamdaki cinselliktir, kaba saldırganlıktır…” diyen Şimşek’in bu konuda çokça
kafa yorduğunu görüyoruz.
Halkın doğallıkla kullandığı o
deyimlerden kimileri:
Anan sepetten g.t geçiriversin: Yenilgi, bozgun karşısında
yapılacak bir şeyin kalmaması.
Eşeğin .mını menderese çevirmek: Her şeyi berbat etmek, bir şeye
çok zarar vermek.
Su eleği: Kadının
cinsel organı.
Usta gelin şalvarı yırttırmaz: Deneyimli
olan zorlamaya fırsat bırakmaz.
Uyur düzücü: Başkalarının
zayıf yanlarından hemen yararlanan, fırsatçı.
…
Halkın dilinde yaşayıp duran bu sözcüklerin deyimlerin yazı diline geçmesi
ancak böylesi çalışmalarla gün yüzüne çıkmalarına bağlıdır. Sevilen tutulan
sözcükler, deyimler ölçünlü dilin dolaşımında yerini alacaktır.
Bu deyimler, sözcükler bize
halkın kendi argosunu oluşturmaktan ötede düşünme kolaylığını hiçbir kaygıya
kapılmadan yarattığını gösteriyor. Bilimsel bir bakışla bunları yok sayabilir
miyiz? Önemli olan dilin kendi içindeki canlılığıdır. Tutarlılığıdır. Anlatım
gücüyle ulaştığı yerdir.
Tahsin Şimşek’in bu kitabında
aslında ikinci bir kitap saklı. İç içe geçmiş ikinci bir kitap görüyoruz. Ozan
Tahsin Şimşek çıkıyor bu ikinci kitapta karşımıza.
Bunlar, şiir için söylenmiş özlü
sözler dönüşüyor. Şimşek derlediği her sözcüğe, deyime örnek verirken şiirle
ilgili düşüncelerini yerleştirmiş. Ozanımız, bu sözlere Dikinesözler demiş. İçinde eleştiri var, saptama var, olması
gerekeni imleme var.
Bu sözleri kitabın içinden çekip
ayrı bir kitap yapsa şaşılmaz ama özgünlüğü de dille düşüncenin birbirinden
ayrılmaz iki öğe olduğunu gösterircesine böyle bir yol tutturmasıyla ortaya
çıkmış.
İşte sözcükleri deyimleri
örneklerken ortaya çıkan şiir düşüncelerinden kimileri değerli ozan
arkadaşımızın. Tümcelerin içindeki koyu renkli sözcük derlenen sözcüklerdir:
Okur, ağı sökülmüş dizelerle ortaya çıkan her ozana erkenden diz
çöktürür.
Akbaş
(karnabahar) saksıya yakıştığında, bilin ki saçlarını ağartmış bir şiirdir
artık.
Zamanlı zamansız avkanlanan (öfkelenen) ozanın avcısı, o
acımasız zamandır.
Ozan bıyığıyla beşbıyığı karıştıran hanımlar, bir
günden bir güne şiirle öpüşmeye kalkışmasın.
Şiirimizin bullaları, bir de şiirin dişil olduğunun ayrımına zamanında
varabilselerdi, ablacılığa daha erken soyunmazlar mıydı hiç?
Ozanlar, sokağa çıkmadan
sözcüklerin saç kırıklarını zamanında toplasalardı, köşe başlarında o bol
sözcüklü concoloz şiirlerle burun
buruna gelmezdik.
Çelimsiz
sözcüklerle şiir, şiir olmaz; ey ozan, sözcüğünü yaban doğada ara.
Harcıalem şiirlerle sokak sokak dolaşmaya alışmış bir ozan,
belli bir saatten sonra kapı dayaklamakla,
ne şiirin namusunu ne de kendi namusunu temizleyebilir.
Ozan dediğin, her şeyden önce
sözcük dağından düz odun taşımayı
öğrenmeli Yunus gibi; çünkü el alemin yakıp söndürdüğü eğsilerle şiir ateşi harlamaz.
İyi şiir okuyamayan çenesi gevik biri, iyi ozan da olamaz; şiir
her şeyden önce “ses”tir.
…
Tahsin Şimşek, Şiire “Yüklü” Halk
Bahçesi’yle hem Aydın yöresinin sözcükleri, deyimleriyle renkli bir evrene
açıyor kapılarımızı hem şiirimizin içinde bulunduğu durumu imleyen özlü
sözlerle derlediği sözcükleri er meydanına salıyor.
