ÖYKÜ
VE İNSANIN SONSUZ SERÜVENİ
HÜLYA
SOYŞEKERCİ
Öykünün
bugününe ve geleceğine bakarken, Jean Paul Sartre’ın bir sözünü
anımsıyorum: “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle
ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar
aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya başlar.” Gerçekten,
insan hikâyeler kuran, hikâyelerle var olan bir varlıktır. Bu düşünceyi odağa
alan William L. Randall, ünlü kitabına “Bizi Biz Yapan Hikâyeler” adını
vermiştir. Bir anlamda her insanın hikâyesi olduğu gibi; her insan bir
hikâyedir aslında...
Çevremizde
her an yüzlerce, binlerce hikâye kaynaşırken; yaşam, geçmişten geleceğe doğru,
şimdiki zamanın derinliğinde usul usul akıp giderken; bu hikâyelerin
edebiyattaki izdüşümleri; kurmaca ve anlatım sanatından süzülerek, yazarın
düşsel dünyasında yepyeni dönüşümlere uğrayarak gerçek birer edebiyat eseri
haline gelir. Anlatılanların yaşamdan beslenmesinin yanı sıra, yazarın düş
dünyasından, söz yaratma gücünden, bilinçaltındaki yaratım kanallarından
geçerek var olması ve sayfalarda ölümsüzleşmesi, sonsuz bir yaratma-var
etme-oluşturma sürecinin varlığına işaret eder. John Gardner’ın dediği gibi “sanat
gerçekliğe öykünmez, yeni bir gerçeklik yaratır.” Bu yeni gerçeklik, kurmaca
içinde var olan bir gerçeklik olarak yansır okurun alımlama dünyasına.
“Büyük
anlatılar çağı”nda yaşam ve insanın yaşam algısı gibi, hikâyeler de
bütünlük taşıyordu. Yaşam ağır ağır akarken, uzun anlatılar bu akışa uygun
olarak şekilleniyor; bir bütünlük içinde geniş zamanlara yayılıyordu. İçinde
yaşadığımız modern çağ, teknolojinin inanılmaz hızıyla birlikte bambaşka bir
yaşam tarzı, farklı bir dil ve algılama biçimi yarattı. Bu durumu 1930’lu
yıllarda fark eden kuramcı Walter Benjamin “Hikâye Anlatıcısı” adlı
makalesinde, deneyimin giderek değer kaybettiğini belirtir ve ‘gerçek hayatın
dokusuna nüfuz etmiş akıl’ olarak nitelediği bilgeliğin; yani hakikatin
destansı boyutunun ölümü nedeniyle, hikâye anlatma sanatının yavaş yavaş
ortadan kalktığını gösterir. Hikâye anlatıcılarının giderek geçmişte kaldığına,
büyük anlatıların sona ermesiyle birlikte yeni bir iletişim biçiminin doğduğuna
işaret eder; bu yeni iletişim biçimi enformasyondur. “Hikâye anlatıcılarına
az rastlıyorsak bunda enformasyon ağının belirleyici bir rolü vardır.” diyen
Walter Benjamin, günümüzde olup bitenlerin hikâye anlatıcılığının değil
enformasyonun işine yaradığını belirtir. Uzun süreli, fedakârca bir çabanın
ürünü olan geleneksel anlatıların yok olduğunu; zamanın önemsiz olduğu zamanların
geride kaldığını dile getirerek “modern insan kısaltılmayacak şeyler
üzerinde çaba sarf etmiyor artık.” der. Bu bağlamda, kendini sözlü
gelenekten, klasik hikâye anlayışından kopartan short story’nin (kısa
öykü) gelişimi olgusuna dikkat çeker.
Kısa
öykü, varoluşunu tam anlamıyla modern zamanlar üzerinden kuran; dili, tarzı,
kurgusu ve biçemiyle modern zamanların insanına seslenen, onun parçalanmış
algılarıyla uyum sağlayan, o algılarla iç içe geçen bir türdür. Kısa öykü metni
içindeki zihin, modern insanın zihniyle paralellik gösterir. Bu öykülerde
anlatı geleneğinin yaslandığı olay ve onu dile getiren anlatıcı’nın
alışılagelen “hikâye etme tekniği” (tahkiye) ortadan kalkmıştır; klasik anlatı
formatının asli unsurlarından ‘serim- düğüm- çözüm’ yer almaz ya da bu bağlar
oldukça gevşek bırakılır. Çoğu zaman belirli bir başlama ve bitiş noktasına yer
verilmez. Olayın kronolojik akışı söz konusu değildir; insan zihninin doğal
algılama biçiminin kronolojik olmadığı, zihnin aynı an’da hem ileriye hem geriye
doğru hareket edebildiği (düş kurma-anımsama) dikkate alındığında, kısa öykünün
ontolojik açıdan insan zihnine yakınlığı ilginçtir. Kısa öykülerde, kişilerin
zihinlerinin saydamlaştırıldığı; içteki karmaşanın ve gizemin bilinç akışı
tekniği yardımıyla su yüzüne çıkarıldığı görülür. Kısa öykü, anlam yoğunluğu
taşıması ve okurda düş pencereleri açması nedeniyle imge’ye önemli ölçüde yer
verir. Bunu gerçekleştirirken şiire yakın dursa da, hiçbir zaman şiirle
özdeşlik taşımaz. Kısa öykünün fragmana benzeyen yapısı, onu sinema sanatının
modern kurgulama teknikleriyle de yan yana getirir.
