Hikâye ve roman
yazarı (D. 9 Eylül 1935, Vefa / İstanbul - Ö. 13 Şubat 2021, Stockholm). Öykücü Tezer Özlü ve çevirmen Sezer Duru kız
kardeşleri, öykücü Orhan Duru eniştesidir. Ödemiş İstiklâl İlkokulu, İzmir
Karşıyaka Ortaokulu, Kabataş Erkek
Lisesi (1953), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Paris Hukuk
Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Metodoloji Kürsüsünde bir yıl kadar asistanlık yaptı
(1961-62).
Dönüşünde, mezun
olduğu fakültede başladığı asistanlık görevine siyasal eylemleri nedeniyle son
verilince avukatlığa başladı (1964). Yedek
subaylık hakkı verilmediği için askerliğini er olarak Muş ve İstanbul’da
tamamladı. 12 Eylül
(1971) döneminde bir ara tutuklandı. 1979’da İsveç’e yerleşti, burada
hukuk danışmanlığı yaptı.
İsveç’te yayımladığı bir yazısı nedeniyle kovuşturmaya uğradı. 12 Eylül 1980’deki
askerî darbeden sonra vatandaşlıktan çıkarıldı (1986).
Türkiye’ye 1989 yılında döndü. Çalışmalarını Stockholm ve
İstanbul’da sürdürdü.
Vefatı:
Ömrünün son kırk yılı aşkın
süresini İsveç’te yaşayan Demir Özlü, kalp yetmezliği nedeniyle 13 Şubat 2021 günü
İsveç’in başkenti Stockholm’da hayatını kaybetti.
İsveç Yazarlar Birliği (Sveriges Författarförbund) ve İsveç PEN Kulüp üyesiydi.
Edebi Çalışmaları:
İlk
şiiri (1952), Kabataş Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Dönüm dergisinde
yayımlandı. Daha sonra varoluşçuluk
felsefesi anlayışı içinde yazdığı hikâye, deneme, eleştiri ve
çevirileri; Mavi, a, Türk Dili, Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Soyut, Somut, Yeni
Edebiyat, Gösteri ve Adam Öykü dergilerinde yayımlandı. Başlangıçta Türk Dili dergisinde
şiirleri de çıkmıştı. Bireyin yalnızlığını, mutsuzluğunu,
bunalımlarını, intihar saplantılarını, yabancılaşma duygusunu ve
tedirginliklerini simgesel bir dille işlemesiyle 1950 kuşağı öykücüleri içinde
belirginleşti. Behçet Necatigil, “Entelektüel ve esrarlı havasıyla yalın
gerçekçilerin karşıtı bir yazar olduğu” tespitinde bulundu ve onu
“sessizlikler araştırıcısı” diye niteledi. Tedirgin ve kuşkucu insanlar öykülerinin
karakterleri oldu. Felsefî çıkış olarak da biçim olarak da Batıya bağlı kaldı.
Anlatımda yer yer kimi gerçeküstü temalara yer verdi, ancak genelde sade bir
anlatıma bağlı kaldı. Biçimsel anlamda zaman zaman Yeni Romancıların
birikiminden yararlandı. Eser Gürson’a göre, kendiliğinden gelen bir üretim
sürecini değil, daha başta Batıya ve kurama boyun eğmiş bir sanat/öykü
anlayışını benimsedi. Daha çok izlenimci bir yaklaşımı vardır.
Demir
Özlü, varoluşçuluk olarak özetlenebilecek temaları olan öyküler yazdı.
Edebiyatta varoluşçu olduğunu ifade etti: “İnsanın dünyadaki durumu, bence
varoluşçu açıdan açımlanabilir. Yaşamla insan varoluşu tam bir uyum
göstermiyor. Arada bir şeyler eksik kalıyor. Yaşam bir yanıyla elbette bir
bunaltıdır. Yaşam çoğu zaman kurudur, tek düzedir, sıkıntı vericidir.” İlk
üç kitabındaki öykülerinde “Niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne
oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi?” ve “Eşyanın özünü hiçbir zaman
anlayamadım, kendimce yorumlayamadım.” vb. görüşüyle bu varoluşçuluğu
temellendirdi. Soluma’da, “Kanal” öyküsünde, şehre niye geldiğini
bile bilmeyen kahraman burada amaçsızca dolaşmaktadır. Boğuntulu Sokaklar’da
aynı kahraman amaçsızca sokaklarda dolaşmayı sürdürmektedir. Ancak artık
kadınlar onun ilgilendirmeye başlar. Daha sonraki öykü kitaplarından bu
varoluşçu izlekten uzaklaşarak cinsel izleğe yaklaştı. Kadın, içki ve intihar
onun kahramanlarının temel sığınağı sayılabilir.
