
Mehmet Rauf (Romancı)
Romancı (D. 24 Ağustos 1875, İstanbul - Ö. 23 Aralık 1931, İstanbul). Kütahyalı Hafız Ahmet Efendi’nin oğludur. Ferik Atıf Paşa’nın oğlu Mehmet Rauf’la sadece isim benzerliği vardır. Dört yaşında Balat Mektebinde öğrenimine başladı, yedi yaşında Eyüp Rüştiyesine (ortaokul), on yaşında Soğukçeşme Rüştiyesine devam etti. Heybeliada’daki Bahriye Mektebi (1891) mezunu. Bu yıllarda İngilizce ve Fransızca öğrendi, tiyatroyla ilgilendi. Staj için Girit’e gönderildi (1895). Stajının bir bölümünü Kiel Kanalının açılış törenine katılmak için gittiği (1895) Almanya’da tamamladı. Dönüşünde İstanbul Tarabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığı görevine getirildi. Zanbak adlı erotik bir hikâyesinin yayımlanması üzerine subaylıktan çıkarıldı. Bundan sonra hayatını kalemiyle kazandı. Hikâye, roman, oyunlar yazdı.
Mehmet Rauf, 1900 yılında Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten, biri sonradan Selâmı İzzet Sedes’in eşi olan, biri de küçük yaşta ölen iki kızı oldu. Evlendikten sonra bir süre Tevfik Fikret’in Hisar’daki evinde kaldı, sonra Büyükada’ya yerleşti. 1910’da ikinci defa evlendi. İzmir’de yaptığı bu evlilikten de bir kızı oldu. 1926’da Muazzez Hanım’la evlendi, bu evlilikten çocuğu olmadı. Bir süre şeker ticareti de yapan Mehmet Rauf, 1927’de hastalandı, beş yıl boyunca acı çekti, Cerrahpaşa Hastanesinde öldü. Maçka’daki aile mezarlığında toprağa verildi
Mehmet Rauf ilk yazı çalışmalarına Bahriye Mektebinde öğrenci iken başladı. O dönemde Denaet yahut Gaskonya Korsanları adlı bir macera roman ve Ruznâme-i Hayâtım adıyla anılarını yazdı. Bu sıralarda Ahmet Midhat, George Ohnet, Octave Feuillet, Alphonse Daudet, Emile Zola, Gustave Flaubert gibi yazarları okudu. Bu arada realistlere özenerek Canfezâ adlı bir hikâye yazdı. Edebiyat dünyasına, Halit Ziya Uşaklıgil’e gönderdiği Düşmüş adlı hikâyesinin Hizmet gazetesinde yayımlanmasıyla girdi. O yıllarda Halit Ziya ile mektuplaşmaya başladı, onun aracılığıyla Servet-i Fünûncularla tanışıp aralarında yer aldı. Tevfik Fikret, Cenab ve Hüseyin Cahit’le tanıştı ve dost oldu. Cenab, memuriyeti dolayısıyla Hicaz’a giderken Mektep dergisinin idaresini Mehmet Rauf’a bıraktı. Hikâyeleri, Resimli Gazete’de (Rauf Vicdani adıyla), bir ara yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Mekteb dergisinde yayımlandı. 1896’da Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı Nekahatte ile Uzaktan adlı hikâyeleriyle yazmaya başladı. Daha sonra dergide edebiyat incelemeleri, eleştirinin Batı’da gelişimi, Türk edebiyatında hikâye ve roman gibi çeşitli konularda oldukça hacimli yazıları yayımlandı. Servet-i Fünûn ve Resimli Gazete’den başka kendi çıkardığı Mehâsin dergisinde (1910-24) küçük hikâyeler yazdı, sonra bunları kitaplaştırdı. Servet-i Fünûn’un kapatılmasından sonra, 1908’e kadar olan dönemi durgunluk içinde geçirdi. 1900-08 yıllarında Siyah İnciler’deki mensur şiirleri ve yazılar yazdı. Ezhar adlı bir karikatür ve hikâye albümü ve 1923’te Süs adlı bir kadın dergisi çıkardı.