Günümüzde
yazılan öyküleri bu çerçevede ele almak yerinde olur. Pek çok öykücü,
modern kısa öyküye uygun olarak öykülerini kurgulamakta ve onları bu algı
üzerinden var etmektedir. Kısa öyküde ‘yansıtma’ değil; ‘gösterme’ önem
kazanmıştır. Günümüzün kısa öyküleri ‘anlatmak’ değil; ‘susmak’ üzerinden
konuşurlar. Susku’larda anlam yoğunlaşır, derinleşir. Bu boşluk ve suskular,
okurun yaratıcı ‘alımlama gücü’ ile metin içi anlam ve önem kazanır. Kısa
öyküler olaya yaslanmaz; ama olayın parça parça kesitlerini farklı zaman- mekân
algıları üzerinden dillendirir; olayın farklı kısımlarına spot ışıkları tutar,
düşlem ve yaratıcılıkta okurla yazarın buluşma noktalarına zemin oluşturur.
Postmodernlik, “üstün anlatıların reddi” üzerine kurulduğu için, kısa öykü aynı
zamanda başka yazınsal türleri de kendi varlığında eritir; bu noktada
“melezlik” yadırganacak bir olgu değildir. Fantastik, masalsı ya da
gerçeküstücü motifler, özdeyişsel ya da fıkra tipi metin yapılanmaları, kısa
diyalog ya da iç anlatılar; resim, karikatür ya da fotoğraf destekli ifadeler;
kolajlamalar, metinlerası ilişkiler ve göndermeler, kısa öykü metnine deneysel
zenginlik kazandıran unsurlar olarak dikkat çeker.
Öykünün
geleceğiyle ilgili varsayımlarda bulunabilmek için, Walter Benjamin’in
1930’lardaki önemli tespitlerinden günümüze kadar, öykünün dünyada ve
ülkemizdeki seyrini dikkatle gözlemlemek; farklılık ve benzerlik ilişkilerini
analitik bir bakışla kavramak ve yorumlamak gerekir. “Şimdi” kavramı içinde
geçmişten pek çok unsur yer aldığına ve aynı an’ın içinde birçok zamanı bir
arada yaşadığımıza göre, insan bilincini köprü yaparak geçmişi ve geleceği
birbirine bağlayan ‘düşünce’ ve ‘düş’ gücünün, gelecekte yepyeni öykü
oluşumları yaratacağına dair tahminde bulunmak zor değil. Geleceğin öyküsü,
teknoloji içinde değişen dünyasal algılara uyan; her türlü kalıp, klişe ve
sanatsal formu kıran; her an yeniden şekillenen akışkan, değişken gerçeklikle
uyum sağlayabilen öyküler olacaktır.
İnternetin gelişiyle birlikte edebiyatın da değişmeye ve
farklılaşmaya başladığı görülüyor. Edebiyatın değişmesi yalnızca dijital
yayıncılığı değil; eserlerdeki yazınsal biçemin, tarzın değişmesini de
beraberinde getiriyor. Yeni öyküler “flash fiction” yani çok kısa öykülerden
oluşuyor; (en fazla 300 kelime) bunlara Batı’da “sudden fiction” (ani öykü);
“micro story”(mikro öykü) ya da “postcard fiction”(kartpostal öykü) gibi adlar
veriliyor. Bazı dergilerde en fazla 55 kelimeyle sınırlandırılıyor flash
fiction’lar. Twitter’ın 140 karakterlik formatı içinde oluşturulan
“tweet-öykü”ler giderek yaygınlaşıyor.
Belirtildiğine göre, internetten çok önce de bu tarz çok kısa öyküler
yazılıyordu; Kafka, Çehov, Cortazar bunları deneyimlemişti. O yıllarda kitabın
uzun öyküleri arasında birer dinlenme arası gibi yer alıyordu bu öyküler.
ABD’de
bir sitede en fazla 6 kelimeden oluşan öykülere yer verildiği dile
getiriliyor.(Hemingway’in ünlü “Bebek Patikleri”nden esin alıyorlar.) Bir de
“Fan Fiction” söz konusu. Amatör yazarlar, hayranlık duydukları bir
edebiyatçının en sevdikleri yapıtını internet üzerinden dünya çapında yeniden
kaleme alıyorlar. Bu metinlerarası çalışma, Tolkien, James Joyce, Oscar Wilde
gibi yazarlarla başlamış durumda. Gerçekleştirilenlerin çoğunu, bir çeşit
amatörce çaba, eğlence ya da oyun olarak değerlendirmek mümkün.
