Tahsin Şimşek

Eğitimci, Yazar, Şair

Doğum
03 Ekim, 1948
Eğitim
Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Ededbiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Aydın K. Işıklar

Eğitimci, şair ve yazar. 3 Ekim 1948, Işıklar köyü / Karacasu / Aydın doğumlu. Ürünlerinde Aydın K. Işıklar imzası da kullandı. İlkokulu köyünde bitirdi (1960). Ortaöğretimini Ortaklar İlköğretmen Okulunda (1966), yüksek öğrenimini Necati Eğitin Enstitüsü (1968) ve Anadolu Üniversitesi TDE Bölümünde (1991) tamamladı. Hakkari-Beytüşşebap, Aydın-Karacasu, Afyon- Güneyköy ve Aydın-Nazilli’de Türkçe ve Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalışıp 1993’te emekli oldu.  1989’dan itibaren yaşamını ve çalışmalarını Nazilli’de sürdürdü. Emekli olduktan sonra on üç yıl dershane öğretmenliği yaptı. 2007 yılında başlayarak aylık edebiyat, sanat ve kültür dergisi Afrodisyas Sanat’ı çıkardı, derginin sorumlu yazı işleri müdürlüğü üstlendi.

Afrodisyas Sanat dışında yazı ve şiirleri, 1967 yılından itibaren Gökçeyazın (Balıkesir), Yeni Kaynak (Balıkesir), Türk Dili Dergisi, Çağdaş Türk Dili, Cumhuriyet, abece, ardıçkuşu, Şiir Ülkesi, Aykırısanat, Beşparmak, Tan Edebiyat, Şehir, Öğretmen Dünyası, Folklor/Edebiyat, Bilim ve Ütopya, Yeniden İmece, İnsan, Akdeniz Sanat, Broy, Eski, Afrodisias, Aydın... Aydın, Turnalar (KKTC), Olay (Londra) dergi ve gazetelerine yayımladı. Afrodisyas Sanat Edebiyat Günleri’ni belgeleyip zamana bıraktı.

"Sevgilim Şiir" adlı dosyayla Ş. Avni Ölez 2006 Şiir Emeği Ödülünü, "Sevgilim Şiir" adlı şiiriyle de 2006 Mustafa Kemal Yılmaz Şiir Ödülünü, "Irak’ta Ana Olmak" adlı şiiriyle 2006 Aykırısanat Şiir Ödülünü aldı. "Japonya Gezi Notları" ile 2007 Behzat Ay Yazın Ödülünde övgüye değer bulundu. Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Aydın Şair ve Yazarlar Derneği üyesidir.

 Tahsin Şimşek İçin Ne Dediler?

 Tahsin Şimşek, emekli bir Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni. Nazilli'de çıkan ve altıncı sayıya ulaşan “Afrodisyas-Sanat” edebiyat, sanat ve kültür dergisinin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yapıyor halen. Sevgilim Şiir'de hüznün ve aşkın haritasını bulacaksınız. Okudukça, yolunuzun yeni çağlayanlara düşeceğine inanıyorum. O geniş kanatlı çağrıştırım kuşuna rastlayacaksınız dizelerde.” (Bülent Güldal)

 ESERLERİ:

 Şiir: Külaltı Söz (1995), Yarını Tanelemek (2003), Geçmişi Kınalı (2005), Sevgilim Şiir (2007), Bir Gökyüzü Sohbetinden (2012), Hep Gençtir Mitoloji (2017).

 Deneme-Gezi: Afrodisyas’tan “Günaydın Yeryüzü”ne (2008), Hektor’dan Mustafa Kemal’e Anadolu’nun Antik Aydınlığı (Deneme, 2023), Mizahla Utandıracağız (Mizah-Deneme: 2022), Rüzgârın Şiir Kovaladığı Antik Duraklar (2023).

 Derleme: Şiire “Yüklü” Halk Bahçesi – Dikinesözler Kitabı (2010), Şiire Açan Kır Karanfilleri – Şiire Perdah Dikinesözler (Derleme-Deneme, 2023).

 Araştırma-Deneme: Afrodisyas O Beyaz Merhaba (2013), Mustafa Kemal Sınavı (2015).

 Etkinlik Kitapları: Edebiyatın Belleğinde (2010), Edebiyatın Yolculuğunda Bir Merhaba (2011), Edebiyatın Mitoloji-Tarih Kavşağında (2012), Edebiyatın Kendi Coğrafyasına Yolculuğu (2013) [Karacasu “Afrodisyas Sanat” Edebiyat Günleri’ni belgeleyip zamana bırakan yapıtlar]

HAKKINDA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Feyza Hepçilingirler / Dilin Zamana Dokuduğu (2007, s. 23), M. Sadık Aslankara (Cumhuriyet Kitap, 19 Ocak 2006), Hasan Akarsu / Tahsin Şimşek’in Şiirleri (Türk Dili Dergisi, Mart-Nisan 2006), Atila Er / Sevgilim ya da Şiir (Afrodisyas Sanat, Ocak-Şubat 2008), Bülent Güldal / Şiirler, Şairler, Kitaplar (Şehir, Ocak 2008), Hasan Efe / Tahsin Şimşek’in Afrodisyas’tan “Günaydın Yeryüzüne”si (Şehir, Ağustos 2008),  Hasan Akarsu, Tahsin Şimşek’in Gezi Anıları: Antik Duraklar, Çini Kitap, 80. Sayı, Eylül-Ekim 2023), İsa Küçük, Afrodit’in Yurdu Afrodisyas’tan Başlayan Yolculuk, gerçekedebiyat.com, 02.10 2023), Tahsin Şimşek Bilgi Teyidi (7 Kasım 2023),

AFRODİSYAS UĞURUM BENİM

AFRODİSYAS UĞURUM BENİM

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Afrodisyas sütbeyaz merakım

Çocukluğum benim

Kuşların gagaladığı en hakiki resim,

Çöpsüz üzümü sevmeyen

Lanet üstüne lanete uğrasa da

Çöpsüz bir kenti anlar mı

Afrodisyas, çöpsüz üzümüm benim

 

Afrodisyas, masmavi uçarı coşkum

Zamanın dişi soluğuna yazgılı

O düşlerüstü duru gerçeğim,

Hani üç güzeller düşünde ortada kalan

O kan köpük kararsız elma

Ve zamanın hiç “öte git” demediği

Mavi kanatlı o üç yapraklı yonca

Afrodisyas uğurum benim

 

Afrodisyas, sözcük kokusu düşüm

Bak, Ara Güler’in kolunda

Cengiz Bektaş Hoca’yla

“Doğuran doğurtan” sendeyiz birlikte,

Mermer durusu bir gülüşte

Erim’le özdeşleşip içselleşen

O taş dirisi merhabanın türküsünde

“Afrodisyas kısmetim benim”

 

           

            * Bir Gökyüzü Sohbetinden, Sayfa

 

BEN O AFRODİYASLI ÇOCUK

BEN O AFRODİYASLI ÇOCUK

 

TAHSİN ŞİMŞEK

                            

Afrodisyas o deli coşkudur ince dalan

Binlerce yılın çocuk oyunlarında

İkaros’un kanatlarından atlayıp

Kaşla göz arasında harmaniye savurtan o

Üç güzellerle el ele “ip atlama”ya dalan

 

Ben Afrodisyas’taki o çocuğum işte

 

 

Afrodisyas o fi liz umuttur dal başına

Hırsız-polis oyunlarında bir İbukus

Turnalar köşe kapmaca oynarken katille

Stadyumun üst basamağında ayağa kalkıp

Elimdeki “beş taş”ı fırlatıverenim bütün zalimlere

 

Ben Afrodisyas’taki o ruhum işte

 

 

Tanrılar satrancında oyun oyun içinde

Zaman söktü nicemizi yerinden

Pegasos’la kanatlanıp ak mermer öte o kor ufukta

Okşandıkça canlanan bir Galateya’yım şimdi

Gel şu agorada alışveriş arası hemencecik

İki el “tavla” atalım zarı yine ömrüm olan

 

Ben Afrodisyas’taki o tutkuyum işte

 

Eski Çeşme başında taşı delip sabırla

Değirmen oyunu”na dalıvermiştim yine erinçle

Fark edip başının döndüğünü zamanın birden

Uzun eşek”e atlayıp kaçan bendim o günden

Sonra Kibele’den Artemis’e nice memeye sarılıp

Onca tekerlemeyi kaydırdım dil üstünden

 

Ben Afrodisyas’taki o büyüyüm işte …

 

 

* Bir Gökyüzü Sohbetinden, Sayfa 21

 

 

BEYAZ BİR MERHABADIR AFRODİSYAS’TA AŞK VE BARIŞ

BEYAZ BİR MERHABADIR

AFRODİSYAS’TA AŞK VE BARIŞ

       

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Bir insanı tanımak için, nasıl zamana gereksinim varsa, bir kenti tanımak ve anlamak için de vardır. İnsanları farklı kılan nasıl ortaklıklar değil, özgelikler-aykırılıklar ise, sevgili tepeden tırnağa nasıl bir özge can ise, kentleri kent yapan da kuşkusuz kendilerine özgülükleridir.

Benim o özge sevgili kentim Afrodisyas, kendini tanımam ve anlamam için, bana bir ömür soru üzerine soru sordurttu. Yaş altmışı geçmişken hâlâ tanıyabildiğimi ve anlayabildiğimi sanmıyorum.

·          Afrodisyas’ın geçmişinde hangi halklar var?

·          Afrodisyas’ın daha önceki adları neydi?

·          Eski adı Ninoe ile Ninova, bugünkü adı Geyre ile Karya arasında bir ilişki kurulabilir mi?

·          Niye Afrodisyas Afrodit’i başka Afrodit’lere benzemiyor?

·           Başı niye örtülü?

·          Bağrındaki “ay” ya da “yengeç”, elindeki “nar” neyin simgesi?

·          Niye bir genç kızdan çok bir anaya benziyor?

Afrodisyas’taki  Afrodit tapınç (kült) heykeli ile Efes’teki Artemis tapınç heykeli karşılaştırıldığında, aşağı yukarı aynı boyutlarda olmalarına karşın, biri niye o denli klasik, diğeri niye o denli sürrealist özellikler taşıyor? Başka bir söyleyişle postmodern tuzaklar, dizginsiz fanteziler o gün de mi kuruluyordu. Üstelik birincisi “aşk”ı, ikincisi “namus” ve iffet”i simgelediği halde. Elbette sözüm, bu sanat yapıtlarını insanlığa bir sanat tansığı olarak armağan eden sanatçıların yaratıcılıklarına, bu güzel ülkeye bir kültür kalıtı olarak kattıkları zenginliklere değil.

· Aynı coğrafyada bulunmalarına karşın bu Afrodisyas–Efes rekabeti niye?

· Niye bütün eskil kentler, güvenlik gerekçeleriyle sırtını dağa/tepeye ya da denize yasladığı halde, Afrodisyas düz ovadadır ve milattan sonra III. yüzyıla değin sursuzdur?

· Dünyanın bilinen ilk romanı, hem de Donkişot’tan 1500 yıl önce, kaleme alınmış olan Ta Peri Khairean Kai Kallirhoen’dur. (Khaireas ve Kallirhoe Üzerine). Romanın kahramanı güzeller güzeli, niye sözgelimi Atina’ya değil de Babil’e kaçırılmıştır?

·  Afrodisyas’taki heykellerin belden aşağısı, hemen hemen tümüyle niye bir tülle örtülüdür?

· Piskoposluk sarayındaki üç yapraklı yonca planı, niye başka hiçbir kentte uygulanmamıştır?

· Bütün eskil kentlerin yaşadığı yağmalanmayı Afrodisyas da yaşamıştır. Ama Afrodisyas, niye Anadolu köylülerince değil de bilim tacirlerince yağmalanmıştır?

İç içe geçmiş bu on sorunun bir kısmının yanıtını, “On Emir”e dönüştürmeden kendimce buldum. Bir kısmının yanıtını ise Arkeologlar, başka Afrodisyas sevdalıları bulacak.

Afrodisyas, bütün Anadolu kentleri gibi Adam harmanıdır. Bilinen en eski halkı Lelegler. Leleglerle Karyalılar harmanlanıyor önce. Sonra Afrodisyas öncesi Ninoe(es) ve Asur kraliçesi Semiramis’i görüyoruz tarih sahnesinde. İlişkiyi yine “aşk”la kuruyoruz. Ha Semiramis, ha Afrodit. Semiramis ile Gordion aşkı, hâlâ Afrodisyas kabartmalarında yaşıyor.

              Demek ki Afrodisyas’ta çözülecek çok düğüm var!...

  Afrodisyas, Pontus ayaklanmalarını bastırmak için gelen Roma imparatorlarının uğrak yeri. Önce Sula, sonra Sezar. Unutmadan söyleyelim, Kanuni de Rodos seferinden dönerken bu topraklarda konaklamıştı. Sezar’ın “vini, vidi, vici”si işteböyle bir Anadolu seferinin özetidir. Anadolu’daki binlerce yıllık Yunan düşlemlerinden sadece birinin yıkılışının özeti de diyebiliriz. Bu Anadolu – Yunan/Pontus rekabetinin dününün ta nerelere kadar dayandığını Troya’dan sonra bir kez daha görüyoruz. Helenizm ve Pontusçuluk ne dünün ne de bugünün işi; görünen o ki, yarının da işi. Çift yüzlü balta, Sulla’nın; Eros,  Sezar’ın Afrodisyas’a armağanları. Afrodisya’ta tarihi eser kaçakçılığının binlerce yıllık bir geçmişi var. O altın Eros, çalınıp Artemis’e sunulmuştur. Geri gelmesi için nice yıllar geçmiştir.

Ben çocukluğum da Adnan Menderes’in en büyük arzularından birinin, Afrodisyas’ın “altın beşik”ini gün yüzüne çıkarmak olduğunu çok dinledim. Yoksa o altın beşik, yerli halkın belleğinde biçim değiştiren o altın bebek Eros mudur?