Mehmet Rauf, edebiyatımızda ilk psikolojik roman olarak bilinen Eylül (1901) romanıyla büyük ün kazandı. Bu romanı, yirmi dört yaşlarındayken memur bulunduğu sefaret gemisinin süvarisi ile eşinin ilişkisinden etkilenerek yazdı. Bu kitabını “ilk eserim son üstadıma” diyerek Halit Ziya’ya ithaf etti. Eylül, Edebiyat-ı Cedîde Kütüphanesinin altıncı kitabı olarak yayımlandı. Türk edebiyatında kendi tarzının ilk ve tek örneğidir. Edebî ve estetik değeri tartışılmaz bu eserdeki tahlilleri Halit Ziya, aynı yerde dönen ve durmadan derinleşen bir burguya benzetti. Eylül, adıyla, anlatıcısının tavrıyla, bilinç akışı ve iç monolog teknikleriyle ve kurgusal olarak yenilikçi bir roman sayılmalıdır. Bundan sonra Ferdâyı Garam, Karanfil ve Yasemin, Genç Kız Kalbi, Böğürtlen, Kan Damlası, Halâs adlı romanlarını yazdı. Ancak Eylül’deki başarısına ulaşamadı. Bazı erotik içerikli kitaplarıyla ününe gölge düşürdü. Mensur şiir, hikâye, roman, tiyatro türlerinde otuzun üzerinde eser bıraktı.
Romanlarında genel olarak aşk maceralarını işledi, aşkın psikolojik tahlilini yaptı. Servet-i Fünûn topluluğu içinde üslûba en az dikkat eden yazardır. Olayların kahramanları çoğunlukla Mehmet Rauf’u temsil eden, onun arzu ettiği hayatı yaşayan ve onun duygularıyla hisseden idealize edilmiş tipler oldu. Onlara olabildiğince ideal bir kimlik yarattı. Romanlarında düşünsel yön az ve dağınık durumdadır. Onun asıl başarısı, ince ve kuvvetli bir şekilde yaptığı insan ruhuna ait betimlemelerde görülür. Mehmet Rauf’u Halit Ziya ile karşılaştırarak değerlendiren Bilge Ercilasun, mensur şiirlerinin Halit Ziya’dan başarılı olduğunu yazar: “Roman ve hikâyelerinde dil ve üslûbu Halit Ziya’nınkinden daha sade, fakat oldukça gevşek ve itinasızdır. Bunlar teknik yapılarıyla pek sağlam eserler değillerdir. Bütün bu eksikliklerine rağmen Mehmet Rauf Servet-i Fünûn’un Halit Ziya’dan sonraki en başarılı romancısıdır.” Pençe, Cidal, Ferdi ve Şürekâsı, Yağmurdan Doluya, Sansar, Cerîha gibi tiyatro eserleri oldukça ilgi gördü.
Mehmet Rauf, İstiklâl Savaşı’nı anlattığı Halâs (1929) adlı romanı ile para mükâfatı aldı. Bu eser MEB Talim ve Terbiye Dairesi tarafından okul kütüphanelerine tavsiye edildi. İstiklâl Savaşının sevinci ve heyecanı ile yazılan bu yarı tarihî romanın başında, Atatürk’e ithaf vardır. Basılmamış pek çok eseri kaldı. Çeşitli dergilerde çıkan makaleleri arasında Servet-i Fünun’da yayımlanan önemli yazıları, Tekâmül-i Tenkit, Bizde Roman, Bizde Hikâye, İngiliz Şâirleri, Üç İngiliz Şâiri (Byron, Shelley, Keats)’dir. 1896’da Garâm-ı Şebab adlı romanı İkdam gazetesinde tefrika edilmişti.
