Siyaset sosyoloğu,
akademisyen, sosyoloji profesörü (D. 21 Eylül 1941, İstanbul – Ö. 18 Ocak 2021).
Çocukluğunu ve gençliğini yurtdışında geçirdi. Yükseköğrenimini sosyoloji
alanında Paris Sorbonne Üniversitesinde tamamladı (1973), Türkiye’ye dönüşünde
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine asistan olarak (1974)girdi, sosyoloji
alanında doktora yaptı. Doçentliğe yükselerek 1980’de aynı üniversiteye bağlı
Siyasal Bilimler Fakültesine geçti, burada profesörlüğe yükseldi. Ayrıca
Bilkent ve Marmara üniversitelerinde de öğretim üyeliği yaptı.
Çeşitli
uluslararası sosyalbilim derneklerine üye olan Vergin’in din ve politika
konularında makaleleri Yeni Yüzyıl gazetesi ile çeşitli dergilerde
yayımlandı. Siyasetin Sosyolojisi adlı kitabında sosyal bilimlerdeki
değişimin çok yavaş seyrettiği tezini çürütür. Bilginin tıpta ya da mühendislik
bilimlerinde olduğu gibi sık sık yenilenmediği görüşüne karşı, 1980’li
yıllardan itibaren dünyada meydana gelen Sovyetler Birliğinin çöküşü, uluslararası
göçün patlaması, etnik savaşlar ve küreselleşen ekonomiyi ele aldı. Siyasetin
Sosoyolojisi’nde klasik siyaset sosyolojisi teorisyenlerinin yanı sıra yeni
arayışların Habermas, Foucault, Mouffe gibi birçok isminin çalışmalarına yer
verdi.
ESERLERİ:
Industrialisation et Changement Social en Milieu Rural (1976), Siyasetin
Sosyolojisi (1980), Türkiye’ye
Tanık Olmak (1998), Din, Toplum
ve Siyasal Sistem (2002), Siyasetin
Sosyolojisi - Kavramlar Tanımlar Yaklaşımlar (2003).
KAYNAKÇA: Asuman Memen / Siyasetin Sosyolojisi
(Radikal Kitap, 2.5.2003), İhsan Işık / Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Nur Vergin: Elit
Sınıfın Aşağılık Kompleksi Var (Akit, 29.3.2011).
Bu yıl
Ramazan ayında ilginç bir işbölümü gerçekleşiyor. Televizyon kanallarının bir
kısmı 'Nerede o eski Ramazan geceleri' türünden ahlı vahlı programlarında eski
Ramazan gecelerini, yaşamış olanların torunlarının çocuklarına
anIattıradururken, diğer yarısı da günlük dilimizde adı bile yoğun anlamlarla
yüklü Fadime'nin öyküsü etrafında çeşitlemeler sunuyor. Parsellenme müthiş!
Hemen itiraf edeyim, ben eskiye rağbete itibar etmiyor, günümüz Türkiyesi'nin sosyal
psikolojisini anlamak istiyorum. Birçok ipucu verdiğini düşündüğüm Fadime
sendromuyla ilgileniyorum. Kendimizi seyrediyorum.
Gördüğüm o ki, eski çamlar bardak olmuş.
Sevmenin tadı bu ülkede de kalmamış, sevilmeyi düşlemenin de. Aşkın rengi
atmış, sevdadan eser kalmamış. Artık cari olan, buluşmalar, uygunluklar, açık
ya da zımni pazarlıklar, birleşmeler, kopmalar, ayrılmalar. Bir daha, bir
daha, gelecek sefere kadar, işimize bakalımcı arayışlar. Nefesi tükenmiş,
titreşimsiz, uğruna değil ölmek, değil muazzam işlerin üstesinden gelmek, bir
çift çoraba dahi bahsine girmeye değmeyecek kadar ehemmiyetsiz ve alelacele
somutlanan bir temastan öteye gitmeyen ayrılıkların müsvedde türünden
biraradalığı. Çabuk unutulan, unutuluncaya kadar da insanın ruhunu kaplayan bayat
bir duygu: pişmanlık.
Son Paris seyahatimde her zamanki kitap
oburluğumla, o kitapçı senin bu kitapçı benim, fellik fellik dolaşırken bir de
baktım, yine sivil toplum, devlet, siyasi sistem, partiler ve yine hep aynı
benzer ıvır zıvır konularda yükümü almışım. Biraz değişiklik ve bir nebze
hoşluk olsun babından mod değiştireyim dedim, Batıda Aşk ve Cinsellik başlıklı
bir kitabı da sepetime atıverdim. Tarih ile sosyolojinin izdivacının üstadı
Georges Duby'den kitabın daha ilk sayfalarında bir sitem: "aşk artık eski
aşk değil, kadın ile erkek arasındaki ilişkiler de. Bu, belki de aile
ilişkilerini de topyekûn allak bullak eden değişiminin bir boyutu. Üçüncü
binyılın arifesinde uygarlığımızı, bir dil alışkanlığıyla devrim adını
verdiğimiz çırpınışlardan belki de çok daha etkili bir biçimde tarumar eden
önemli bir dönüşüm."
Avrupa insanının usta tarihçisi beili ki,
koyduğu teşhisten kendisi de rahatsız olmuş. Varsın olsun, bizim
endişelenmemize gerek yok diye düşünmüştüm. Biz Avrupalı falan değiliz. Bizim
bir aile yapımız var. Allah'a şükürler olsun, sapasağlam. Değişim imiş, iç
göçmüş, dış göçmüş, milyonlarca Türk'ün çil yavrusu gibi oraya buraya
savrulmasıymış; kentleşmeymiş, modernleşmeymiş, enflasyonmuş; emperyalizmin
kurduğu tuzaklarmış ya da küreselleşme teraneleri imiş, bunlar bizi bağlamaz.