1980’den
sonra roman, anlatı, anı, günce ve gezi kitapları yazdı. Üç öyküsü İsveç
Radyosunda dramatize edildi. Soluma adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu 1964
Hikâye Ödülünü, Stockholm Öyküleri kitabıyla 1989 Sait Faik Hikâye
Armağanını, Bir Yaz Mevsimi Romansı kitabıyla da 1990 Orhan Kemal
Armağanını; İthaka’ya Yolculuk ile 1997 Dünya Kitap
Dergisi Yılın Kitabı Ödülü ve 1998 Yunus Nadi Roman Ödülünü; 1998 Düşler
Öyküler Dergisi Öykü Onur Ödülünü, Amerika 1954 ile 2004 Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Roman Ödülünü kazandı.
Demir Özlü İçin Ne Dediler?
“Yabancılaşma, umutsuzluk, uyumsuzluk, bunaltı
bu anlayışın ana vurgularıdır. Susturulmuş, bastırılmış duyguların dış dünyanın
gerçekliği ile aynı yerde çakışmasından kaynaklanan ‘hastalıklı’ haller bu
akımın yazarları tarafından yoğun bir şekilde işlenmiştir. Hem kendisiyle hem
çevresiyle çatışma içerisindeki bireyler, toplum tarafından dışlanmışlık
duygusuyla içine kapanır ve adeta kendi iç sürgününü yaşarlar. Paranoya, ruhsal
yolculuk, şizofreni ve düşlerle, karabasanlarla geçen günler... Bu
kıstırılmışlık duygusuyla, bireysel savunma mekanizmalarını harekete geçiren
birey, doğru ve yanlışları da toplumdan ve yönetimden bağımsız olarak bizzat
kendisi tespit eder.” (Necip Tosun).
***
“Bilincine
vardığı belli bir amaçla bağlı olmıyan, yalnız insanın, yabancı bir ortam
içinde hareketsizliğe gömülmesini, sanrılarda bocalamasını, bunaltılara
kapılmasını, kendisini hiçleyişini, intihara sürüklenişini üst üste birkaç
hikâyede birden anlatıyor, Demir Özlü. Varoluşçu edebiyatın bunaltı, korku,
yabancılaşma, değişme, yargılanma, hiçlik gibi kavramları bu hikâyelerin
içeriğinde baş yeri kaplıyor.” (Konur Ertop)
ESERLERİ:
Öykü: Bunaltı (1958), Soluma (1963), Boğuntulu Sokaklar (1966), Öteki Günler Gibi Bir Gün (1974), Aşk ve Poster (1980), Stockholm Öyküleri (1988),
İstanbul Büyüsü (seçme öyküler,
1994), Geçen Yaz Kentte Kızlar
(2001).
Roman: Bir Uzun Sonbahar (1976), Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları
(1979), Bir Yaz Mevsimi Romansı
(1990), Tatlı Bir Eylül (1995),
İthaca’ya Yolculuk (1996), Şapka Deniz Kıyısı ve Yüz (2003), Kanallar (2004), Amerika 1954 (2004).
Anlatı: Bir Beyoğlu Düşü (1985; Ein Istanbuler Traum adıyla Frankfurt’ta 1987), Berlin’de Sanrı (1987; Halluzination in Berlin
adıyla Berlin’de 1992; Hallucination À Berlin adıyla Paris’te 1993), Kanallar (1991).
Günce: Berlin Güncesi (1991), Paris Güncesi (1961-62 yıllarında yaşadığı Paris’te tuttuğu günlükler,
1999).
Anı: Sürgünde On Yıl (1990; On Yılın Yaşam
Öyküsü, yeni bas. 2001).
Gezi: Ne
Mutlu Ulyses Gibi
(1991).
Eleştiri-Deneme: Borges’in
Kaplanları (1997), Kentler Kadınlar
Yazarlar (2003).
Diğer: Siyasî Yazılar (1993),
Balkur’da Akşam Yemeği (düzyazı
şiirler ve bir öykü, 1997).