Dilin Tahsin Şimşek gibi
emekçileri çoğalmalı, Türkçenin görkemli sesi daha da yükselmeli. Bunun için de
birincil görev ozanlara, yazarlara düşüyor. Tahsin Şimşek, bunun önemli bir
örneğini veriyor bize. Darısı başımıza!
* Çağdaş Türk Dili, Sayı 277, Mart
2011
KİTAPLAR ADASI
M. SADIK ASLANKARA
Nazilli’de yaşayan Karacasulu şair Tahsin Şimşek (0256.3120106) yazdığı
mektupta, “Ege Duyarlılığı ve sıcaklığı yazılarınıza renk katıyor” diyor, sonra
da ekliyor: “Küçük yerlerde sanatçı olmak zor, yalnızlığımı paylaşırsanız
sevinirim.”
Nasıl da iç burkucu bir dile getiriş. Ama taşrada yaşıyor olmasına karşın
iki şiir kitabı verilmemiş Tahsin Şimşek: Külaltı Söz (Etki, 1995), Yarını Tanelemek (Toplum,2003).
Tahsin Şimşek, Külaltı’na “Söz-Eylem”le başlıyor:
“Akan zamana boğulmamak için / Yeni sallar yaptım kendime”. Taşra bunaltısının
tortusuyla da karşılaşıyoruz bu iki dizede. Tıpkı “Günindi”nin dizelerindeki
gibi: “Bir dönemeç daha devrildi / Devrildi benim unutkan aydınlığım / Kafkamsı
yalnızlığım.” Yine de şair yüreği umutla direniyor Şimşek’in. Sözgelimi
“Akdeniz Düşünde Bir kent (Karacasu-Afrodisias) başlıklı şiirinde direncinin de
vatanını oluşturuyor kenti: “Güze
değen bir eldir ‘güzel’ / Yeşile değse güzden bir el / Eylül çiçeklenir su-ellerde
// Suyunca soğur susan her ‘an’ / Bilirim erden düşlere düşünce / Güzele
konacak gönül hep / şu bir içim su
zaman”. (Yarını Tanelemek, 27,
17)
Nereye geleceğim? Taşra bir boğuntunun, yok oluşun
adı değil yalnızca. Öyle ye yukarıda değindik, insan taşrada direnerek, taşraya
karşı ihtilal yaparak böylece en azından kendi taşrasını kırıp yok ederek de
varlık gösterebilir, yani taşrasını kente dönüştürebilir. Kendi yaşadığı yeri
kentleştirebilir.
* Cumhuriyet Kitap (19 Ocak
2006, 831. Sayı)
MUSTAFA KEMAL SINAVI
HASAN AKARSU
Ozan, yazar Tahsin Şimşek 1948 Karacasu-Işıklar köyü doğumludur. Öğretmenlikten
emekli olan Şimşek’in şiir, deneme, gezi, derleme, Araştırma türlerinde birçok
yapıtı vardır ve 2007’den beri Afrodisyas Sanat dergisinin Sorumlu Yazı işleri
Müdürlüğünü yapmaktadır. Yeni yapıtı “Mustafa Kemal Sınavı”nda çoğu Atatürk’le
ilgili, gazete ve dergi yazıları yer almaktadır.
Yazar
bu yazılarında gençlere doğrudan seslenerek içtenliğini gösteriyor. Sevgili
Başak, Eylem Sevgi…; Barış, Umut, Ata… Laikliğin ve çağdaş eğitimin önemini
belirtirken, bağımsızlığı ve Cumhuriyet’i korumak gerektiğini anımsatıyor.
Atatürk’ün Söylev’inin bir devrim öyküsü olduğunu ve bir roman gibi okunması gerektiğini
vurguluyor. Yeri geldikçe Atatürk Devrimleri’ni tanıtıyor, Atatürk’ün 49 yılda
okuduğu kitaplardan söz ediyor. Gençlere okuma sevgisini aşılayacak örnekler
sunuyor. Cumhuriyet aydınlanmasında yazınımızın önemini anımsatarak önemli
yazarlarımızı tanıtıyor. Fikret’in ışığının, Fransız Devrimi’nin Mustafa
Kemal’i nasıl etkilediğin anlatıyor.: “… Fikret’in düşüncesinde de Mustafa
Kemal’in düşüncesinde de öne çıkan önemli özellik, insana verilen önemdir.
Bütün sorunların üstesinden gelecek, mutlu yarınları hazırlayacak olan insandır.