“Onun aşkları nasıldı? Hayatında, bir ömrü baştan başa istila eden, muannit, münferit bir aşkı olduğuna ihtimal verilemez. Birinden kurtulurken diğerine tutulan, hastalıklara namzet olarak yaratılmış mariz bünyeler kabilinden, onun sevmek ihtirası, hayalini, bazen uzaktan sezilmiş bir bakışa, bazen bir endamın hıramına, hatta bir başörtüsünün şöyle bir dolanışına, yahut, bir yeldirmenin omuzlara gelişi güzel atılışına, bir araba, bir sandal seyranında müstesna bulunmuş bir yaslanışa bağlar; ve bir kere hayali böyle bîr çengele takılınca artık onu altı ay için, bir sene, beş sene için, işkenceden işkenceye sürükler, taştan taşa çarpar, bir küçük muvaffakiyet için uzun müşkilâtla, mezahimle çarpışır; bazen icat fikrinin kendisine bahşettiği türlü, garip tertibat neticesinde vasıl olduğu neticenin içine bütün varlığıyla atılır. Burada iradetini, dünyasını unutarak, ta uyanmak saatinin çalmasına kadar, her şeyden uzak, yalnız aşkıyla teneffüs ederek, uzun bir zaman bir rüya içinde uyurdu.” (Halit Ziya Uşaklıgil)
“Mehmet Rauf, zamanında da, en yakın arkadaşlarından birinin haksızlığı kadar acı bir esprisine uğramıştı. Onun Eylül gibi bir devir açan romanı için bir burgudur demişti Halit Ziya. Hey Allahım! Yine bu Halit Ziya’nın Son Posta’da çalıştığım tarihte bana yolladığı bir mektupta daha tuhaf bir iddiası vardı: Meğer Eylül’ün Servet-i fünun’daki her tefrikasını Tevfik Fikret tashih eder de mecmuaya öyle koyarmış! Şu saçmaya bakın! Acaba Rauf’un 1908’den sonra yazdığı roman ve hikayelerin dilini hangi hayalet tashih ederdi? Hele Tevfik Fikret’in ölümünden sonra ruhu mezardan mı çıkıp Mehmet Rauf’un müsveddeleri üzerinde kalem oynatıyordu? Gerçek ortadadır. Bütün bu eserlerin üslûbu Eylül’deki üslûptan da sade ve daha işlenmiş değil midir? Bunu da yalnız Rauf’un kalemi işlemiş. Ama Rauf’un Eylülü … Ne ölmez eser! Soruyorum: İlk yazıldığı günden bugüne kadar o romandan daha ince, daha derin psikolojili bir romanımız yazıldı mı?” (Halit Fahri Ozansoy)
“Güzel ve özenli giyinirdi. Kısa boylu, tıknazdı ve pek kanlı, renkli bir yüzü vardı. Gözlüklerinin altında parlayan miyop gözlerindeki zekâ ile bu ateş ve canlılık fışkıran varlık, hareketli bir ateş duygusu verirdi. Her zaman temiz ve ütülenmiş beyaz üniformasıyla hemen göze çarpardı. Rauf, bütün bunları iki ayda bir çıkan küçük bir teğmen aylığıyla becerirdi. Bir de Servet-i fünun’dan arada sırada aldığı birkaç mecidiye...
“Rauf’ta soğuk ve keskin bir usavurmadan çok duygu egemendi. Duygularının elinde sürüklenip gider, ta sonuna kadar kendisini bu akıma bırakırdı. O zaman tutkularından başka dünyada her düşünceyi unutur, her şey gözünden silinirdi.
“Bir kez bu tutkusu onu ölüme kadar götürdü ve Rauf isteye isteye, seve seve öldü. Sonra gözlerini yeniden yaşamaya açtıysa bu biraz da bizim suçumuz.