KAYNAKÇA: Tahir Alangu / Demir Özlü’ye Gerekli Bir
Cevap (Yeni Dergi, sayı: 19, Nisan 1966), Fethi Naci / Bir Uzun Sonbahar
(Politika, 26.7.1976), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Atilla Özkırımlı / Türk
Edebiyatı Ansiklopedisi (c. 4, s. 968-969), TDE Ansiklopedisi (c. 7, s. 217), Feridun
Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001),
Necip Tosun / Kentler Bunalım ve Cinsellik: Demir Özlü Öykücülüğü (Heceöykü,
Aralık-Ocak 2004), Yazar Demir Özlü hayatını
kaybetti (sozcu.com.tr, 13.02.2021), Yazar Demir Özlü yaşama veda etti (cumhuriyet.com.tr, 14
Şubat 2021).
Kimsenin
nereye gideceğini bilemediği bir tatil günü, uzaktan da olsa, bir 'evlenme
töreni' izleyeceğimi önceden kestiremezdim doğrusu. Kentin büyük kiliselerinden
biri önünde, kilisenin ön tarafına düşen, kara giysiler giyinmiş, bir yığın
insanın kaynaştığı, sokağa açılan bir avluda. 'Evlenme töreni'nin son bölümüydü
bu. Ledya getirtmişti beni oraya, biraz önce yataktan birlikte kalktığımız kız.
Hiç olmazsa, törenin sonuna yetişebilmek için acele ediyordu.
Onunla
nasıl tanıştığımızı şimdi de ansıyorum: Kalabalık bir davetteydi, kentin önde
gelen mahallelerinden birinde, bir apartmanın en üstüne düşen büyük bir katta.
Geniş, çok geniş, iç-içe üç salondu çağrılıların, o kadınlı-erkekli, konuşkan
kalabalığın doldurduğu yer. Aydınlara özgü bir konuşkanlık içinde yüzüyordu.
Salonun duvarlarından birine dayatılmış, genişçe bir masanın üzerine büyük,
yiyeceklerle dolu, tabaklar sıralanmıştı. İçkilerse, ötedeki duvara dayalı bir
masanın üzerindeydi. Başka bir masada da tabaklar vardı. Herkes birşeyler alıp
yemişti, içki içiliyordu. O sırada rastlaştık, salonun bir yerinde Ledya'yla,
karalar giyinmişti, ayağında bale ayakkabılarını andıran düz ayakkabılar vardı.
Tanışmamız çok tuhaf oldu. Kendiliğinden. Dans ediyorduk. Çok yakındı bana, öpmek
istedim.
"Olmaz
ama burda, kocam var biraz ötede, kanepede oturuyor."
"Bu
balo, neyin adına düzenlenmiş?"
"Ne
balosu, düpedüz bir ev toplantısı bu!"
Biraz
sonra, ilgisini koparmamak için:
"Ne
düşünüyorsunuz?" dedim.
"Güneş'i,
Güneş Eskin'i düşünüyorum" dedi.
"Ne
Güneş mi? Nerden tanıyorsun sen onu?"
"Tanımıyorum.
Ama onu düşünüyorum. Sen Güneş'i tanıyor musun?"
"Tabiy,
tanıyorum."
"İmkansız.
Güneş Eskin'i tanıyorsun demek?"
"Tanıyorum
tabiy. Paris'te öldü."
Şaşılacak
şeydi. Gözlerini dikmiş, çok ötelere bakıyordu, bütünüyle havadaydı, havada,
uzakta, gözleri nemliydi şimdiden, ötelere bakıyordu.
"Tanıman
imkânsız Güneş'i. Sen o zamanlara yetişmedin. Nasıl oluyor da, 'Güneş'i
düşünüyorum' diyebiliyorsun."
"Güneş'i
düşünüyorum. Seviyorum onu. Onun ince, duyarlı varlığını seviyorum."
"Güneş'i..."
Yıllar
önceydi ben Güneş'i tanıdığımda. İnce, uzun, güzel bir çocuktu Güneş. Paris'e
kaçtı. Ordan birkaç defa Atina'ya gitti, annesini görmeye. Çok güzel bir kadın
olan annesine tutkundu. Sadece içki içti kısa yaşamı boyunca, hep sarhoştu.
İçki şişesi, ona, annesinin uzattığı bir süt dolu biberondu sanki. Sevdiği
kadınlar oldu, genç kadınlar, yaşlı kadınlar. Bacakları birbirine dolaşarak
dolaştı. Biraz resim yapmaya çalıştı. Çok çok içti, birçok sabahı içki ile karşıladı.