İnsanı da insan yapan, düşünce gücü ve akıldır….” (s. 43)
Şimşek, Atatürk’ü anlatan
kitapları tanıtıyor. Atatürk’ün okuduğu Manastır Askeri Lisesi’ni gezerek
izlenimlerini yazıyor ve Mustafa Kemal’in gençlik aşkı olan Eleni Karinte’den
söz ediyor. Atatürk Devrimi’nin “Dört Süvarisi” dediği Mahmut Esat Bozkurt’un,
Mustafa Necati’nin, Reşit Galip’in ve Tevfik Rüştü Aras’ın çalışmalarını örnek
gösteriyor. Karşıdevrimcilerin amacının bugün Atatürk’ü yalnızlaştırmak ve
unutturmak olduğunu saptayıp gerçek aydınlara düşen görevi anımsatıyor: “
Gerçek aydınlara düşen görev Atatürk’ü yaşamdan ve çevresinden soyutlamadan
anlatmak, devrimleri yaşatmaktır. Gençlere düşen görev, Atatürk’ü doğru
kaynaklardan doğru öğrenmektir….” (.. 61). Yazar, onlarca yazı yazdığı için kimi
kez aynı bilgileri yeniden anımsatıyor. Bu yinelemelerin pekiştirici olduğunu
belirtmeliyiz. Bugün Atatürk’ün ve devrimlerinin unutturulmaya çalışıldığını
gözlerken yazar, Küba Devlet Başkanı Fidel Castro’nun Atatürk’le ilgili sözünü
anımsatıyor, ibret alınması gereken bir söz olarak: “O’nun yaptıklarını ben
başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür. Bu kadar büyük devrim yaptım;
O’nun yaptıklarını ben başaramazdım” (s.
82) Atatürk’ün dil konusunda da geleceği gördüğünü ve ölürken bile “Dil efendim
dil!” dediğini biliyoruz. Yazar da gençlere seslenerek Atatürk’ün büyüklüğünü
vurguluyor: “Evet Sevgili Gençler, Gerçek yurtseverler, geleceği bugünden
düşünenler ve kuranlardır…” (s. 88) Yazar, günümüz siyasetçilerinin,
yöneticilerinin laikliği nasıl çiğnediklerini, dinsel konuları kullanarak nasıl
siyaset yaptıklarını kendi sözleriyle ortaya koyuyor, yaşadığımız günleri kayıt
altına alıyor: “Makyaj yapan kadının kaportası bozuktur…. Annen de olsa diz
kapağının üstü tahrik eder… kadınlı erkekli horon haramdır…”
Tahsin Şimşek, bu yapıtında,
yazılarından 57 test sorusu çıkararak gençleri “Mustafa Kemal Sınavı”ndan
geçiriyor. Böylece yazdıklarının ne ölçüde anlaşılıp anlaşılmadığını sınamış
oluyor. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak yazdığı şiirlerden bir
seçki sunması da yapıtı zenginleştiriyor. “Mustafa Kemal Sınavı” kitabı,
gençlere ve herkese Atatürk’ü her yönüyle tanıtan bir özellik taşıyor. Bu
yapıta, Tahsin Şimşek’in bir yaşam boyu okuduğu yapıtların bir birikimi olarak
baktığımızda, onun ne denli zengin olduğunu daha iyi anlamış oluruz.
* Türk Dili Dergisi, Sayı 168, Mayıs – Haziran 2015
TAHSİN ŞİMŞEK
BAŞARAN
Bir antik kent
Afrodisyas
Kazılar
yapılıyor toprağında
Tapınağı
onarıyor
Cengiz Bektaş.
Öğretmen Tahsin
Şimşek de
İlk sözcük
kazıbilimcimiz,
Bektaş’a özenmiş
belki de.
Eşi de öğretmen,
çocuklar da.
Nazillili ya,
Didim’de geçiriyor
yazı,
Denizin
koynunda,
Afrodisyas
Dergisinde
Ki Tahsin
çıkarıyor,
Kazılara
girişmiş yazın toprağında
Kolay gelsin mi
demeli
* Çağdaş
Türk Dili, Mart 2014, Sayı 313
TÜRKÇE GÜNLÜKLERİ
FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
5 OCAK ÇARŞAMBA
'Köylü' sözcüğü ne zamandır
hakaret anlamında kullanılıyor. Birinin yüzüne karşı 'köylü' demişseniz onu
hafife alıyorsunuz, onunla dalga geçiyorsunuz demektir. Arkasından demişseniz
dedikodusunu ediyor, aşağılıyorsunuzdur. Oysa köylü, halktır; 'milletin
efendisi' olduğu gibi, dilin de pınarıdır, kaynağıdır.