Görünen o
ki, internet ortamı edebiyatta
dilin ve coğrafyanın sınırlarını kaldırıyor; amatör ve profesyonel
farklılıklarını en aza indirgiyor; “yazar” ile “yazan kişi” arasındaki nitelik
farklılıklarını görünmez kılıyor. Bu durumun iyi edebiyatın lehine gelişen bir
durum olabileceği, şu an için hayli kuşkulu görünüyor. İyi edebiyat; yazılmayı,
okunmayı ve keşfedilmeyi bekliyor. Zamana yazılmış tüm nitelikli eserler ise
her dem taze kalmayı sürdürüyor; çünkü bu eserler, sayfalarında, insan
gerçekliğini yeniden üretmeyi, yaşamın anlamlarını çoğaltmayı başarıyor.
Bence,
geleceğin öyküsü sadece teknolojinin olanakları içinden geçerek değil;
aynı zamanda insani ve estetik değerlerle donanmış bir öykü anlayışı üzerinde
yükselerek ve insanlığın yazınsal geçmişinin kalıcı izlerini geleceğe taşıyarak
var olacaktır. Anlatılan, gösterilen ya da spot ışığı tutulan “insan
gerçekliği” olduğu sürece, öykülerdeki önemli biçim değişiklikleri öz’ün
etrafında şekillenecektir. Öykülerdeki aydınlanma anları okurun aydınlanma
anlarıyla buluşacak; öykülerde resmedilen hayat; parçalı, karmaşık ve belirsiz
olsa da, bu öyküler yaşamın baş döndüren hızı karşısında, okurun durup soluk
almasını sağlayacaktır.
Gelecekte
öykü “yaşayan” ve” yaşatan” bir tür olmaya devam edecektir…
Kaynakça
Gülenay
Börekçi, “Altı kelimeyle kitap yazılır mı?” Habertürk,
26.03.2011.
Lacivert
Şiir Öykü Dergisi, “Geleceğin Edebiyatı(dosya)” sayı 54, Kasım -Aralık 2013.
Walter
Benjamin “Hikâye anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları,
4. Basım, Eylül 2006.
William
L.Randall “Bizi Biz Yapan Hikâyeler” Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1999.
ŞİİRLERDEN
ÖYKÜLERE ORHAN VELİ
HÜLYA
SOYŞEKERCİ
Şairlerin
yazdığı az sayıdaki öyküleri okumak bambaşka bir edebiyat yolculuğuna çıkarır
insanı. Yaşamın şiir penceresinden algılanışı, şair yüreğiyle duyumsanışı
üzerinden yepyeni ve farklı tarzda yazılan öykülere açılmak, bu öykülerdeki
şiir izlerini keşfetmek, imgelerin ardına düşmek, edebiyata gönül verenler için
keyifli bir okuma serüvenidir. Şairliği ile öne çıkan Onat Kutlar’ın, Ülkü
Tamer’in, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Hulki Aktunç’un… daha birçok edebiyatçının
yazdığı öykülerin şiirleri kadar değerli olduğu düşüncesi, çoğumuzun katıldığı
bir gerçeği yansıtıyor. Orhan Veli’yi de bu adlar arasında anmak yerinde bir
tespit olacaktır.
Orhan
Veli’nin 1947-50 arasında Tanin gazetesi, Seçilmiş Hikâyeler ve Yaprak
dergilerine yazdığı öyküler, yakın zaman önce Hoşgör Köftecisi adıyla
bir araya getirilerek yeni kuşak okurların beğenisine sunuldu. Kitapta şairin 6
kısa öyküsünün yanı sıra, William Saroyan’dan Yaşasın Aşk adıyla çevirdiği bir
öykü ve Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor başlığı altında bir gazeteye
verdiği röportajın metni yer alıyor.
Her
sayfasından yoğun yazınsal anlamlar devşirilen bu incecik kitapta, kısa
öykü türünün Orhan Veli tarafından şairce yorumlanıp içtenlikle deneyimlendiği
görülüyor. Kitaba adını veren ilk öykü, başlı başına bir Orhan Veli şöleninin
şiirsel atmosferini duyumsatıyor. Şiir dizelerinden öyküye taşınan günlük yaşam
ayrıntıları dikkat çekiyor; balıkçılar, motorcular, kayıkçılar, emeğiyle
geçinen yoksul ama sevecen insanlar Hoşgör Köftecisi’nin mütevazı masalarında
bir araya geliyor; içilen şarabın eşliğinde kendi hikâyelerini anlatıyorlar. O
masalarda, yazar, anlatılan hikâyelerin ardına düşüyor, onlarda kendi düşlerini
buluyor. Bir öykü evi gibidir Hoşgör Köftecisi; orada yaşamdan,
yaşanmışlıklardan gelen canlı ve gerçek insan hikâyeleri kaynaşmaktadır. “O
şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna
girerken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam
sanıyordum.” diyen yazarın dünyası, burada anlatılan hikâyelerle biraz daha
zenginleşiyor.
Olayı
kırsalda geçen Kan
öyküsünün sonunda kimsenin kanının akmaması karşısında rahat bir soluk alıyor;
Baharın Ettikleri’nde dönemin toplumsal koşullarının ustaca yansıtılmasındaki
ve sınıfsal çelişkilerin dillendirilmesindeki güçlü söyleyişlere hayran
kalıyoruz. Yer yer ironik üsluba ulaşan öykünün bazı noktaları O. Veli’nin ünlü
Pireli Şiir’inin yergilerini çağrıştırıyor. Anlar üzerine kurulan bu öyküde
kurmaca-gerçeklik ilişkisi ve çelişkisini gösteren; yazma süreçlerini okuruyla
paylaşan yazarla karşılaşıyoruz.
