Roman ve öykü yazarı, çevirmen.. 26 Eylül 1975, İstanbul doğumlu. İstanbul Şehit Adem Yavuz İlkokulu (1986) İstanbul Kağıthane İmam Hatip Lisesi.(1994) ve Cumhuriyet Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.(1998) mezunu. Eğitimini tamamladıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki okullarda öğretmenlik yaptı. İngilizce ve Arapça bilen yazar, Ayşegül Koca ile evli; Aybars Nuaym ve Günberk Nadi adlarında iki çocuk babasıdır.
İlk öyküsü Kırklar dergisinin Ocak-Şubat 2004 sayısında yer almıştı. Öyküleri ve incelemeleri başta Dergâh, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Kültür ve Hece Öykü olmak üzere birçok edebiyat dergisinde yayımlandı. “Hayata Dair” adlı öyküsü ile 2003 yılı Orhan Kemal Öykü Ödülüne ve yine aynı yıl “Kral Suban” isimli romanıyla Beyan Yayınları İlk Romancı Ödülüne layık görüldü. Uzun bir süre Türk ve Doğu klasikleri üzerine çalıştı. Bir yandan Beyan Yayınları’nda 100 Temel Eser Serisinin editörlüğünü devam ettirirken bir yandan da derleme ve çeviri eserlerini bu seriden yayımladı. Aynı dönem içinde Artus Kitap Edebiyat Kitaplığının editörlüğünü de yürüttü.
ESERLERİ:
ROMAN: Kral Suban (2004)
ÖYKÜ: Düşnâne (2007)
DERLEME: Gülistan (2005), Dede Korkut Hikâyeleri (2005), Kerem ile Aslı (2006), Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler (2005), Yunus Emre Divanı’ndan Seçmeler (2005), Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2005), Mesnevi’den Seçmeler (2005), Divan Şiirinden Seçmeler (2008), Antoloji - Halk Şiirinden Seçmeler (2006).
“Hayatın Rövanşı’nı yazgısız Hercai’lerde arayan, bu hayatları yerel
evrensellikten velut Gülkondu’lara taşıyan ve bu arada kendi dünyasının
kahramanlarını Aylak’ça gezindirmekten sakınmayıp günışığına çıkaran yazarın
özellikle son öyküsü final sahnesine yakışan bir tarzda kaleme
alınmış.‘Çoksunan ben’ ile ‘yoksunan öz-ben’ arasındaki kazanımlardan çok
yitimlere dayanan paradoks çıkarsamalara dayalı bu ilişkinin okuru da içine
alan manifestosunu, iyi okuyup doğru anlamak gerekiyor.
Sözün özü, klasik öykü formatlarının çok çok ötesine geçmiş Osman Koca’nın ürünleri. Kendine özgü öyküsel bir dil geliştiren yazarın konu sıkıntısı çekmediği zaten eserine yansıyan tipolojiden pekâlâ çıkarılabilir. Elimden düşürmeden, büyük haz alarak okudum Kervankıran’ı. Yıllardır bu işin mutfağında olan yazarın eline, yüreğine sağlık.”(Hüseyin Akın)
ÇEVİRİ:
Kelile ve Dimne (fabl, el-Ebu Lous
Şeyho el-Yusûf’î’den, 2005).
HAKKINDA: Kral Suban (Yeni Şafak, 13.03.2004), Kral
Suban (röportaj, Zaman, 01.06.2004),
Kral Suban (Yeni Mesaj, 28.05.2004), Hüseyin Akın (Milli Gazete, 11.07.2004),
Kral Suban (Metafizik Magazin Dergisi, Ağustos 2004), Düşnane (Milli Gazete,
13.03.2007), Düşnane (Kırknar dergisi, Mayıs 2007), Düşnane (Gerçek Hayat
dergisi, 25.05.2007), Düşnane (Aksiyon dergisi, 02.04.2007), Olgun Keser /
Bostan ve Gülistan (Milli Gazete, 08.11.2008).