Etkilemez de. Direncimiz, malûm, dillere destandır. Biz, Nuh der, peygamber
demeyiz. Orada burada, özellikle de Batıda boy gösteren ve bize ait olmadığı
için hepten olumsuzladığımız hadiseler bize nüfuz edemez. Türk ailesi,
sosyologlarımız öyle diyor, dipdiri. Kadın erkek ilişkileri, doğum oranları
istatistikleri öyle diyor, sımsıkı. İç âlemimize diyecek yok, duygularımız
kıpır kıpır. Buralarda sevgi ve sevda kol geziyor ve hep gezecek çünkü biz hem
Türküz hem Müslüman. Avrupalı tarihçi varsın, kendi toplumuyla ilgili
tespitleriyle baş başa, üzüledursun. Biz, işimize bakalım, demiştim.
Bizim işimiz, televizyon ekranının karşısına
geçip Ferhat'ını bulamamış bir Şirin'in, zavallı bir mutsuz kızın başına
gelenlerin çetelesini tutmak. Aşkı uğruna katlandığı eziyetlere tüh tüh demek,
terkedilmişliğini içine sindiremeyip Anadolu'nun yollarına nasıl düştüğüne,
telefonlara nasıl sarıldığına, o tarifi imkânsız aczine rağmen müthiş mücadele
gücüne hayret etmek. Bizim işimiz, bizden biri olan Fadime'ye sanki uzaydan
gelmiş bir dişi ET'ye bakar gibi bakmak. Dağlarımızda, ovalarımızda kız kaçırma
olaylarının nedeni belirsiz folklorik bir hoşluk olduğunu zannetmek. Kırık bir
kalp hikâyesinden şu veya bu şekilde nemalanmaya çalışmak.
Sanki biz Nişantaşı'nın
göbeğinde oturanlar, Bağdat Caddesinde mesken tutmuşlar, hiç sevmezmişiz, sanki
biz hiç yanlış insana gönlümüzü kaptırmazmışız; sanki biz, adı Fadime
olmayanlar, hiç oyuna gelmezmişiz. Sanki biz hiç aldanmamış, hiç yanılmamışız.
Sanki biz, analarımız, kızlarımız, torunlarımız, aman tahtaya vuralım, hep ama
hep muzaffer çıkmışız. Sanki biz, biribirimize hiç falcı adresleri vermemişiz,
medyum müptelâsı olmamışız, saçlarına kır düşmüş matematik öğretmenimize hiç
meyletmemişiz, imkânsızın karşısında umutlanmamış, ürpermemiş, korkmamışız...
Şimdi oturmuş, temelinde mutlu sonla noktalanamayan basit ve alelade bir aşk
hikâyesi olan bir drama, ille kepçe kepçe siyasi ve ekonomik, bol miktar
toplumsal, bir tutam hukuksal gerekçelerle anlam kazandırmak için debelenip
duruyoruz.
Mal bulmuş mağribi gibi, Fadime'nin sırtından
aslında kendi durumumuzu mukayese yoluyla izah etmeye ya da, daha da beteri,
kendi politik tutum ve projelerimize dayanak aramaya çalışıyoruz. Adımız
çoktandır Fadime değil de Fatma ya da Fatoş olduğu için olsa gerek; genç
insanların örtülü ya da örtüsüz, yerel ya da evrensel, dinli ya da dinsiz,
sevmek ve sevilmek gibi bir ihtiyaçları, kalp nahiyelerindeki kıpırdanmaların
da esas belirleyici olduğunu, her nedense kabullenmek istemiyoruz. Hiç gönül
vermemiş olanların da içinde aslında gönül verme arzusunun dinmek bilmez bir
ihtiras olduğunu bilmezden geliyoruz. Çünkü biz çoktandır türkü çığırmıyor,
aşkı seslendiren bestelerimizi terennüm etmiyoruz. Bizi biz, yani insan yapan
hasletlerimizi, ezeli fıtratımızı inkâr eder gibi oluyoruz. Makul insan pozunda,
akılcılık taslayarak düpedüz saçmalıyoruz.
(…)
Aşkın
kendine özgü dinamiğini gözardı ediyor ve başlangıçta duyguların kozası örülürken,
Stendhal'ın deyimiyle; kristalleşme sürecinde, bizatihi yapılan iltifatlarla
düzülen kasidelerden öç alma dönemine geçilebileceğini, reddedilmişliğin
yarattığı bozgun ve billûrlaşmanın sona ermesiyle birlikte herşeyi tuz
buz etme hırsının
galebe çaldığını unutuyoruz.
Eros ile Thanatos'un meş'um
dansı karşısında gafil seyircileri oynuyoruz.. Bir gözü dönmüşlükten diğerine
koşar adım gidilebileceğine ihtimal veremiyoruz. Biz, kalbi soğutulmuş olanlar,
Fadime'nin asîliği karşısında şaşakalıyoruz.
Freud
babamızın ruhu şad olsun, Fadime'yi seyrediyor, onun o perişan ama o denli
otantik serüveninde iz sürüyoruz. Dönüp aynamıza baktığımızda artık pek de
sapasağlam olmayan aile yapımızı, koptu kopacak türden kadın erkek
ilişkilerimizi, kaybolan duygusallığımızı ve topluca içine düştüğümüz nevrotik
girdabı görüyoruz.
Altmışlı yılların sükseli ses sanatçısı Mediha Demirkıran, söyler
dururdu: "yabancı olduk şimdiii...". Evet, olduk: karşımızdaki, yanı
başımızdaki, içimizdeki Fadime'ye yabancı olduk. Kına yakabiliriz.
(Türkiye’ye Tanık Olmak, 1998)