Öğleden
Sonra öyküsünde denizin, balıkçıların dünyasına, Orhan Veli’nin toplumsal
dokundurmalarına tanık oluyoruz. Güneş batıp gün bittiği halde olayı sonuca
bağlanmayan bu öykü, okuyanın zihninde iz sürüyor; yaşamın sürerliliğine
paralel olarak öykü de okurda sürüp gidiyor.
İşsizlik öyküsünde işsizken mayonezli levrek hayali kuran
anlatıcı(yazar), ironik ve bazen de mizahi söyleyişleriyle etkiliyor bizleri.
Düşlerden düşlere atlayan, işlerden işlere koşan yazar, kendini gizlemeyip
gerçek adını veriyor bu öyküde. Kurmacanın gerçeklikle, düşlerin yaşananlarla
buluşmasından, farklı, zengin bir şiirsellik çıkıyor ortaya. Denize Doğru adlı
metninde deniz-kara ikiliğini; bu ikilikten doğan çelişkileri gösteren yazar,
denizden uzak kalmanın yarattığı etkileri öyle anlatıyor ki, onun Hürriyete
Doğru şiirini içten içe duyumsuyor; ondan yankılanan seslere, o şiirden
yansıyan imgelere açılıyoruz. Denize kavuşmanın yarattığı coşkulu duyguların
lirizmi yüreğimizle buluşuyor. Bu öyküsünde de toplumsal çelişkileri vurgulamayı
ihmal etmiyor Orhan Veli. Kitabın sonundaki söyleşide belirttiği gibi,
edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesini istiyor; çoğunluğun yani
yoksul kesimin anlayabileceği ve onların meselelerinden söz eden bir
edebiyattan yana olduğunu vurguluyor.
Hoşgör
Köftecisi’nde yer
alan öykülerin arka planında Orhan Veli şiiri soluk alıyor. Onun öyküleri de
şiirleri gibi farklı, sıra dışı ve özgün. Kolay söylenmiş, kolay yazılmış gibi
duruyor ama içinde insanlığa özgü bütün hallerin evrensel çizgilerini taşıyor
bu öyküler. Yazar, rahat bir kurgulama gerçekleştiriyor, daha doğru bir deyişle
kurguyu dert etmeyen öykülemeler yapıyor; yaşanan ânın içinde derinleşmeyi ve
içtenliği önemsiyor. Anlatıcı ile yazarın özdeşimiyle sıkça karşılaşıyoruz bu
metinlerde. 1.kişi anlatımının olanaklarıyla yazar öykülerinde kendi dünyasını
şekillendiriyor; düşlerini, denizi, balıkları, kayıkları, kayıkçıları,
yoksulluğu anlatıyor ve şiirsel- lirik söyleyişlerine yer yer eleştirel bir
tonlama kazandırarak, toplumsal farklılıkların ironisini gerçekleştiriyor.
Orhan
Veli’nin, şiirlerindeki dünyayı öykülerine taşıdığı ve kendi yaşamından
karelerle bu öyküleri zenginleştirdiği gerçeğinden hareket edilince, şiirden
öyküye, öyküden şiire gidip gelen bu metinlerin Orhan Veli’nin yazınsal
evrenine güçlü bir ışık tuttuğunu belirtmek mümkün oluyor. Yazarın lirik
söyleyişinin yer yer eleştirel-yergisel boyutlar kazanmasındaki yazınsal
ustalığı keşfetmenin, zihinleri yepyeni çağrışımlara açacağını, ruhlarda
bambaşka heyecanlar yaratacağını düşünüyor; edebiyat tutkunlarına Orhan
Veli’yle Hoşgör Köftecisi sayfalarında buluşmalarını içtenlikle
öneriyorum.
(Hoşgör
Köftecisi, Orhan Veli, YKY)
YARATICILIKLA
DOLU, DENEYSEL ve ÖZGÜN BİR ROMAN
“EYLÜLÜN
GÖLGESİNDE BİR YAZDI”
HÜLYA
SOYŞEKERCİ
"Gerçek bir sanat yapıtının, roman
olsun, şiir olsun, resim olsun, her zaman anlaşılamayan / açıklanamayan bir
yanı vardır. Ola ki, onu sanat yapıtı yapan nitelik de bu yanıdır. O yapıtı
anladığımız ölçüde, bu gizeminin ayrımına varırız. Ayrımına varmak-söylemek
gerekli mi-gizi anlamak ya da kavramak değildir. Açıklamak ve çözümlemekse hiç
değil. O gizemin varlığını duymaktır. İşlevini en iyi yerine getiren eleştirmen,
denemeci, bu gizi açıklamaya kalkmaz; olsa olsa bize o gizin varlığını duyurur.
Daha da ileri gideceğim, sanatçının kendisi de o gizi açıklayamaz bize. Çünkü
sanat yapıtı, yazarını, şairini, ressamını aşarak gerçekleşir..."