Afrodisyas hem “aşk”ın hem “barış”ın kentidir. İskender’in kılıcı kınındadır. Sezar’ın “vini, vidi, vici”sindeki  “vici”nin mağrur cıvıklığı yoktur burada. Bir başka deyişle “yendim” sözcüğü üçlemede yer almaz. Roma İmparatorluğu’nun ulaştığı sınırların yeterli olduğunu söyleyen Oktavyus, sanırım bu kararını Afrodisyas’ı gördükten sonra vermiştir. Çünkü “Tüm Asya’da kendime bu kenti seçtim.” diyen Oktavyus’tur. “Augustos Çağı” bir sanat terimi: “sanatta uslubun / dilin ulaşabileceği en üst nokta”yı ifade ediyor. Afrodisyas, hâlâ o noktadaki kenttir. Burada zafer tanrıçası Nike bile Eros’un oyun arkadaşıdır. Tanrı aşkına aşkta kazanılan zaferden daha büyük bir zafer var mıdır yaşamda? Hele aşkı aşındırmadan barışı sürdürerek!...

Evet Afrodisyas aşkın kenti. Ama nasıl bir aşk? O günün Kerem ile Aslı”sı diyebileceğimiz Edallis ile Fideli aşkında, ulaşılmayan sevgili kadın değil, ulaşılmayan erkektir. Kerem, Aslı’nın düğmelerini çözemediği için kendi “ah!...”ıyla yanar; Aslı ise beni bağışlayın, kül karıştırandır. Oysa Fideli, aşkına engel olanlara ders verircesine, erkeği Edallis’in ardından kendini külhana atandır, külü harlatandır. Yani Kerem’in közüyle tutuşan / tutuşuveren değil; aşkın aleviyle, isyanıyla, kadın üzerindeki yoz istenci yakandır. Tam da Anadolu imgesine yakışandır.

Afrodisyas’la Efes rekabeti, aşkla bekâretin rekabetidir bir bakıma. Afrodit aşkın, Artemis bekâretin tanrıçası. Aşkla incelen gönül, gerçeküstü düşlerle rekabette. Keşke Artemis, Roma’daki evrimine uygun olarak salt bereketin, bolluğun tanrıçası olarak kalsaydı belleklerimizde. Kuşkusuz gerçeküstü de insan beyninin ve sanatın ürünü ve kazanımıdır Üstelik ikisi de Anadolu’nun en büyük zenginliklerinden. Ereğim, yalnızca iki kentin sanat, yaşam, inanç ayrımını, bu ayrımın sonucu olarak karşılaştığımız bir rekabeti somutlamak.

Görünen o ki bu rekabet, bugünün Floransa’sı ile Milano’sunun, hatta Newyork’unun rekabeti. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello bir yanda; Henry Moore, W.V. Allen bir yanda… Freud’ün çıldırttığı seks-shoplu Newyork vitrinleri, bu abartılı dünyada arada bir beyinleri teyellese de onları, Artemis’le bağdaştırmak, elbette sanat tarihine, Anadolu kültürüne ve Artemis’e saygısızlık olur. Her şeye karşın Artemis’teki o her biri taştı taşacak onca meme ve onu düşleyenler, olsa olsa bir sanat dahisi olan Dali’nin öncülleri olabilir. Ya Efes’in simgesine dönüşen Priyap’a ne demeli? Efes’te, ticaretin ve cinselliğin aç gözlüğüyle birleştirilip gözünüze gözünüze sokulan, aşk dinginliğinden habersiz azgın erkeğin simgesi o Priyaplardan bir tanesini bile göremezdiniz Afrodisyas’ta. Bunu belki de Afrodisyas’ın dış etkilere kapalı kalmasına, Anadolulu özelliklerini daha uzun süre korumuş olmasına bağlayabiliriz.

Afrodisyas yazıtları üzerine bir kaynakçanın eksikliğini çektim her zaman. Tarihi zenginleştiren yazıdır. Ne güzeldir enginara “hayat çiçeği”, lahite “ölü yiyen taş” ya da “et yiyen taş” dendiğini öğrenmek. “Tanrı korkusu taşıyanlar” ifadesiyle karşılaşmak. Bu ifade burada bir Yahudi topluluğunun varlığının da belgesi. Sadece bu belge bile Yahudi ilgisini buraya çekmek için yeterli olacaktır sanıyorum. Doğu’nun rubaisine denk düştüğünü düşündüğüm epigramlar üzerine niye bir çalışma yok? Bir toplumun yaşam felsefesinin özetidir epigramlar. Çünkü Afrodisyas’ın yaşamla iç içeliğine gereksinimi var insanımızın. Akropol (pazar yeri) ile tiyatronun aynı tepeyi paylaşmasında görüyoruz yaşamla iç içeliği. Peki, tiyatronun sahne bölümündeki, salonlarındaki yazıların toplu dökümünü ne zaman göreceğiz ve diğerlerini.  Tiyatrodan söz edince anımsayıverdim. Tiyatrodan müzeye doğru gelirken yolun sağındaki yükseltide kubbeli ilginç bir yapı görülür. Hamam olmalı. İslami dönemin hangi kesitine aittir bilemiyorum. Ama genel görüntüye uymayan bu yapıyı, Afrodisyas’ın başka bir motif zenginliği olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum; tıpkı müzenin karşısındaki Osmanlı çeşmesi gibi. Hem Roma’nın yalnızca dört beş yüz yıl hüküm sürdüğü düşünülürse hiç ama hiç göz ardı edilmemeli; çünkü bilime önyargının hiç yakışmadığını söylememe gerek var mı bilmem?

Afrodisyas zenginlikler kenti. Kenan Erim bu zenginliği, Temmuz 1959’da günlüğüne düştüğü şu notla kalıcılaştırıyor: “Hayatımda yeni bir dönem başlıyor. / Öyle bir kent düşünün ki, balık istifi gibi heykeller yuvarlansın sarksın.” Kenan Erim Afrodisyas’a bir ömür verdi, yetmedi. Sözgelimi Sabesteion’un (imparatorluk tapınağı) gün ışığına çıkan bugünkü halini göremedi. Hele buradan çıkan kabartmaların yer aldığı yeni salonun, “Sabesteion Sevgi Gönül Salonu”nun, Cengiz Bektaş gibi bir usta eliyle müzeye eklendiğini görseydi nasıl da mutlu olurdu. Salbakos’un (Babadağ) zirvesi onu nasıl da kıskanırdı. Bu yeni salondan Salbakos’a açılan o büyülü pencereyi, zemindeki geç Roma dönemi kalıntılarını gösteren o camlı taban bölmesini akıl edip yapıya eklemek, yakışsa yakışsa ancak Cengiz Bektaş gibi şiirin “Dün Bugün”üyle özdeşleşmiş bir şair-mimarın yaratıcılığına yakışırdı.

Ömrümle, Ara Güler’in Afrodisyas’a dikkati çekmesi, Kenan Erim’in kendini bu kente adaması, zaman kesiti olarak bire bir örtüşüyor. Elli yılı aşan bir zaman dilimi. Afrodisyas’ın tümüyle kendini ele vermesi için kim bilir daha nice elli yıllara gereksinimi var. Ve Ara Güler gibi dikkatli bir göze. Kendisini dinleyelim:

 

 

1950’lerin sonu. Hayat Mecmuası’nda foto muhabiriyim. Adnan Menderes, Nazilli yakınlarındaki Kemer Barajı’nın açılışını yapacak. Ben uygun ışığı bulmak için dağa tırmandım; ama aşağıya inince biraz uzun sürdü. Aydın Valisi’nin tayin ettiği şoför, geç kaldığımız için kestirme bir yoldan gitmek istedi; ama yolda kaybolduk. Gece mecburen bir köye (Geyre) misafir olduk. Ve köy hem benim hayatım hem de sanat tarihi için bir dönüm noktası oldu. Bu köy, vaktiyle Roma İmparatorluğu’nun heykellerinin yapıldığı atölye. Köy sakinleri lahitler, Roma sütunları ve heykellerle birlikte yaşıyor; ama hiç kimse durumun farkında değil. Hayat Mecmuası fotoğrafları kayda değer bulmadı; ama önce İngiltere’de sonra Amerika’da önemli dergiler konuya geniş yer ayırdılar. Şimdi o köyde bir vakıf, büyük bir müze ve konferans salonu var.”

Ara Güler’in o gün duyulmayan çığlığı, bugün görkemli bir kitap olarak tüm dünyayı esenlemekte: Afrodisyas Çığlığı (Yapı Kredi Yayınları). Benim içinse beyaz bir merhabada biçimlenen “aşk” ve “barış”. Yaşam aşkı da diyebilirim; üstelik durup durup şiire dönüşen.

Bu esinler kenti için son söyleyeceklerim, belki birilerinin ilgisini çeker umudunu taşıyan bir öneri. Afrodisyas girişinde bir büstler galerisi oluşturulmalı. Floransa’daki büstler galerisi gibi. Louvre’nin girişindeki Musset örneği gibi. Bir gezginin gözleri, daha girişte fal taşı gibi açılmalı ve büyülenmeli. Bir yanda Semiramis, Afrodit, Pethesileia, Fidelli; Bir yanda Zoilos, Oktavyus, Afrodisyaslı Aleksandros, Khariton olmalı. Hepsini selamlar konumda da Kenan Erim. Tam da Anadolu’ya yakışır bir değerbilirlik olur diye düşünüyorum.

 

              * Eski Çeşme, bugünkü Afrodisias Müzesi’nin bulunduğu yerdeki  su idi.

**Afrodisyaslı Khariton’un (MS I.-II. yüzyıl) romanı.

 

* Afrodisyas O Beyaz Merhaba, Sayfa 53-60

 

BİR DE TÜRKÇEYİ ÖĞRENSEK!...

BİR DE TÜRKÇEYİ ÖĞRENSEK!...

 

Beş dil biliyormuş ünlü kişi

 Ünlü ve saygıdeğer

 Bir de Türkçe öğrense

 Altı eder

                        Cemal Süreya

TAHSİN ŞİMŞEK

 

 

Nermi Uygur, Dilin Gücü’nde, “İnsan olarak doğmak başka şey, insan olmak başka şey.” der.  Nermi Uygur’a hak vermemek olası değil. İnsan olmak / insanlaşmak ilk sözcükle başlar. Bir insanın ilk sözü gibi, ölüm döşeğindeki insanın son sözü de anadilindedir. O halde insan olmak, insan kalmak bir bakıma “anadil”le özdeşleşmeyi gerektirir. Anlamak ve anlaşılmaktır biricik kaygımız.  Hatta din bile önce anlaşılmayı yeğler, “Kuran”ın: “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.” tümcesini, dolaylamadan, anadile vurgu bağlamında algılamak gerekir, diye düşünüyorum.

Peki, bugün birbirimizi anlıyor muyuz, birbirimizle yeterince anlaşılıyor muyuz? Bu iki sorudan yola çıkarak, önce genel bir çerçeve çizmek, sonra da Türkçenin bize ve yazara sunduğu olanaklara değinmek istiyorum.

Doğrusu sözden kaçış, gözle görünür hale geldi. Salt uzaktan kumandalı dinleyenler haline geldik / getirildik. Çoğumuz, artık ikişer üçer sözcüklü tümcelerle yetiniyor; çünkü odalara hapsolduk, dahası ekran başında geçen bu yeni yaşamı çabuk benimsedik. TV ya da bilgisunar başında; çok da fark etmiyor. Bu görsel saldırı, okuma alışkanlıklarımızı neredeyse tümüyle yok etti. Okuma, her şeyden önce dikkat ve yoğunlaşma isteyen bir eylemdir. “Kalk otur, aç kapa, gör geç” bir yaşamda, düzenli okuma alışkanlığı kazanmak, onca ısrara karşın, gerçekten zor. Bu da Türkçenin   zenginlikleriyle buluşmanın, derinliklerine inmenin önündeki en büyük engel. İlk unutulanlar ise deyimlerimiz, kalıplaşmış benzetmelerimiz, halkça şakalarımız… Her unutuş,  Türkçenin sözdizimiyle ilgili sorunlar yaşamamıza neden olmakta. Örneğin, eylemsilerin dile kazandırdığı kıvraklığı çoktan unuttuk. Artık “Trenden iner inmez koşarak anneme sarıldım.” yerine, papağancayla “Trenden indim, koştum, anneme sarıldım.” der hale geldik. 

Şöyle bir savsözüm var: “Gerçekte Türkçe konuşan herkes ozandır; çünkü Türkçe şiirdir.” O halde önemli olan, Türkçeyi adam gibi kullanmak. Merak eden, şiirin bütün olanaklarını, Türkçenin aktarma yöntemleri olarak karşısında bulabilir. Somut benzerliklerden adaktarmasına, güzel neden bulmadan karşıt bağdaştırmaya (oksimoron) kadar… Türkçenin bu “öldürücü şefkât”i değil midir, hepimizi er geç bir şiir kavşağında buluşturan? Aziz Nesin, bir vakitler “Bu ülkede yaşayan her üç kişiden beşi şairdir.” demişti.” Tam da Aziz Nesin’e yakışan bir alaysama tümcesi. Bana göre aynı tümce, salt bir abartmanın değil, bir gerçeğin de somutlaması; çünkü Türkçe, bu olanağı herkese baştan gönüllü sunar. Aziz Nesin’e de sunmuştur; daha 1934’te “Gör sevdalık halimi işte karşındadır.” Aziz Nesin’den başkası değildir. Elli yıl sonra  1984’te “Sesini gönder hiç olmazsa / Bende donan yokluğunu / Isıtsın sesindeki güneşin.” demekte; böylece Aziz Nesin, hâlâ “ses, konuşmak, şiir…”in izini sürmektedir.  Ozanlıklarını zamanla yitirenlerse, onu ezip bozanlar, ona inançsız davrananlardır. Gerçek şiiri arayanların, onu bulunabileceği yerlerden biridir Türk şiiri. Burada Neruda’nın: Tek bir şairden oluşan bir antoloji hazırlasaydım, bu şair Nazım Hikmet olurdu!” ve Soupault’un: “Bütün dünyayı dolaştım, şiiri Türkiye’de buldum.” saptamalarını bir kez daha anımsamakta yarar var. Türkçenin gerçeğinin bu olduğunu bile bile, ben, bazı tanıklıklarımı anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Dili kıt katmanlı Orhan Pamuk’un Nobel’le ödüllendirildiği bu dünyada, Nâzım’a, Dağlarca’ya, Oktay Rifat’ta, Cemal Süreya’ya haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

2010 İzmir Öykü Günleri’nde tanık olduğum bir övünmeden söz etmek istiyorum. Kendilerini ayrı gören, üstün gören demem daha doğru olurdu sanırım, bazı yazarlarımız, “hikâye – öykü” ayrımı yapmakta ısrarcılar. Öyküyü yeni yetmelere, hikâyeyi kendilerine, kendileri gibi dorukta olanlara yakıştırmakta ısrarcılar. Böyle davranan yazar ve ozanlarımızın, Türkçeye inanç sınavında yarı yolda kaldıklarını düşünüyorum. İnancım o ki, dil, bu yapay ayrışmanın silinmesini, alaşağı edilmesini, çok gecikmeden yerine getirecektir.