“Rauf, Servet-i fünun edebiyatı döneminde sanata, ‘sanat için sanat’akarşı pek derinden ve candan bir aşk beslerdi. Onun içindir ki en yaşayacak, en güzel eserleri bu dönemin ürünüdürler. Ama sonra, yaşam savaşı onu yazılarıyla yaşamak gibi bir zorunluluk karşısında bıraktı. Rauf gibi sanatçı yaratılmış, ince ve duygulu bir yazar için sanattan özgecide bulunmak, kolay eser vermek, kendi kendisini tekrarlama zorunda kalmak ve bunu duya duya yapmak, büyük bir acıydı; bunu anlamak zor olmamalıdır. Rauf, Servet-i fünun edebiyatının en parlak bir temsilcisi olmadı. Ama şüphesiz ki en canlı, en çok okuyan ve zekâsı en çeşitli sanat görünümlerine açık, değerli bir üyesiydi. ‘Mensur Şiirler’i, edebiyat yapmak için basmakalıp sözlerin hiç duyulmadan yan yana dizilmiş yığınları değildir. Onlar Rauf’un yüreğinden ve ruhundan kopmuş el değmemiş yazılardı. Eylül’ü de canlı kalacaktır.” (Hüseyin Cahit Yalçın)
“Âşık doğan Mehmet Rauf, Eylül’de ne kadar romantik ise Siyah İnciler’in sonundaki Eyüp Yolu nesrinde o kadar realisttir. Üç Hikâye’de de iç âleminden sıyrıldığını ve dış âleme nüfuz ettiğim ispat etmiştir. Eylül ruhun endam aynası ise Eyüp Yolu ile Üç Hikâye hayatın küçük bir el aynasıdır.” (Selami İzzet Sedes)
“Şaheseri olan Eylül’de, ahlâkî bağlar ve sosyal düzen önünde ümitsiz bir macera haline gelen aşk; Ferdâ-yı Garam ‘da evvelâ başka duygu çehreleriyle göründükten sonra nihayet meydana çıkan aşk; Genç Kız Kalbi’nde hayal kırıklığı ile sona eren bir aşk; Böğürtlen’de çok geç ve güç elde edilebilen aşk; Halâs’tâ sevgilerin en büyüğü olan vatan aşkı; Yara’da ana fedakârlığı ile feda edilen bir aşk... macera dokusunun mihveri oluyorlar.” (L. Sami Akalın)
ESERLERİ:
ROMAN: Eylül (1900, aynı yıl tefrika), Ferdây-ı Gâram (1913; Servet-i Fünûn’da tefrika), Karanfil ve Yasemin (1924), Genç Kız Kalbi (1925), Böğürtlen (1926), Define (1927), Son Yıldız (1927), Ceriha (1927), Kan Damlası (Define’nin devamı, 1928), Halas (1929).
HİKÂYE: İhtizar (1909), Âşıkane (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Bir Aşkın Tarihi (1915), Menekşe (1915), Üç Hikâye (1919), Kadın İsterse (1919), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1923), Aşk Kadını (1923), Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927).
MENSUR ŞİİR: Siyah İnciler (1901).
OYUN: Ferdi ve Şürekası (1909, Halid Ziya’nın aynı adlı romanından uyarlama), Pençe (1909, filme alındı, 1917), Cidal (1911), Yağmurdan Doluya (1919), Sansar (1920).
ANI: Mehmed Rauf’un Anıları (yay. haz. Rahim Tarım, 2001).
HAKKINDA: Lütfullah Sami Akalın / Mehmet Rauf: Hayatı Sanatı Eserleri (1953), Halit Ziya Uşaklıgil / Sanata Dâir I-III (1955), Halit Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Geçiyor (1967), Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969), Metin And / Tanzimat ve Meşrutiyet’te Tiyatro Yazarlığı (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. 6, s. 1625, 1986), Hüseyin Cahit Yalçın / Edebiyat Anıları (1999), Hakkı Süha Gezgin / Edebî Portreler (2000), TDV İslâm Ansiklopedisi (c.28, 2003), Sevengül Sönmez / Mehmed Rauf ve Böğürtlen (Varlık, Şubat 2004).