Ferit Edgü / Mart
1985
Ferit
Edgü, özgün yapıtlarıyla, biçim
ve içerik deneyleriyle sıra dışı ve minimalist bir edebiyat anlayışının
ülkemizdeki öncülerinden biri oldu ve bu bağlamda birçok kısa öykü ve novellaya
imza attı. Az sayıda sözcükle kurduğu metin yapılarında, yoğun anlamları dar
bir alana sığdırarak, suskunun içinde çoğalan içsel anlam yankılarına kulak
vermesini sağladığı okurunu, gerçek bir anlam yaratıcısına dönüştürmeyi
başardı. Onun yapıtlarına, bu derinliğin yanı sıra görselliğingetirdiği yeni
biçimsel deneyimlemeler de ayrı bir zenginlik kazandırdı.
Ferit
Edgü’nün yazınsal dünyasını en iyi temsil eden eserlerden biri de Eylülün Gölgesinde
Bir Yazdı adlı kısa romanı. Dr.
Mutlu Deveci tarafından, Ada dergisinin 10. sayısında “Ferit Edgü ile sanat,
edebiyat ve dil üzerine” başlığıyla gerçekleştirilen söyleşide, bu
kitabının hangi edebi türe dâhil edilebileceği sorusunu şöyle yanıtlıyor Ferit
Edgü: “Ne öykü, ne roman. Türkçe'de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak
var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun bulamadım. Roman
değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük,
kısa öykü gibi küçük roman diyelim.”
Eylülün
Gölgesinde Bir Yazdı’nın öncü ve özgün nitelik taşıyan birçok yönü
olduğunu belirtmemiz gerekiyor öncelikle. Roman, üç ayrı bölümden oluşuyor. Bu
üç bölüm birbirini tamamladığı gibi, aynı zamanda metnin birtakım katmanlara
ayrılmasını da sağlıyor. I. bölüm, Çakır’ın Öyküsü adını taşıyor. II. bölümün
adı ise Su Testileri. I. ve II. bölümün arasında Ara başlıklı bir bölüm yer
alıyor. Ara bölümü, roman metnini üst kurmaca boyutuna açıyor.
Aynı
söyleşide Ferit Edgü, romanının düşsellik ve görsellik niteliklerine de
değiniyor: “Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım.
Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben
özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan
yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’nın birinci bölümü,
tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu
kanımca düşten geçer.”
Genel
olarak sanat ve edebiyat anlayışı içindeki düşsellik ve gerçeklik
konusundaki düşüncelerinibu sözleriyle dile getiren yazar, düşün içinden geçen
gerçeğin ve gerçeğin içinde gizlenen düşün ardına düştüğünü ifade ederek, roman
ve öykünün her şeyden önce bir kurmaca ve bu kurmacanın asıl mimarının da
yazarın imgelemi olduğunu sezdiriyor. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı
romanının, fotoğraf anlatımlarından oluşan I. bölümüne; Çakır’ın Fotobiyografik
Öyküsü’ne dikkatlerimizi çekiyor.
Çakır’ın
Fotobiyografik Öyküsü öncesindeki sayfalarda, anlatıcı-yazarın Çakır’ın
öyküsünü yazma serüvenini, bu öyküyü yazmaya bir türlü cesaret edemeyişini
okuyoruz öncelikle. Romanın ilk sayfalarında
yazarın (anlatıcının) bir “yazan kişi” olarak kaygılarını, sözcüklerle anlam
alışverişini, dilin olanakları ve sınırlarını keşfetme çabalarını, yaşadığı
sıkıntı ve tereddütleri dile getirdiğine tanık oluyoruz. Yazdıklarını
yayımlatma konusundaki çekingenlik ve korkularını şöyle ifade ediyor: “İnsan
yayımlamadığı sürece düzeltebilir. Düzeltmek demek, özeleştiri demektir.
Yayımlandıktan sonra böyle bir olanak yok. Bu durumda, eleştirileri sineye
çekmek gerek. Göğüs germek gerek. Ya da aldırmamak. Ama yayımlamak aldırmak
demektir. Oysa eleştirilere aldırmayan, onlara göğüs geren, sineye çeken hiç
kimseyi görmedim. Bu da beni korkuttu. Yazdıklarımı önemseyip değerseyip
yayımlarsam, dışarıdan gelen eleştiriler, haklı olsalar da beni yaralar ve ben
de yaramı sarmak için kendimi, yani yazdıklarımı savunmak zorunda kalırım diye
yayımlamadım.” (s. 10) Anlatıcı
yazar, yayımlamadığı sürece yazılarına en ağır eleştirileri kendisinin
yaptığını ve bundan hiç yara almadığını belirtiyor ve dolayısıyla kendini kimseye;
özellikle de okura karşı savunmak durumunda kalmadığını içtenlikle ifade
ediyor. Burada, yazarın yazma ve yayımlatma; yayımlatma sonrasındaki olası
eleştirilerle ilgili kaygı ve tereddütlerini okurken, pek çok yazarın yaşadığı
bu psikolojinin derinden duyumsatıldığını fark ediyoruz. Elli bir yaşına gelmiş
olan anlatıcı yazar, kırk yıl öncesinde, kendisi daha on yaşındayken ölen
Çakır’ın öyküsünü şekillendirmeye çalışıyor böylece.