Kuşkusuz her sözcük, kullanıldıkça zenginleşir, işlendikçe derinlik kazanır. Anadil tutkunu bir sanatçının, “dili arıtırken zenginleştirme” emeğini, hiçbir gerekçeyle dilden esirgememesi gerekir. Dil bilincini kazanmış ülkelerin sanatçıları ve aydınları bunu yapıyor. Sözgelimi Fransa bunu yapıyor. Peki yapılmazsa ne mi olur?  Unutmayalım ki, bugünkü dünyada, iki haftada bir, hâlâ  bir dil ölmekte. O halde işlenip korunmayan diller zaman içinde ölecek, dil yoksulu sanatçılar da  unutulup gidecekler. “Sümerce, Hititçe, Latince…” gibi tarihin belleğinde nice iz bırakmış onca dil, niye unutulup gitti? Zamanın bize öğrettiği bu olduğuna göre, bazılarının “Ben hikâyeciyim, onlar öykücü!” demeleri hiçbir anlam taşımıyor. O halde arılaştırma çabalarını, bu çabalarıyla işi oluruna bırakmayanları küçümsemek ne bir dilseverin, ne bir sanatçının harcı olabilir.

Deniz Som’un “Dilimizi Eşekarısı Soktu [Güncel Yayıncılık 1996]” adlı yapıtındaki bir karikatür yazısını buraya aktararak, dilimizin son durumuna bir kez daha bakalım. Deniz Som’a, “One minute ! (bir dakika)” deyip demeyeceğimize sonra hep birlikte karar veririz:  “Ben liberal bir kadınım. Libidonuz için size her şeyimi leasing yapabilirim. Siz yeter ki likidasyona hazır olun...”  Evet, her şeyin değeri düşüyor; artık ucuza satışların,  bedava dağıtmalarla perdelendiği günlerdeyiz: “sadakasever” günlerde!... Yüküm hıyar diyenin ardından bir avuç tuzla dörtnala koşuyoruz / koşturuluyoruz.  Dokundurmalar üst üste gelince sözün burasında, B. Brecht’in bir sözünü anımsamadan geçmeyi içime sindiremedim: Mizahsız toplum olmaz, ama her şey mizah olursa o toplum korkunç olur.”  O korkunçluğu vurgular mı bilmem, bir dokundurmaca da benden. Dilimizin zehirli şişkinliğe ne kadar dikkati çeker bilemiyorum. Aman Erol’lar darılmasın, benim, “profiterol”ü söylemeye dilim bir türlü dönmüyor. Sıkıntımı yenmenin çaresini, sözcüğü heceleyerek söylemekte buluyorum. Ne var ki bulmasına buluyorum da karşıma şöyle de garip bir şey çıkıyor: “Prof – it – erol”. Sonra da demek bu ülkede üstü böyle bol çikolata soslu proflar da varmış deyip geçiyorum!...

        

  * Çağdaş Türk Dili,  Sayı 270, Ağustos 2010

 

DİPNOTLARDA

           DİPNOTLARDA

               M. Cevdet Anday’a saygıyla              

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Hüznü sırladım

Gözyaşlarım dinsin diye

Suya güven yok

Merakım Nergis’te gizli

 

Öfkeyi ateşledim

Zincirleri eritsin diye

Umuda sınır yok

Alevim İkaros’ta gizli

 

Çiçeklere imrendim

Cinsellik işte budur diye

“Niye”nin rengi yok

Doyumsuzluğum Galateia’da gizli

 

Sevişmeyi çoğalttım

Her insana yetsin diye

Köpüğün ömrü yok

Terim Afrodit’te gizli                                   

 

            Evliliği kutsadım

Çöğür de çiçeklensin diye

Sabrın sonu yok

Dikenim Oidipus’ta gizli

 

Aşkı eyerledim

Uğrunda ölünsün diye

“Mutlu Aşk Yok”

Kanım Helana’da gizli

 

Sevgiyi büyüledim

Soğuk vurmasın diye

Zamanın dışı yok

Köküm Baukis ile Philemon’da gizli

 

Meşenin sabrını sınadım

Hep çınarın gölgesine gitti

Sevdanın belgesi yok

Erdemim Anadolu’da gizli

 

            * Yarını Tanelemek, Sayfa 8-9                       

 

HALK BAHÇESİNDE DİLLENMEK

HALK BAHÇESİNDE DİLLENMEK

 

                                 Anam Fatma ile babam Ali’nin dilinden.

                                       Üzerlerine ışık yağsın…

TAHSİN ŞİMŞEK

 

 

Deyimler, karşı karşıya olduğumuz bir durumu özetleme çabasının ürünüdür. Deyim kullanmaktaki ereğimizi (murat) ise,  “Lafını balla kesmek” deyiminin iletisiyle özetleyebiliriz. Ama her deyim, aynı zamanda bir bencilliğin yapışkanlığını da dillendirir. O halde her  yazarın, her ozanın “Lafını bil de söyle, ağzını sil de söyle.” atasözündeki  uyarıyı hiç göz ardı etmemesi gerekir. O halde deyimle atasözünü çoğu kez kol kola görmek de olası. Hatta zaman zaman biri diğerinin yerine de kullanılabilir. “Ayağını yorganına göre uzatmayı geç de olsa öğrendin.” dersem karşıma çıkan deyimdir. “Bak evlat, ayağını yorganına göre uzat.” dersem atasözüdür.  

Deyimleri algılamak, onların anlam derinliğine inmek sanıldığı kadar zor değil. Her şeyden önce her deyim, kalıplaşmış bir ifade. O tek anlamı doğru saptayabilmek için kendimizi bir oyunu izlemekte olan bir tiyatrosever gibi düşünelim. Sözgelimi öğrencilerimiz, “etekleri zil çalmak” ile “etekleri tutuşmak”ı, hep birbiriyle hep karıştırırlar. Sahnede iki kız, birinci eteklerini zil ritmiyle sağa sola oynatıyor, öbürünün etekleri alev alıp tutuşmuş, yanmakta. Birincinin oynamakta olduğunu, sevinmekte olduğunu görüyorsunuz; öbürünün iyice telaşlandığını, korktuğunu. Deyimler, yargı belirtmeyip bir durumu saptadığına göre, önad (sıfat) değeri taşıdığına göre, birinci deyim sevinmenin, mutlu olmanın; öbürü de kaygının, korkunun somutlaması. Bir de her toplum kendi doğal ve yaşamsal koşullarına göre deyimleri biçimlendirmektedir. Türkçe’de “Gökten kasnak yağsa biri başıma geçmez.” vardır, Almanca’da “gökten kedi, köpek yağmak” vardır ve ikisi de şanslı olmakla ilgilidir.

Deyimler yaşamın aynasıdır. Mutlu bir geçmişi olmayan toplumların deyimleri de daha çok olumsuz somutlamalar olarak karşımıza çıkar. Göçlerle biçimlenen bir yaşam, nereyi yurt edineceğini bilememe kaygısı, savaşlar, işgaller ve kıyımlar doğal olarak deyimlerimizi, çoklukla olumsuz somutlamalar olarak karşımıza çıkarmaktadır: Adı batasıca, inceldiği yerden kopsun, yürek erintisi… Aşağıdaki deyimlerin yanına bir artı, bir eksi koyup geçin, bakalım ne göreceksiniz. Tepeden tırnağa karamsarlık, acı, olumsuzluk…

Diğer toplumlarla ilişkilerimizi belirlerken de deyimler, yine gerçeğin somutlaması olarak karşımıza çıkar: Yunan dölü, Senin yaptığını Ermeni yapmaz, gavur inadı, gavur azabı çektirme, gavur parasıyla beş para etmemek... Bu durum, diğer toplumlarda da bizde olduğundan farklı değil.Sözgelimi İtalyanca’daki şu üç beş deyime bakalım: “Türk gibi küfretmek, Türk gibi konuşmak, Türk gibi sigara içmek, anneciğim Türkler geliyor (mamma i Turchi)…” Ama bir Norveçli için Türkiye çok uzak bir ülke. Arada hiçbir çıkar çatışması, dalaşma yok. O halde onların dilindeki o göğüs kabartıcı “Mustafa Kemal gibi düşünmek” deyimine de şaşırmamak gerekir. Doğal olarak bunda, yaşama hep olumlu bakan Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliğinin, evrensel etkisinin varlığını da unutmamak gerekir.   

Bu yazım “Halk Bahçesi’nin Kır çiçekleri” başlıklı başka bir yazımın devamı.    Ana”mın dilinden    “anadil”ime başka bir yolculuk: deyimler derlemesi.    “Anadil” kavramı hep ilgimi  çekmiştir; bana hem anamızdan öğrendiğimiz dili, hem dilin o “doğurgan” özelliğini düşündürmektedir. Bir yazar, bir ozan da görevini    bu bağlamda ele alıp gereğini yerine getirmekle sorumludur.. Böyle düşündüğüm için, çok eski bir şiirimde şu dizelere  vermiştim: “Ozanım ben küstüremem sözcükleri / Ben hem bulut hem toprağım / Utanır mıyım hiç sizler için yüklenmeyi / Çünkü ben sözcükleri doğurtup  / şiiri doğuranım / ki / katmer katmer çiçekçe / açım / a  ç  ı  m” (OZAN,Türk Dili  Dergisi, 16. Sayı )   

Dil, deyimler üretmeye devam ediyor. Bugün de deyimler üretiliyor. Dileğim, kalıp söz olabilecek ifadeler kullanırken, somutlamalarımızın olumlu olmasına, artık özen göstermemiz gerekir. Kamuoyunda etkili sanatçının, siyasetçinin ve kitle iletişimcinin görevi artık biraz da budur. Demokrasi kültürünün oluşmasına bir katkı da bu yolla sağlanacaktır inancındayım. Bu yazıyla “Senin katkın, ereğin ne?”derseniz,  Türkçeye olan inancımı okurla paylaşmak ve anamın dilinden şiirimin ufkuna  doğru özgürce kanat çırpmak. Hem anlatımıyla hem içeriğiyle…

 

* Şiire “Yüklü” Halka Bahçesi, Sayfa 49-51

 

HEKTOR

HEKTOR

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Homer’den öğrendik

Anadolu’nun onurlu çocuğu

Hektor’u.

 

Hektor’dan öğrendik

Yurt savunması için

Bütün Aşil’lerle

Ve gerektiğinde

Savaşmayı tanrılarla

Anımsayın              

Yağmalanan ve yakılan Troya’yı,

Kaçırılan bir eşin

Yıkılan bir ailenin onuru

İçin değildi o savaş.

Her türlü maldan kadına

Sömürünün

Azgın çılgınlığıydı sadece

 

Hektor,

Sağduyunun sesidir

Anadoluca

Anımsa

Paris’e söylediklerini:

“Seni ırz düşmanı seni!

Hiç doğmaz olsaydın keşke”

 

Evet,

Yurdu savunmaktır savaş

Yurt için ölmek,

“Troya Önünde Atlar”a atlayıp

Hektor,

Fatih,

Mustafa Kemal olmak;

“Cinayettir kuşkusuz

Bağımsızlık

Söz konusu olmadıkça”

 

O Koca Seyit’i düşün önce

Çanakkale’de

Bir de Hektor’u.

Sonra da şu dizeleri oku

Homer’den:

“Hektor yakaladı bir taşı kopardı

Bugün zor kaldırır o taşı iki yiğit delikanlı

Ama Hektor tek başına kaldırdı”

 

Bütün umarsızlıklara karşın

O görevdir

Her yurtsevere düşen

Bütün gücüyle direnmek,

“Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni”

Diyen de ilk Hektor olmalı

 

Ne demişti Hektor,

O savaş söylevinde

Troyalılara

“Ya ölün bu savaşta, ya kalın”

Yoksa

Mustafa Kemal miydi konuşan

“Ya istiklal, ya ölüm”

 

Hektor’un ölüsünün

Geri alınmasıyla

Ve ona yakılan

Ağıtlarla biter İlyada.

Çünkü Hektor gibi

Bir yiğidin ölümünden sonra

Tahta atla oynamak

Yakışmazdı elbet

Homer’e

 

Evet,

Ölüme yakılır sadece ağıt

Andromak’ın da yaptığı

Oydu sevgili eşine

“Erkeğim benim,

Göçüp gittin genç yaşında

Gittin

Evimizde dul bıraktın beni…”

 

Herkes şunu bilmeli önce

Anadolu Hektor’dur

Hektor Anadolu

 

İmeceyle taşıdık

Onun ateşine odunu

Ve unutmadık mezarının üstüne

Dolu bir testi koymayı

“Çanakkale içinde bir dolu testi

Analar babalar umudu kesti”

 

Bir gün eğer

Buluşursa İlyada’yla

Kuvayı Milliye Destanı

Bilin ki işte o gün

Gerçek vatan olacaktır

Bu topraklar

Hepimize.

 

 

            * Hep Gençti Mitoloji, Sayfa 45-47

 

 

HOMEROS

HOMEROS

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Bir okyanustur kendisi,

Ona göre

Her şeyi doğuran da okyanus.

Buna yürekten inandığı içindir

Yankılanır durur üç bin yıldır onun

“Sizler, su ve toprak olun” çağrısı

 

Her çağda

Burun kıvrılıp geçilendir şair,

Nesimi’dir Halep’te derisi yüzülen,

Paris’te giyotine gider Chenier

Nâzım ki mahpus damlarının gediklisi.

Ama değerbilir Aristo’ya göre

Bu tuhaf yeryüzünün

“İlk filozof”udur

Homer

 

Bazen şiire de girer bir aratümce,

Bilir misininiz bilmem

Mısırlı Amonetep’tir

Yeryüzünün ilk büyük ozanı,

Böylesi sıralamalar bilin ki

Küçültmez hiç kimseyi

Şiir rütbeleri sevmez.

Hele Odisseas’tan Ulysses’e miras

O zincire vurulmaz akıl.