Kaldırımlara düşüp uyudu. Sonra bir gün, sabaha karşı bir otomobilin altına
attı kendini -ya da sarhoşluktan düştü. Belli olmadı bu. Otomobili kullanan
şoför bile bir şey söyleyemedi bu konuda. Orda Paris'te, Montparnasse dörtyol
ağzında.
"Büyük
bir bulvarda yürüyor Güneş, karanlık, ışıklı bulvarda. Çok sevdiğim bir insan o
benim" dedi Ledya.
Böylece
davet, şaşılacak bir davet oldu. Bir yığın insan vardı. Tiyatro oyuncuları,
sinema eleştirmenleri, genç felsefeciler, çok genç şairler, moda yaratıcıları,
ikide bir Avrupa'ya gidip gelenler, gazete yazarları, tanıdıklar... dışarda,
apartmanların arasında otomobillerle dolu bir sokak, nereye uzandığı belli
olmayan bir gece. Kimi geceler, sabaha değin oturuluyor, sabah olunca
otomobillere atlanıp kuzeye, Karadeniz kıyısına, kumluk, beyaz köpüklü, dalgalı
sahile gidiliyordu, ormanlar arasından geçerek. Güneşin altında kumsalda yatıp
dinleniliyor, denizde yüzülüyor, sonra kıyıda bir parça daha içki içiliyordu.
Başını
alıp giden günlerdi, mevsim yaza doğru gidiyordu, kaygısız bir dönemdi.
Gezintilerle dolu. Güneş ışıldıyor, görkemli bir yaz mevsiminin doğuşunu
muştuluyordu. Pırıl pırıl bir yaz mevsimi gelecekti, buydu beklenen, günler,
insanı, geniş, çiçekli bir bulvara çıkaran, küçük, sayfiye şehri sokakları
gibiydi.
Sonra,
Ledya, bana bir dergide, yıllarca önce yayımlanmış bir yazımı gösterdi. Ne
karşılık vereceğimi şaşırdım.
"Bilinç-altının
boşaltılması gerekli" dedim. "Onu boşaltınca, içinden en olmayacak
şeylerin çıktığı bir çeyiz sandığı gibi, sonsuz tuhaf şeyler çıkıyor
ortaya."
"En
önemli görüntüyü, sonra yakın tümcelerden birinin içine saklamışsın" dedi.
"Sen
bir yazarsın" dedim, bir algı gücüyle. "Her zaman korkarım
bilinç-altından. O bilmediğimiz eğilimlerimizin yattığı bilinç-altı. Bazen,
yarı uyanık, yattığım yerde, sıçrıyorum. Acı, yüreğimi kıvrandırıyor. Çok derin
bir acı... gerçekten daha derin bir acı, gerçeğe uymayan bir imgenin acısı.
Bizden önceki boşluk da, bizden sonraki boşluk da, orada, bilinç-altında
uzanıyor."
Şaşılacak bir biçimde, aynı sözcükleri kullanıyorduk. Ama sevişmek için yatağa
uzandığımızda boşa gidiyordu bütün bu gayret. Gövdesi geriliyor, sevişmekten
hiçbir tat almadığı açıkca belli oluyordu.
"Ah... gençlik yıllarında çok spor yapmamalıymışım" diyordu.
"Neler kaçırdığımı elden, şimdi anlıyorum."
İrice
bir genç kadındı, geniş omuzlu, bembeyaz bir gövdesi vardı. Soyunup yatağa
uzandığında, Modigliani'nin, bazı çıplak kadın resimlerinde olduğu gibi, uzun,
iri beyazlığıyla bütün çerçeveyi kaplıyordu. Edinmiş olduğum alışkanlık
yüzünden, uzun bir süre onla aşk yapmaya çalışıyordum.
"Ah,
nasıl da vardım bu duruma" diyordu. "Geçecek, geçecek bu, açılacağım.
Çok iyi bir kadın olacağım."
"Bir
orospu mu olacaksın yani?" diyordum gülümseyerek.
"Bir
orospu olacağım... Yüzmeyle uğraşıp duracak ne vardı? Belki kocamı da ben
sürükledim soğukluğa, uzaklaşmaya. Kasılmalarımla. Böylece, her şey uçup gitti
işte elimden. Sevişirken, sadece senin davranışlarına bakıyorum. Bilincim
uyumuyor hiç. Çalışması durmuyor." (…)
(Aşk ve Poster, 1980)