Çakır,
kambur, yoksul bir arabacıdır. Anasız babasız büyümüştür; hayatta hiç kimsesi
yoktur; en büyük varlığı ve aşkı atlarıdır. Ev içinde değil de atlarıyla ahırda
uyumayı yeğler. Anlatıcının belirttiğine göre, Çakır, babasının yanında çalışan
biridir. Çocukluğu Çakır’la bir arada geçen anlatıcı, onun dünyasını sözcükler
dünyası içinde anlatmayı seçtiğinde, aslında Çakır’ın yazıda yaşamak isteyen
biri olduğunu anımsar. Öyle ki, uzun kış gecelerinde Çakır ona masallar
anlatmış,sanki ileride yazacağını bilerek, yazmasını isteyerek anlatmıştır
onları. Çocuğun, bu masalları defterine değiştirerek ve yepyeni düşler katarak
yazdığını görünce babasına şöyle demiştir Çakır: “Bey, biliyor musun ki
garip bir oğlun var, ona her anlattığım masalı değiştirerek yazıyor defterine.”(s.10)
Çocuğun büyük bir adam gibi yazdığını keşfetmiş ve babasına bu durumu
söylemiştir. Ancak baba bu konu üzerinde hiç durmamıştır bile. Anlatıcı, “daha
o yaştayken, kendisini ve yazdıklarını ciddiye alan, geleceğinin sanki elinde
olduğunu sezen” bir insan olarak anımsıyor Çakır’ı. Sevgiyle doludur Çakır;
sadece atları değil insanları ve yaşayan her şeyi sever. “…yaşamın içinde
öylesine bir yer edinmişti ki kendisine, sanki bu ülkenin, hatta bu dünyanın
insanı değildi.” (s.13) diye nitelendirilir anlatıcı tarafından. Onunki
anlatıcıya göre biraz “çakırkeyif” bir yaşamdır.
Çakır’ın
hayatında hiç fotoğraf çektirmediğini, çektirmek zorunda kalmadığını keşfetmek,
anlatıcıya yepyeni bir bakış açısı kazandırır. Çakır’ı düşlediği kimi
fotoğraflar içindeki halleriyle anlatacak, betimleyecektir: “Çakır’ın
yaşamından ölümüne değin yüzlerce çekilmemiş fotoğrafı gözlerimin önünden
geçiyordu. Bu var olmayan fotoğrafları var etmek için sözcüklere
başvuracaktım.” (s.15) Böylece, Çakır’ın odakta yer aldığı bir “foto
yazarlık” çalışması yaparak, bir“sözcük albümü” oluşturmaya başlar. Bundan
sonra Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nü okumaya ve sözcüklerle kurulan
fotoğraflar içinden Çakır’ın yaşamını görsellik boyutlarıyla izlemeye başlarız.
Düşlediği bu albümü hiçbir zaman yayımlayamayacağını belirten anlatıcı, böylece
hiç kimsenin gözünü boyamış olmayacağını söyler ve devam eder: “Hem boyasam
da ne çıkar? Çakır’ın yaşamı bir masal değil miydi? Bugün, masalın yerini,
foto-romanlar aldığına göre…” (s.16) Böylece, numaralı fotoğrafları sırayla
okumaya başlayınca Çakır’ın trajik yaşamını da “görmeye” başlarız.
Sözcüklerden
oluşan bu foto- albümün ilk sayfasında, iki yaşlarında, terk edilmiş, üstü başı
toz toprak içinde, bakımsız ve sakat bir çocuğun fotoğrafını bir gazete
sayfasında görür ve alt başlığı okuruz: “Sokak ortasına terk edilmiş bir
çocuk bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru, Darülaceze’ye teslim edildi.”(s.17)
Yazar Ferit Edgü, anlatıcısı aracılığıyla ilginç bir yazınsal deneye imza
atıyor böylece. Kahramanı Çakır’ın yaşamından an’ları birer fotoğraf karesi
içine alıp donduruyor; bunu dilin sözcüklerini en yalın ve en özlü biçimde
kullanarak gerçekleştiriyor. Fotoların siyah- beyaz olması nedeniyle, pek fazla
rengin anılmadığı; ama sezdirildiği görülüyor. Mesela, Çakır’ın karpuz sergisi
başında çekildiği “düşlenen” fotoğrafında kırmızı söylenmese de başka
sözcüklerin yarattığı çağrışımlar yoluyla duyumsatılıyor: “Sağ elindeki
bıçağı karpuza batırmış. Karpuzun kan
gibi çıkacağından emin.” (s. 18)
Sonrasında
her fotoğrafta Çakır’ın yaşamından ayrı bir dönemin aydınlandığını görüyoruz.