 

İnsanın yanındadır hep,

O “Gül parmaklı şafak”

İzmirli olmak biraz da bu olmalı

“Yürek”tir tanrıdan yüce olan

 

Evet “önce insan”

Promete’nin yüreği,

Hektor’un yüreği,

İzmir’in dağlarında açan

Çiçeğin yüreği…

Hep söyler Homeros:

“İnsan değil, Tanrıdır kışkırtıcı olan”

 

Bir de Troya’nın yanındadır o

Kurnazlığa övgü 12 bin dizelik

Odisseya bir yana

Bir yakımdır dört dörtlük

16 bin dizelik şanlı İlyada

Yankılanır hâlâ Anadolu’mda

Fatih’in düşünden Dumlupınar’a…

 

Hepimiz bilmeliyiz ki bir güzel

Hektor’un şu sözünde

İlyada’nın bütün özeti:

“Bir tektir en doğru belirti

O da der yurdunu savun”

 

Öğrenmiş olmalıyız

Tarih, her koşulda

İlişkiler ve koşutluklarla okunur

Mutlaka anımsamalısınız

Ne diyordu Mustafa Kemal

“Söz konusu vatansa

Gerisi teferruattır.”

 

Binlerce teşekkür,

Merhaba bu toprakların çocukları

Merhaba Homer

Merhaba Hektor

Merhaba Mustafa Kemal!...

 

* Hep Gençti Mitoloji, Sayfa 1255-126          

 

IRAK’TA ANA OLMAK

IRAK’TA ANA OLMAK

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

 

I.         

Dinleyerek çoğaldım hep

Rahmimde atan yürekle

Adam gibi çarpan bir sevdada

Çiçeğe durdukça tepeden tırnağa

‘Doğ’maktan doğurgan

                          bu nardenk doğa

 

Bedenimi çoğaltırım

Narçiçeği göğüslerimde

“Bin Bir Gece” bir ömür

Tomurcuklandı düğme düğme

“Gök”ten göğüs olan

                          bu nareng meme

 

Kültür emzirdim hep

Asma bahçelerinde

Önce şiire yakıştım

Dizeler döşendikçe diz dize

“Sev”mekten sevecen

                                      bu narcil gövde

 

 

 

II.

Ve sonra modern köleler tanıdım

Yaşam pınarlarını satan

Kültür sülüklerini emzirirken

Memeleri utançtan mor mor

“Kara”dan da karanlık

                                    öylesi karadul bir yaşam

 

Ve sonra binlerce fersah ötenin

O kancıklarını, petrol sarhoşu

Malbro-Bağdat yollarında tanıdım

O bayrakta sözümona yıldız yıldız

“Bat”maktan battıkça bataklaşan

                         öylesi karafatma bir beden

 

Ve dinleyerek öldüm hep

Oğullarıma sıkılan kurşunu

Körolası bir teslimiyette

Nükleer soludukça yarın yarın

“Yan”maktan da beter yangı yangı

                          öylesi karaiğne bir acı

 

 

III.

Seatle’ın havasını satın almaya kalkan

Gördüğünü işleyen o görgüsüzler

Kalkanlarıyla kapımızdalar şimdi

Petrolümüzde boğdukları geleceğimizi

“Can”dan çoğaltacak elbet, cansuyu cansuyu

                          Bu onur ülke

 

Yüzyılların açı, o aç gözler

Babil, Samarra, Ninova’da şimdi

Güneş erken doğunca Felluce’de

Ve telgrafın tellerine Tel-Afer’de

“Doğ”maktan doğurgan doğu doğu

                          Bu direnç ülke

 

Anamızı ağlattılar demokrasilerinde

Altın, petrol ve uranyum hamburgercileri

Kanlı basurunuzla kirletmeyin artık havamızı

İki diz üstü fellik fellik ağlayacaksınız

“Zıkkım”dan bile açar elbet, zakkum zakkum

                          Bu renk ülke

         

            * Sevgilim Şiir, Sayfa 7-9

 

KURTULUŞ SAVAŞI ROMANLARI

KURTULUŞ SAVAŞI ROMANLARI

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Melih Cevdet Anday, 1987'de  "...Kitap satın almak, bizde bir tür moda gereği oldu, 'Bir kitap çıkmış, çok satıyormuş, aman biz de alalım!' Ama ister okuruz, ister okumayız. Evimizde bulunsun yeter. Gerekirse daha okuyamadım, der, soranları başımızdan savarız." diye yazıyordu.  Anday'ın yakınmasının üzerinden yirmi beş yıl geçti. Moda olan, aşık olunan o kadar çok, yeni şey var ki!... Şimdi “fare”ye aşığız; Nez'e, Gülşen’e, Serdar Ortaç’a, Ferhat Göçer’e, hatta Demet Akalın’a aşığız, İngilizcenin sokak ağzına aşığız... Üstelik hepsi de moda. Daha dün, “Sakın, sakın, sakın ha!”nın erotik tatminsizliğinde, koro halinde, yeri göğü “Kömür gibi yanıyorum!” diye inletiyorduk. Hepsini bir süre sonra “Poşet”e koyup çöpe attık. Evet, aslında kömür gibi yanan, ne yazık ki dünsüz kurmaya kalktığımız geleceğimiz.

Biliyoruz ki tablete, papirüse döküldüğü günden bu yana, insanoğlu düşünceden hep korkmuştur; daha doğrusu "yazı"dan. Ne güzel öyküdür: “Kırkayağa sormuşlar: 'Önce hangi ayağını atıyorsun?' Kırkayak düşünmeye başlamış ve yürüyememiş. 'Keşke daha önce düşünmeyi öğrenseydim!' demiş.” Peki ya o kırkayak düşünmeye başlasaydı, çıkıp düşünen bir beyinle ve açık alınla alanlarda yürüseydi; nice olurdu milletin hali? İşte bu “nice olurdu” korkusu, nice kitabı yaksa da, “Okumak mı, oda ne?” dense de, bilgisayarın sanal kapılar önündeki faresi, kükreyip her şeyi çet çet yutmaya kalksa da ak kâğıt üstündeki kara harfler hep olacaktır; çünkü hep oldu.  Elbet bir gün bizi, sanal dünyalardan koparıp “yalnız olmadığımızı bize öğretme” işlevini yine yerine getirecektir.

Kitabın ateşle ilişkisini düşündüm. Kitabın ne denli dokuz canlı olduğunu fark ettim; semender gibi. O can size aksın, sizin olsun istemez misiniz? Bu dünyada altmış yetmiş yıl yaşamak yerine birkaç kuşak, birkaç yüzyıl; hatta daha çok yaşamak istemez misiniz? Ya da yaşayan dostlarınız olsun. Kitap, gönüldeki od, tüten ocaktaki ateş, yolumuzu aydınlatan meşaledir. Ateşin üzerine ateşle gitmek neye yarar ki?... İskenderiye kitaplığını yakan iki bin yıl önceki ateş, 10 Mayıs 1933 Berlin meydanındaki ateş, 2 Temmuz 1993 Sivas'taki ateş kitabın o dokuz canından birini alabildi mi?

Kurtuluş Savaşı ateşi, olur mu öyle şey, desek de ne yazık ki sönüyor. Yurttaşlığı öğretecek kitapların kapaklarında benim kurtuluş ateşim değil, ABD'nin Hürriyet Heykeli'nin meşalesi yanıyor. Ateş bir de tribünlerde yanıyor, ekranlarda yanıyor. Tepkisiz bir toplum olduk. Onurumuza, geleceğimize yapılan saldırılara tepkisiz. Düşünmeyi zamanında öğrenememiş o kırkayaktan ne farkımız var? Önce hangi ayağımızı atacağımızı bir türlü öğrenemedik.

Kitabı unuttuk, düşünmeyi de unuttuk. Felsefesiz bir toplumuz. Sahi felsefe, okullarımızdan hangi tarihte kaldırılmıştı? Bir düşünün, ne dehşet Atatürkçülerdi onlar. Hegel: “Felsefe, kendini bilinçli hale getiren düşüncedir.” diyor. Şu anda bilinçli hale getirilecek biricik düşünce, Kurtuluş Savaşı'nın felsefesini kavramaktır, kavratmaktır.                                                            

Öğretmenlerimize ve gençlerimize bir görev düşüyor. O görev de “Okumak mı, oh ne keyif!” deyip okumaya yeniden başlamaktır. Romanın sevgili gibi sıcacık bir yanı vardır. Roman, hep sizinle iç içedir. Roman, bize önce kendimiz olmayı, sonra kendimizi başkasının yerine koymayı (empati) öğretir. Okuduğunuzla özdeşleşmenin aracıdır roman. Kurtuluş Savaşı'yla da kendimizi özdeşleştirmenin tam zamanı değil mi?  İşte ödev konusu; işte tarih, işte edebiyat.  İşte “arayıp durduğumuz kendimiz”i bulmanın yolu.

Ben, listemi tarih sırasına göre yapmadım. Dilini düşündüm, okuma rahatlığını düşündüm. Elbette içeriğini ve coşkusunu da…

İşte benim saptayabildiğim Kurtuluş Savaşı Romanları:

 

Samim Kocagöz: Kalpaklılar, Doludizgin, Bir Şehrin İki Kapısı, İzmir'in İçinde

Talip Apaydın: Tozduman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler

İlhan Selçuk: Yüzbaşı Selahattin'in Romanı (2 cilt)

Mustafa Yıldırım, Ulus Dağına Düşen Ateş

Turgut Özakman: Atatürk Yeniden Samsun'da (2 cilt), Şu Çılgın Türkler, Diriliş,

                          Cumhuriyet  

Hıfzı Topuz: Gazi ve Fikriye, Çamlıca'nın Üç Gülü, Devrim Yılları

Hasan İzzettin Dinamo: Kutsal İsyan (8 cilt), Ateş Yılları, Öksüz Musa

Burhan Günel: Acının Askerleri

Mucize Özünal: Kalpak ve Kartal 

Zeliha Akçagüner: Kalpağı Gül Oyalılar

Erol Toy: Toprak Acıkınca, Yitik Ülkü (3 cilt)

Rıfat Ilgaz: Halime Kaptan

Reşat Nuri Güntekin: Yeşil Gece

Attila İlhan: Kurtlar Sofrası, Sırtlan Payı, Bıçağın Ucu, Allah’ın Süngüleri "Reis

                          Paşa", Gazi Paşa                             

Halide Edip Adıvar: Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Yaban, Ankara, Sodom ve Gomore 

Kemal Tahir: Esir Şehrin İnsanları, Esir şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı

Selahattin Arslan: Mustafa Kemal’in Romanı (2 cilt)

İlhan Tarus: Var Olmak, Vatan Tutkusu, Hükümet Meydanı

Şemsettin Ünlü: İsmet Paşa'nın Ağır Topları

Gülseren Engin: Ağlama Smyrna Döneceğim, Smyrna’nın Gözyaşları

Ahmet Zeki Muslu: Mor Cepkenliler, Menderes’in İki Yakası

Ahmet Yeniev: Sevi Taştan Ağır Miriam

Halit Payza: İşgal ve İsyan

Feyza Zaim: Ateşler İçindeydi Germencik

Hasan Basri Bilgin: Bu Topraklarda Güller Kırmızı Açar Paşam

Ferzan Gürel: İzmir'in İşgalinden Kurtuluşa

Hasan Eskil: Bıçak Sırtında

Zebercet Coşkun: Haçin

Ahmet Hamdi Tanpınar: Sahnenin Dışındakiler

Mithat Cemal Kuntay: Üç İstanbul

Refik Halit Karay: Çete

Tarık Buğra: Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara'da

Peyami Safa: Süngülerin Gölgesinda, Sözde Kızlar, Biz İnsanlar

Yılmaz Karakoyunlu: Üç Aliler Divanı

Eyüphan Erjul: Karayılan

İskender Ohri: Aşktan da Yüce

Halide Nusret Zorlutuna: Aşk ve Zafer  

Aka Gündüz: Dikmen Yıldız, Yaldız

Ercüment Ekrem Talu: Kan ve İman

Agah Sırrı Levend: Acılar

Mehmet Rauf: Halas

Burhan Cahit Morkaya: İzmir'in Romanı, Yüzbaşı Celal, Nişanlılar

Mükerrem Kamil Su: Dinmez Ağrı

Feride Müfit Tek: Affolunmayan Günah

Hilmi Ziya Ülken: Posta Yolu

Oğuz Özdeş: Dağ Başını Duman Almış

Fikret Arıt: Hep Bu Topraklar İçin, Küçük Fedailer

Ziya Mısırlı: İstiklal Madalyası

Etem İzzet Benice: Adsız Şehit

Osman Korkut Akol: Kurtuluş Savaşı'nda Bir Çocuk

Bekir Büyükarkın: Bozkırda Sabah

 

* Mustafa Kemal Sınavı, Sayfa 21-25

 

KÜLALTI

KÜLALTI

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

Bir salla geleceği sana

Yine o kıyısız korkularla

Bilinmedik koyaklar mı kaldı

Ah, bunca yıldan sonra

 

Süt mavisi yeleleri rüzgârda

Sen ki yüreğimin koru

Söyle hangi ırmak dökülür

Bir yanardağın ağzına

 

Ve bilinmesi deşeleyebilir misin

Merakım, bir tek oralarda

O yer altı mercan mağaralarında

Halaya dururmuş ya, can /

                                          An

 

* Külaltı Söz, Sayfa 40

O ATEŞ TURNALARININ PEŞİNDE

O ATEŞ TURNALARININ PEŞİNDE                   

 

            “Kapayın pencereleri sımsıkı

             çocukları sokaklara bırakmayın

             yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara”                                                                                                    

                                              Nazım Hikmet

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

 