Tahsin Şimşek, kendi yöresinden,
Karacasu 'Işıklar'dan sözcükler, deyimler derlemiş; derlediği sözcüklere tümce
içindeki kullanım örneklerini, kendisinin 'dikinesöz' diye güzel bir karşılık
bulduğu aforizmalarla verirken odağa şiiri oturtmuş. Başörtüsü yerine, eşarp,
yazma, tülbent gibi sözcükler kullanıldığını bilirdim de 'çarpına, çelme,
dastar' gibi sözcükleri Şimşek'in 'Şiire 'Yüklü' Halk Bahçesi'
(Afrodisyas-Sanat Yayınları) adlı bu kitabından öğrendim. Halk bahçesinde daha
neler var neler. İşte minik bir sınav: çelim, çımkışmak, çokuşmak, dalabık,
dolak, eğsi, esen, gebiz, geriz, gevik, gömeç, göverti, göynük, ısmık, koygun,
ötürük, püslen, taygeldi, yalabık, yaltak, yargın, yuluk, yurda, yüğürmek,
yülümek.
Eşleştirme çabasının öğrenmeye katkısı olur diye, anlamlarını
burada, noktalı virgüllerin arasında, sırasıyla vereceğim: Güç, kuvvet;
uyuşmak; toplanmak, birikmek; tedirginliği sürekli kılan gönül üzüntüsü; atkı;
bir kısmı daha önce yanmış odun; rüzgâr; yağmur sonrası kurur kurumaz çatlayan
toprak; kapalı su yolu; şekli bozulmuş, eğri büğrü olmuş; petek; henüz başağa
durmamış yeşil haldeki arpa, buğday, yeşillik; içi yanık, dertli, hüzünlü;
çekingen, konuşmayı beceremeyen; etkili, dokunaklı; ishal; üzüm salkımını
oluşturan saplamlardan her biri; ikinci kez evlenen kadının koca evine
arkasında getirdiği çocuk; kaypak, herkese yaranmayı beceren; dalkavukluk
yapmayı seven; sırt, arka; ince deri, meşin; iğnenin deliği; gebe kalmak
amacıyla cinsel ilişkide bulunmak; makasla kesmek, tıraşlamak.
Dayanamayıp birkaç sözcüğe
değineceğim ama. 'Çelimsiz'i biliriz de 'çelim'i unutmuşuz. 'Dolamak' standart
dilde var; 'dolak' niye yok? 'Yel'i beğenmemiş, 'rüzgâr'ı almışız; meğer 'esen'
de varmış. Kızılcahamam türküsü müdür 'Meşeler gövermiş varsın göversin'; orada
yaşıyormuş gövermek! 'Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim, göynür özüm / Yiğit
iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi' diyen Yunus Emre'nin 'göynümek'ini halk
yüzyıllardır yaşatmaktaymış işte. 'Yaltaklanma'yı biliriz de 'yaltak'ı niye
unuttuk acaba?
Ya şu deyimlerin güzelliğine ne
demeli? Anlamlarını da kitaptan aktarıyorum:
Akıl olmadık başta neylesin fikir, Abdi karıyı boşamış
neylesin Bekir: Akıllı
olmayan hem düşünceden hem duygu- duyarlılıktan yoksundur.
Bugün kar havası, kaba döşek yâr havası: En kötü koşullarda bile güzel
şeylere olanak yaratmanın olası olduğu
Ekmek yerken kedinin gözünü bağlamak: Cimrilikte sınır tanımamak
Kokar tabaklar, ben gelin geldim de kokmaz oldunuz: Bir şeye alışmak; alışkanlık
sonucu duyarlılığın azalması
Omar (Ömer) diyecek dudak domarışından belli olur: Niyetin daha söze başlar
başlamaz belli olması
Ömrünü gök çaputun ucuna bağlayıp oturakoymak: Gelecek kaygısı olmamak
Parası olan yer boranıyı, parası olmayan giyer haranıyı: Olanağı olan isteğini elde
eder; olmayan, boş şeylerle kendini avutur.
Pekmez alacak yörük gibi bakmak: Şaşırmış durumda olmak, bilgi
sahibi olmadığı için bir şeye boş boş bakmak
Sap yiyip saman sıçmak: Bilgisiz olmak, hiçbir şeyin
farkında olmamak
Şeytanın kız kaçırması: hortum, burgaç
'Günün geçer akçe yaşam
algılarına bakıp da hiçbir deyim, kalıp söz için, onlardan bize ne, onlar bizim
neyimize diyemeyiz.' demiş Tahsin Şimşek ve eklemiş: 'Ortalıkta endam gösterip
içki yerine meyve önerenlerin, yani lav luv, cav cuv edenlerin tavına gelmemek
gerekir.' Benim bir şey eklemem artık gerekmez.
*
Cumhuriyet Kitap, Sayı:1091, 13 Ocak 2011