Annesinin mezarı başındayken, girdiği çeşitli işlerin başındayken(balıkçılık,
turşuculuk, helvacılık…) Fotoğraflarda ya tezgâh başında ya da sergide dururken
gösterilir Çakır. Bir yanlışlık yüzünden başının belaya girmesi, adam
yaralamayla suçlanması ve gazetede yer alan elleri kelepçeli fotoğrafı… Pazar
kayığında küreklerin başında müşteri beklerken… Bir kır yemeğinde, anlatıcının
babasıyla yan yana… Atıyla birlikteyken… Atlarla uğraşırken… At arabacılığı
yaparken… Arabanın yükleri ağır, kasketini başının arkasına atmış, köylü
sigaralarından birini yakmak üzereyken… Süslü bir arabayla faytonculuk
yaparken… Ahırın önündeyken… Düş kurarken… Çocuk anlatıcıya masal anlatırken…
Bunlara benzer nitelikte, hayattan pek çok an, pek çok tablo… Sona doğru, Dr.
Josef’i Çakır’ı muayene ederken gösteren bir fotoğraf. Dipnotta Fransızca
olarak verilen kötü haber: Ne yazık ki çok geç kalınmıştır, Çakır’ın ciğerleri
berbattır… Sonraki iki fotoğrafta Çakır’ın ölüm döşeğindeki gülümseyen hali ve
son anlarında atının onun yanında yer alması gösterilir. Atın gözlerinde,
yaşanmış bir hüzün vardır… Çakır’ın son anlarında gülümsemesi karşısında
sorular çoğaltır anlatıcı: “Gülümsüyor. Bana mı? Anlatacağı masala mı? Yoksa
birazdan ardında bırakacağı yaşama mı? Yoksa soluğunu ensesinde duyduğu ölüme
mi?” (s. 46) Böylece, Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nün son fotoğrafını da
görmüş ve Çakır’ın hazin hikâyesini tamamlamış oluruz.
Çakır’ın
Fotobiyografik Öyküsü’nde, olaylardan ya da bir olay örgüsünün varlığından söz
etmek olanaksızdır; burada Çakır’ın yaşadığı olaylar, an’lara indirgenmiş;
anların, parçalar halindeki yaşam kesitlerinin yazınsal ve görsel bir dil
üzerinden kurgulanması gerçekleştirilerek, parçalı bir yapı içinde Çakır’ın
yaşamına spot ışıkları tutulmuştur.
Bu
bölümden sonra, Ara başlıklı, italik harflerle yazılmış başka bir bölüm
geliyor. Bu bölümün sayfalarında okur olarak bizi bir sürpriz beklemekte.
Anlatıcı, Ara bölümüne şöyle başlıyor: “Çakır’ın öyküsünü, yıllar önce bir
sabah Boğaz vapurunda tanıştığım yaşlı bir adama borçluyum.” (s. 51)
Anlatıcının cümleleri art arda eklenir ve anlarız ki Çakır’ın öyküsünün asıl
sahibi vapurdaki yaşlı adamdır. Yıllarca bu öyküyü yazmak istemiş, Çakır’ı ve
masallarınıkendi içinde taşımış ve yaşatmıştır. Bu durumda Çakır’ı asıl tanıyan,
onunla yaşayan kişi yaşlı adamdır. Anlatıcı, yaşlı adamdan dinlediği bu öyküyü
dillendirmiş, nakletmiştir bize. Böylece, birbiri içinde yer alan iki ayrı
kurgunun varlığından söz etmek mümkündür. Anlatıcı, başta dile getirdiklerini
aslında yaşamadığını, yaşlı adamdan
dinlediği öyküyü anlatmış olduğunu belirterek okuru şaşırtır. Bu durumda okur
“yabancılaştıran” bir metnin içine çağrılmış, anlatıcıların yer değiştirdiği
bir kurgu oyununun içinde olduğunun farkına varması sağlanmıştır. Vapurdaki
yaşlı adamınbaşka öyküleri de vardır. “Bir sabah yine böyle karşılaşırsak
size Kıni’nin öyküsünü de anlatmak isterim. Hep yaşadım ben bunları. Hep
tanıdım bu insanları. Ne yazık ki artık insanlarla ilgilenen, acı çekmesini
bilen samimi yazarlar pek yok günümüzde. Ne yazık!” (s.53) diyen yaşlı
adam, hayat, yazar, içtenlik ve edebiyata dair eleştirisini de dile getirir
böylece. Anlatıcı, aradan geçen bir süre sonunda, yaşlı adamı vapurda
göremeyince onun izini sürer, Hisar’daki balıkçı kahvesinde, uçtaki bir masada arkası
dönük otururken görür onu. Yaşlı adam, “…içinde her şeyin olduğu ve hiçbir
şeyin olmadığı, kimilerinin sonsuzluk dediği boşluğa bakar gibi” dir.
(s.54) Anlatıcı, ihtiyarın olduğu masaya doğru ilerler. Ara bölüm bu noktada
kesilir; anlarız ki ondan Kıni’nin öyküsünü de dinlemeye başlamıştır anlatıcı.
Çünkü bir sayfa sonra Su Testileri adlı 3. bölüm başlamakta, Kıni, Esat, Fethi
Baba gibi karakterler arasında geçen yeni bir öykünün satırları yer almaktadır.
Artık, bu öykünün asıl sahibinin yaşlı adam olduğunun bilinci ve
farkındalığıyla okumaya başlarız yeni sayfaları.