“Anadan
üryan şu kavaklar” dedi nine, yumuşayan sesiyle; “Sence arsız mıdır?”
Bir,
çırılçıplak kavaklara; bir de, kalın gövdesi nasır bağlayan dev çınara baktı
çocuk. Konuşmakla susmak arası orta bir noktada, buz kristalleri gibi kırılarak
dökülüverdi o ân, sözcükler ağzından:
“Fakat
dedi, kavaklar yemiş vermez ki?”
“Peki,
bu kimin suçu?”
Hemen
oğlunun imdadına yetişti Ayla Hanım ve gayet sakin bir dille:
“Suç
değil ki bu ama dedi, bir yazgı... Kavaklar olmasa; onca kuşa kim yuvalık eder,
havadaki katran zehri kim, nasıl emer, beyaz pamukçukları ne temizler?”
Birden
söndü gözleri... Uzaklara giden düşüncelerini geriye ısmarlarcasına açtı
kollarını. Uçurumdan yuvarlanan bir taş kadar sert, alazlanan bir dal gibi
sıcaktı sesi:
“Betonlaşan
kalplere karşı yeşilin en heyecanlı, sık savunucularıdır kavaklar. Hem onlar
olmasaydı, kış vakti nice olurdu garibanların tütmeyen ocağı...”
Dev
çınar, asaletine leke sürülmüşçesine bir hışımla kalktı ayağa. Fidan ne
edeceğini bilemedi gördüğü vakitsiz manzara karşısında. Ağaç daha bir
temkinliydi ve bakışları buz gibi soğuk, bıçak gibi keskindi...
Bir
uğultuyla esti poyraz, karı kürüyen hırçınlığını katıp önüne. Tarifi imkânsız
gururlarıyla hayata yaslanan çam ve iğdelerin bile boynu büküldü bu dehşet
tablo karşısında. Ama kavaklar çıplak da kalsalar, dimdik ayaktaydılar hâlâ...
Tam
bu esnada, ana giriş kapısından bir ses yükseldi. Eşikten başlayıp halka halka
yuvalandı bahçede. Şapkalı, boynu atkılı, gözlükleri buğulanmış tıknaz bir
kadın, dehlizin ortasında ellerini ağzına götürüp ünledi, ünledi, ünledi:
“Sinem
Hanım, hadi çabuk olun ama... Yemek kalmayacak sonra!..”
Otoriter
sesin âşinâ havasına itiraz etmeden bir robot gibi ağır aksak yürümeye başladı
yaşlı kadın... Gövdesi küçülürken, büyüdü sesi:
“Çocuuk!
Çocuuuk! Yaşlandıkça inatçı, yıllar geçtikçe daha bir küskün oluyor insan...
Çınarlar bunadıkça damarları kuruyor, kökleri toprağa yapışıyor... Bir daha gel
eemiii! Sevdim seni... Seni sevdim...”
Doluyor
gözleri Cenk’in... Dokunsalar ağlayacak... Yutkunamıyor. Açamıyor düğümlerini
incecik boğazının...
Titriyor
elleri ve dizleri...
Belki
soğuktan...
Belki
ayrılıktan...
Kesin
bilmiyor...
Ayla
Hanım, çocuğunun ellerini sıkıca kavrayıp, sırtını siper ederek ansızın
bastıran tipiye karşı ve başını önüne eğerek yürümeye başlıyor ağır
adımlarla...
Uğulduyor
rüzgâr bu arada...
Karı
kürüyor hırçın ve boğuk nefesi...
Çınarlar
devriliyor bir bir...
Kavaklar
şahit...
Cenk
yürüyor, gölge kadar sessiz ve hissiz...
Çınlıyor
kulakları...
Sevdim
seni... Seni sevdim...
Annesi
şahit...
(Düşnane
adlı kitabındaki “Buzdan Kalpler” öyküsü’nden)