Kyoto’dan Hiroşima’ya doğru giderken, özellikle Osaka’dan sonra, onlarca tünele girilip çıkılıyor. Kimisi dakikalarca sürüyor, hem de hızlı trenle. Bu manzara karşısında, bir yandan duyulur duyulmaz “Dağlar seni delik deşik ederim” türküsünü tutturuyorum, bir yandan da bizim yıllardır bitmeyen, bitirilemeyen “Bolu Dağı Tüneli”nin macerasını düşünüyorum. Kış gelince Bolu Dağı’nda kaç kazanın daha olacağını, yolun yine saatlerce trafiğe kapanıp kapanmayacağın düşünüyorum. Ben böyle bir didişmenin içindeyken birden taşın taşlığına pişman olduğu Hiroşima’ya geldiğimizi fark ediyorum. Elbette bir taş yüreklinin bunu ilk bakışta hissetmesi pek olası değil. Çünkü Hiroşima, küllerinden yepyeni çağdaş bir kent yaratmış. İnsanoğlu, bugüne değin neyi barıştırdı bilmem; ama Japon insanı, karşıt gibi görünen iki kavramı birleştirmeyi başarmış: Disiplin ve özgürlük.  Demek ki Japon insanı: “Disiplin, özgürlüğe engel mi?” sorusunu bizden daha çok sormuş kendine. Bu arada bir soru da kendime yöneltiyorum. “Yoksa Einstein, bu iradeyi anlamayanlara, bu irade karşısında küçük dilini yutanlara mı dil çıkarıyor?” Karşıtların yaratıcılığına tanık olunca böyle bir ironinin peşine takılmaktan kendimi bir türlü alamıyorum ve şu kanıya varıyorum: Benim ülkemde, çoluğumuzun çocuğumuzun başına dert olan biricik şey,  insanımızın “disiplin”le “özgürlük”ü bir arada hiç mi hiç düşünememiş olmasıdır? Oysa Japonya’da Melih Cevdet Anday’ın o düşünsel oyunu Mikado’nun Çöpleri’nde tanık olduğumuz kılı kırk yaran dikkat ve disiplin, gelenekten beslenmesini sürdürerek her yerde bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Hiroşima’da, ırmak kıyısındaki o harika manzaralı Kikkawa’ya (Hotel Flex ‘şenlik-bayram!’) eşyalarımızı bırakıp dünyanın cennet köşelerinden biri olan Miyajima adasına doğru yola çıkıyoruz. Trenden inip Miyajima’ya geçmek için vapura binerken bizi tanıdık bir yüz selamlıyor. Karşımıza, Kabuki tiyatrosunda izlediğimiz o Gagaku’nun heykeli çıkıyor. Bizim kültürümüzün bir parçası olan Karagöz’e benzetiveriyorum onu. Ben, Karagöz’le, Bursa dışında hiçbir yerde karşılaşmadım. Ama geleneksel Japon kültürünün  izlerini, burada olduğu gibi, Japonya’nın her yerinde görmek olası. Miyajima, yeşilin sınır tanımadan coştuğu  bir İrem Bağı. Bir ara Burgazada sahilindeymişim gibi bir duyguya da kapılmadım değil. 

Atom felaketini yaşayan Hiroşima ve çevresi, turizmin nimetini yiyen bir kent. Diğer Japon kentlerine göre her şey, çok ama çok pahalı. Adaya çıkar çıkmaz bizi yine geyikler karşılıyor, bir de bağdaş kurup oturmuş, öğretmenlerini dinleyen öğrenciler. Bir süre geyiklerle oynaşıyoruz. Tuttuğum notları kapıp kaçan bir geyiğin peşinden de epeyce koştum. O notları kurtarmasaydım, sanıyorum bu yazı çok eksik kalacaktı.

İtsukushima, Nara’daki Todai-ji Tapınağı gibi Unesco’nun  korumasındaki bir dünya mirası. Tapınağın dış kapısı denizin ortasında, sular içinde. Ama burası, dünyada günübirlik gelgit olayının izlendiği üç yerden birisi. Nitekim akşamüzeri geziden döndüğümüzde, sular iyice çekilmiş durumdaydı. Üç dört saat önce sular altında olan o kapıya kadar yürümek artık olası, biz yürümedik, ama yürüyenlere tanık olduk. Buraya geldiğimizde tapınakta evlenen bir çift için yapılan ayin bitmek üzereydi. Sonra fotoğraf çekimine geçildi. Üç kuşak Japon ailesi, yerel giysileriyle, kimonolarıyla, bir aradaydı. Fotoğraf çekimi aşağı yukarı bir saat sürdü. Her birinin duruşuyla, hatta giysilerinin kıvrımlarıyla tek tek ilgilenen bir görevli. Elbette görevliyi en çok uğraştıran da çocuklardı. Japon yaşamında disiplinin ne kadar önemli olduğuna, bu fotoğraf çekimi sırasında bir kez daha tanık olduk. Sonra gelin ve damattan başlayarak, herkese yanımızdan hiç eksik etmediğimiz o nazarlıklarımızı takıp onları kutsadık. Böyle bir sürpriz, onları çok ama çok sevindirdi. Bir de bizim için poz verdiler; biz de bol bol fotoğraflarını çektik. 

Miyajima’ya gelip dağa doğru tırmanmamak olmaz. Sonbaharla bir renk şölenine dönüşen Momijidani Park’ın dağ yollarında yürüdük uzun uzun. Her renk balıkla tanıştık şaşırmışlığın hayranlığıyla. Sonra da teleferikle zirveye… Doruktan bütün Hiroşima koyunu ve adaları (Okurakami-jima, kokurokami-jima, Eta-jima, Nasami-jima…) görmenin keyfini yaşadık. “Maymunlarla göz göze gelmeyin.” uyarılı tabelalarla karşılaştık. Ormanda onca yürümemize karşın, o büyükbabalarımızla karşılaşma şansını ne yazık ki yakalayamadık. Teleferikle inerken bütün koyu kaplayan balık üretme çitlikleri dikkatimi çekti. Keşke bu iş, bizim ülkemizde de kurallarına göre yapılsa, diyorum. Halkımız, balık üretme çiftliklerine düşman olmasa. Üç yanı denizle çevrili bir ülkenin halkı olarak, balığa hasret kalmasa. Daha da önemlisi, balık yemeyi beceremeyen, balıktan habersiz bir toplum olmasa...

Akşam, Hiroşima’da bir iş yerinin üst katındayız. Japonya’da her lokantanın vitrininde, hepsi yapma da olsa, neler yiyebileceğinizi görmek olası. Bu çeşit zenginliği başınızı döndürüyor. Karar vermekte en çok zorlanılan yer, lokanta önleri olsa gerek. Sonunda “acaba”lı bir karar verip birine giriyoruz. Soya lifi oldukça bol, taze soğanlı, mantarlı, bizim saç böreklerine benzer bir Japon gözlemesiyle biralarımızı içiyoruz. Bu yiyeceği, gözümüzün önünde hazırlayıp pişiren delikanlıya ve servisi yapan hanıma, Türk olduğumuzu söyleyip nazarlık takıyoruz ve oradan ayrılıyoruz. Bu seremoniyi  izleyen başka bir delikanlı, arkamızdan koşup geliyor ve bize güç bela bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kendi emeğinin ödüllendirilmemesinden alınmış bir hali var. Yediğimiz mantarların Türkiye’den geldiğini söylüyor bize.  Meramını anlattığını anlayınca, kendini ifade etmiş olmanın rahatlığından ötürü, görseniz nasıl da heyecanlanıp mutlu oluyor. “Biz Hiroşima’ya atom mantarıyla değil, kültür mantarıyla gelenlerdeniz.” diyorum. Karşılıklı kahkahalarımızı patlatırken, o kaderci Türk sözünü, yine anımsamadan edemiyorum: İnsanoğlu nereye giderse gitsin sadece kendi ekmeğini yer. 

Bugün daha da heyecanlıyım. Benim için bu gezinin anlamı, insanlığın yaşadığı o en büyük felaketin izini sürmek, bir biçimde tanığı olmak öncelikle. 6 Ağustos 1945’ten bu yana, Hiroşima’nın tohumları nasıl çimleniyor, çiçekleri ne renk açıyor, Sasaki’nin turnaları hangi yöne uçuyor, bulutlar neye küskün; daha doğrusu bu sabah merakım iyice dorukta. İlk durak, o büyük yıkımdan yalnızca iskeletini kurtarabilmiş kilise ve avlusu. Dağlarca’nın “Allah olmasaydı, onu ben bulurdum.” dizeleri beynimde zonkluyor. Bir şeylere sığınmak istiyorum, ama zor. Tanrı bile sadece kilisesinin, kendi evinin, iskeletini kurtarabilmiş, demekten kendimi alamıyorum. “Çılgınlık”la “çıldırma”nın buluştuğu günü hayal ediyorum. Yandaki ırmakta yanıp akan derileriyle sulara tutunmaya çalışan o insanları göreceğimi sanıyorum. İki adım sonra radyasyon tohumu bir “Tepegöz”le karşılaşmaktan korkuyorum. Ama olmuyor, insan yanım, zayıf yanım yine ortaya çıkıyor. Ne mi o? O her şeye alışmak…

İnsanlığın yaşadığı bu en büyük dehşet anı, kilise avlusuna yerleştirilmiş birçok yazıt, heykelcik ve bilgilendirici levhayla kalıcılaştırılmış. Biraz ileride bombanın düştüğü yerde yükselen başka bir anıt ve 8.15’te durdurulmuş bir saat. Her yerde o renkli kâğıtlar. Soruyorum, “Sadako Sasaki’nin turnaları” diyorlar. Sadako Sasaki, atomun yaydığı radyasyondan etkilenip on yıl sonra lösemiye yakalanan bir kız çocuğu. Nazım’ın dizelerine esin kaynağı olan o “Kız Çocuğu”: “Hiroşima'da öleli / oluyor bir on yıl kadar. / yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar”

Her Japon gibi Sasaki de bir “origami”, yani kâğıt katlama sanatı ustası. Hastalığı sırasında, kendisine şans getireceğine inanarak kâğıttan turnalar yapıyor, hem de kimine göre bin, kimine göre binlerce. O, bu turnalarla,  Hiroşima’nın ve “barış”ın simgesine dönüşüyor. Ama umuda sarılmak, bin tane turna kuşu yapmak da yetmiyor Sasaki’ye, Sasaki’lere... Irmağı geçince ilk durağımız, Sasaki adına dünya çocuklarının bağışlarıyla yaptırılıp 5 Mayıs 1958’de açılan anıt. Bugünün çocukları Sasaki’yi hiç yalnız bırakmıyor. Anıtın tepesindeki Sasaki ise, elindeki turnasıyla şimdi onlara şans diliyor. Öğrenci gruplarının biri gelip biri gidiyor. Her grup kendi programını sunuyor. Şarkılar söylüyorlar; ama intikam marşları değil, barış şarkıları. İşte tarih böyle öğreniliyor, böyle öğretiliyor. Dört duvar arasında, duvardan duvara çarpa çarpa bir kakofoniye mahkûm olan o nal sesleri ve nutuklarla değil.

Barış Parkı’ndaki o anıtın pek çok resmini, daha önce kitaplarda ve ansiklopedilerde görmüştüm. Devasa bir anıt. Fotoğraf makinemle kalıcılaştırıyorum. Anıt, semer biçimindeki kil figürler örnek alınarak yapılmış. Bir “kenotaf”, yani eski Japon mezarlarının bir örneği. İçinde atom kurbanlarının listesinin bulunduğu büyük bir taş yer alıyor. Biraz ileride de “Hıroshıma Peace Memorial Museum”, Barış Müzesi. Müzede teknolojinin bütün olanaklarından yararlanılmış. Taş, giysi, kitap… O büyük yıkımdan arta kalan her şey orada. Bir yanda derisi akan, öte yanda birbirine yapışıp kalmış insanlar… Kentin yıkım öncesi ve yıkım sonrası hali … O “6 Ağustos”, nasıl canlandırılabilecekse öyle canlandırılmış. Bir de radyasyonun etkileri… Özetle tarih dondurulmuş, ateş dondurulmuş. Seçimini yapacağınız dille, her türlü bilgiye ulaşmanız olası; onlarca bilgisayar ve el kitapçığı. Çıkışta imzanıza açık anı defterleri. Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” uyarısına, bir de “Türkiye” sözcüğünü ekleyip anı defterini imzalıyorum. Not defterime de oradaki mühürleri teker teker basıyorum.

Çıkışta müzenin öbür yanında gördüğüm heykel, yine kanını donduruyor; bir çocuğu kucağında, diğeri sırtında bir ana; “onları nasıl korurum” kaygısıyla öylesine diz üstü yere kapaklanıp kalmış. Acıyla, kendimi bir kez daha yoğuruyorum. Göz yaşlarım dizelere dökülmeye başlıyor. İşte kâğıda ilk düşenler, not defterimin sayfa üstlerinde yer alanlar : “Niye hiç küsüp gitmez şu bulutlar”,  “Taş taşlığına pişman”, “Akan deriyim artık”, “Derilerimden barış kayıkları yapın / Nasıl mı / Bir Eskimo bilir herhal”… Elbette emperyalizmin silahları değil. Peki o tek tek dizeler, bir şiire dönüştü mü derseniz, yanıtım evet; şiirin tamamı da bu yazının sonunda. Özetle acıyı bal eylemek, her yerde kolay olsa bile Hiroşima’da öyle pek kolay değil. Kolay değil ama, Hasan Hüseyin’in o “kör olasın demiyorum / kör olma da / gör beni” dizeleri, insan yanımı bir türlü bırakmıyor. Bıraksa mı iyi, bırakmasa mı daha iyi; bu duygu anaforunda bir türlü karar veremiyorum. Ama bir gerçeği görüyorum. Yaranın nasıl sarılacağını. Bizde “ilişkilendirme zorluğu”nu ya da “çöküş”ü ifade eden o “nereden nereye” deyimi, her iki anlamıyla burada tam karşıtını ifade ediyor.

Öğleden sonra Fukuoka. Seul’e Tokyo’dan daha yakın bir kent. Küşü adasının kuzeyinde, ama trenle ulaşılıyor. Burada, “100 Yen” otobüsleriyle bütün kenti dolaşabiliyorsunuz. Japonya’nın her kentinde bir de “100 Yen” mağazaları var. Hani şu bizdeki “Ne Alırsan 1 YTL”ler gibi. II. Dünya Savaşı’nın yıkımı nedeniyle, kentte hiçbir tarihi yapı kalmamış.  Otobüs durağında yan yana dizilmiş ayakkabı tamircilerini görüyorum; “Zengin, nasıl zengin oluyor?” sorusunu ister istemez sordurtan. 

Fukuoka’nın bana sunduğu bir sürprizi burada anlatmalıyım ki yazıya keyif gelsin. Bir şeyler yemek için girdiğimiz bir işyerinin yemek bölümüne giriyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da müşteriye tadımlıklar sunuluyor. Bu kez aldığımız, dumanı üstünde, küçük bir tasta sunulan çorbaydı. Önyargılı davranmamak için hemen afiyetle içtim. Görünüşü de bizim üzüm hoşafına benziyordu. Sonra sordum; meğer o benim üzüme benzettiklerim bir tür deniz kurduymuş. Demek ki doğanın bize sunduğu her şeyden yararlanmak olası. Bundan sonra da bana hiç kimse “İçinde hiç kurt yok mu?” diyemez, merakımı sorgulayamaz. Merak, adama kurt da yediriyor. 