Su
Testileri’nde bir suç ve şiddet öyküsünün sayfaları arasına gireriz. Kıni ve
Esat çok yakın iki arkadaştır. Birlikte büyüyen bu iki arkadaşı, hayat Fethi
Baba adlı karanlık işler çeviren bir adamın yanında er almaya, ona hizmet
etmeye sürüklemiştir. Kıni, Esat’ın, kız kardeşi Zehra’yı sevdiğini
öğrendiğinde Esat’a oraları terk edip gitmesi gerektiğini söyler. Aslında Kıni
bu beraberliğe karşı değildir; ancak Fethi Baba’nın böyle bir durumda Esat’ı
yaşatmayacağı düşünerek kaygılanır. Esat, elindeki malları satarak kaçacağını
söyler. Bu arada el ayalarını bıçakla kesen iki arkadaş kan kardeşi de olurlar. Ancak Fethi Baba,
Esat’ın ortadan kayboluşunu hemen fark eder; adamlarına Esat’ı aratmaya başlar;
onun izini sürer. Kıni’yi de bildiklerini söylemesi için sıkıştırır. Esat
kaçmaya çalışırken Canan adındaki bir büyücünün evine sığınır. Ancak, ne olduğu
bilinmeyen ağır bir hastalığın pençesindedir; ateşlenir ve sürekli kâbuslar
görür. Canan, ölüm döşeğindeki Esat’ı iyileştirmek için çırpınır. Bu bölümde,
okur olarak sanki bir masal dünyası içindeymişiz gibi hissederiz kendimizi.
Sonrasında olaylar hızla gelişir ve bir trajedinin içinde yol almaya başlarız.
Su
Testileri bölümünün en önemli özelliği; olayların tek anlatıcı aracılığı
ile değil, öyküde yer alan bütün kişilerin sesleri, kendi anlatımları, farklı
bakış açıları ve iç konuşmaları yoluyla anlatılmasıdır. Anlatı, ara sıra
diyaloglarla da beslenerek anlam ve anlatım açısından zengin, çok sesli,
senfonik bir metin yaratılmıştır.
Bu
bölümde en çok dikkat çeken noktalardan biri, kişilerin iç konuşmasında eksik
bırakılan, tamamlanmamış cümleler aracılığıyla okura zengin bir çağrışımlar
dünyasının kapıları açılması ve metnin anlamlarının çoğalmasının sağlanmasıdır.
Yazar, olayları bilinçli olarak çözümsüz bırakır; belirsiz ve netlik kazanmayan
anlatımlar sunarak ve boşluklar bırakarak, çözüm ya da sonuçları okurun
imgelemine bırakmayı yeğler. Kişilerin her birinin iç konuşmaları da onlara ruhsal
derinlik kazandırmakta, böylece sayfalarca sürebilecek ruh tahlillerine gerek
kalmadan, kısa ve etkili bir yoldan gidilerek, kişilerin iç dünyasının
labirentlerinde dolaşma olanağı sağlanmaktadır okura.
Bu
bölümde toplumdan dışlanmış Büyücü Canan karakteri, sevgi dolu ve özverili iç dünyasıyla
insanların önyargılarındaki yanlışlığı gösteriyor. Fethi Baba gibi suça
bulaşmış, karanlık kişilerin iç dünyasındaki öfkeye, onuniç konuşmaları
aracılığıylaayna tutulmuş oluyor.
IX
başlıklı kısımda üç ayrı anlatımın( 1. tekil, 2. tekil ve 3. tekil kişi
anlatımı) aynı kısımda bir arada yer alması, X. başlıklı kısımda Canan’ın iç
konuşmasının arasında 3. tekil kişi anlatımına yer verilmesi, metne çoğul bakış
açıları kazandırıyor. Aynı olguyu, durumu ya da olayı, farklı açılardan görme,
algılama ve anlama olanağı buluyoruz böylelikle. Ferit Edgü’nün asıl istediği
bu; okura gerçekliğin farklı yüzlerini değişik açılardan göstermek, yorumu ve
değerlendirmeleri okura bırakmak… Yazar, her şeyden önce has edebiyatın içinde
yer alan estetik değeri yüksek, öncü ve özgün bir metin yaratmayı amaçlıyor ve
bu amacına Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı gibi sıra dışı bir roman
metniyle ulaşmayı başarıyor.
Son
bölümde yer alan bazı sayfalarda, tekrarlanan sözcükler ve cümleler görülüyor.
Bu tekrarlarla metne şiirsellik kazandırılıyor ve anlamların güçlenmesi
sağlanıyor. Bir suç ve şiddet öyküsünün bu denli estetik formlar içinde
oluşturulması, farklı bir deneysel çaba olarak da ilgi uyandırıyor.
Eylülün
Gölgesinde Bir Yazdı, minimalist ve deneysel yazın anlayışına göre
kurgulanmış yaratıcı metinlerin en dikkate değer olanlarından biri olarak
edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yeri şimdiden almış durumda. Az sayıda
sözcükle konuşan derin bir edebiyatın izini süren yaratıcı okurlar, bu değerli
romanın içinde kendilerine seslenen sonsuz ve sınırsız bir yazınsal evrenin
varlığını keşfedecekler…
(Ferit Edgü, “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı”, Sel Yayıncılık, 2012)