Japonya her kentinden, en az bir ırmağın geçtiği bir ülke. Ayrıca Fukuoka ve Hiroşima’daki ırmaklarda gelgiti, günübirlik izlemek, olağanüstü bir doğa olayı ve keyif...  Bir ırmak kıyısındaki Tenjin Park, oldukça dinlendirici. Irmak sefası ve balık ızgara da cabası. Biranın tadına da diyecek yok. Bu güzellik karşısında, “Bu günü yaşamak da bana yetip artar!” deyip Cemal Süreya gibi Tanrı’ma rahatlıkla “Üstü Kalsın” diyebilirim. Ayrıca Üsküdar’a gider iken bulduğunuz o mendil, belki de Fukuoka’da kaybedilen mendildir… Neden mi? Manzara aynı, ortam aynı, renk aynı.  Su, kayık, balık, ızgara…  Ağaçlar yine sonbahar kızılı. Hadi özetlemeyi Haşim’le yapalım: “Suyu yakuta dönüştüren bu hazan”da “Bir taraf bahçe,  bir tarafta dere  / Gel uzan sevgilim benimle yere” demenin tam sırası.

 

  * Afrodisyas’tan Günaydın Yeryüzüne, Sayfa 205-213

 

SEVGİLİM ŞİİR

SEVGİLİM ŞİİR

 

TAHSİN ŞİMŞEK

 

 

İki ucu açık bir kalemdir yaşam

          “mavi - kırmızı”

Umudun altını çizmek için

                                 her daim

Düşlere dalıvermesin diye mavi

 

Damladığı yerde katlanıvermiş

O bir damla mürekkeptir

        “şiir” ile “ozan”

‘Bakışım’ı hep bir sevgiliye denk düşen

                                 her daim

Soyunmayı unutmasın diye şiir

 

Peki, bir şaire yöneltilen ilk soru nedir

                                 ey hüzün

      -Yaşam denilen

       “şiir”le “dil”

        hep böyle mi sevişir

 

’ de, Sevgilim Şiir, her daim ‘

 

 

* Sevgilim Şiir, Sayfa 57

 

 

GÜNCE

GÜNCE

 

İSA KÜÇÜK

 

19 Haziran 2013, Çarşamba

 

 

Bütün dünya, 2 günden beri Türkiye’nin birçok şehrinde başlayan “Duran Adam” ı tarif ederken, imrenme sıfatları kullanıyor; bizim polis ise gözaltına alma tekniklerine yeni ekler yapmakla meşgulmüş. “Hiçbir eylemde bulunmayarak polise karşı mukavemette bulunmak”, gözaltı nedeni olmuş.

Herhangi bir eylemde bulunmadan susan insanın, yıkıp döken, yakıp yıkandan daha etkin bir eylem içinde olduğunun nasılsa farkındalar bu defa, engellemek istedikleri o. “Yuvarlanan taş yosun tutmaz” mı “Her taş yerinde ağırdır” mı? Anlaşılan, kafalar karışık…

Gidip Afrodisias’taki heykelleri görseler… “Korkulmayacak” gibi değil, elin oğlu mermere “can vermiş…”

Önceki hafta Marmaris’e giderken kısa süreliğine ziyaret ettiğim Afrodisias Müzesini, yeni salonunda sergilenen eserlerle çok daha “zenginleşmiş” ve büyümüş buldum. Yıllar önce Kazı evi deposunda gördüğüm birçok eser, teşhir salonuna çıkarılmış; arkeoloji meraklıları için önemli bir gelişme. İnsan, bu kadar eserin içinde taş olsa duyguya kapılır, coşku seline düşer, başka dünyalara gider. Ben de 30 yıl önce, evet tam 30 yıl önce -şimdi yeni “dereleri” de içine çekerek büyüyüp güçlenmiş- o sele kapılmıştım.

Marmaris’ten Ankara’ya dönüşümde, burada biriken, beni bekleyen posta arasında bir kitap, o günlerin coşkusuna yeniden alıp götürdü beni, bir dost selamı: “Afrodisyas O Beyaz Merhaba”. Öğretmen, eğitimci ve yazar, şair Tahsin Şimşek’in kaleminden gelen bir sevinç topu; benim için bu kasvetli günlerde gerçek, içten, dostça bir gönül selamı oldu; sarıp sarmalayan. Tahsin öğretmenin, ta çocukluğundan, çocuk gözlemlerinden başlayarak önce öğretmen, sonra da bir araştırmacı titizliğiyle kaleme alınmış olan, ince ince damıtılarak ışımış, o aydınlıktan büyüyüp gelen bir aşk yumağı, bilgi dağarcığı… Bakmakla görmek arasındaki o önemli farkı anlatması bakımından da ilginç önemli bir deneme. Üzerinde çok düşünülmüş, sonra yazılıp paylaşılmak istenmiş belli ki. Fotoğraf, anı, şiir ve yaşanmışlıklarla doğruluğu ve geçerliliği sınanmış bilgi, yer yer doğru bir saptama, bir yol gösterme yer yer de yanıtlanması gereken sorular olarak çıkıyor karşımıza. Halkın çevresindeki kültür ve sanat eserlerine bakışı, onları anlamaya ve anlatmaya çalışması, dilinde oralardan gelen seslerin sözcüğe, giderek kavrama dönüşmesi. Yaşanmakta olan bir hayatın güzelliği ve yetkinliğini gösteren bir yapıt ve onu herkesle paylaşma sevinci…

Tahsin Şimşek, -Prof. Dr. Kenan Erim’den sonra- “Bizim Afrodisias” diyen kişi; bin yılların sorumluluğunu yüklenen insan, selam sana…

Her çocuk, doğup büyüdüğü topraklara böyle ödese borcunu: Oraları mülkiyet duygusu olarak sahiplenerek değil, anlamaya çalışıp anlatarak, bildiklerini paylaşarak; şiire, şarkıya, sanata dönüştürerek güzelleştirse, güzellikle geçeği, gerçekle düşü buluşturup işte benim “anavatanım”, çocukluğum dese, hepimize verse… İnsanların birbirini tanıması, anlaması, anladıkça hoşgörü ve barış duygusunun gelişmesi, bir arada yaşama isteği çoğalıp büyümez mi? Toplum geçmişiyle de, bugünüyle de barış içinde yaşayıp kurmaz mı o mutlu, umutlu geleceği…

Tebrikler ve teşekkürler Tahsin Öğretmen, birlikte çalışmış olmaktan

bir kere daha onurlandım.

Sanat, heykel sanatı, diyebiliriz ki Afrodisias’ta doğa ile gerçek bir yarış

halindedir. Müzede gördüklerimizin gerçek mi, heykel mi; yoksa günümüz 3 D baskı teknolojisinin –aslında insan aklının- “son mucizesi” bir üç boyutlu canlandırma mı olduğu kuşkusuna kapılmamak olanaksız. Birkaç heykel vardır ki bazen elinizle dokunma ihtiyacı duyarsınız kalbi çarpıyor mu diye. Bazen de giyinik heykellerin üzerindeki giysiyi gerçek bir kumaş mı diye elleyip kontrol merakı uyanır içinizde; parmaklarınızın arasına alıp dokunursunuz. Estetik kaygının, gerçeğe uygun olarak ‘vücut bulduğu’, sanatın bir mermer heykelde bu denli yüksek bir değer olarak karşımıza çıktığı heykelcilik anlayışının, günümüze kadar oldukça iyi bir biçimde saklanarak yaşamasını sağlayan bu kente ve çevre

insanına çok borcu vardır insanoğlunun ödeyeceği.

“Afrodisias O Beyaz Merhaba”; aydın bir insanın yaşadığı çevre ve topluma

karşı sorumluluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda Prof. Dr. Kenan T. Erim’in, “Aphrodisias / City of Venus Aphrodite” isimli kitabının, Afrodisias’ın Geleceği bölümündeki sözlerinin, bugüne bir iz düşümünü ve aynı zamanda onun dileklerinin yerine getirilmesi anlamını da taşıyor ki belirtmeden geçemezdim.*

Aphrodisias, yalnız arkeolojik bulguların zengin bir kaynağı olarak değil; hümanistler ve İtalyan Rönesans’ının büyük şehirlerinin sanatçıları gibi geçmişle diyalog kurmayı arzu edenlerin, antik dünyanın güzelliği ve ahengiyle bütünleşebileceği bir yer olarak da eşsizdir. Bu zenginlik çok az sayıda yerde buradaki kadar belirgindir. Ne pahasına olursa olsun bu kaynak korunmalıdır. Umulmalıdır ve inanılmalıdır ki, bölgeyi ziyaret edenlerin çoğu ve Aphrodisias’ı ziyaret etme şansı bulamayıp bu kitabı okuyanlar, bizi böylesine güçlü bir şekilde bu bölgenin olağanüstü güzellikteki geçmişini korumaya ve muhafaza etmeye iten duyguları anlayacaklardır.

“Afrodisyas O Beyaz Merhaba” bu sesi duymuş bir insanın selamıdır

hepimize!

15 Kasım 2014

Afrodisyas Sanat’ın son sayısında, 49. sayısının “Benden İçeri” başlığı altında Tahsin Şimşek “konuşulup yazılacak” bilgisini okuyunca, günlüğümün yukarıdaki bölümüne gitti gözlerim. Eksik buldum ve tamamlamaya çalıştım: 1984 ve 1987 yılları arasında çalıştığım Karacasu ilçesindeki görev yıllarımda yaşananlar, benim için çok özeldir. Bunun belki birçok nedeni vardır; başta gelenleri ilk görev yerim oluşu ve oradaki öğretmenlerle aramızda kendiliğinden oluşan güvene dayalı bir iletişim, etkileşim ve hep birlikte “İlçemizi

nasıl kalkındırırız?” sorusuna yanıt aramamız olsa gerek. Karacasu Lisesi’nde, zaman zaman öğleden sonraları edebiyat ve tarih derslerine dinleyici olarak katılıyorum; ders konularından hareketle öğrenci ve öğretmenlerle söyleşiyoruz, sonra öğretmenler odasında tüm öğretmenlerle toplantılar yapıyoruz; herkesin düşüncesini, herhangi bir sınırlama olmaksızın söyleyebileceği toplantılar. Büyük bir enerji alıyor ve itici güç hissediyorum onlar konuştukça. Onlar da beni özendiriyorlar; “Bu toplantıları ayda bir yapalım.” diyorlar ve sonra “Sene başlarında illa ilk dersi siz verin.”

Tahsin Şimşek, o öğretmenlerden birisi, en başta geleni: ilçenin Işıklar köyünden, önerileri, istekleri hayali değil; yaşanmışlıklardan süzülmüş ve hayata uygun. Afrodisias’ta şenlik düzenleme, ilçeyi tanıtma, turizmi geliştirme önerisiyle başlamış olmalı birlikte çalışmalarımız, sonra müze müdürünün bu işe büyük bir heyecanla sarılması ve “Bin Yıl Sonra Yeniden” başlığıyla yola çıktığımız

                                      “Afrodisias Atletizm ve Folklor Şenliği”. Sanırım bugün bile ülkemizdeki

“festivaller” arasında, ilk ve tek spor etkinliği olmak özelliğini koruyordur.

Ama öğretmen Tahsin Şimşek deyince asıl söz etmek istediğim iki konu daha var ki, (sonraki yıllarda yaptığı çalışmaların temellerinin ne kadar gerilerde / derinlerde olduğunun anlaşılmasını göstermek bakımından da bir not olarak) yer almalıdır, emeğiyle hazırlanan bu derginin sayfalarında. Kendisini 8 yıldan beri sadece “Afrodisyas Sanat”a verdiği akıl ve alın teri ile tanımış olan saygıdeğer sanatseverler ve okurlar için de belki farklı bir duyuşa olanak sağlamış olurum. (Gerçi kendileri, ‘Sevgilim Şiir’de “tadı damağımda o anasütü dizeler” başlığı altında vermiştir önemli ipuçları).

1986 ya da ’87 Mayıs sonu: İlçelerde liseler için mezuniyet geceleri düzenlenen günlerdeyiz; öğretmenler, öğrenciler ve veliler büyük bir heyecan içindeler. Karacasu Lisesi öğretmen ve öğrencileri de bir mezuniyet gecesi düzenlemişler, ama bir sorun var. Hazırlanmış olan gecenin tiyatro etkinliğinde yer verilmiş olan “Deli Dumrul” adlı oyun, incelenip izin verilmesi için Vilayet Makamı’na sunulmuş; davetiyeler dağıtılmış, ama geceye birkaç gün kalmış olmasına karşın olumlu ya da olumsuz bir yanıt yok; dahası sanki uygun görülmeyecekmiş gibi, duyumlar alınmış. Öğretmenlerimizin önerileri üzerine

vilayetle görüştüm, (Siyasal içerikli bulunması nedeniyle kimse onaya çıkamaya

cesaret edememiş.), ‘ilçeden bir sorun gelmeyecek’ garantisi ile sorun aşıldı. İyi ki de aşıldı, çünkü o akşam Karacasu Lisesi öğretmen ve öğrencilerinin sahnelediği Deli Dumrul adlı oyunu, sonraki 25 yıllık meslek yaşantımda taşrada gördüğüm en başarılı tiyatro oyunu olarak hep sevinçle anımsarım. Aynı isimli Dede Korkut hikâyesinden yola çıkılıp özgün öykü ile iç içe olarak Türkiye’deki politik ve toplumsal sorunları irdeleyen oyunun, lise düzeyinde seçimi ve oynanması, o yıllar için önemli bir başarı olsa gerek. Adalet, eşitlik, hoşgörü ve barışın yeryüzünde ancak yüreğinde insan sevgisi olanlar tarafından inşa edilebileceğini anlatması bakımından da dönem oyunu değil, tam da bu nitelikleriyle aslında insanlık tarihinin geleceğine küçük bir ilçenin öğretmen ve öğrencilerinin kalbinden sevinç dolu bir selam gönderimiydi.

Anımsadığım başarılı bir çalışma da yine başta öğretmen Tahsin Şimşek ve diğer öğretmenlerin ortak çabasıyla sahnelenmiş olan “10 Kasım Oratoryosu” dur. 1987 yılında, tarihinde ilk kez, 10 Kasım, “ağlama günü” değil “anma günü” düşüncesiyle hazırlanmış etkinliklerle vatandaşlarla paylaşılacaktı. Karacasu Lisesi öğretmen ve öğrencilerinin hazırladıkları programı izlemek için “yerimizi aldık” ve sahnedeki öğrencilerden birisi saz çalmaya, diğeri de türkü söylemeye başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürü ile göz göze geldik: Eyvah, ne yaptınız!

Sahnede “Yemen Türküsü” çalınıp söyleniyor; sonra birden saz-söz sustu, arkadan genç heyecanlı bir ses yükseldi: “30 Ekim 1918, Mondros / Ve bütün umutlara paydos!” Bu başlangıç ve sonrasında söylenip konuşulanlar, canlandırmalar, okunan metinler ve sahneden aklımızın derinliğine kazınan, hafızamızı araştırmaya zorlayan çığlıklar… Meslek yaşantımın sonraki yıllarında ve şehirlerinde her 10 Kasım töreni için benim elimde müthiş bir metin vardı. Tahsin Şimşek öğretmenden Tunceli Ovacık Kaymakamlığına giderken aldığım çok kıymetli bir andaç. Onlarca şairin şiirlerinden alınmış bölümleri, özenle seçilmiş türkülerle ustaca birleştirip, kendi yorum ve düşüncelerini de katarak izleyiciye “bizi yutup yok etmek isteyen emperyalizme karşı kazanılmış Büyük Zaferi”, mazlum milletlerin de zaferi sayan, onlar için de örnek olduğunu haykıran yeni devletin kuruluş öyküsü ve o devletin temellerini oluşturan felsefi düşünceyi” anlatıp aktaran ve bütün bunları başaran bir insanı, Atatürk’ü anlatan olağanüstü güzellikte senfonik bir şiir: 10 Kasım 1987, Ağlamayı bırakıp anlamayı seçen bir topluluğun ilk adımıydı, görkemli…

Çalıştığım il ve ilçelerin birçoğunda, 10 Kasım anma programları hep bu temel metin üzerinde gelişti. Ana metne bağlı kalarak, bütün o kurtuluş ve kuruluş sürecini, devrimleri ve ulusa verilmiş olan büyük evrensel ve barışçıl ideali (çağdaş uygarlık düzeyini aşmak) anlatmak için kurgulanıp derlenmiş o metin, hep yol gösterdi bize. Her il ya da ilçede o yörenin Kurtuluş Savaşı’mızdaki yeri ve önemi, kimlikleri ve kişilikleriyle de senaryoya dahil edilerek halkla daha güçlü biçimde buluşma yolları denedik ve başarılı olduk. O çalışmaları da öğretmenlerle ortaklaşa yürüttük. İl ve ilçelerin tek yapıcı ve yaratıcı gücü, toplumun hep aydınlık yüzü öğretmenler ve idarenin tüm yükünü tek başına omuzlayan… Bunu ilk olarak Karacasu ilçesinde tanıştığım ve birlikte çok başarılı çalışmalar yaptığımız Tahsin şimşek başta olmak üzere her öğretmenin gözlerinin içinde görmüştüm ve hep o ışıktan yararlanmaya çalıştım.

Tahsin Şimşek öğretmenimizle iletişimimiz aralıklarla, kısa kesintilerle olsa da hep devam etti. Atandığım her ilçe ya da vilayete hep yeni bir kitabıyla gönderdi “başarı dileklerini”, hep çalışkan ve üretici, hep sıcak bir dost selamı ki, akıldan süzülmüş ama duygu da dolu. Kaleminden dökülen sözcüklerin özü, meğer ne kadar derinden geliyormuş. “Külaltı Söz”lerden duyduğumuz sıcaklığın, Afrodisyas, O Beyaz Merhaba”da anlıyoruz ne kadar derinden gelen bir ateşolduğunu ve “Şiire ‘Yüklü’ Halk Bahçesi”nde bulduğumuz güzellikler, gösteriyor ki bize o gönül dolusu sevinçler, bin yıllık yollardan geliyormuş damıtılarak yüreğinde…

Taşıyormuş kaleminden…

 

* Aphrodisias: City of Venus Aphrodite, Kenan T. Erim, Yayıncı Facts on File, 1986.

Türkçe basımı yapılmamış olan bu kitabın yayın hakkı, vakıfça (Karacasu geliştirme ve Eğitim Vakfı) alınabilir mi? Arkeoloji meraklıları ve Afrodisias için bir başyapıt olmak özelliğini taşıyan ve Afrodisias Öyküsünü ilk ağızdan yazılmış haliyle Türkçe olarak okuyabilmek dileğiyle…

 

* Afrodisyas Sanat, Sayı 49 Ocak-Şubat 2015

 

Yazar: İSA KÜÇÜK

KİTAP İÇİNDE KİTAP

KİTAP İÇİNDE KİTAP

 

HİDAYET KARAKUŞ

 

Ozanın yazarın en önemli gerecini dil olduğunu bilmeyen yok. Dilin en

önemli yapı taşı da sözcüktür. Sözcükleri tanımak, anlamlarına yaklaşmak, onları

koklamak, seslerini işitmek uyanık bir beynin işidir. Nerede, hangi ortamda söylenirse, nerede yaşarsa yaşasın sözcük kendi tınısıyla bir şeyler söyler hep. O tınıyı yakalamak, sözcüklere özenli bir bakışla olanaklıdır.

Tahsin Şimşek’in Aydın yöresinden derlediği sözcüklerle oluşturduğu Şiire “Yüklü” Halk Bahçesi / Dikinesözler Kitabı* duyarlı bir aydının çevresine bakışını da içeren çok önemli bir çalışma. 

Dil Devriminin ilk yıllarında kendini cumhuriyete adamış öğretmenlerin, memurların, mühendislerin, sağlıkçıların köylerden, kasabalardan derlediği sözcüklerle oluşturulan Derleme Sözlüğü’nü anımsatan bu kitap, son yıllarda örneğine pek rastlamadığımız türde bir kitap. Tahsin Şimşek, ozanlığının verdiği bir dil duyarlılığı yaklaşmış sözcüklere. “Bu ayıp, bu güzel” demeden yöresinde yakalayabildiği her farklı sözcüğü kitabına almış. Sözcüklerin kimileri bilinen sözcükler ama onlarında Aydın yöresindeki söylenişleriyle kitapta yer aldığını görüyoruz.

Kitabın bölümleri de halkın söz bahçesine yaklaşımın örneklerini oluşturuyor. Sözcükleri örneklediği bölüme: Halk Bahçesinin Kır Çiçekleri adını vermiş Tahsin Şimşek.

                                      Her bölüme küçük birer açıklama yazan Şimşek; bu bölümde şunları söylüyor özce:

Şair olmak, halk bahçesinden gül dermeyi bilmekle olanaklıdır.  Merak ederim TDK’nin Derleme Sözlüğü’ne, kaç şairimiz açıp bakmıştır; halkın somutlama becerisine, zenginliğine tanık olmuştur? Şiirin, yaban dili yaşatmakla ilgisini araştırmıştır? Şiirin Darvin’i olmaya özenmiştir? “Yaban Düşünce”nin kapağını açmıştır?”

                                      İşte “kır çiçekleri”nden birkaç örnek:

Andız: İffetsiz, erkeklere karşı sırnaşık, ‘kaba ardıç’ gibi kadın.

Ayazlık: Akdeniz evlerinde hayattan dışarıya doğru çıkan, etrafı çevrili

yüksekçe oturma yeri.

Belen: Yüksek ateş ve hastalık nedeniyle havale geçirmek.

Cıngırlık: Dönerek binilen bir tür tahterevalli.

                        Ismık: Çekingen, konuşmayı beceremeyen.

                                                            Kuskun: Pantolon askısı.

                                                            Ölçermek:  Sönmeye yüz tutmuş ateşi alevlendirmek, altını karıştırmak.

                        Penezlemek: Sersemlemek.

                        Sokarık: Bir karışlık ekin, yeşillik.

                        Yuluk: İnce deri, meşin; sahtiyan

                                                  …

                                                  Deyimleri örneklediği bölüme: Halk Bahçesinde Dillenmek, demiş.

                                                  Tahsin Şimşek, deyimlerle ilgili şöyle diyor:

Deyimler, karşı karşıya olduğumuz bir durumu özetleme çabasının ürünüdür. Deyim kullanmaktaki ereğimizi (murat) ise,  “lafı balla kesmek” deyiminin iletisiyle özetleyebiliriz. Ama her deyim, aynı zamanda bir bencilliğin yapışkanlığını da dillendirir. O halde her yazarın, her ozanın “Lafını bil de söyle, ağzını sil de söyle.” atasözündeki uyarıyı hiç göz ardı etmemesi gerekir.

Bu bölümde de bilinen deyimlerle birlikte Aydın yöresine özgü deyimler abece sırasıyla verilmiş:

                       Ağzının kaytanı olmamak: Sözü düşünmeden kullanmak.

Aldak doldak (buldak) etmek: Her çareye başvurup aldatmak.

Bili bili gak gak: Çocuk dilinde yumurta.

B.k evlat, baldan tatlıdır: Evlat sevgisinin yerini hiç hiçbir sevgi tutamaz.

Cayrak Çalı: Birden öfkelenen, öfkesini bağırıp çağırarak dışa vuran.

Deden buranın yerlisi, kaşı gözü kirlisi: Yerli ve kalıcı olan.

Ekşi nar kökü: İnatçı, kolay pes etmeyen.

Engi bengi olmak: Şaşırıp kalmak, feleği şaşmak.

Harman kovan öküz içinden yer: Emek harcanan işten yararlanmak

haktır.

Karınca eti yemek: Durduğu yerde duramamak.

Odunu budağından, kadını dudağından: Her sorunu çözmenin kolay yolu vardır; önemli olan, o yolu arayıp bulmak.

Sütlü keçinin kır oğlağı: Kayrılan, ayrıcalıklı bir konumda bulunan.

Kaba saba deyimlerin örneklendiği bölümü: Halk Sövgüsündeki Gizli Övgü adıyla yazmış yazarımız.

“Köylü argosunu, halk argosunu, genel anlamlı argodan, belli bir kültüre sahip olan grupların argosundan iyi ayırmak gerekir. Genel anlamlı argodaki o kırıcılık, halk argosunda yerini, espriye, biraz da çokbilmişliğe bırakmıştır. Görmüş “geçirmiş”lik kokar. Köylü argosunda halkın doğallığı, art niyetsiz şakaları somutlanırken, genel argoda öne çıkarılan ise gerçek anlamdaki cinselliktir, kaba saldırganlıktır…” diyen Şimşek’in bu konuda çokça kafa yorduğunu görüyoruz.

Halkın doğallıkla kullandığı o deyimlerden kimileri:

Anan sepetten g.t geçiriversin: Yenilgi, bozgun karşısında yapılacak bir şeyin kalmaması.

Eşeğin .mını menderese çevirmek: Her şeyi berbat etmek, bir şeye çok zarar vermek.

Su eleği: Kadının cinsel organı.

Usta gelin şalvarı yırttırmaz: Deneyimli olan zorlamaya fırsat bırakmaz.

Uyur düzücü: Başkalarının zayıf yanlarından hemen yararlanan, fırsatçı.

Halkın dilinde yaşayıp duran bu sözcüklerin deyimlerin yazı diline geçmesi ancak böylesi çalışmalarla gün yüzüne çıkmalarına bağlıdır. Sevilen tutulan sözcükler, deyimler ölçünlü dilin dolaşımında yerini alacaktır.

Bu deyimler, sözcükler bize halkın kendi argosunu oluşturmaktan ötede düşünme kolaylığını hiçbir kaygıya kapılmadan yarattığını gösteriyor. Bilimsel bir bakışla bunları yok sayabilir miyiz? Önemli olan dilin kendi içindeki canlılığıdır. Tutarlılığıdır. Anlatım gücüyle ulaştığı yerdir.

Tahsin Şimşek’in bu kitabında aslında ikinci bir kitap saklı. İç içe geçmiş ikinci bir kitap görüyoruz. Ozan Tahsin Şimşek çıkıyor bu ikinci kitapta karşımıza.

Bunlar, şiir için söylenmiş özlü sözler dönüşüyor. Şimşek derlediği her sözcüğe, deyime örnek verirken şiirle ilgili düşüncelerini yerleştirmiş. Ozanımız, bu sözlere Dikinesözler demiş. İçinde eleştiri var, saptama var, olması gerekeni imleme var. 

Bu sözleri kitabın içinden çekip ayrı bir kitap yapsa şaşılmaz ama özgünlüğü de dille düşüncenin birbirinden ayrılmaz iki öğe olduğunu gösterircesine böyle bir yol tutturmasıyla ortaya çıkmış.

İşte sözcükleri deyimleri örneklerken ortaya çıkan şiir düşüncelerinden kimileri değerli ozan arkadaşımızın. Tümcelerin içindeki koyu renkli sözcük derlenen sözcüklerdir:

Okur, ı sökülmüş dizelerle ortaya çıkan her ozana erkenden diz çöktürür.

Akbaş (karnabahar) saksıya yakıştığında, bilin ki saçlarını ağartmış bir şiirdir artık.

Zamanlı zamansız avkanlanan (öfkelenen) ozanın avcısı, o acımasız zamandır.

Ozan bıyığıyla beşbıyığı karıştıran hanımlar, bir günden bir güne şiirle öpüşmeye kalkışmasın.

Şiirimizin bullaları, bir de şiirin dişil olduğunun ayrımına zamanında varabilselerdi, ablacılığa daha erken soyunmazlar mıydı hiç?

Ozanlar, sokağa çıkmadan sözcüklerin saç kırıklarını zamanında toplasalardı, köşe başlarında o bol sözcüklü concoloz şiirlerle burun buruna gelmezdik.

Çelimsiz sözcüklerle şiir, şiir olmaz; ey ozan, sözcüğünü yaban doğada ara.

Harcıalem şiirlerle sokak sokak dolaşmaya alışmış bir ozan, belli bir saatten sonra kapı dayaklamakla, ne şiirin namusunu ne de kendi namusunu temizleyebilir.

Ozan dediğin, her şeyden önce sözcük dağından düz odun taşımayı öğrenmeli Yunus gibi; çünkü el alemin yakıp söndürdüğü eğsilerle şiir ateşi harlamaz.

İyi şiir okuyamayan çenesi gevik biri, iyi ozan da olamaz; şiir her şeyden önce “ses”tir.

Tahsin Şimşek, Şiire “Yüklü” Halk Bahçesi’yle hem Aydın yöresinin sözcükleri, deyimleriyle renkli bir evrene açıyor kapılarımızı hem şiirimizin içinde bulunduğu durumu imleyen özlü sözlerle derlediği sözcükleri er meydanına salıyor. 

Dilin Tahsin Şimşek gibi emekçileri çoğalmalı, Türkçenin görkemli sesi daha da yükselmeli. Bunun için de birincil görev ozanlara, yazarlara düşüyor. Tahsin Şimşek, bunun önemli bir örneğini veriyor bize. Darısı başımıza!

 

              * Çağdaş Türk Dili, Sayı 277, Mart 2011

 

Yazar: HİDAYET KARAKUŞ

KİTAPLAR ADASI

KİTAPLAR ADASI

 

M. SADIK ASLANKARA

 

 

Nazilli’de yaşayan Karacasulu şair Tahsin Şimşek (0256.3120106) yazdığı mektupta, “Ege Duyarlılığı ve sıcaklığı yazılarınıza renk katıyor” diyor, sonra da ekliyor: “Küçük yerlerde sanatçı olmak zor, yalnızlığımı paylaşırsanız sevinirim.”

Nasıl da iç burkucu bir dile getiriş. Ama taşrada yaşıyor olmasına karşın iki şiir kitabı verilmemiş Tahsin Şimşek: Külaltı Söz (Etki, 1995), Yarını Tanelemek (Toplum,2003).

Tahsin Şimşek, Külaltı’na “Söz-Eylem”le başlıyor: “Akan zamana boğulmamak için / Yeni sallar yaptım kendime”. Taşra bunaltısının tortusuyla da karşılaşıyoruz bu iki dizede. Tıpkı “Günindi”nin dizelerindeki gibi: “Bir dönemeç daha devrildi / Devrildi benim unutkan aydınlığım / Kafkamsı yalnızlığım.” Yine de şair yüreği umutla direniyor Şimşek’in. Sözgelimi “Akdeniz Düşünde Bir kent (Karacasu-Afrodisias) başlıklı şiirinde direncinin de vatanını oluşturuyor kenti: “Güze değen bir eldir ‘güzel’ / Yeşile değse güzden bir el / Eylül çiçeklenir su-ellerde // Suyunca soğur susan her ‘an’ / Bilirim erden düşlere düşünce / Güzele konacak gönül hep / şu bir içim su zaman”. (Yarını Tanelemek, 27, 17)

Nereye  geleceğim? Taşra bir boğuntunun, yok oluşun adı değil yalnızca. Öyle ye yukarıda değindik, insan taşrada direnerek, taşraya karşı ihtilal yaparak böylece en azından kendi taşrasını kırıp yok ederek de varlık gösterebilir, yani taşrasını kente dönüştürebilir. Kendi yaşadığı yeri kentleştirebilir.

                                                                                 

* Cumhuriyet Kitap (19 Ocak 2006, 831. Sayı)

 

 

Yazar: M. SADIK ASLANKARA

MUSTAFA KEMAL SINAVI

MUSTAFA KEMAL SINAVI

 

HASAN AKARSU

 

Ozan, yazar Tahsin Şimşek 1948 Karacasu-Işıklar köyü doğumludur. Öğretmenlikten emekli olan Şimşek’in şiir, deneme, gezi, derleme, Araştırma türlerinde birçok yapıtı vardır ve 2007’den beri Afrodisyas Sanat dergisinin Sorumlu Yazı işleri Müdürlüğünü yapmaktadır. Yeni yapıtı “Mustafa Kemal Sınavı”nda çoğu Atatürk’le ilgili, gazete ve dergi yazıları yer almaktadır.

Yazar bu yazılarında gençlere doğrudan seslenerek içtenliğini gösteriyor. Sevgili Başak, Eylem Sevgi…; Barış, Umut, Ata… Laikliğin ve çağdaş eğitimin önemini belirtirken, bağımsızlığı ve Cumhuriyet’i korumak gerektiğini anımsatıyor. Atatürk’ün Söylev’inin bir devrim öyküsü olduğunu ve  bir roman gibi okunması gerektiğini vurguluyor. Yeri geldikçe Atatürk Devrimleri’ni tanıtıyor, Atatürk’ün 49 yılda okuduğu kitaplardan söz ediyor. Gençlere okuma sevgisini aşılayacak örnekler sunuyor. Cumhuriyet aydınlanmasında yazınımızın önemini anımsatarak önemli yazarlarımızı tanıtıyor. Fikret’in ışığının, Fransız Devrimi’nin Mustafa Kemal’i nasıl etkilediğin anlatıyor.: “… Fikret’in düşüncesinde de Mustafa Kemal’in düşüncesinde de öne çıkan önemli özellik, insana verilen önemdir. Bütün sorunların üstesinden gelecek, mutlu yarınları hazırlayacak olan insandır. İnsanı da insan yapan, düşünce gücü ve akıldır….” (s. 43)

Şimşek, Atatürk’ü anlatan kitapları tanıtıyor. Atatürk’ün okuduğu Manastır Askeri Lisesi’ni gezerek izlenimlerini yazıyor ve Mustafa Kemal’in gençlik aşkı olan Eleni Karinte’den söz ediyor. Atatürk Devrimi’nin “Dört Süvarisi” dediği Mahmut Esat Bozkurt’un, Mustafa Necati’nin, Reşit Galip’in ve Tevfik Rüştü Aras’ın çalışmalarını örnek gösteriyor. Karşıdevrimcilerin amacının bugün Atatürk’ü yalnızlaştırmak ve unutturmak olduğunu saptayıp gerçek aydınlara düşen görevi anımsatıyor: “ Gerçek aydınlara düşen görev Atatürk’ü yaşamdan ve çevresinden soyutlamadan anlatmak, devrimleri yaşatmaktır. Gençlere düşen görev, Atatürk’ü doğru kaynaklardan doğru öğrenmektir….” (.. 61). Yazar, onlarca yazı yazdığı için kimi kez aynı bilgileri yeniden anımsatıyor. Bu yinelemelerin pekiştirici olduğunu belirtmeliyiz. Bugün Atatürk’ün ve devrimlerinin unutturulmaya çalışıldığını gözlerken yazar, Küba Devlet Başkanı Fidel Castro’nun Atatürk’le ilgili sözünü anımsatıyor, ibret alınması gereken bir söz olarak: “O’nun yaptıklarını ben başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür. Bu kadar büyük devrim yaptım; O’nun  yaptıklarını ben başaramazdım” (s. 82) Atatürk’ün dil konusunda da geleceği gördüğünü ve ölürken bile “Dil efendim dil!” dediğini biliyoruz. Yazar da gençlere seslenerek Atatürk’ün büyüklüğünü vurguluyor: “Evet Sevgili Gençler, Gerçek yurtseverler, geleceği bugünden düşünenler ve kuranlardır…” (s. 88) Yazar, günümüz siyasetçilerinin, yöneticilerinin laikliği nasıl çiğnediklerini, dinsel konuları kullanarak nasıl siyaset yaptıklarını kendi sözleriyle ortaya koyuyor, yaşadığımız günleri kayıt altına alıyor: “Makyaj yapan kadının kaportası bozuktur…. Annen de olsa diz kapağının üstü tahrik eder… kadınlı erkekli horon haramdır…”

Tahsin Şimşek, bu yapıtında, yazılarından 57 test sorusu çıkararak gençleri “Mustafa Kemal Sınavı”ndan geçiriyor. Böylece yazdıklarının ne ölçüde anlaşılıp anlaşılmadığını sınamış oluyor. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak yazdığı şiirlerden bir seçki sunması da yapıtı zenginleştiriyor. “Mustafa Kemal Sınavı” kitabı, gençlere ve herkese Atatürk’ü her yönüyle tanıtan bir özellik taşıyor. Bu yapıta, Tahsin Şimşek’in bir yaşam boyu okuduğu yapıtların bir birikimi olarak baktığımızda, onun ne denli zengin olduğunu daha iyi anlamış oluruz.

 

              * Türk Dili Dergisi, Sayı 168, Mayıs – Haziran 2015

 

Yazar: HASAN AKARSU

TAHSİN ŞİMŞEK

TAHSİN ŞİMŞEK

 

BAŞARAN

 

 

Bir antik kent Afrodisyas

Kazılar yapılıyor toprağında

Tapınağı onarıyor

Cengiz Bektaş.

Öğretmen Tahsin Şimşek de

İlk sözcük kazıbilimcimiz,

Bektaş’a özenmiş belki de.

 

Eşi de öğretmen, çocuklar da.

Nazillili ya,

Didim’de geçiriyor yazı,

Denizin koynunda,

Afrodisyas Dergisinde

Ki Tahsin çıkarıyor,

Kazılara girişmiş yazın toprağında

 

Kolay gelsin mi demeli

 

 

* Çağdaş Türk Dili, Mart 2014,  Sayı 313

 

 

Yazar: BAŞARAN

TÜRKÇE GÜNLÜKLERİ

TÜRKÇE GÜNLÜKLERİ

 

FEYZA HEPÇİLİNGİRLER

     

5 OCAK ÇARŞAMBA

'Köylü' sözcüğü ne zamandır hakaret anlamında kullanılıyor. Birinin yüzüne karşı 'köylü' demişseniz onu hafife alıyorsunuz, onunla dalga geçiyorsunuz demektir. Arkasından demişseniz dedikodusunu ediyor, aşağılıyorsunuzdur. Oysa köylü, halktır; 'milletin efendisi' olduğu gibi, dilin de pınarıdır, kaynağıdır.

Tahsin Şimşek, kendi yöresinden, Karacasu 'Işıklar'dan sözcükler, deyimler derlemiş; derlediği sözcüklere tümce içindeki kullanım örneklerini, kendisinin 'dikinesöz' diye güzel bir karşılık bulduğu aforizmalarla verirken odağa şiiri oturtmuş. Başörtüsü yerine, eşarp, yazma, tülbent gibi sözcükler kullanıldığını bilirdim de 'çarpına, çelme, dastar' gibi sözcükleri Şimşek'in 'Şiire 'Yüklü' Halk Bahçesi' (Afrodisyas-Sanat Yayınları) adlı bu kitabından öğrendim. Halk bahçesinde daha neler var neler. İşte minik bir sınav: çelim, çımkışmak, çokuşmak, dalabık, dolak, eğsi, esen, gebiz, geriz, gevik, gömeç, göverti, göynük, ısmık, koygun, ötürük, püslen, taygeldi, yalabık, yaltak, yargın, yuluk, yurda, yüğürmek, yülümek.

 Eşleştirme çabasının öğrenmeye katkısı olur diye, anlamlarını burada, noktalı virgüllerin arasında, sırasıyla vereceğim: Güç, kuvvet; uyuşmak; toplanmak, birikmek; tedirginliği sürekli kılan gönül üzüntüsü; atkı; bir kısmı daha önce yanmış odun; rüzgâr; yağmur sonrası kurur kurumaz çatlayan toprak; kapalı su yolu; şekli bozulmuş, eğri büğrü olmuş; petek; henüz başağa durmamış yeşil haldeki arpa, buğday, yeşillik; içi yanık, dertli, hüzünlü; çekingen, konuşmayı beceremeyen; etkili, dokunaklı; ishal; üzüm salkımını oluşturan saplamlardan her biri; ikinci kez evlenen kadının koca evine arkasında getirdiği çocuk; kaypak, herkese yaranmayı beceren; dalkavukluk yapmayı seven; sırt, arka; ince deri, meşin; iğnenin deliği; gebe kalmak amacıyla cinsel ilişkide bulunmak; makasla kesmek, tıraşlamak.

Dayanamayıp birkaç sözcüğe değineceğim ama. 'Çelimsiz'i biliriz de 'çelim'i unutmuşuz. 'Dolamak' standart dilde var; 'dolak' niye yok? 'Yel'i beğenmemiş, 'rüzgâr'ı almışız; meğer 'esen' de varmış. Kızılcahamam türküsü müdür 'Meşeler gövermiş varsın göversin'; orada yaşıyormuş gövermek! 'Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim, göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi' diyen Yunus Emre'nin 'göynümek'ini halk yüzyıllardır yaşatmaktaymış işte. 'Yaltaklanma'yı biliriz de 'yaltak'ı niye unuttuk acaba?

Ya şu deyimlerin güzelliğine ne demeli? Anlamlarını da kitaptan aktarıyorum:

Akıl olmadık başta neylesin fikir, Abdi karıyı boşamış neylesin Bekir: Akıllı olmayan hem düşünceden hem duygu- duyarlılıktan yoksundur.

Bugün kar havası, kaba döşek yâr havası: En kötü koşullarda bile güzel şeylere olanak yaratmanın olası olduğu

Ekmek yerken kedinin gözünü bağlamak: Cimrilikte sınır tanımamak

Kokar tabaklar, ben gelin geldim de kokmaz oldunuz: Bir şeye alışmak; alışkanlık sonucu duyarlılığın azalması

Omar (Ömer) diyecek dudak domarışından belli olur: Niyetin daha söze başlar başlamaz belli olması

Ömrünü gök çaputun ucuna bağlayıp oturakoymak: Gelecek kaygısı olmamak

Parası olan yer boranıyı, parası olmayan giyer haranıyı: Olanağı olan isteğini elde eder; olmayan, boş şeylerle kendini avutur.

Pekmez alacak yörük gibi bakmak: Şaşırmış durumda olmak, bilgi sahibi olmadığı için bir şeye boş boş bakmak

Sap yiyip saman sıçmak: Bilgisiz olmak, hiçbir şeyin farkında olmamak

Şeytanın kız kaçırması: hortum, burgaç

'Günün geçer akçe yaşam algılarına bakıp da hiçbir deyim, kalıp söz için, onlardan bize ne, onlar bizim neyimize diyemeyiz.' demiş Tahsin Şimşek ve eklemiş: 'Ortalıkta endam gösterip içki yerine meyve önerenlerin, yani lav luv, cav cuv edenlerin tavına gelmemek gerekir.' Benim bir şey eklemem artık gerekmez.

 

                                      * Cumhuriyet Kitap, Sayı:1091, 13 Ocak 2011

 

Yazar: FEYZA HEPÇİLİNGİRLER

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör